İkinci gün, Gümüş Yıldönümü. Pazarkaya'nın kimya denklemlerine çalıştığı ilk yıllar. Aşık oluyor bir güzel, hemen eve gidip kızın öyküsünü yazıyor ve rastladığı zaman kıza bir öykü yazdığını söylüyor. Edebiyatı en çok o zaman seviyor Pazarkaya, sonrasında buluşmalar artıyor, sevişiyorlar, nişanlanıyorlar ve evleniyorlar. "Benim asıl mutluluğum, ilk gün gibi sürüp gitmesinin ötesinde, her gün, her yıl, bizimle birlikte büyümesi mutluluğumun da. Olgunlaşması. Mutluluk olgunlaşır mı? Yirmi beş yıl önce düşünemezdim, ballı incir gibi olgunlaşırmış meğer." (s. 13) Ayın ikinci günü, yıldönümü. Üçte boşanmayla ilgili bir öykücük geliyor bu sefer, anlatıcının yakın arkadaş olduğu iki tiyatrocu yetenek saçıyor resmen, birlikte oynuyorlar ve deli beğeniliyorlar. Yıllar geçiyor, anlatıcı tekrar oyunlarına gidiyor ama bir problem var, ayrı kulislerde hazırlanıyorlar. Boşanma kararı almışlar, son oyunları. Aynı tutkuyla oynuyorlar, sahnede birbirlerine veda ediyorlar. Anlatıcı kendi aşkının olgunlaşmasının bir benzerini göreceğini ummuş ama "yıllanmış karı koca gibi" yaşadıkları için böyle bir şeyin gerçekleşmediğini görüp üzülüyor. Bu ayrılık sevgi ve dostlukla ayrılmanın en güzel örneklerinden biri. İki tane daha biliyorum, biri Ulay'la Abramović'in Çin Seddi'nin iki ucundan birbirlerine yürümeleri ve orta noktada buluşmalarıyla gerçekleşiyor, diğeri bir Ishiguro öyküsünde. Noktürnler'de ilk öykü. Ünlü bir sanatçı, eşinden ayrılmadan önce son bir dinleti sunuyor kadına, müzikle donanmış bir veda. Üçüncü gün, kardeşler. Bir erkek, bir kız kardeş var, bilinenler. Bilinmeyen: Anlatıcı, babasının dükkanının önünde otururken komşulardan biri geliyor, karşıdaki terzi madamı ve çocuklarını gösteriyor. Birkaç yaş büyük iki erkek çocuk. "Kardeşlerini görüyor musun?" diyor komşu, anlatıcı şaşkınlıktan donup kalıyor. Evde hiç konuşulmuyor bu mevzu, madam dükkanında çalışmaktan başka hiçbir şey yapmıyor, İsrail'e göçene kadar. Yıllar sonra anlatıcı İsrail'e gidip kardeşlerini bulmak istiyor ama çok geç artık, çoğu şey için olduğu gibi çok geç. Aileyle konuşmak için çok geç, madamla konuşmak için, arayışın yükünü sırtlanmak için, buluşun yükünü de sırtlanmak için geç.
Aralarda Almanya'daki emekçi kesimden, gariban Türklerden bahseden öyküler var, birinde kilisenin yoksullar için çıkardığı çorbayı içmek için her gün gelen bir adam anlatılıyor. Adam inşaatlarda işçi olarak çalışmaya başlamış, usta olmuş, sonra ciğerlerinde sıkıntı çıkınca işsiz kalmış, otuz yıllık çalışma hayatının sonunda sokaklarda yaşamaya, sosyal yardımla geçinmeye başlamış. Memleketindeki karısına ve çocuklarına para yollamayı aksatmamış, yılda iki kez ziyaret edermiş onları ama Almanya'ya davet etmezmiş hiç. İşsiz kalınca para yollayamaz olmuş, sokaklarda yaşamaya devam etmiş. Anlatıcı sorduğu zaman emekliliğine bir yıl kaldığını, emekli aylığı almaya başlayacağını, o zaman memleketine döneceğini söylemiş. "Otuz küsur yıl önce yollara düşüp bu ülkeye gelirken, hiç aklının ucundan bile geçer miydi, böyle günler de göreceği, bu durumlara düşeceği? Esen kal, benim köylü emekçi göçmen kardeşim, esen kal, daha uzun yıllar esen kal. Görecek günlerin olsun, daha görecek güzel günlerin olsun, sen bunu çok hak ettin, diye geçiyor içimden. Çok içimden, yakarır gibi, dua gibi..." (s. 28)
Anılar, hatıralar, güncelin meseleleri doksan bir güne sıkıştırılmış durumda. Kısa kısa. Böll'den Hemingway'e pek çok yazar da yer alıyor sayfalarda, günceden hallice parçaların içinde. İyi bir metin bu, biçeminden kurmaca-gerçeklik geçişlerine pek çok açıdan.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder