27 Şubat 2016 Cumartesi

Kay Redfield Jamison - Erken Çöken Karanlık: İntiharı Anlamak

Elizabeth Wurtzel'ın Prozac Toplumu adlı anlatısında ailenin yapbozun parçalarını eksik/yanlış birleştirmesi sonucu oluşan boşlukları dolduramayan bir kızın bozulan psikolojisini adım adım izliyorduk. Anneyle olan yıkıcı-bağımlı ilişki, babanın uzaktan izlediği bir televizyon programı haline gelmiş mutsuz bir yaşam, kızı daha pek küçükken The Velvet Underground'ın kucağına atıp tarifsiz acılara sürüklüyordu. Psikologlar, ilaçlar derken acıyı geçirmek için her türlü yıkıcı deneyimin peşinde koşan bir kadına dönüşen Liz, Prozac'in nimetlerinden yararlanan ilk hastalardan oluyor ve hayatı kurtulur gibi oluyordu. En azından acıya ket vurabildi, kalbi aşındıran derin akışı dizginledi ve yaşamına daha az gri bir şekilde devam edebildi.

İntihara içeriden bir bakış sağlar Prozac Toplumu, bireyin bütün çıkmazlarını, dayanılamayacak bütün acılarını yaşarız ve intiharı rasyonalize ederiz, eğer intiharın rasyonalizasyona ihtiyacı olduğunu düşünen biriyseniz elbet ki bence böyle bir şey yok. Belki biraz da anlam arayışıdır bu; Jankélévitch'in Ölümü Düşünmek nam über eserinde denir ki ölümün kesitleyiciliği olmadan yaşamanın bir keyfi/anlamı/(sizin için uygun olan sözcüğü düşünün) olmazdı. Erken çıkış, paydos, sonsuz bir mola. Evin bir eşyası, bir duvarı intihar. Her an kullanabilirsiniz, yıllar boyunca intihar notları düşünüp intiharınızı kurgulayabilirsiniz. Yettiği noktada yoksunuz. Huzur verici bir düşünce. Artık bitti. Bütün o anlam veremediğiniz şeyler, birikintinin gözlere çöken ağırlığı, hepsi bitti. Düşüncesi bile rahatlatıcı. Çoğu insanın intihar etmemesini sağlayan, intiharını geciktiren bu düşünce.

İşin toplumsal, medikal boyutunda Jamison olaya el atıyor. A. Alvarez'in ilham verici eserinin kan dökücü tanrısı bu kez ameliyat masasında. Durkheim'ın sosyolojik bir olgu olarak ele aldığı intiharın, Ian Craib'in yine şahane bir metni olan Hayal Kırıklığı'nda o kadar da sosyolojik olarak ele alınmaması gerektiği söylenir, metin bireysel dinamiklerin gözardı edildiğine dair eleştiriler içerir. Jamison ise kendisi de intihar teşebbüsünden sağ kurtulmuş bir akademisyen olarak bireysel hikâyelere yer verse de çoğunlukla intiharın yapısını parçalayıp her bir problemli parça için çözüm bulma yoluna gidiyor. Onun da söylediği aynı aslında; intihar toplumsal bir problemdir ve semptomların ortaya çıkmasından çok daha öncesinde çözümlenmelidir.

Öncelikle intiharın kültürel bir incelemesi var, doğumundan itibaren intihara bakışlardan oluşan kronolojik bir inceleme. İlk intihar, Kro-Magnon'ların zamanından günümüze kadar -dinler tarihi dahil olmak üzere- intihara ilişkin görüşler, kutsal kitaplardan yazanlar, toplumların intihar eden kişilere psikolojik yaklaşımı gibi maddeler, zaman içinde intihar paradigmasının değişimini özetliyor ve okura tarihsel bir panorama sunuyor. Misal, İngiltere'de belli bir döneme kadar intihar edenlerin hepsi akıl hastası olarak damgalanırmış, başka bir yerde intihar edenlerin tüm varlığına el konurmuş, intihar edenler kiliselerde ayrı bölümlere gömülürmüş, ters gömülürmüş, amuda kalkık gömülürmüş, bilmem ne.

İntihar en ince ayrıntısına kadar inceleniyor demiştik, hangi davranışın intihar olup olmadığı da buna dahil. Kurtarılacağını bilerek yirmi hapı yek seferde gömenler, motosiklet tutkunları, sigara bağımlıları ya da kurtarılma umudu taşımadan kendini asanlar... İstatistiksel veriler ışığında bu davranışlar inceleniyor ve bir intihar ölçeği geliştiriliyor, kurtarılan bireyin tedavisinde kullanılmak üzere.

Dünyanın çeşitli bölgelerinde yapılan araştırmalarda cinsiyet, yaş aralığı, ekonomik durum gibi etkenlerin ışığında çıkartılan intihar verilerine bakılırsa en çok intihar vakası Çin'de. İntihar eden kadın-erkek sayıları birbirine çok yakın.

İntihar notları. Celan'ın, Pavese'nin bıraktıkları, küçük çocukların intihar notları, çok çeşitli vasiyetler. Üşendiğimden kitabını inceleyemediğim bir Japon öykücü Akutagawa'nın intihar notu favorilerimden biri oldu:

"Şu an içinde yaşadığım dünya hastalıklı sinirlerin buz gibi şeffaf evreni... Elbette ölmeyi istemem ama yaşamak ıstırap demek." (s. 106)

Woolf'un intihar notu aynı şekilde etkileyici ve ruhun sonsuz karanlığı aşağılardan bir yerden okura bakıyor. İntiharın özünü bu notlarda aramak gerek, istatistiklerin samimiyetinden emin olamayanlar karanlığın kendisini görmek istiyor. A. Alvarez'in dediği: "İntiharın mazeretleri çoğunlukla tesadüflere bağlıdır. Olsa olsa geride kalanların suçluluk hissini hafifletir, muhafazakârları yatıştırır, inandırıcı kategoriler ve kuramlar bulmak için sonsuz araştırmalar yapan sosyologları yüreklendirir. Bunlar büyük bir savaşı tetikleyen önemsiz bir sınır hadisesi gibidir. Bir insanı, hayatına son vermeye iten gerçek güdüler başka yerlerdedir; onlar iç dünyaya aittir, dolambaçlı, çelişkili, labirent gibi ve çoğunlukla gözden ırak." (s. 110) İnsan kendi karanlığını kendi görür, notlara aktaramadığı bir mesafede.

Bunların yanında edebiyata vurmuş intiharlar, hayvanlar dünyasında intihar benzeri hareketler, akıl hastalıkları, umutsuzluk, melankoli ve diğer tüm ölümcül şeyler var. Geride kalanların psikolojisine de yer verilmiş ama bunu intihar sonrası olarak düşünmek gerekiyor, pişmanlıklar intihar öncesine dahil olsa da. Çünkü ortada artık yaşamayan bir adam varsa geride kalanların, ağaçların, nehirlerin ve evrenin pek bir anlam ifade etmediğini söylemek gerek. Herkes kendi acısıyla yoğrulsun. Yok olsun.

Anlamsızlığa bir anlam kapısı, keyifsizce okuyabilirsiniz. Çok çeşitli alanlardan intihara derin toplar.

"Bildiklerimiz ve yaptıklarımız arasındaki gedik çoğunlukla öldürücüdür." (s. 39)

12 Şubat 2016 Cuma

Olaf Olafsson - Geceye Yürümek

Geceye yürüyünüz buyuran bir din/tanrı olsaydı en sağlam müridi olur, risaleler, nasihatnameler yazardım. Lakin öyle bir şey yok. Kullara kaldık ama içlerinden bazıları nereye yürüneceğini iyi biliyor. Siz bilemeyeceksiniz, kitabın baskısı yok. Yazarın başka bir kitabı da çevrilmemiş. Amazon'dan diğer kitaplarını alacağım çünkü pek, pek güzel.

Olaf Olafsson, bir şey mühendisi ama hatırlamıyorum, genç yaşta Sony'de çalışmaya başlıyor ve üst düzey yönetici -CEO falan- olarak maişetini temin ediyor. Bunun yanında eleştirmenlere göre, "O yazarlığı seçmedi, yazarlık onu seçti." Babadan yazar olan Olafsson, aile geleneğini sürdürmeyip edebiyat eğitimi almıyor. Belki edebiyatın eğitimle alakasının olmamasındadır. Ben şahsen harcadığım dört, yüksek lisansı da katarsak beş seneye yanıyorum da yanıyorum. Neyse. Her kurumu kokuşmuş Türkiye için böyle, adamlarda harbici eğitim vardır muhtemelen, zaman kaybı olmaz. Hah, Olafsson pozitron fiziği okumuş. Zannediyorum çok mühim bir alan.

Bu Legend diye bir film var, yeni. Tom Hardy'nin aşırı iyi oyunculuğunun yanında filmin sonunda anlatıcı kızın ettiği bir iki söz aklıma kazındı da kazındı. "Ahlak veya alçaklık diye bir şey yok. Hayatın sonlanana dek, sona dek yalnızca 'sen' ve senin kuralların var. Bir zamanlar olduğumuzu sandığımız kişilerin hayaletleri olduğumuz zamana dek." Christian Berediktsson, kendi hayaletinden Kristjan- kurtulmak için medya patronu William Randolph Hearst'ün uşağı olarak yıllar boyunca çalışırken Klara'nın soluğunu hissediyor sık sık, huzur bulamıyor ve yaklaşık 20 yıldan sonra, bir gün ansızın terk ettiği karısı Elisabet'e hiç göndermeyeceği mektuplar yazmaya başlıyor. İki farklı zaman diliminde ilerleyen hikâyenin bir bölümünü bu mektuplardan, diğerini anlatıcının gözlediklerinden takip ediyoruz.

"Görevlerimi özenle yerine getirmeye ve aklımı mümkün olduğunca küçük detaylarla meşgul etmeye çalışıyorum, böylelikle zaman daha çabuk geçiyor ve istemediğim şeyleri hatırlamama engel oluyor." (s. 27)

"Kendinden başka hiçbir şeyden korkmayan" Christian, yine de mektupları birbiri ardına diziyor ve geçmişiyle hesaplaşmaya çalışıyor, belki kaçmak için enerjisi kalmadığından. Patronunun malikanesinde, el değmemiş bir doğanın hüzünlü güzelliğinde hatırladıkları; oğlu Einar ve kızı Maria, ikizler, Elisabet ve ailesini terk etmesine sebep olacak kadar aşık olduğu Klara.

Elisabet'le Kopenhag'da tanışıyor ve Reykjavik'e dönüyorlar. Eyrarbakki'de sabah yürüyüşleri, göl kenarı huzuru ve arka arkaya gelen çocuklarla pekişen bir mutluluk. Görünürde her şey kusursuz; Kristjan eşinin aile şirketini çekip çeviriyor ve evine bağlı. Oysa ailesini yavaş yavaş terk ediyor, yapabileceklerinden korkuyordu. Korktuğu tam olarak başına geldi sayılır. Şirketten önemli bir miktarda para alır ve ABD'ye gider, iş için çıktığı seyahatlerden birinde tanıştığı Klara'yla birlikte olmak için.

"Kopenhag'da olduğu zamanlar gibiydi: özgür ve bağımsız." (s. 120)

Klara'nın nişanlısı olan Bay Jones'la iş yapmaktadır Kristjan, oysa aşk iş falan dinlemiyor. Kadın bir işaret bekliyor, sadece bir söz. Kristjan, nişanlısını terk etmesini söylemiyor ve Klara'nın hamileliği ayyuka çıkana kadar Jones'un hiçbir şeyden haberi olmuyor. Olduğu zaman da son derece sakin bir şekilde Kristjan'a teşekkür ediyor, bir orospuyla evlenmekten kurtardığı için. Tabii bir daha ABD'de iş yapamayacağını, kariyerinin bittiğini de ekliyor. Nüfuzlu bir adam Jones ama son darbe en ağırı oluyor ki Klara'nın bütün hayatının bir yalandan ibaret olduğunu anlatıyor. Kadının anlattığı hiçbir şey doğru değil, kısmen bir yalana aşık olan Kristjan'ın gidecek hiçbir yeri yok. Kendisi de Elisabet'e üniversiteden mezun olduğu yalanını uydurduğundan belki de yaşattığı acının büyüklüğünü anlamıştır. Christian adını alıp patronun yanına girmesi bu olaylardan sonra.

İşin Elisabet boyutu çok hüzünlü. Kadın, Kristjan'ın yolunu kaybettiğini ve yardıma ihtiyacı olduğunu düşünüp bütün dedikodulara kulağını tıkayıp ABD'ye gidiyor, kocasını arıyor ama bulamıyor, oğlu Einar'ı bir akrabasının yanına bırakıp İzlanda'ya dönüyor ve kırık yaşamına devam ediyor. Bir annelik güdüsü var sanki, zaten Kristjan'ı uzaklaştıran biraz da bu: "Biz asla eşit olmadık, Elisabet. Seviştiğimiz zamanlarda bile. O zamanlarda bile sanki bir çocuğu avutur gibiydin." (s. 164)

Yangın arındırıyor; patronunun evini kurtaran Kristjan gazetelerde boy gösterdikten sonra Elisabet'in ABD'deki akrabasından bir mektup alıyor. "Çocuklar iyi, her şey güzel, Elisabet beş yıl önce öldü."

Malikaneden gizlice ayrılırken patrona yakalanıyor. Belki de adamın söylediklerini duymaya ihtiyacı vardı, güzel bir rastlantı. "'Hepimiz iyi bir insan olduğumuza inanmak isteriz. Ne olursa olsun, buna inanmak zorundayız. Çünkü hiç kimse masum değil, hayat gizem ve hatalarla dolu. Sen iyi bir insansın Christian.'" (s. 262) Kötünün kim için kötü, iyinin kim için iyi olduğu bu noktada belirsizdir insan için, çünkü iyi veya kötünün yaşam karşısında ne gibi bir tutunabilirliği var? Zeno Cosini'nin dediğini düşünün: "Hayat güzel ya da çirkin değildir, orijinaldir." Acısı, mutluluğu, her şeyi yenidir, kişiseldir ve kaçarsız yaşanacaktır, tercih etme özgürlüğünün bir sonucu olarak.

Suçluluk duygusu, tutkular, sevmek, yitirmek ve anımsamama özlemiyle dolu bir roman. Hoş.


4 Şubat 2016 Perşembe

Doris Lessing - Siyah Madonna

Aç kurtlar gibi saldırıp koca kıtanın iliğini kemiğini kurutan Avrupalılara bir "şş", yerlilerin dünyasına büyülü bir bakış, kısacası efendi olmak -iki anlamıyla- üzerine öyküleriyle Lessing büyük bir acının günlüğünü tutuyor. Derisi ne renk olursa olsun insan insan, üzücü olansa diğer pek çok şey gibi bunun da paranın sesi yanında duyulamayacak kadar cılızlaşması. Bir ses bu öyküler, hepsi bir arada güzel tınlıyor ve doğa-insan ilişkisini kapital düzenin leş kokusundan bir parça üfürerek sunuyor.

Siyah Madonna: Zambezi'de dünya savaşlarının ikincisi kopmuş giderken kaypak politika düşmanı dost eder, esir kampından çıkarılan İtalyan Michele, düşman bir ülkede ölümle burun burunayken özgürlüğüne kavuşur. Sanatçı kardeşimiz iyi bir ressamdır ve aynı bağlamda iyi bir ayyaştır, yalnızlıktan öldü ölecektir. Devlet kendisine tırışkadan bir kasaba kurma emri verir ki insan nasıl öldürülür tatbikatı yapılsın. Başına da bir yüzbaşı verirler. Bu ikisi yaşadıkları dünyanın ve dahi kalplerinin pek uzağında yakınlaşır, bütün kararsızlıkları, bütün kaypaklıklarıyla dost olurlar ve ressamın işini ciddiye almamasıyla tatbikatı cortlatırlar. Şöyle; Michele derme çatma kurduğu kiliseye siyah bir Meryem Ana resmi çizer, tatbikat esnasında bombalar patlarken de kendini kiliseye atar ki vurmasınlar kadını. Yüzbaşı olayı toparlamaya çalışır ama yabancı topraklardaki yabancılar, birbirlerinde alkolün de yardımıyla buldukları yakınlığı sıcağın alnında yitirirler.

Ivır Zıvır Kutusu: Maud Teyze öyle özgeci ve ketum ki onun hayatını, duygularını başkaları yaşayabilir mi? Kadıncağız ölüm döşeğindeyken onunla ilgili bütün bilinmeyen cevaplar bulunuyor, yaşamasız. Şunu diyeceğim, kimse kimseyi tam olarak tanımaz, herkes herkesi kendince uydurur. Selim Işık arkadaşlarını tanıştırmıyor, her bir insan tarafından farklı şekillerde yaratılmak istediği için. Maud Teyze'yi herkes tanıyor, aynı yaşamı herkesin yaşaması için.

Domuz: Efendisinin eline verdiği tüfekle domuz nöbeti tutan adamımız, işinden ve genç karısını gecenin bir vakti ziyaret eden adamdan bıkmıştır. Bacağa bir tane sıkabilir ama o zaman işinden vazgeçemez belki, garantiye almak için fena sıkar. Domuz, başka bir şey değil ama vuran mı, vurulan mı?

Yaşlı Şef Mshlanga: Beyazlar geldi ve özgür toprakları ele geçirdi, yerlileri göçe ve iskana zorladılar, yaşlı şefe büyük yamuk yapıldı, iki taraf arasında zorlukla kurulan dostluklar parçalandı. Safi acıyız.

Lévi-Strauss ne diyor, vahşi demeyeceksiniz hayvan herifler, farklı bir medeniyetin ürünleri diyeceksiniz. Doris Lessing zamanında o civarlarda yaşadığı için olaya içeriden bakıyor ve kanırta kanırta eleştiriyor. Ya bu kadının Nobel'i kazandığını öğrendiği zamanki tepkisini hatırlıyorum, onu paylaşıp bitireyim, ruhuna fatiha:


Bitiremiyorum. Etrafa boş boş baktığım, özlemekten karnımın ağrıdığı şu zamanlarda bu şarkıyı gönlümün efendisi ilan ediyorum.