Çıngıraklı Kapı adlı ikinci öyküde Işıl Özgentürk'ün ödünç alabileceği -tersi de geçerli- bir anlatım biçimi var. Baudrillard'a ait, maskeler ve gerçek kişilerle ilgili epigraf biraz lüzumsuz gibi görünüyor ama Ayvaz bu bölümden esinlenip de yazmışsa öyküyü... Bir kadınla bir adam uzun zamandan sonra birlikte oturuyorlar, masanın iki tarafından doğan iki farklı hikâye birbiriyle bütünleşecek ama zaman zaman sadece birine odaklanacağız. Çaylar, pastalar, kekler yeniyor, bir şey yapmak ve zaman zaman doğan suskunluğu unutmak için. Karakterlerin belli belirsiz hareketlerini de göreceğiz, birbirlerini inceleyecekler. "Hâlâ güzel... Ama yüzünde eskiden hüzün diye gördüğü şey yorgunluk şimdi." (s. 19) "Gözlerini garson kızda unutan" adam, rüzgarda bin bir renkle uçuşan oyuncaklar, ite kaka sürdürülmeye çalışılan diyalogdan uzaklaşmak için araç olarak kullanılıyor bazen, kadın oyuncakların güzelliğinden bahsediyor ansızın, adamın beklediği cevabı öteliyor. Birbirlerini gitmekle suçluyorlar ama kimin gittiğini ikisi de unutmuş, ilişkilerini darmadağın eden anlaşmazlığı sürdürmeye çalışarak bir alışkanlığı yaşatıyorlar. Erkek biraz pişman, kadınsa içine düştüğü bunaltıdan kurtulmak için gitmek istiyor ama erkeğe duyduğu özlem kalkmasını engelliyor. Erkeğin kadının istencinden ötürü zincire vurulduğunu söylemesi kadını tuzağa düşmüş gibi hissettiriyor, belki istediği şeylerin ilişkilerini baltaladığını görmediği için erkeğin incinmişliğini anlayamıyor ve tuzağa bu yüzden düşüyor, kendi kör noktasını göremediği için. Hangisinin haklı olduğuna dair bir ağırlık konmuyor masanın uçlarından birine, sadece takip ediyoruz, bir durumun üzerine çöken dünyanın izlerini görüyoruz sadece. Serin hava, kafeye gelen mutlu çiftler, her şeyi ele geçirme çabasının eleştirisi, erkeğin uzaktaki genç bir kızı görüp hesabı istemesi ve son. Erkek zaten orada değil, kadın da öyle. Biz bir sıkıntının, kadınla erkeğin ortalarına koyup etrafında dönüp dolaşarak içine tam olarak girmedikleri "dikey ve yatay" sıkıntının durmadan genişleyen yüzeyini görüyoruz sadece.
Su İle Her Şeye Hayat. Sıraselviler'de anneyle kızın buluşması. Kopuk bir ilişkinin kırk yıllık geçmişine üstünkörü değiniliyor, Parisli anne kızları büyüyünce İstanbul'dan memleketine dönmek istediğini söylüyor, arkada bıraktıklarını yılda iki kez görüyor sadece. Kışın İstanbul, yazın Paris. Madam Suzan, annesi Madam Anie'nin hikâyesini öğrenmek istiyor, çok fazla zamanları kalmamış. Yıllar geçmiş ve söylenemeyenler derinlere gömülmüş ama çıkarılmaları için çok geç değil. Patlama olmasaydı. Muhtemelen Onat Kutlar'ı ve pek çok insanı aramızdan alan patlama bu, ya da HSBC'nin önündeki patlama, bilemiyoruz ama anlıyoruz ki Madam Anie artık sadece oturacak, kahvesini içecek. Sepya bir fotoğrafta. Açık Pembe Üçgen'e bakalım, başka bir tür kırıklık var burada. Nisan'ın sağ ayağıyla başlayıp sol ayağıyla bitirdiği bir gecenin kalıntıları. Ölmüş olsa da varlığı süren, alkol ve sigara kokan baba ve babanın kişiliğini ortadan kaldırdığı bir annenin arasında Nisan'ın yaptığı tek şey, çoraplarını ve kıyafetlerini giyip sokağa çıkmak, tekinsiz sokaklarda dolanmak ve durup beklediği bir noktada hayat kadınlarının, torbacıların ve pezevenklerin arasında oturmak. Kendisini arabasına alan kibar adamla yaşadıklarıyla da bitiriyoruz, ince tedirginlikler ve geçmişten kurtulma çabası kara bir geleceği yaratıyor burada da.
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilteşekkürler...
YanıtlaSil