"Evcilleştirilmiş Ölüm" ilk bölüm. Propp'un Masalın Biçimbilimi'nde etkilerinden bahsettiği, Saussure'ün bilime armağanı diakroni ve senkroni kavramlarının tarihteki karşılıklarına bakıyor Ariés, dört bölüme ayırdığı metninin ilk bölümünde ölümün senkronik biçimini irdeliyor. İkinci bölüm diakroni, son iki bölüm de çağdaş tavırlar. Bin yıllık bir sürecin incelendiği ilk bölüm en eski romanslarda ölümün karşılanma biçimleriyle başlıyor. Ölecekleri zamanı biliyor insanlar, aslında günümüzde de filmlerin klişelerindendir bu, karakterler son kez sarılırlar, öpüşürler falan, sonra bölüm sonu canavarıyla boğuşmaya giderler ve harala gürelede ölürler falan, bilinen şey. Burada da öleceklerini bilen şövalyeler var, bilmedikleri sürece ölmüyorlar, bildikleri zaman ölümleri kesinleşiyor. Garip. Birçok örnek sıralanıyor sonra, söylencelerdeki pek çok karakter öleceğini söylüyor ve şaşırtmıyor bizi. Ölümün reddine daha çok var, Isolde Tristan'ın ölü olarak bulduğunda o da doğuya doğru dönüp yere uzanıyor ve ölümünü bekliyor, aşıklar da ölecekleri zamanı biliyorlar. Dinler pozisyon bile belirlemiş, kollar yana açık bir biçimde, sırtüstü yatar vaziyette ölünmelidir, "Musevi pozisyonu" duvara dönük olarak ölmek demektir mesela, her şey çok önceden belirlenmiştir, ölüm ilginç bir şekilde yaşamın öngörülemezliğine meydan okur ve uzaklarda bekleyen, giderek yaklaşan kara bir nokta olarak görülür. Ayinsel bir olgudur, ölen kişi kendi ölümünü düzenler, inancına göre ritüellerini yerine getirir. Bir süre sonra ayine eşlik edecekler belirir, rahip ve hekim de ölecek insanın yanında beklemeye başlar. Ölümün kamusallaştığını gösterir bu, insan kendi ölümünü yalnız başına ölemez hale gelecektir, kutsanması ve affedilmesi gerektiği için başkalarına ihtiyaç duymaya başlamıştır. Çocuklar bile yatağın kenarında saatlerce beklerler. Ölüm henüz kaçınılacak, korkulacak bir şey değildir, yaşamın sonundaki bir bölümden ibarettir. Ariés'e göre ölümün "evcilliğini" gösterir bu, her gün karşılaşılan bir olayın günümüzde "vahşileşmesi" insanın tüketme hevesinden kaynaklanıyor. Tüketilecek onca zaman, insan, haz ve eşya varken ölmek büyük bir kayıp gibi görülüyor, bundan daha hastalıklı bir insan ve toplum düşünülemez sanırım.
Ölümün ve yaşamın bir aradalığına baktığımızda mezarlıklara doğru yönleniyoruz. Mezarlıklar her ne kadar kentin dışında yer alsa da -Roma'da Oniki Levha Kanunu, sitenin içine ölü gömülmesini yasaklamış, kent halkının sanctitas'ını korumak için- azizlerin yakınına gömülmek isteyen insanlar bu kanunu delmişler. İlginç bir anekdot var bu konuda: 540'ta ölen Aziz Vaast'ın mezarını kentin dışına taşımak isteyenler ansızın ağırlaşan tabutu kaldıramamışlar, bunu bir işaret olarak görmüşler ve kilisenin bahçesine gömmüşler adamı. Kiliseyle mezarlık arasındaki fark o zaman kaybolmuş ve kiliselerde gömü işlemleri başlamış. Ariés bu dönüşümü tarihi belgelerde belirliyor, etimolojik olarak incelediği bölümlerde kavramları karşılayan sözcüklerin kazandığı yeni anlamlar üzerinden değişimin izini sürüyor, Aydınlanma Çağı'ndan itibaren nihailik kazanan kilisenin bir tasvirini de yapıyor üstüne: Bir kenarda kilise, diğer üç kenarda "ceset evleri", ortada mezarlık. Kemiklerle sanat yapma olayı da bu dönemde ortaya çıkıyor, küçük kemiklerden yapılan şamdanlar, büyüklerle yapılan figürler 18. yüzyılın ortasında yavaş yavaş kaybolmaya başlıyor. Anlamlı bir gösterge bu, insan için ölümün farklı veçhelerinden birinin ortaya çıktığı zamanlarda doğuyor. İnsanın daha fazla zamana ihtiyacı varsa ölümle ilgili her türlü objeyi ortadan kaldırmak isteyecektir, dolayısıyla yoksul ve kimsesiz mezarlığından aşırılan kemiklerle yapılan macabre sanatı da yavaş yavaş ortadan kalkacaktır. Yoksulsan, kimsesizsen her çağda her türlü sömürülüyorsun, bedenin üzerinde bile söz hakkın yok. Biraz varlığı olanlar kendilerine kilisede güzel bir yer ayırıyorlar, hatta ev yaptırıp eşyalarıyla birlikte gömülebiliyorlar. Bunun yanında mezarlıklar korkunç yerler olarak görülmüyor henüz, insanlar buralarda buluşuyorlar, eğleniyorlar, dans ediyorlar, meydan muamelesi yapıyorlar. Ölülerini yeni gömmüş olanlar hüngür hüngür ağlıyor, hemen yanda arzuhalcinin biri dilekçe yazıyor veya insanlar oyun oynuyor, garip. 1657'de bu durum ortadan kaldırılıyor, mezarlıklar mahremiyet kazanıyor. Hızlı bir şekilde toplumsallaşan insan mezarlığı kamusal alan olarak görmüyor artık, ölümün kesin bir son olduğu düşüncesi kök salınca doğanın bir parçası olmaktan çıkıyor, insandan uzaklaşıyor ve kaçınılması gereken bir olay haline geliyor. Mezar taşlarının üzerindeki yazılar giderek kişiselleşiyor, ölenin adı ve soyadı taşlara yazılıyor, Tanrı'nın ölünün yanında yer aldığı düşüncesi giderek siliniyor. Tanrı bir gözlemci, ölü yalnız, üstelik Şeytan'la Tanrı'nın ruhu için çekiştiği sırada insan ayinsel bir anda yolculuğuna çıkıyor. İyi bir ölümün her şeyi temizlediği düşüncesi Reform hareketiyle birlikte ortadan kalktıktan sonra insanın ölümle yüzleşmesi de giderek ağır bir yüke dönüşüyor. Ariés bu dini bakış açılarına ve inanç değişimlerinin ölümün anlamını genişletmesini pek çok örnek yardımıyla ele alıyor, hoş.
Sonraki bölümlerde ölümün cinsellikle yakınlaşmasından endüstri toplumunda hızla metalaşmasına kadar pek çok konu inceleniyor. Kılıçbay'ın son bölümde yer alan iki cümlesiyle bitireyim: "Dünyanın tümünden sorumlu olmak insanın ölüme karşı getirebildiği yegâne alternatiftir ve diğer canlıların aksine, ölüme maruz kalmanın/teslim olmanın aşılabildiği bir noktadır. (...) Çağımızın laik insanı Prometheus olmak zorundadır, ama dünyayı sırtlamış olan Atlas'la karışmış bir şekilde." (s. 112)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder