7 Ekim 2019 Pazartesi

Salâh Birsel - Sen Beni Sev

Sıra daha buna gelmedi galiba, Sel basmadı henüz. Bende Broy'dan çıkanı var, Kadıköy'deki kitapçımdan aldım dün. Aslında kitapçı değil, giysi satılan bir yer ama sahipleri sağdan soldan kitap topluyorlar, çok şeker insanlar. Kardeşler sanırım, kız olanı Yanık Njall'ın Sagası'nı tepeye bir yere koymuş, ulu bir kaideye bakar gibi bakıyor. Kutsal kitabı olduğunu söylemişti bir zaman, gittim 75 TL bayılıp aldım kitabı. Henüz okumadım ama okuyacağım. Erkek olanı yetkili bir abiye benziyor, derya deniz bir adam. Uzun zamandan sonra ilk kez birinin önerisine uyup kitap aldım, büyük bir olay benim için. Neyse, Salâh Bey'in 1950'li yılların ortalarında yazdığı dört bölümden oluşuyor metin, diyaloglar halinde ilerleyen -metnin alt başlığı "İkili Fiskoslar"- bölümlerde eleştirmenler, şairler, romancılar ve hikâyeciler konuşuyorlar. Birbirlerini çekiştiriyorlar, pohpohluyorlar, bunun yanında zamanın edebi meselelerine eğiliyorlar. Salâh Bey'in konuşturduğu karakterleri kendi tarihçesinden çekip çıkartabiliriz, örneğin tarihçenin bir bölümünde anlattığı matine baskınındaki şairlerin ve eleştirmenlerin dile gelmiş hallerini görüyoruz muhtemelen, beyefendi zıt görüşleri bir araya getirip bir sentez oluşturmaya çalışıyor, dönemin edebi anlayışlarına resmi geçit yaptırıyor. Genellikle diyaloglar halinde ilerliyor mevzu ama Sen Beni Sev adlı ilk bölümde bir ada vapurunun şenlikli ortamına dalıyoruz, diğer bölümlerde buna benzer bir renk yer almıyor. Ada vapurunda Rumlar eğleniyorlar, vapur görevlileri tarafından susturulana kadar. "Ne annamaz seysin sen vre? Kol kola verezeyiz, sen beni sev yapazayiz. Yok bunda fenalik." (s. 11) Bu "sen beni sev" denen naneyi çok merak ettim, bir tür dans mı acaba? Araştırayım. Neyse, meselelere gelelim. Bu bölümde romancı ve eleştirmen var. Eleştirmen kendisinden genç olan romancıyı eleştirirken bütün bir nesli topun altına atıyor, bir kahve bellediklerini ve oradan çıkmadıklarını söylüyor. Romancıya göre zamanın ruhu bunu emrediyor. Başka ne emrediyor, edebi kurumların sömürülmesini mesela. Şiir Araştırmaları Derneği genel yazmanı 1000 Lira alıyormuş dernekten, sonra bu genel yazman aslında börekçilik yapıyormuş. Eleştirmene göre bunda bir sıkıntı yok, börekçiliği müthiş bir laf ebeliğiyle şiir araştırmacılığına benzetiyor. Aslında şimdi düşündüm de, bu diyaloglarda üstü kapalı bir şekilde taşlanan insanları bilebilseydik keşke. Biraz şeye benziyor bu, Twitter'da isim vermeden birbirine sallayan insanların yarattığı kaosa. Biri bir laf söylüyor, kime söylediği belli değil. Altında yorumlar, isim isteyenler. Sonra sallayanın yan çizmesi, İstiklâl Marşı, kapanış. Hep aynı terane. Birsel de biraz temkinli gibi gözüküyor, elle tutulur örnekler verirken de olumsuz eleştiri yapacakmış gibi görünüp başka bir konuya bağlıyor muhabbeti, bazı iddialar havada kalıyor. Çoğu cevap buluyor gerçi, hak da yemeyeyim. Evet, eleştirmen genç romancıya biraz tepeden bakıyor, bulunduğu yere gelmek için çok çabaladığını söylüyor ve gençlerin çaba göstermeden yükselmek istemelerini eleştiriyor. Gençlerin sürekli yaygara çıkarmalarını da eleştiriyor, yeni edebiyatmış, kurum hortumlamakmış, bu tür şeylere ilgi gösteren yavrucaklar topa tutuluyor bir güzel. Goy goydan sonra gerçekten edebi boyutta sayılabilecek tartışma faslı başlıyor. Yazarın ve metnin toplumsal karşılıkları, yazarların okura karşı konumlanmaları, çağa sımsıkı sarılma fikri üzerinden Sartre'ın, Gide'in metinlerinde toplumsalın önemi, yazarların görevinin olup olmadığı, bu tür meseleler romancının görüşleriyle biçimleniyor. Romancı bir noktada sazı eline alıp eleştirmeni/yaşlıyı iğneliyor bu kez, konfor alanını bırakıp keşfe çıkmayan yaşlıların yeni metinleri okumamaları ilk iğne. "Hep aynı karşılık: Sevmiyorum ki okuyayım. Okumadan nasıl sevmeyebilirsiniz?" (s. 26) Eleştirmen çıkışıyor hemen, işinin öğretilmesini istemiyor. Bu minvalde birtakım gevezelikler diyelim.

Mambo İtalyano kısmında hikâyeciyle şairin muhabbetine tanık oluyoruz. Başlıkları alıyorum: şiirin oturduğu temeller, kuşakların belli temellerde toplanmaları, anlamın kapalılığı ve daha da kapalılığı, saçmalamayla anlam kapalılığı arasındaki ince çizgi, İkinci Yeni tayfasının şiirlerinin edebi bir noktaya yerleştirilmesi. Bu sonuncusu ilgi çekici aslında, tayfanın tam gaz yazdığı 1956 yılından eleştirel bir bakış sağlıyor. Uzlaşılan bazı noktalar var, biri şiirin değişim geçirmesinin normalliği. Şairin de değişim geçirmesinin normalliği. Kısacası her şeyin değişmesinin normalliği. "Karanlık" şiirde de bir anlam kırıntısının bulunabilirliği. Belli bir ideolojinin güdümünde yazılanların edebi bir değer taşımayacağına duyulan inanç. Güzeli izleyip insanı unutan şiirin şiirliği ve tersi durumun şiirliği. Estetik üzerine birtakım tartışmalar ve nihayetinde karanlık duygulardan kurtulamayan, ellisinde bile kara kara yazan şairlerin küçüklüğü ve ergenlikten kurtulamamaları. Bu konuda müddeiyi teessüf etmek lazım geliyor, ne demek ergenlik. Karakterleri oturdukları yerden ahkam kesen tipler olarak düşünmek gerek, sonuçta yapılan şey gevezelik, kuramsal temeller atılmıyor bu metinlerde. Devam, karanlık şiir yazanların yeniliği arayanlar olduğu fikri hoşa gidebilir ama çok iyimser bir fikir olarak gözüküyor, her kara bir yeni doğurur mu? Şöyle diyeyim, karadan amaç yeniyi aramak mı? Bir yanıyla. Misyon yüklemek oluyor bu, pek doğru değil. Son olarak, Cansever'in şiirine yakıştırılan "Şekerli Gerçek" tanımı pek hoş.

Devenin Pabucu nam bölümde bir şairle eleştirmenin -önceki bölümlerdekilerle aynı kişiler, belki- birbirlerini yağlayıp ballamalarına şahit oluyoruz başta, öyle böyle değil. Yeterince yağlandıktan sonra konuşmaya başlıyorlar. Güncel şiir hakkında konuşuluyor tabii, eleştirmene göre Samih Rifat'ın oğluyla Urla'da avukatlık yapan delikanlı -bunun adını yazayım, Necati Cumalı- iyi şairler, yine de Şeyh Galib'in şiirlerindeki tını yok bu gençlerin şiirlerinde. Eh, buradan ölçü meselesine gelmemek olmaz tabii, hemen yeniyle eskiyi kıyaslamaya başlıyorlar. Ölçü kullanılan şiirden yenilik doğar mı, ölçü özgür düşünceyi sakatlayan bir öge mi, bu tür şeyler tartışılıyor. En sonunda kuşak farkı ortaya çıkıyor ve birbirlerine hakaretler ederek ayrılıyorlar.

Her Şair Neler Bilmelidir dördüncü ve sonuncu bölüm. Genç adam, eleştirmene nasıl şair olunacağını soruyor ve cevap olarak eleştirmenin edebi katakullilerini öğreniyor, insanları gütmekte kullanılan çeşitli taktikler, alavereler, çeşit çeşit. Bunlar "fallacy" olarak bilinirler, birkaç örneğine eleştirmenin sözlerinde rastlamak mümkün. Herkesi kötülemek gerektiğini söyleyerek başlıyor eleştirmen, herkes kötülenecek ve insanlar kötüleyenin çok ince bir adam olduğunu düşünecek, böylece kimseyi beğenmemesinin aslında kalaslıktan kaynaklandığı anlaşılmayacak. İki, namlı bir yazar üzerinden meşruluk sağlanacak. "Yakup Kadri'yi seven beni sevmesin!" Üç, "doğrusunu isterseniz" kalıbından sonra istediğiniz gibi saldırabilirsiniz, serbest. Karşı argüman sunanlar da benzer saçmalıklarla susturulabilir, taktikler pek çok.

Nedir, iyi kitaptır bu. Birsel'i sevenler yeni baskısını beklesinler veya gidip sahaftan mahaftan alsınlar artık, bilemiyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder