18 Temmuz 2012 Çarşamba

Dino Buzzati - Tatar Çölü

Özeti şöyle: Taşrada bir memurluğa gittik. Giderken ne kadar çılgın işler yapacağımızı, vatana millete faydalı olacağımızı ve gönlümüzü hoş eyleyip geçecek günlerin mükemmelliğini düşündük. Vardık, küçücük bir yer, çalışmaya başladık. En başta gitme fırsatımız var ama gitmedik, çünkü sürekli güzel şeylerin olmasını bekledik. O güzel şeyler hiç gelmedi, biz de bir ömrü orada çürüttük. Tatillerde eve döndük ama ev bıraktığımız ev değildi, insanlar ve şehir değişmişti. Kendi evimizin yabancısı olduk ve elimizde kalan tek yere, taşraya döndük, hâlâ bir gün oradan çekip gitme umuduyla birlikte ama artık gidecek bir yer de kalmamıştı.

Giovanni Drogo, harbiyeden yeni mezun, 20'li yaşlarının te en başında bir genç. Görev yeri olan Bastiani'ye iki günlük bir yolculuğu var, şehirdeki dostlarıyla son kez görüşüyor, hoşlandığı kızla öpüşüyor falan ve yollara düşüyor.

Derelerden tepelerden geçerken uzaklarda bir yüzbaşı görüyor, heyecanla bağırıyor yüzbaşıya. "Ne var?" diye bağırıyor yüzbaşı. Tanışıyorlar, kaleye ulaşıyorlar.

Bastiani Kalesi. Çıkılan yolculuğun başında kurulan hayaller tazeyken kolay kolay yıkılamaz. Kalenin surları yıkık, çölün bir ucunda, terk edilmiş gibi gözüküyor. Dönmek istiyor Drogo, sağlık raporu alıp dönebilir. Doktor çeliyor aklını, veya kale çeliyor, veya gelecek planları çeliyor; dönmüyor Drogo. Dört ay sonunda daha rahat bir şekilde dönebileceğini öğreniyor, beklemeye karar veriyor. İlk gecesinde durmadan damlayan, uyutmayan bir sarnıç yüzünden uyuyamıyor. Düzeltilemeyen bir problem, kaleye tek bir çivi çakılmamış, çakılmayacak olmasının kanıtı. Kalenin bulunduğu bir yer, bir zaman yoktur. Kale orada bir anda belirmiş, bir daha da kaybolmamıştır. Kale insanlar için bir umuttur, hapishanedir de. Bu sarnıç kaynaklı şapırtıyı kitabın sonunda da duyarız, eriyen umudun sesidir.

Dört ayda çölü iyi tanır Drogo. Çöl, kalenin önünde bir başka hayattır. Zamanında Tatarlar varmış orada, sonradan kaybolmuşlar. Yine ortaya çıkmalarını bekliyor askerler, böylece savaşıp şan, ün, her neyse, ona kavuşacaklar. Bu sebeple de bu yarı viran kalede çok sayıda asker var, hayatlarından memnun olup olmadıklarını düşünemeyecek kadar uyuşmuşlar ve duvarlar haricinde zamanın nasıl geçtiğini anlayabilen yok.

Askerlik mevzusuna geliyorum. Kimi için Godot'dur beklenen, kimi için vebanın kökünün kurutulması. Müthiş bir hayat için eşşeğin öldüğü yerdeki kalede beklemek, yıllarca beklemek nedir peki? Bu ne demek oluyor seni kıçım? Diğerlerinde bir kurtuluş umudu yok, beklenen bir türlü gelmez, en azından bu düşünceyle garip bir teslimiyete kavuşur bekleyen; geçen onca zamandan sonra bekleyiş hayatın ta kendisine dönüşür ve gelişin de bir anlamı kalmaz artık. İşte bu kitapla diğerleri arasında bence en büyük fark bu. Burada birey kendi tercihiyle beklentiden sıyrılabilir, hayatına farklı bir yön verebilir. Drogo çok sayıda fırsat geçiriyor eline, fakat bir türlü o son adımı atamıyor, atsa da çok geç kalmış oluyor ve kös kös dönüyor kalesine. Birkaç yıldan sonra şehre iniyor mesela, general gibi bir adamla görüşüyor. Adam önce evladı gibi karşılıyor Drogo'yu, çünkü Drogo torpilli. Sonradan çirkefleşiyor general ve kaledeki askerlerin yarısının başka yere kaydırılacağından bahsediyor. Şimdi burası da ilginç; Drogo'yu orada tutmaya çalışıyorlar ama çaktırmadan, sanki kalmak Drogo'nun kendi isteğiymiş gibi. Bakıyoruz ki adamlar kendilerini sağlama almışlar zaten gitmek konusunda. Alegorik bir roman olduğu için bu göt adamları umut kırıcı olaylar olarak görürüz. Kitabın yazılışında II. Dünya Savaşı'nın etkilerini düşünürsek "hayatınızı yaşayın mallar" mesajının yanında militarizm eleştirileri de olur tabii. Prosedürlere körü körüne bağlı, hiçlikte yaşamayı kanıksamış insanlar arasında Kemal Sunal'la Şener Şen arasındaki "şafak-başak" geyiğinin tıpkısı dönüyor ve bir asker ölüyor. Başka bir asker, bir üstüne ne kadar güçlü olduğunu göstermek için soğuğa meydan okuyor ve donarak ölüyor. Kardak olayı gibi bir olayda bir tepenin ele geçirilmesi için askerlerin sürüklenmesi de cabası. İki temanın birleştiği nokta yine parolalarda gizlidir, ya da kabak gibi ortadadır, bilemiyorum:

"Giovanni makine gibi parolayı verdi: 'Mucize.' Nöbetçi de 'Sefalet' diye karşılık vererek silâhını indirdi. (s. 83)

Hayvan Çiftliği'ndeki gibi öküz alegori yok, yine de ortada olan şeyler yeterince göze çarpıcı. Bir de bendeki Varlık 1968 baskısı, muhtemelen ilk baskı.

Şehre dönünce sevdiği kızı da görüyor Drogo ama artık yabancı işte o insanlar, yaşadığı yerler. Aynnı günleri, aynı mutlulukları yaşamak mümkün değil. Eh, kalesine dönüyor Drogo, başka gidecek bir yeri yok.

Böyle bir ortamda büyülü olaylar elbet olacak; arkadaşı Augustina'nın ölümünü önceden görüyor Drogo. Bir gece beyaz atlı askerleri ve çekilen beyaz bir arabayı görüyor pencereden dışarı baktığında. Arabada şu bahsettiğim soğuktan donan asker Augustina var. Uzaklaşıyorlar işte, uçuyorlar. Savaşlarda ölmüş askerlerin ruhları muhtemelen. Augustina da ölürken görüyor bu atlıları. Aklın o dengeleyici, delirmekten uzak tutan etkisinden ne kadar uzaklaşırsak bilinmeyene o kadar yakın oluyoruz. Buradaki büyülü gerçekçiliği on yıl süren yağmurlarla falan bir tutmamak lazım zannediyorum. İnsanla özdeştir bu olaylar, insanın haberi olmasa da.

"Tahtırevan onu alıp götürürken gözlerini arkadaşından ayırıp başını eğlenir ve meydan okur gibi öne, alayın gittiği yöne çevirdi. Böylelikle neredeyse insanüstü bir soylulukla gecenin içinde uzaklaştı. Sihirli alay gökyüzünde kıvrıla kıvrıla, ağır ağır yükseldi, yükseldi; önce belli belirsiz bir iz, sonra küçücük bir bulut kümesi oldu, sonra hiç." (s. 148)

Çölden düşmanların gelmesi yıllar boyunca bekleniyor demiştim, bir gün ufukta bazı karaltılar göze çarpıyor. Yol yapıldığını düşünüyor bir asker, sonradan kalenin komutanı olacak. Neyse, düşmanların yol yaptığını düşünüyor fakat kış geldiği için aylarca beklenmesi gerekiyor, çalışmalar duruyor ve hiçbir hareket görülmüyor çünkü uzunca bir süre. Sonra gerçekten de savaşın patlak vereceği ortaya çıkıyor. 40 yıldır orada olan asker de var ve hayattan tek beklentisi şöyle sağlam bir savaş. Genelkurmaydan haber geliyor, iki birlik yola çıkmış kaleyi desteklemek için. Drogo kardeşimizin şanssızlığı; ağır hastalanıyor ve kale komutanı Drogo'yu şehre yollamak istiyor, çünkü yeni gelenlere yatacak yer lazım ve Drogo savaşta faydalı olamaz. Drogo da ellisine geliyor bu arada, o kadar zaman geçiyor yani, düşün. Bir iki gitmem çekiyor Drogo fakat yapacak bir şey yok, kendisi için getirilen bir arabaya bindirilip götürülüyor, savaş ve hayatı arkasında kalıyor, artık hiç hatırlayamadığı ve sevmediği dünyaya doğru yola çıkıyor.

"O zaman kalenin surları üzerindeki o soluğa soluğa bekleyiş, kuzeyin ıssız düzlüğünü o gece gündüz gözleyiş, meslek uğruna giriştiği zahmetler, o uzun bekleyiş yılları ona pek zavallı gibi göründü." (s. 245)

Böyle. Bir şeyleri beklerken hayat geçiyor. Bir şeyleri beklerken neyi beklediğimizi unutuyoruz. Bir şeyler gelmiyor, geliyor ve değersizleşiyor. Bir şeyler, beklemek. Bu. Kafka havası falan. Öyle.

2 yorum:

  1. bu kitabı okuyalı epey oluyor.sanırım 2008 yazıydı.

    yazarın bir dönem denizci olduğunu söylemişti kitabı tavsiye eden arkadaşım.

    o dönem erkek arkadaşım şimdilerde de sevgili eşime de tavsiye etmiştim beğenip aynı bizim gemideki hayatımıza benziyor demişti. :)
    arka planı anlmış sanırım.


    bi gayret bitirmiştim Allah'tan.

    Tatar çölü deyince aklıma beklemek beklemek beklemek geliyor

    YanıtlaSil
  2. Benim de aklıma askerlik geliyor, daha yapmadım da. :j Askerlik işte, dünyanın her yerinde aynı. Tatar Çölü'nde de aynı.

    YanıtlaSil