Baba'ya bakalım, bir çiftin kavgasıyla başlıyor. Adam kadını boşuyor ve evden çıkıp gidiyor, kavganın sonu. Sabah oluyor bu, kadın tek başına bir süre ağlıyor ve ailesinin evine gidiyor. Anladığımız kadarıyla ilk kez yaşanmıyor bu, kadının annesi adamın özür dilemek için geleceğini söylüyor. Babanın açıklamaları daha tatmin edici olsa da adamı dinlemiyorlar, baba da odasına çekiliyor. İki aile arasındaki benzerlikleri görebiliyoruz böylece, en başta esas adamı suçlamak için elimize yeterince veri verilse de öykünün ilerleyen bölümlerinde kadının türlü oyunlarla adamı kendisine bağladığını öğreniyoruz. Evlenmek için sistemli bir şekilde sürdürülen baskı, intihar tehditleri, bir dünya alavere. Adam kapana kısıldığını hissetse de gerçekten dönüyor, kadının annesinin nasihatlerini dinlemek zorunda kalıyor ve annesinin küstah olduğunu söylüyor eşine, babasını baskı altına aldığını da ekliyor. Tam bir çıkmaz. Adam sevdiği kadının ördüğü ağı gördükten sonra kurtulmak istiyor ama artık çok geç, üstelik kadının çocuk yapma teklifine de olumlu bir şekilde yaklaşıyor. İşler iyice içinden çıkılmaz bir hale geldiği sırada bitiyor öykü, böylece sağlıksız ailelerin ve bağlanma biçimlerinin doğasını anlamış oluyoruz. Öykü 1964'te yazılmış, diğer öykülere göre teknik açıdan daha basit, anlatımcı.
Gösteri. Anlatıcının annesi, hasta olan eşini ziyaret etmesi için küçük oğlunu abisine yollamaya çalışıyor, parçalanmış bir aile bilgisine erişiyoruz hemen. Her gün aynı yemeği yediklerinden ekonomik durumlarının iyi olmadığını da çıkarıyoruz. Anlatıcı annesine karşı çıkmasına rağmen iş çıkışında abisine gidiyor ve babanın öldüğünü öğreniyoruz, annenin haberi yok. Abisiyle eşinin satılmasına karşı çıktığı bir mülk konusunda tartışıyor, satacağını söylüyor. Çıkıyor evden, sinemaya gidiyor. Karanlık ortamda yanındaki kadının eline dokunuyor, ardından birlikte çıkıyorlar sinemadan. Kadın erkek ilişkilerine yönelik birtakım konuşmalar, gözyaşları, çatışmalar. Erkeğin isyanında bir önceki öyküden izler bulmak mümkün: "'Bunun sonu nereye varacak ki? Tanıdığım kadınların hiçbirisi ne bir anlam bulmayı dert ediniyordu ne de sevmeyi, bilakis tek istedikleri sadece evlenmekti. Ben evlenmek istemiyorum. Babamın yaptığını yapmak istemiyorum. Bir ev aç, çocuk yap, sonra çocuklardan dolayı eşinle kavga et, çocukları yetiştir, çocuklar büyüsün, sonra onlarla kavga et, onların anneleriyle kavga etsin, sonra onlar birbirleriyle kavga etsin, e sonra... Sonra da ölüp gideyim." (s. 25) Muhabbet baba mevzusuna gelince kadın da kendi babasıyla olan ilişkisini anlatıyor ve adamı kaçırıyor yanından. Daha fazla "babaya" maruz kalmak istemeyen adam bir bahaneyle çıkıyor mekandan, kadını orada bırakıp sokaktaki kutlamalara katılıyor. İki futbol takımının maçı sona erdikten sonra galip tarafın taraftarları bizimkini kendileriyle birlikte sürüklüyorlar. Biraz Beyaz Mantolu Adam havası var, sürüklenme açısından. Topluluğa uyma güdüsü sorumlulukların ağırlığını kaldırdığı için belki. Sonuçta rakip takımın taraftarlarıyla karşılaşıyorlar, kavga çıkıyor ve bizimki gözaltına alınıyor. Son.
Dün Gece Rüyamda Seni Gördüm. Kuzeyde, yabancı bir şehir. Fransa belki. Arap şirketinde birkaç Arap. Anlatıcının arkadaşı Kemal telefon ediyor, yeni bir şey olmadığını öğreniyor. Öykünün ilk cümlesi: "Sabah işe gider, akşamleyin eve dönerim." (s. 33) Düzenli bir ölüm. İş yerinden arkadaşı Fethi'nin verdiği tasavvuf kitabının etkisiyle yabancılaşmaya başlıyor, yaşamı bir başkasının yaşamı gibi geliyor. Irkçılıkla karşılaşıyor, can sıkıcı onca şeyin farkına varıyor ve uzun süredir bakıştığı Anne-Marie'yle tanışıyor nihayetinde, keskin bir dönüş. Kültürel çatışmalar bir yana, mutsuzluğun bir Batı hastalığı olmasına dair hoş bölümler var, hissizleşme de hemen peşinden geliyor. Örneğin kargalara ve Kamelyalı Kadın'a -birlikte oyun izliyorlar- üzüldüğünü söyleyen anlatıcı, kadının iddia ettiği gibi insanlara karşı pek bir üzüntü duymadığını belirtiyor, gurbete geldiğinden beri. Evden uzakta herkes acısını ve sevincini başka türlü yaşıyor, öyküdeki karakterler için başka bir kültürle bütünleşmenin önündeki en büyük engel. Bir süre sonra kadın, problemlerini çözemediği için adamın manevi dünyasından etkilenip yardım istiyor. Başka türlü bir bütünleşme var burada, kişisel dünyalardan evrensele uzanabilecek bir anlayış. Her ne kadar olumsuz bir şekilde sonlansa da gurbetin ve yalnızlığın duygularla ilgili bir şey olduğunu ve bir başkasında karşılığı olmasa bile o duyguların eşleniğini bulma arayışının güzelliğine değiniyor, şahane bir öykü. 1983'te yazılmış.
Ve İşte Ben, Kral, Geldim... Şimdi bütün öyküler öyle veya böyle iyi ama iki öykü var ki bunlar gerçekten muhteşem. İlki bu. 1932'nin sonbaharı, Ferit Bey yolculuğa hazır. Babası Şeyh Abdullah oğlunun gitmesini istemiyor ama durduracak gücü yok, ülkenin en iyi göz doktorlarından biri olan Ferit Bey'in arayışı -örnek atmosfere pek uygun olmasa da- John Wick'in çöldeki yolculuğuna benziyor, tabii bambaşka sebepler var ortada. Ferit 1924'te Grenoble Üniversitesinden mezun olduğunda edebiyat öğrencisi Marteena'ya aşık olmuş, Şeyh Abdullah oğlunun Fransız bir kızla evlenmesine karşı çıkmış ama kız Mısır'a gelip kendini sevdirince söyleyecek bir şey bulamamış. Ferit'le Marteena çok mutlu olmuşlar, Marteena kaza geçirip yatağa mahkum olana kadar. Sonrasında Ferit Fransa'ya gidip gelmiş, elinden gelen her şeyi yapmış ve büyük bedeller ödemiş ama Marteena'nın iyileşmesini sağlayamamış. Son çare olarak çöle gitmeye karar vermesine Haşmet adlı arkadaşı sebep oluyor, ölümün bir türlü gelmediğinden bahsediyor Haşmet, ölmek için bütün şartlar olgunlaşmışken geri dönebilmiş. Ferit bilimin ve mantığın ışığından uzaklaşıp birkaç adamla birlikte yola çıkıyor, sonrası upuzun bir yolculuk ama maneviyatı dikte edici değil, duygusal çorbaya dönüşmüş bir halde değil, muazzam bir yolculuk. Tamamen gerçekçi, çölün insanda uyandırdığı gerçeküstülükle bile tamamen gerçekçi, bir nevi tayga sendromunu yansıtan bir öykü bu, bir numaraya bu öyküyü koyarım. Bence.
Geçmiş zamanların yorumlarına rastlamak da mümkün, Tahir'in fantastiğe yaslanmayan bir öyküsü var: Rahip Kaye-Nan'ın Yargılanması. Mısır'ın tarihini birazcık bilenler için oldukça ilginç bir öykü, Akhenaton'un tek tanrıcı yönetiminden sonra çok tanrılı sisteme dönüşte eskinin kalıntılarının ortadan kaldırılması için girişilen yargılama işlemlerine ve inancını canı pahasına korumak isteyen bir rahibe odaklanıyor. Bütün zorlamalara karşı kendi bildiğinden şaşmayan bir adamın yeni -aslında eski- düzenin adamlarına karşı çıkma yürekliliği, gizli destekçiler, gizli düşmanlar derken kapılıp gidiyoruz zaten, çok hoş bir öykü bu da, iki numara.
Geri kalan öykülerin hemen hemen tamamı sürgün zamanının gözlemlerine ve yaşantılarına odaklanıyor, farklı kültürlerin yetiştirdiği insanların bir araya gelip acılarını dindirebileceklerini veya mutluluklarını artırabileceklerini görüyoruz örneğin. Sağlam öyküler bunlar, denk gelinirse kaçırılmasın isterim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder