30 Temmuz 2012 Pazartesi

Jean-Paul Sartre - Bulantı

Demir Özlü'nün Bunaltı olarak oldukça etkilendiği varoluşçuluk güzellemesi. Töz>öz>varoluş? Felsefem pek iyi değildi lisede, bilemedim.

Antoine Requentin, yıllar süren yolculuklarının ardından Bouville adlı bir şehirde tarihten mühim bir zatın, Adhémar de Rollebon'un hayatını yazmaktadır, o arada Anna isimli sevgilisini beklemektedir. Anna'yla dünyayı dolaştıktan sonra yıllar süren bir görüşmeme evresinin ardından ilk defa görüşecektir Requentin, sekiz günlük bir bekleyiş sürecinde biz de neler yaptığını adım adım izleriz, tam anlamıyla. Şehrin sokaklarını adımlar, insanları, eşyaları inceler, kütüphanede zaman geçirir ve bolca düşünür. Çok düşünür, sonra düşüncelerini kayıt almaya karar verir. Günlük tutmaya bu sırada başlar. Kitap bir günlük.

"En iyisi olayları günü gününe yazmak. Onları daha belirgin kavrayabilmek için günlük tutmak. Pek önemsiz görünseler bile, en ince ayrıntıları, en küçük olayları bile atlamamak ve özellikle iyi bir sınıflandırma yapmak. Bu masayı, yolu, insanları, pipo tütününü nasıl gördüğümü yazmalıyım, çünkü onunla başladı değişiklik." (s. 5)

Girişe gel, kalite tütüyor. Bu arada bendeki baskı Amaç Temel Yayınlar diye bir şey, 87 basımı ve Erdoğan Alkan çevirmiş. Onun resmini bulamadım. Kitap benden bir yaş büyük, muhtemelen babam almış bir yerlerden. Babamla annem ben çok küçükken boşandı, babadan kalan kitaplardan biri bu.

Neyse, yabancılaşmanın ilk izlerine geçelim. Requentin'in algıladıklarıyla ilgili büyük problemleri var. Kütüphaneye gittiğinde Kitap Kurdu'nu görüyor. Kitap Kurdu gün boyu orada oturup bir şeyler okuyan adamın teki. Kütüphane öncesinde şöyle bir söz: "(...) Örneğin ellerimde bir şeyler var, pipomu, çatalımı tutuşumda bir başkalık var. Bilmem, belki de çatal artık bir başka biçimde tutturuyor kendini." (s. 9)

Kitap Kurdu'yla karşılaşınca da şunlar:

"Sanki tanımadığım, bilmediğim bir yüzle, hatta belli belirsiz bir yüzle karşılaşmıştım. Ya eli, elimin içindeki bir insan eli değil de kocaman bir solucandı. (...) Kısacası bu son haftalarda değişen bir şeyler oldu. Ama neredeydi bu değişme? Temelsiz, soyut bir değişme. Acep ben miydim değişen? [Çok affedersiniz, acep ne lan dsfd.] Ya ben değilsem? O zaman bu oda, bu kent, bu doğa değişti; arayıp bulmak gerek." (s. 10)

Şimdi eşyalar mı yabancılaşıyor, Roquentin mi? Eşyalar özleriyle değerlendirilmiyor, varlıklarıyla değerlendiriliyor. Fenomenoloji söz konusu değil. Tamamen dışarıdan bir bakışla çatalın değiştiği, çatalın farklı davrandığı, çatalın varoluşunun özden önce geldiği söylenebilir. Zaten bu büyük değişmenin sonuçlarından biri bu sanıyorum; Roquentin'in değişen doğaya karşı farkındalığının da değişmesi, bu kitabın özü. Derken temeli anlamında özü. Roquentin için nesneler mesela:

"Nesneler dokunmamalı insana, canlı değiller çünkü. Yararlanırız onlardan ve yerlerine koruz, nesnelerin arasında yaşarız: yararlıdırlar, hepsi bu. Oysa benim durumum? Dokunuyorlar bu nesneler bana, duyuyorum, dayanamıyorum. Canlı hayvanlarmış gibi, onlara dokunmaktan korkuyorum." (s. 19)

Burada düşünmüştüm; canları olmadığı için mi dokunmamalılar, yoksa keşke canlı olsalar da dokunabilseler anlamında bir şey mi? Sonradan görüyoruz ki canlı hayvanlarmış gibi olunca korkulacak şeyler oluyorlar. Belki de töz etkiliyor Roquentin'i bu kadar; algılamanın yanında onların bir ruha, bir devingenliğe sahip olması. Bu devingenliğin bir özneye dayalı olmadan ortaya çıkmayacak olması da adamcağızın problemi. Kendi yarattığı canavarlardan korkan bir çocuk gibi Roquentin.

Roquentin'in sürekli gittiği bar gibi bir yer var, Fransa'da olduğu için kibar kafe diyelim. Kibar kafe. Şimdi uydurdum. Bu kibar kafenin sahibi olan kadınla ara ara sevişiyor. Burada müzik dinliyor, yemek yiyor. Gözlem tabii bir yandan:

"Şu delikanlılar çok hoşuma gidiyor: kahvelerini içerlerken, olmuş ya da olması mümkün öyküler anlatıyorlar birbirlerine. Dün ne yaptıklarını sorun, şaşırmıyorlar: iki sözcükle her şeyi söyleyiveriyorlar size. Oysa aynı şey bana sorulsa şaşırıp kalırım. Şu bir gerçektir ki, uzun zamandan beri ne yapıp ne ettiğimi, zamanımı nasıl geçirdiğimi kimseler sormuyor." (s. 14)

Eh, yalnızken ne yaptığımızın bizim için ne önemi var ki? Daha doğrusu başkalarıyla beraber yaptıklarımız kadar önemli miyiz kendimiz için? Yalnızken bilincin bizi nereye sürükleyeceğini bilemeyiz, bilmek için öncelikle bunu düşünmemiz gerekir, ancak bunu düşünmek sıkıcıdır. Bulantı getirir beraberinde. Oldu mu? Kaldı ki Roquentin, çokça düşündüğünü sandığı bir insandan ölümüne korkabiliyorsa, adamın yalnız ve düşünen biri olduğunu, hem de 8 yaşındayken düşünüyorsa bize oha demek ve bu farkındalığın yine kendine kapanarak aşılamayacak, nereye adımlanırsa adımlansın sürekli takip edecek bir yalnızlığa yol açacağını düşünmek kalır. Adam 8 yaşından beri varoluş acısı çekiyor ulan.

Bulantı için varoluş acısı diyebiliriz. Kibar kafede içki içerken bir anda bulantı gelir, Roquentin nerede olduğunu, ne yaptığını unutacaktır neredeyse. Sonra müziği dinlemeye başlar:

"Some of these days
You'll miss me honey"

Bulantı geçer, çünkü düşünceleri kaybolur.

Şimdi bir sürü şey yazdım, yazacağım da kitap bunlardan ibaret değil, tamamen felsefi bir şeyler yok yani. Şehri dolanıyor Roquentin, sokakları ayrı ayrı gözlemliyor, insanları izliyor. Böyle şeyler.

Bir aynaya bakma hadisesi: "Kendimi pencereden kurtarıp yalpa vura vura odayı adımlıyorum; aynanın tuzağına düşüyorum bu kez, kendime bakıp iğreniyorum: bu da bir sonsuzluk işte." (s. 49) Varlıklar birbirini yansıttığında ne olur? Aynadaki yansımamızı görürüz, yansımamız gözümüzden yansıyan kendi varlığını görür ve böylece sonsuza uzarız. En iyisi hiçbir varlığın farkında olmamak, Roquentin de aynanın önünden çekilecek gücü bulunca yatağına atıyor kendini.

Bir serüven izleği var kitapta. Serüven, planlı bir yolculuk değil. İnsanın başına gelen bir iş serüven. "Bir şeyler başlıyor şimdi dersiniz," der Roquentin serüveni anlatırken. Bir içtepidir bu; insan ne olacağını bilmeden serüveni yaşar sadece. Belki ölümüyle sonuçlanacak bir serüven yaşadığını varsayar Roquentin. Yıllar önce yaptığı yolculuklar da bir serüvendir, bu yüzden  zamanları belki biraz da özlemle anımsar ama bir yeniden yaşama özlemi değildir bu. O yolculuklar son bulmuştur artık, 1924, 1925, 1926, yazıldıkları süre kadar çabuk geçmişlerdir. Yaşamak böyle bir şeydir Roquentin için. Biri başından geçen bir olayı anlatacağı zaman olayın sonucuna göre anlatır, bir serüvenmiş gibi anlatmaz, bu da zamanın bir bütün olarak ele alınmayışının sıkıntısını doğurur. Proust'un Borges'nin zaman anlayışı Roquentin'de de mevcuttur. Tek bir "an" yaşanmaktadır. Tanpınar'ın bir şiiri var ya, öyle. Şöyle der dayı: "Hayatımdaki anların birbiri ardınca gelmesini, hatırlanan bir yaşamın anları gibi bir düzen içinde birbirini izlemesini istedim işte ben. Zamanı işte bunun için kuyruğundan yakalamaya çalıştım." (s. 63)

Ya aslında asıl paragraf ne, biliyor musunuz? Aha şu:

"Değişen hiçbir şey yok, ama yine de her şey başka bir biçimde varlığını sürdürüyor. Nasıl anlatsam bunu; bulantı gibi bir şey, bulantı gibi diyorum ama, tam tersi de olabilir: Kısaca bir serüvendir başlıyor bende, nasıl bir serüven olduğunu kendi kendime sorduğumda görüyorum ki ben kendimim, ben buradayım, geceyi bölen benim, tüm bunları duyan benim, bir roman kahramanı gibi mutluyum." (s. 82)

Serüven de değişti artık, her şeyle birlikte. Serüven, özü insana göre değişip algılanışı aynı kalan nesnelere bir yolculuktur. Değişimi flu olarak görelim; her adımımızla farklılaşacak olan sokakların, insanların, kuşların, her şeyin bulanık görünüşü insanda neye yol açar? Bildiniz, on puan on puan on puan.

Bunun on katını daha yazabilirdim, yazmıyorum, tatilden dönünce belki. Çok küçük bir kısmını anlattım, okuduğunuzda koca denizden bir damla aldığımı göreceksiniz. Dönüşte kesin anlatacağım, Kitap Kurdu'nu falan anlatmamışım çünkü.

6 yorum:

  1. okuma hızınıza hayranım.

    YanıtlaSil
  2. Bana göre üç sebepten kaynaklanıyor.

    Bir, ince kitapları seçiyorum. Dsfd. İkincisi, işim bu. İşim bu derken meslek değil, iş belledim bunu yani. Okumayı sevip sevmediğimi uzun bir süredir bilmiyorum, pek düşünmüyorum da. Alışkanlık; bir şeyler okumalıyım. Bir şeyleri hızla okumalıyım, ardından başka bir şeyi okumalıyım. Okuduğumun tadını alıyor muyum, okuduğum beni ne kadar değiştiriyor, bilmiyorum. Üçüncüsü de bununla alakalı; bunun için edebiyat okudum, yüksek lisans yaptım ve umarım doktora da yaparım. Saatlerce okuyorum. Tren, otobüs, çok affedersiniz, tuvalet. Hani tuvalette ansiklopedilere bakan çocuk var ya, heh.

    Böyle. Zorunlu bir tatile gideceğim, bilgisayarsız bir yer. Dönüşte dolacak buralar dsfds.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. harika! aynen devam edin bence. Bazen hobisi insanın işi haline gelince soğuyabiliyor. Umarım sizin için öyle olmaz hiçbir zaman.

      Sil
  3. Aslında Roquentin'in sorunu varlıkla ilgili bir sorun yani mental bir hastalık değil...gerçekte toplumun bütün inançları zorlamaları Roquentin deki gibi içsel bir sıkıntıyı hepimize yaşatıyor...İyi okumuşsunuz...

    YanıtlaSil
  4. lütfen bu kitabın devamını da yazın lütfenn

    YanıtlaSil
  5. "Benim bildiğim, nesnelerin insana dokunmaması gerekir. Çünkü canlı değillerdir. Aralarında yaşar, onları kullanır, sonra yerlerine koruz. Onlar sadece yararlıdırlar. Oysa bana dokunuyorlar."
    Unutmak mümkün mü?

    YanıtlaSil