Tarih yazımının biyografi yazımı olduğunu söyleyen biri, Bloom aktarıyor. Her metnin otobiyografi olduğunu söyleyen biri, Paz'dı bu. Paz mıydı? Bernhard'ın otobiyografik beşlemesinde yattığı hastane, ciğerlerinin işe yaramaz hale gelmesi, doktorlara duyduğu nefret otobiyografik mi? Bernhard'ın verdiği röportajlar? Bernhard görünürde ne kadar Bernhard, biyografisini okuyana kadar bilmek mümkün değil ama biyografi de bir otobiyografiyse hiç mümkün değil. Biraz umudum var, her şey otobiyografi olamaz, buna inanmak istiyorum. Sonuçta Bernhard'ın izini sürmek gerekiyor, tıpkı Bolaño'nun bir romanında karakterlerine arattığı şair gibi, tıpkı Forrester'ın, Fischer'ın izini sürmek gibi, gerçeği aramak yani, Fischer'ın satranç için söylediği şey. Avusturya'da bir hastanede yıllar boyunca yatan, doktorlara duyduğu nefreti büyüten karakteri gerçeğin bir parçası olarak görerek başlıyorum, bahsi geçen kafe, edebiyatçıların takıldığı kafe gerçekse Am Steinhof nasıl gerçek olmayabilir ki, aklım bunu bir türlü almıyor ama anlatıcıyı takip etmekten ötesini düşünmemem gerekiyor, anlatıdan başka her şeyi düşündüm, bir noktada durmalıyım, parçaları bir araya getirmeye çalışmaktan manzaraya bakamıyorum, görmem gerekenler önümde uzanıyor oysa: Anlatıcının dostu Paul iki yüz metre ötedeki bir binada yatıyor, Wittgenstein'ın yeğeni, Ludwig Pavyonunda yatıyor, bir mekan olarak amca, bir mekan olarak metin, yoksa adı neden italik yazılsın ki hastanenin? Profesör Salzer, Paul'un amcalarından biri, hastanede herkesin kendini emanet ettiği doktor o, anlatıcının gördüğü kadarıyla ameliyat ettiği hastaların hiçbiri sağ çıkamıyor salondan, başarılı bir cerrahın emin adımlarla başarısızlığa doğru ilerlemesi ikinci bir temel izlek Bernhard için, yazılamayan metinlerin yanında çoktan yazılmış ve bitmesi gereken noktada bitmemiş metinler de var, bir insan olarak. Üstelik profesör, yeğenini görmeye gitmiyor hiç, iki adımlık yol iki bina arası, aşılamayacak kadar uzak, ailevi uzaklık. Bir adım öteye erinmek, atılacak adım için duyulan isteksizlik, ailenin kara çukuru. Pür mutluluğu öldürenleri yıllar sonra yargıladığımız zaman her şey için çok geç olduğunu biliriz ama biriken öfkeyle ne yapacağımızı bilemeyiz, adım atmamak dışında. Gerçi Paul daha çocukluğundan hastaymış, hekimlerin ve tıp biliminin çaresizliğini ortaya koyan bir rahatsızlıkmış bu, doktorları yermek için bir sebep. "Büyün öteki hekimler gibi Paul'u tedavi edenler de Latince dilinin ardından mevzilendiler ve meslektaşlarının yüzyıllardır yaptıkları gibi kendi yetersizliklerini örtbas edip kendi şarlatanlıklarını gölgelemek üzere hastalarıyla, aralarında aşılmaz ve geçilmez bir duvar gibi yükselmesini sağladılar bunun. (s. 15) Proust ve Mürekkep Balığı'nda Maryanne Wolf diyordu, doktorlara iletişim dersi verilmeli. Doktorlara bir hastayla nasıl iletişim kuracakları hastalıklara, doktorlara ve hastalara göre biçimlendiği halleriyle anlatılmalı, doktorlar beceriksizlikle talihsizlik arasındaki farkı hastalara anlatabilmeli, doktorlar anlatabilmeli. Anlatıcının yazdığı, yanı başına bırakılan son kitabının içeriği çok uzak, bulunulan ortama çatlaklardan sızar gibi sızmak zorunda kalıp kuruyacak, hiç açılmaması gerek, doktorların konuşmamaları da buna eklenebilir, çok uzaklar. Paul'un üzerinde uyguladıkları teknikler korkunç, akciğer hastalarının üzerinde uygulananlar da öyle, ucunda mutlak bir ölümün göründüğü zamanın hebası dört duvar arasında gizli, hebanın anlatısında mekandan kurtulanların sıklıkla geri dönüp yok oluşu sürdürdüklerini görebiliyoruz, anlatıcı çıkıp geri dönüyor, Paul geri dönüyor, herkes bir şekilde hastanenin pavyonlarına geri dönüyor, herkes kendi ölümünü ölmek zorunda. Anlatıcının yanında yatan hasta teoloji öğrencisi, ölmek zorunda, Bernhard'ın otobiyografik beşlemesindeki genç bu, Tanrı'yla ilgili meselelerini haftalar boyunca anlatan çocuk kurtuluyor muydu, ölüyor muydu hatırlamıyorum ama huzur bulduğunu hatırlıyorum, ölmekle oradan çıkmak arasında koşutluk kuruluyor böylece, orada kalmakla ölmek arasındaki koşutluğu çiğleyici değil bu, zıtlıkların birlikte oluşu Bernhard'ın sarmal anlatısının çelişkisiz yapısı içinde kusursuz, kesin, anlatıya sımsıkı sarılmış bir halde. Otuz yıllık arkadaşları boyunca anlatıcı ve Paul arasında sarsılmaz bir dostluk gelişmiş, ortak arkadaşlar yavaş yavaş kaybolmuşlar ama onların yakınlığı silinmemiş, anlatıcı düşünmeyi dostundan öğrenmiş, ailenin kara çukurunu da ondan öğrenmiş, "hayatımın insanı" dediği insanı -muhtemelen teyzesi- sevmeyi de, bir parça, Paul'dan öğrenmiş olabilir, Paul açlığını dindirmek için sevmek istemiş ve anlatıcıya da bulaştırmış bunu ama anlatıcı başka tür bir çürümeden mustaripmiş, kurtuluşunu bulamıyormuş. "Paul nasıl kendisini ve dünyayı gözünde büyüttüğü için mahvolup gittiyse, ben de er ya da geç kendimi ve dünyayı hastalıklı biçimde gözümde büyüttüğüm için mahvolacağım." (s. 26) Paul'u deli doktorları, anlatıcıyı akciğer doktorları mahvediyor, mahvoluşun süreğenliği bir bulut gibi gölgeliyor metni, en az bir diğeri kadar deli olan iki dosttan ötesinde kişisel tarihleri uzanıyor, başka hiçbir şey yok, karakterlerin geçmişinden, Avusturya'nın rezilliğinden başka bir şey yok, şimdiye varan çürümenin izlerini geriye doğru takipten başka hiçbir şey yok, üçüncü sayfa haberlerinden, işini bilmeyen, yaşamını da bilmeyen insanlardan, sadece var olan, tekrar tekrar anlatılarak tekrar tekrar var olan mekanlardan başka bir şey yok, deliliğinden beslenen insanlardan, deliliğini yücelten, onan insanlardan, ruh zenginliklerini deliliğe bukağılayanlardan, "Paul temelde tıpkı amcası Ludwig kadar filozoftu, tıpkı filozof Ludwig'in de tıpkı yeğeni Paul kadar deli olduğu gibi." (s. 33), deliliğini bastırdığı için deli olduğu bilinenlerden, operaları, şairleri, sanatçıları yerenlerden, kokuşmuşluğa katlanamayanlardan. Orhan Pamuk'un Bernhard üzerine yazısı gelecek sonra, okunmasa da olur. Çok dışarıdan, biraz da üstten bir bakış. Lüzumlu değilmiş açıkçası ama Bernhard'ı ilk kez okuyacaklar için yol gösterici olabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder