Efemerayla uğraşanları takip ediyorum, sahaflardan ara ara topladığım parçalar oluyor, biletlerden ve notlardan tarihçeler yazıp bozuyorum, kafa içinde kurmaca çalışmaları. Kerem Görkem bunu anlatının içindeki bir fotoğraftan yola çıkarak yapıyor, fotoğraftaki dört karaktere bağlı kalarak orta sınıftan bir ailenin dağılışını aynı zamanda anlatının da dağılışı haline getirerek kurguluyor. Metnin aksayan yanlarına en sonda değinecektim ama bir aksaklığı ele alayım şimdi, fotoğraftaki ailenin babası Haydar Kara'nın edebiyat öğretmenliği yaptığı Kurtuluş Anadolu Lisesi'nin idarecisiyle yaptığı konuşma. Adeta bir Tahir Alangu kesiliyor Haydar Kara, yıllık plana uymayıp edebiyatın aslına yöneliyor, edebiyat tarihine değil. Velilerden şikayet geldiği için sorguya çekiliyor ve idarecisiyle sıkıntı yaşıyor haliyle, ardından çocuklara yirmi yıl boyunca kitap okuttuğunu ve okutmaya devam edeceğini söylüyor, Gölgesizler ve Teneke Trampet okuyan var sınıfında. Güzel bir bölüm aslında ama anlatıyı şişiriyor bir yandan, olay örgüsüne hemen hiç katkısı yok. Eksiltme tekniğinden yaklaşalım, bu bölüm metinden çıkarılsa anlatı hiçbir şekilde hasar görmez. Dört karakterin odaklandıkları olaylar başka başka haliyle, on yaşındaki Can'ın odağından baktığımızda dağılan bir ailenin yükünü çeken bir çocuk görüyoruz, Amasra'daki yazlıkta çekilen mevzu bahis fotoğrafı kendine isteyen ve çerçeveletmeyi düşünen, on yaşının aklıyla ailesinin dağılmasını anlamaya çalışan bir çocuk. Bülent, Can'ın abisi. Yirmili yaşlarının başında, öykü yazıyor ve anladığımız kadarıyla güzel de yazıyor, Can'ın sakladığı fotoğrafı bulup bir öykü konusu haline getirmek için uğraşan ve kardeşinin fotoğrafı deli gibi aramasına yol açan bir karakter. Haydar baba, söyledim. Gül, anneleri. O da öğretmen, Haydar'la çocukluktan tanışlar. Bu dört karakterin değişimli anlatıcılığıyla ilerliyoruz ve haliyle dört bakış açısı tek bir yaşantıyı, hatta tek bir olayı çerçeveliyor. Kişisel mevzular bölümlerin önemli bir kısmını oluşturuyor, oluştursun, Bülent'in ailesinin dağılışından sonra sevgilisi Elif'le yaşadığı sıkıntılara odaklanması, her karakterin kendi dertlerine eğilmesi güzel bir teknik ama bu okul olayı, bilemiyorum, çok kopuk. Başka örnekler de var ama önce meseleyi anlatayım. İlk bölümde Can'la tanışıyoruz ve Can'ın aile fotoğrafına düşkünlüğüne tanık oluyoruz. Sahilde çekilmiş güzel bir fotoğraf, aile bir arada. Foto Tayfun'dan çıkartıyorlar fotoğrafı, Haydar'ın arkadaşı Tayfun'u bir iki bölümde daha gördükten sonra bir daha görmeyeceğiz, anlatıya tam olarak eklemlenmiyor. Neyse, fotoğrafı aldıktan sonra eve geliyorlar, bir süre sonra Gül bir açıklama yapıyor, Haydar'ın artık onlarla birlikte yaşamayacağını, çocukların babalarını haftada bir görebileceklerini söylüyor. Bülent'in annesine biraz alayla yaklaştığını görüyoruz burada, Gül Can'a her şeyi açık açık söylemediği için. Bunun dışında pek bir tepki görmüyoruz çocuklardan, ailenin neden dağıldığını pek sorgulamıyorlar. Bülent babasının içki problemi olduğunu söylüyor, kavga gürültü arasında ailenin bir arada durabildiğini ve her şeyin bu şekilde süreceğini düşündüğünü söylüyor ama bu kadar, sonrasında Gül'le herhangi bir konuşma teşebbüsünde bulunmuyor, hatta Gül Can'ı alıp Üsküdar'daki baba evine gidince annesinin telefonlarına bir kez olsun çıkmıyor. Burası da biraz muallakta, anneyle çocuklar birbirlerinden aşırı kopuklar gibi gözüküyor. Bülent direkt yazar pozları vermeye başlıyor, fotoğraflarla metinler arasındaki koşutlukları ve farkları anlatıyor, yazarlığa başlama dönemini anlatıyor, kurmacayla ilgili birkaç fikir sunuyor derken Elif meselesi başlayana kadar kendisinde anlatıyı zenginleştiren başka bir etken belirmiyor. Bu sırada Gül nüfus müdürlüğüne gidip yeni kimliğini alıyor, Haydar'la boşandıkları için. Haydar meyhaneye vuruyor kendini, içiyor yine. Gül'ün geç bile kaldığını, kendisi gibi bir adama iyi bile katlandığını söylüyor. Ahval kısaca bu, bundan sonra her bir karakterin kendi dünyalarına yoğunlaştığı bölümler başlıyor.
Bülent öykülerini dergilere yolluyor, öyküler basılıyor bir güzel, Kadir diye bir editör Bülent'le tanışıyor ve oturup konuşuyorlar, arkadaş oluyorlar, ikisinin diyaloglarını takip ediyoruz bir süre. Arkada Morrissey çalıyor, neşeliymiş gibi görünen bol majörlü şarkıların adamı nasıl dağıtabildiğine şaşıyoruz bir an, mesela şu. Haydar'ın bölümü geliyor, Meltem'i ilk kez görüyoruz. Haydar eşini aldatıyor, pek hoş. Meltem, Gül'ün her şeyi sezdiğini ve anladığını söylüyor, kadınlar bu konuda ihtisas yaptıkları için aslında gizlenen hiçbir şey olmadığını söylüyor. Haydar, Meltem'in omuzlarına kapanıp rezil bir adam olduğunu haykırarak ağlamaya başlıyor. Yani... Biraz zorlama ve ekşi geliyor açıkçası. Gül'ün annesi ve babası Gül'e yuvasını dağıtmamasını söylüyorlar ama Gül kararlı, mevzu bitmiş. Haydar Üsküdar'daki eve gidiyor ve Gül'le konuşuyor. Gül için her şey bitmemiş ama denemekten yorulduğu için biraz zaman istiyor, arayacağını söyleyip adamı gönderiyor. Kuşlar gibi çıkıyor evden Haydar, Tayfun'a gidiyor ve Meltem'in evine gittiğini söylüyor. Tayfun iyi bir arkadaşın yapacağı gibi meseleye el atıyor, bir daha Meltem'e giderse Gül'ü arayıp her şeyi anlatacağını söylüyor. Haydar ahlaki detoksunu yaptırıyor ve Bülent'in uzun zamandır yazmaya çalışıp yazamadığı öyküsünün kahramanı oluyor. Oğul babasını anlatıyor, babasının yenilgisini ve bir öykünün nasıl başlayıp biteceğiyle ilgili akış tokuşturmalarını ele alıyor bir güzel, sonrasında öykülerinden oluşan kitabının basıldığını görüyoruz. Can kayıp fotoğrafının abisinde olduğunu öğreniyor, abisinin fotoğrafın kendisinde olmadığına dair söylediği yalanı yutuyor ve fotoğrafın yerini bilmesinin kendisine yeteceğini düşünüyor. En sonunda Can ve Gül evlerine dönüyorlar, Bülent babasının çoğu zaman eve gelmediğini söylemiyor, adamın Tayfun'da kaldığını söylüyor bir tek. Gül bir gün Haydar'ı arıyor, tekrar başlamak için enerjisi var artık ama ilk gece başarılı olamıyor, yastığını alıp salondaki kanepeye gidiyor. Son.
Birkaç problem var, ilki karakterlerin aynı sesle konuşmaları. Haydar elli yaşlarında bir adam, Can on yaşlarında bir çocuk ve ikisi de benzer şekilde konuşuyorlar, Can'ın babasının kitaplarına dadanmaya başlayan bir çocuk olduğunu düşünsek bile bir yetişkinin sesine -bütün ayrıntılarıyla- sahip olması rahatsız edici. İkincisi, diyaloglar. Bazı diyaloglar çok "diyalog", doğal konuşmalardan kopuk ölçüde diyalog, tiyatro sahnesinde söylenen sözler gibi. Klişeler de bir başka problem. Bir lafın üzerine konuşmayan bir karakterin konuşmaya çekindiğini söylemek serbest dolaylı anlatımın bir getirisi ama çok fazla kullanıldığı zaman konuşmayan karakterin, bağımsızlığı diyeyim, ortadan kayboluyor, karakteri sadece gösterildiği biçimiyle görmek zorunda kalıyoruz, kendi biçimiyle değil. Bu rahatsız edici oluyor bir süre sonra. En iyisi diyalogları yorumlayıcı katkılar yapmamak, sadece diyaloglar üzerinden duygu çıkarımını sağlamak. Bence. Başka, taksi şoförü olayı var. Haydar taksiye biniyor, taksiden iniyor ve taksi şoförünün adının Tarık olduğunu öğrendiği için diyalogda da Tarık'ın söylediği alelade bir sözü görüyoruz. Neden? Tarık'ın Tarıklığı hakkında bir fikrimiz olmasa da olurmuş, bir ismin ortaya çıkışını anlatıda önemli bir olay olarak görüyorum, Tarık burada çok önemsiz bir Tarık. Bir başka şey, Twitter olayı. Önemli bir konuşmanın üzerine alakasız bir açıklama olarak dünyadaki en büyük hüznün ölen birinin ardında bıraktığı sosyal medya hesapları olduğu söyleniyor, ayçiçeği tarlasının ortasında yetişen güller gibi. Birkaç şey daha var ama benden bu kadar.
Bir ilk romana göre iyi. Sonraki metinler için güzel bir çıta. Kerem Görkem'in bir metni daha basılmış, denk gelirsem onu da okurum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder