22 Kasım 2012 Perşembe

Halid Ziya Uşaklıgil - Solgun Demet

Halid Ziya'nın ikinci kitabı. Tam olarak şöyle: "Tefrika olarak neşredildikten sonra kitap suretinde basılmıştır." Buradaki öyküler Servetifünun'da ve İkdam'da basılmış. Evet.

Solgun Demet: Oğlunu pek seven bir anne, bir gün kocasının cüzdanından düşen bir demet solgun çiçeği eline alır, bir süre bakar, sonra yerine koyar demeti. Ardından gelsin paranoya, gelsin buhran. Kadın düşünür. Oğlunu düşünür, kocasını düşünür, kendini düşünür. Soramaz da demeti. Sormaktan çekinir, çünkü alacağı cevap her türlü yıkımla sonuçlanacaktır. Bir tarafta kocasından şüphelenmek ve kocasını yeterince sevmemek fikri, diğer yanda ihanetin ipuçlarını şaşkın bir yüzde okumak... Sormaz, öğrenmez. Ignorance is bliss.

Mösyö Kanguro: Mehmet Rauf'a ithaf etmiş bu öyküyü Halid Ziya ve ithaf bölümünde Mehmet Rauf'un sanat dahiliğine hayran olduğunu belirtiyor. Hatırladığım kadarıyla Mehmet Rauf, Halid Ziya'nın en yakın arkadaşı ve Halid Ziya İstanbul'a geldiği zaman büyük yakınlık gösteriyor yazara, çünkü Halid Ziya'nın daha İzmir'deyken yazdığı öykülerinin büyük bir hayranı. Halid Ziya Mehmet Rauf'u ne kadar överse Mehmet Rauf da Halid Ziya'yı en az o kadar över, zira kurgu sanatını Halid Ziya'dan öğrendiğini söyler Mehmet Rauf.

Evet, şimdi burada kanguru gibi bir çocuğumuz var. Doğduğundan beri böyle. Bir başka Halid Ziya kitabında bir dayak sonucu kamburu çıkan çocuğu hatırlarım. Ailesi, arkadaşları anlayışlıydı, öküz gibi davranmıyorlardı çocuğa. Aynı konseptteki bu çocuğa bok gibi davranıyorlar ama. Okul arkadaşları Kanguro adını takıyorlar çocuğa. Bildiğimiz kanguru. Sonra babası da, "İyi ama zaten kanguru gibi değil misin?" diyor çocuğa. Utanıyor çocuktan hayvan herif. Sonra çocuk okulu bırakıyor, büyüyor ve sirklere katılıyor. Öyküyü üç bölüme ayırırsak bu ikinci bölüm olur; fizyolojisi sıkıntılı bir çocuğun kendine benzerlerini bulması, uyumluluk kurması ve mutlu olması. İnce ince işliyor Halid Ziya. Öykünün bir diğer ilginç noktası da Fransa'da geçmesi.

Neyse, çocuk ABD'deki bir sirkten teklif alıyor ve oraya gidiyor. Üçüncü bölüm, aşk. Aşık olmak istiyor bizimki, oradaki bir kıza aşık oluyor ama kız buna yaklaşmıyor pek. Bu da kızı kaçırıyor, yüksek bir yere çıkartıyor. Kitabı hazırlayan Şemsettin Kutlu, Kanguro'yu Quasimodo'ya benzetiyor haklı olarak, lakin ben biraz da King Kong'a benzetiyorum şu durumda. En sonunda lan kıza fenalık edeyim, etmeyeyim diyerekten cozutuyor Kanguro ve ağlıyor, ağlıyor.

Hayat-ı Şikeste: Kırık Hayat anlamında. Bu çok güzel lan. Biraz Before Sunrise havası var, biraz Dostoyevski'nin Beyaz Geceler'i var.

Yağmurlu bir gecede son tramvaya anlatıcımız biniyor, ardından gençten bir kız biniyor. Sorna kızın yanlış yöne gittiği anlaşılıyor. Tabii adamımız da romantik, kızla konuşmadan önce kızın hayatıyla ilgili kafasından hikâyeler yazıyor. Tipi Halid Ziya olayı. Ardından yürümeye başlıyorlar o havada, konuşuyorlar bayağı. Kızın anası ölmüş, babası da ayyaşmış. Adam eve bırakıyor kızı, baba da kızı adama kakalamaya çalışıyor. İğrenç. Şu durumda ben olsam kızı orada bırakmam, zaten anlatıcının tutumlarından da bunu çıkarıyoruz ama adam ne yapıyor, biliyor musunuz? "Sabret bacı yav," diyor ve uzuyor. Allah seni kahretmesin lan, al o kızı evlen. Şeker gibi kız.

Sevda-yı Girizân: Kaçan Sevda anlamında. Bir kızın bir adama yazdığı mektuptur, dolayısıyla kızın gözlerinden görüyoruz hadiseleri. Genç kızımızın odasından görülen eve bir doktor ve ailesi taşınır. Bir şekilde bakışırlar, adam kıza güler, kız da adama güler. Adam anında vurulur kıza, hatta işi ilerletip kızın şemsiyesine mektup falan atar. Kız gayet iffetlidir; doktorun eşinin giderek mutsuzluğa gömüldüğünü, çocukların her gün ağladığını görür. İşte, öyküyü teşkil eden mektubu yazar adama ve her şey normale döner, adam hatasının farkına varır. Böyle güzel bir şey.

Sade Bir Şey: Şöyle öyküler gerçekten boğuyor insanı. Saatçi iki kardeş, babaları ölüyor. Küçük kardeş babasının dükkanını alıyor, diğeri de büyük hayallerle bir dükkan açıyor başka bir yerde. Sonrası büyük kardeşin küçüğe bağımlı hale gelmesi ve içten içe güttüğü kin. En sonunda küçük kardeşinin kendi hayallerini gerçekleştiğini görür. Öykü orada bitiyor. Adam verem olmuştur herhalde yaptırmak istediği evi kardeşinin yaptırdığını görünce.

Kırık Oyuncak: Halid Ziya Dayı çocuklara sıklıkla yer verir öykülerinde, yine bir çocuk öyküsü ama bu da deli iç burkuyor. Yine bir Halid Ziya öyküsü vardı, çocukları olmayan bir çift vardı ve günden güne yalnızlığa gömülüyorlardı, en sonunda birkaç kedi bulup kedileri çocuklarının yerine koyuyorlardı. Burada yine aynı durum, lakin çocuk oluyor. Üstüne titriyorlar çocuğun, öyle böyle değil. Çocuk mutlu mesut büyürken hasta oluyor. Nezle diyorlar. Hastalık bir türlü geçmiyor, çocuğun ilk söylediği şey, "Acıyı anne!" olur, boğazını gösterip. Allah kahretsin, içim parçalandı lan. Neyse, çocuğu doktorlara falan götürüyorlar en sonunda. En sonunda diyorum, zira o kadar uzun süre hastalık geçsin diye bekliyorlar ki çocuk ölmediğine dua etsin bence. Geri zekalılar. Neyse, çocuk iyileşiyor ama ciğerleri hasar görüyor ve kara kuru, minicik, zayıf bir çocuk olarak kalıyor yavrucak. Bizimkiler de kırık bir oyuncakla avunuyorlar. Ağlıyordum lan.

Beyaz Şemsiye: Yine tipik bir Halid Ziya öyküsü. gözlemci-anlatıcı, bir kızla bir bahriyeliyi izler. İkisi de birbirine aşıktır. Sonra yine tipik olay, aradan beş yıl geçer, anlatıcı kızı görür. Kızın beyaz şemsiyesi, beyaz elbisesi gitmiş, yerlerini karaları almıştır. Bir de çocuk vardır kızın yanında. Çocuk, bir bahriyeliyi gösterip, "Beybabam böyle miydi?" diye sorar. Adam savaşta falan ölmüş herhalde. Bu tür öykülerde olaya bakmayacaksınız, yazarın o durumu nasıl canlandırdığına, üslubuna bakacaksınız ki hüzünlenip ağlayabilesiniz. Yok lan, yine ağlamadım ama üzüldüm.

İzdivac-ı Müteyemmen: Kutlu Evlenme anlamında. Buradaki anlatım tekniği ilginç; Halid Ziya, olayın inandırıcılığını artırmak için bambaşka bir durumda başlatıyor öyküyü. Anlatıcı, sürekli konuşan arkadaşlardan şikayetçidir ve ne yazık ki bu tür arkadaşlarından birine denk gelir. İşte bu çok konuşan arkadaşın anlattığı öykü, hikâyenin aslını oluşturuyor. İki kurgu iç içe. Bu ikinci hikâyede bir bay var, memur. Rahat şartlarda yaşıyor. Sonra evleniyor, çocuğu oluyor. Bir çocuğu daha oluyor. Bir tane daha oluyor. Sekiz tane falan çocuğu oluyor. Bu sırada nasıl fakirleştiği, hayattan nasıl bezdiği falan. Fena.

Bir bu kadar öykü daha var, yine Halid Ziya'nın lezzetli kaleminden muazzam öyküler. 1 TL lan, Allah için gidin bir Kabalcı'dan alın.

2 yorum: