12 Ekim 2019 Cumartesi

Engin Geçtan - Zamane

Bu işte bir tersliğin olduğu malumdur. Yaşını almış insanlardan duyduklarımızı kendi muhabbetlerimizde çevirmeye başladık, zamanın ne kadar hızlı geçtiğinden şikayetçiyiz falan da yirmiler yeni bitti daha, neler oluyor? Bu bir yana, siz de sığ(ır) insanlardan bıktınız mı? Günaydın diyorsunuz, küfretmişsiniz gibi bakıyorlar. Kibarlık yapayım diyorsunuz, aptal muamelesi yapıyorlar. Hadi bunlar sığır, insanlıktan nasiplerini almamışlar deyip geçiyorsunuz. Saldırı içeriden de geliyor üstüne, yaşamın kendisi yeterince yorucu değilmiş gibi yakınların yakınmaları boşlukları dolduruyor hemen, sıkıntıyı pekliyor. "Neden öyle? Neden şuyun şöyle, buyun böyle?" Sosyallik çemberini iyice daraltınca karşılaşmıyorsunuz böyle şeylerle ama yine de tehlike sürüyor, insanlar değişiyor veya gizlediklerini ortaya dökebiliyor. Kısacası otuz yaşımda dağa taşa tayin istemeyi düşünmemem gerekiyordu, ortalıkta serseri mayın gibi dolaşan insanlardan uzağa gitmenin hayalini kurmamalıydım ama oldu, Mustafakemalpaşa'da kadro olsa da basıp gitsem, annem hazır buradayken onun boş evinde yaşasam diye düşünmeye başladım. İstanbul'a gelişi üç saat. İnsan az. İki adım ötede nehirle orman var. Bilemiyorum, bu çağı hiç sevmedim ben. Korkunç, insan sürüklenmekten yaşadığını nasıl anlayacak ki? Ara sıra kaçıp doğanın içine bombalama atlayarak mı? Bir dünya para harcayacak, izinleri denk getirmeye çalışacak, bir sürü iş. Bu işte bir terslik var, çok uzun süredir böyle.

Çember dar olduğu için pek kimseyle paylaşamıyorum bunu, bibliyoterapi uyguluyorum hemen, toparlıyorum. Bu seferki Engin Geçtan sayesinde oldu, yaşadığımız zaman üzerine düşünüp çıkarımlarda bulunmuş, böylece bizim gibi insanların yalnız hissetmemelerini sağlamış. Tabii bunu Freud, Adler, Jung gibi çok ana kaynaklardan yola çıkarak yapıyor, "sığırlık" bildiğiniz gibi sıklıkla kullanılan bir kavram olsa da bilimsel değildir, bence literatüre girmesi lazım ama henüz böyle bir durum yok. Oysa sosyal, bireysel bağlama cuk oturuyor. "Sığır kişilik bozukluğu" şu meşhur akli denge bozuklukları listesine girebilir, başvurup kovalamak lazım. Evet. Geçtan metnini birkaç bölüme ayırmış, bölümler üzerinden gideyim. "Türkiye Adaletli Bir Yer Değil" bölümünde pek çok çocuğun geleceğin yaşlı gençleri olmaya aday olduğunu söylüyor Geçtan, aileden aldığımız duygusal yük çok ağır olduğu için yetişkin rolü yapan çocuk olmaya adayız. Çocuklukla ilgili eli yüzü düzgün, bilimsel araştırmalar 19. yüzyılın sonunda yapılmaya başlandı, öncesinde yedi yaşına gelen çocuklara yetişkin muamelesi yapılırmış. Akıl alır gibi değil. Direkt fabrikalara veriyorlarmış çocukları, çalışıp para kazanmaları için. İki örnek geliyor aklıma, biri Snowpiercer'da lokomotifi ateşleyen yavrumuz. Kendisi ailesinden koparılıp götürülüyordu, trendeki isyan ateşini yaktığını söyleyebiliriz. İşlevsel. Minicik elleriyle çarkların arasında çok iyi iş görüyor, az yiyor, çok çalışıyor, bir güzel sömürülüyor. İkinci örnek Wells'in Kipps'inden. 18 saat boyunca çalışan çocukların yaşadıkları hayatların sıkılacak suyu kalmıyordu artık, sınıf atlama şansları da pek az olduğu için yürüyen ölüye dönüşüyorlardı. Yaşayan ölüler aslında, Yiğit Özgür'ün bir karikatüründe, "Ölmüş lan bunlar!" deyip insanlığın özetini çıkaran çocuğu hatırlıyorum. Yüz yılda şartlar değişti, çocukluğun ne olduğu az buçuk anlaşıldı ama bu sefer bambaşka problemler çıktı ortaya, Geçtan kendi çocukluğundan bahsederken insanların bulundukları konumu kabul etmiş olduklarını, bunun sağlıklı bir zihnin dengesini koruduğunu söylüyor. Açgözlülük, sınıf atlamak için iş çevirmek vs. sıklıkla rastlanan şeyler değilmiş, aşağı yukarı son elli yılda patlamış bunlar. Yetişkinlerin problemleri gibi gözüküyor ama öyle değil, çocuklara yansıtılanlar sağlıksız bir toplumun temellerini atıyor. Duygusal ağırlıktan bahsedeceğim ben, hepimizin az çok taşıdığından. Darbeler, hayat pahalılığı, teknolojinin dudak uçuklatacak kadar hızlı ilerlemesi derken yetişkinler neyin içine düştüklerini anlayamaz hale geldiler, bildikleri dünya hızla yok oldu ve bambaşka bir yaşama göz açtılar. Yeniden doğmak gibi, bir nevi çocukluğa dönüş. Regresyon diyor Geçtan, geçmişin güvenli dünyasına dönmek için geçmişteki duygularını canlandıran insanlar ebeveynleriyle yaşadıkları sağlıksız ilişkileri de canlandırmış oldular, daha da kötüsü bunu çocuklarına aktardılar. Yetişkinlik diye bir şey kalmadı ortalıkta, altmış yaşındaki adamı çocuk azarlar gibi azarlayan bir adam gördüm metroda. Kapılar kapanırken çocuğuyla birlikte atladı bu abi, kapıyı zorla açıp hareket halindeki vagona atlayıverdi. Olanları şaşkınlıkla izleyen başka bir abi,"Çok tehlikeli bir şey bu yaptığın, çocuğunun hayatını da tehlikeye attın. Yapma bir daha!" diye azarladı, diğeri de, "Tamam," dedi. Bu kadar. Şimdi bu yaşlı abinin çocukluğunda banliyö trenlerinden sarktığını düşünmek ve davranışını elli yıl sonrasında sürdürdüğünü söylemek belki aşırı yorum olacak ama bu küçük örnek bile çok şey söylüyor aslında. Cenin pozisyonunda uyumanın bir savunma mekanizması olarak işe yaradığını söyleyebiliriz, zararsız olduğu da malum ama her "gerileme" bu şekilde gerçekleşmiyor. Geriliyoruz ve eskinin huzurunu arıyoruz, bulamıyoruz, böylece "cemaatlere" yöneliyoruz. Bauman'ın cemaatlerinin bir türüne daha doğrusu, değişen dünyaya karşı insanlığın yerini sabitlemeye çalışan cemaatler. Giderek çoğalıyorlar, muhafazakarlaşıyorlar ve sürü psikolojisinin muazzam örneklerini oluşturuyorlar. Geçmişin huzuru ve geleceğin kaygısı şimdiye dolduruluyor, şimdinin kusursuz şeffaflığı yok oluyor ve görüntü bulanıklaşıyor. Kitleler kolaylıkla güdülüyor, insanlar sahip olduklarını güvenceye almak için çok daha fazlasını yitiriyorlar, insanın şimdisi ortadan kalkıyor. Geçtan'ın nereye gittiğimizi anlamamız için dikkat çektiği bir nokta bu, "şimdi" işgal altındaysa zamanın deneyimlenmesi sekteye uğruyor ve sağlıksız parçalara ayrılıyoruz. Farkındalığımız azalıyor, Heidegger'in "otantik dinleme" dediği nane, empati ortadan kalkıyor ve yanlış çıkarımlara, yanlış denklemlere ve yanlış insanlara ulaşıyoruz. Yanlış insan yükü artıran insandır bence, bizi kendimizden uzağa düşüreninden bir insan. "Varoluş suçluluğu" diyor Geçtan, kendimize karşı işlediğimiz bir suç. Bu tür bir insanın güdümüne girdiğimizde sezgilerimiz bize bir şeylerin ters gittiğini söyler ama inançlarımızı, sevgimizi, karşımızdakine duyduğumuz olumlu duyguları kısamayız, yükün paylaşılabileceğini düşünürüz. Geçtan "yaşam ışığına katılma" eyleminin sıklıkla gerçekleştiğini söyleyerek meseleye bir parça iyimser yaklaşıyor, kendi klinik deneylerinde gözlemlediklerinden yola çıkarak çizdiği tablo olumlu ama yanlış kurulumlarını ve yıkıcılıklarını aşamayan insanların olduğunu da söylüyor. Bazı insanlar kişiliklerini bu yanlış kurulumlar üzerinde temellendirdikleri için çürüyen kısımlarını bilerek koparmıyorlar, başkalarına zarar vermek pahasına. Daha kaliteli yaşayıp daha iyi hissetmeleri kim olduklarını unutturacakmış gibi. Kendilerini kandırma boyutu farklı biçimlere bürünebiliyor, biri "profesyonel hasta" olmalarını sağlıyor. İyileşmek istiyorsunuz ve farklı psikologlara gidiyorsunuz diyelim, bu sürekli tekrarlanıyor ve ilerleme sağlayamıyorsunuz. Siz busunuz, sadece anlatmak için para veriyorsunuz, her şeyi anlatmıyorsunuz ya da sizin bakış açınızı değiştirmeye yol açacak kilit bir niteliğe sahip mevzuyu anlatmıyorsunuz, sadece geziyorsunuz. Müthiş. Geçtan'a göre zamana ve mekana sıkışmış insanlar çoğunluktaymış çağımızda, belki de insanın/partnerin değişimini mekanın ve zamanın değişimi olarak görmek de bir nevi hastalıktır. "Etrafında dolanma sendromu" olsun bu da.

"Özerk İnsan" konusu. İç sesle uyumlu seçimler yapabilmek sağlıklı olmanın başat koşulu tabii, Marar'ın "mutluluk paradoksu" dediği mevzu burada devreye giriyor. Marar'a göre mutluluğun iki ögesi var, toplumla uyum ve özle uyum. Denge sağlandığı ölçüde mutluluk seviyesi artıyor, tamamen toplumun isteklerinin veya kendi isteklerimizin peşinden gidersek mutsuz oluyoruz. Bizimki gibi toplumlarda köşeler çok sivri, belirgin oluyor ve daha çocukluğumuzda bir temiz inşa edildiğimiz için genellikle toplumun güdümünde yaşıyoruz. Geçtan, Frankl'dan alıntı yaparak "varoluş vakumu" denen bir olguyu anıyor, bir türlü giderilemeyen anlamsızlık. Cinsel ilişkilerle, ekstrem sporlarla, dini aktivitelerle vs. biraz dinse de kaynağı çok daha derinlerde bunun, kendimiz olmanın korkusunda, kendimizle doğrudan ve sağlıklı bir ilişki kuramamamızda. "Herhangi bir anda yaşamakta olduğumuz gerçekliğe, ancak bir ilişki içinde kendimizi anlayarak ulaşabiliriz. Ne var ki, ideallerin, inançların, ideolojilerin tutsağı olup kendimizi içtenlikle ortaya koymaktan sürekli kaçınıyoruz." (s. 28) Eksiklik duygusundan tarım devriminin aile yaşantısına ulaşıyor Geçtan, oradan 1968'in ateşli ortamlarına uğruyor, kimlik sorunlarından ensest gibi bozukluklara kadar pek çok meseleye değiniyor. Günümüzün hızlı, fiyakalı ve çürük dünyasını ifşa ediyor, reçete de var üstelik. Bana iyi geldi bunu okumak, ne yaşadığını düşünenlere kafadan iyi gelecektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder