7 Ekim 2019 Pazartesi

Işıl Özgentürk - Hançer

Işıl Özgentürk'ü iyi öykücülerin yanına koyuyorum. Birincisi, özgün imgelerle kurduğu bir dünyası var. Dümbelek, Denizanaları ve Acı Şeyler öyküsünde denizin ölümüyle denizanalarını çoğaltması, vapurun üst katındaki dümbeleklerin, çalgıların denizin ölümüyle bağlantısını kurması, anlatıcının bütün bunların ötesindeki insanı, içten bir yüzü arayıp bulamaması, ânı ilkel bir ayinin sürgitliğine dayaması ve denizanalarını bütün bunların ortaya çıkışına bağlaması güzel bir buluş. Gencecik kızların blucinlerini kasıklarına indirmesi meselesi belki tartışılır ama anlatma biçimi anlatılandan -bana göre- daha önemli, o yüzden yargıçlıktan sıyrılıp ırmağın çağlayışını duyuyoruz, ölü denizi canlandıracak kaynağın umuttan kurtulup yaşamaya başlamasıyla öyküyü sonlandırırken bir başka insandan ödünç alınan gücün önemini görüyoruz, anlatıcının rahatsızlığını paylaşan genç bir adam o ırmağı çağlıyor, paylaşılan duygu koşullar ne olursa olsun insana devam etme gücü veriyor, denizanalarının arasında. 

İkinci mevzu, anlatının başlarında yeterince aydınlanmayan ögelerin yavaş yavaş açılarak birbirine ilişmesi, görkemli bir çatı oluşturması. Çetin adlı öyküde bunun karşılığı tam olarak var, beş kişi rakı masasında muhabbet ediyor, içlerinden biri yurt dışından yeni dönmüş, anlatıcının özlemle beklediği biri. Konuşuyor durmadan, faşizmi Wagner'e dolayıp anlatıyor, güncel bir tanrı olarak iletişimsizliği anlatıyor, anlatıcının duymak istemediği şeyleri anlatıyor, dalıp gidenlere aldırdığı söylenemez. Bunlardan biri olan anlatıcıyı dürtüyor ve coşkulu insanların, yaşamdan keyif alanların onca trajediden aslında habersiz olduklarını söylüyor. "Soruyorum kendime, ben trajik olanı algılayabiliyor muyum? Benim için trajik olan ne? Gene masadan uzaklaşıyorum. Hoşnut değilim yaptığımdan ama yol almalıyım. Bir hikaye başlangıcı mı oluşuyor?" (s. 17) Bu noktadan sonra gerçekten bir hikâye başlıyor, Çetin çıkıyor ortaya, aslında orada olmayan küçük bir çocuk. Anlatıcıya acılı yaşamını anlatmış, trajedinin ne olduğunu biliyor. Arkadaşının coşkusunu gören anlatıcı için zıtlık bariz bir hale geliyor, coşkulu söylemde sürekli anılan trajedinin bulunmaması ve trajediyi sunan çocuğun sessizliği. Coşkulu adam, insanların benzer kokuları taşıdıklarını söylüyor: sperm, aybaşı, lağım, parfüm. Öykünün sonunda ortaya çıkan, Çetin'in verdiği ve o zamana kadar çantanın içinde duran şişe açılıyor, kokular aynı. Bir noktada coşku, acı, her şey tek bir şişenin, tek bir konuşmanın içinde gizlenmiş olabiliyor. İyi bir öykü bu da. 

Üç, Özgentürk'ün klasik anlatısı da başarılı. Meyhanede adlı öyküde, işte, meyhanede oturan adamın kendi ölümünü görmesi, sisler dağılır dağılmaz görüntünün kaybolması ve arka arkaya içilen rakılar anlatıcının ailesini yitirdiği düşüncesini gerçekle bir kılıyor, yalnızlığı ağırlaştırıyor. Anlatıcı anılarına dalıp giderken hiç tanımadığı biri çıkıyor, Fırat'ta birlikte balık tuttuklarını, çocukluk arkadaşı olduklarını söylüyor. Anlatıcı bozmuyor hiç, adamı dinliyor, tekrar görüşmek üzere ayrılıyorlar. Tuhaf bir gece, gençliği unutturduğu için güzel. Bu anlatıya bolca geri dönüş, zamanda sekiş katalım, Boşlukta çıkıyor ortaya. Akademisyen bir kadının bir gününü takip ediyoruz. Uyanıyor, kasıklarında ağrı. "Bedeni doğal varlığını özgürce yaşamak isteyen ikinci bir kişilik gibiydi." (s. 31) Bir ikilikle karşılaşacağız ama bunun için öykünün sonunu beklemek zorundayız, gerçi öykünün adı ipucu veriyor. Neyse, hazırlanması lazım. Engin'le görüşecek. Yemek yiyecekler, sevişecekler, kadın aylardır bu günü bekliyor. Aklına Engin'in karısı geliyor, "O kaltak kocamı elimden aldı!" dediğini hayal ediyor, sevişirken nasıl inlediği gibi detayları düşünüyor. Bir yandan da katı bir disiplin altında geçirdiği gençliği geliyor aklına, bu iki parça birbirinin etrafında sürekli dönüyor. Geçmişten anılar, Engin ve eşi. Birtakım akademik meseleler giriyor araya, Türkiye'de kadının sosyal ve sınıfsal konumuyla alakalı incelemeler, feminizmle alakalı söylemler, fikirsel donanım. Engin'le sevişmek üzereyken boşluğu duyumsuyor, etrafındaki boşluk, soluk aldırmayanından. Lambanın etrafında dolanan pervane böceğinin ölümünü kendi boşluğuna katıyor, boşluğun kirli sarısında yiten Engin'i duyumsayarak kendi huzursuzluğunda kayboluyor. Ağır bir öykü bu. Kadının yetiştiriliş biçimi ve parçası olduğu toplumun katılığı onmaz bir yara, durmadan kanıyor. Kitaptaki en iyi öykü diyeceğim.

Ölüm Nasıl Geldi, kalabalıkların içinde eriyip giden insandan uzaklaşıp farklı tür bir kayboluşa odaklanıyor. Yusuf Ali eski bir saz sanatçısı, en iyilerinden. Hiç kayıt yapmamış, dinlemek isteyenler doğrudan kendisini bulmak zorunda. Kasabaya ölümün geldiğini seziyor ama nasıl geldiğini anlamıyor, kara pelerinine sarılmış olarak mı? Hayır, ailesinin kent yaşamına uyum sağlamak için hıyanete kapılmalarıyla. Oğlu, gelini, torunu, hepsi Yusuf Ali'de yara açıyor. Oğlu bağlamasını satıyor adamın, torunu dalga geçiyor, bu tür şeyler. Ölüyor Yusuf Ali, bu çağda yapılacak en onurlu, huzurlu iş. 

Diğer öyküler bu iki konu etrafında dönen öyküler. Kentle kırsalın çürüme biçimleri farklı olsa da insanların mutsuzlukları, hayal kırıklıkları ortak. Bu ortaklığı gözler önüne seriyor Özgentürk, gayet iyi öykülerle.

1 yorum: