27 Nisan 2019 Cumartesi

Mario Bellatin - Güzellik Salonu

Akvaryumla dünyayı, balıkla insanı daha en baştan bir arada görmeye teşneyiz. Salgın hastalıklar yayılmadan önce anlatıcının balık besleme merakının başladığını görüyoruz, çeşit çeşit balık besliyor, akvaryumların dükkanını güzelleştirdiğini düşünüyor. Balıkları izlemek keyif verici, derinlerde öylece duruyorlar veya oradan oraya gidiyorlar, sınırlı bir dünyanın içinde olabildiğince özgürler. Deneme-yanılma yöntemine başvuruyor anlatıcı, oksijen motoruna ihtiyaç duyanlar, duymayanlar, başka türlerle bir arada barınıp barınamayanlar, her türlü balıkla hemhal oluyor ve bu sevimli mahlukların huylarını öğrenmeye çalışıyor. Uğraşlarını ince ince anlatıyor, hayvanların hareketlerinden akvaryumları donatma biçimine kadar. Güzellik salonunun Ölüm Evi'ne dönüşmesiyle birlikte balıkların da yavaş yavaş ölmeye başlamalarını garipsemiyor, hatta kendisi de hasta olduğunu anladıktan sonra hamama giderek bir nevi balıklaşıyor, sonunun yavaş yavaş geldiğini seziyor. Ölüm Evi'ndeki hastalardan birine dönüşmeden önce kısıtlı bir zamanı var, ölenlerin kıyafetlerini giyerek erkekleri kovalıyor, gay bir crossdresser. Gerçi cinsel tanım tam bu olmayabilir, erkeklerle ilişkiye girmekten hoşlandığını biliyoruz bir tek. Neyse, ölmeye yatanların eşyalarını, paralarını ve diğer kişisel eşyalarını isim bantları yapıştırdığı dolaplarda saklıyor ve sonrasında eğer hatıra olarak isteyen birileri çıkmazsa kendisi kullanıyor. Hastanede hor görülen insanlara başlarda merhametle yaklaşmıyordu ama bir süre sonra kurbanları salona kabul ediyor, her birine rahat bir ölüm döşeği sağlıyor. Balıklarla olan ilişkisi de değişiyor; daha hayat dolu balıklar arıyor, sıkılgan kişiliğini durgunlaştıracak türlerden, böylece ölümün sabitliğini ortadan kaldırmak istiyor ve denemelerine başlıyor. Salonun ölülerle dolması ve balık çeşitlerinin artması hemen hemen aynı döneme denk geliyor. Sualtı bitkilerinin arasında gizlenen balıkları izlemek hoşuna gidiyor, belki de öleceklerini anlayan balıkların sakin, gizli bir köşe aradığını bilmeden. Balıklara kapasitelerinin üzerinde bir şey yüklemiyorum bence, böyle davranırlar mı bilmiyorum ama davransınlar istiyorum, o zaman davranıyorlar. Çok unutkan olduklarını biliyorum ama ölümü kim unutmuş? Bu sefer fazla bir şey yükledim gerçekten, ölüm konseptiyle zerre ilgileri yok, sadece çok kötü bir şey olacağını sezip kendilerini çevreden yalıtıyorlar bence. Bizim anlatıcı da benzerini yapıyor sonlara doğru, hastalığı ağırlaşınca salona daha fazla insan almayacağına dair karar alıyor, kendini sualtı bitkilerinin arasına çekiyor, hatta bir yerde salonu suyla doldurmayı bile düşünüyor. İnsan akvaryumu. Ölüm için hazırlık.

Bellatin yine parçalara ayırmış novellasını, her bir bölümde yaşamının ayrı bir bölümünü görüyoruz. Gittiği hamamı Japon bir ailenin işlettiğinden bahsediyor, Japonlar içeride yaşananlara karışmıyorlar, özgür bir ortamda takılıyor adamlar. Yine sonlara doğru yara ve kabuklarla dolan beden hamama gitmeye engel teşkil ediyor, normal şartlarda hamamdan yorgun argın çıkan anlatıcının dükkandan çıkmaya hali kalmıyor. Geceleri erkek aramaya da çıkmıyor, parlak kıyafetlerini giymiyor, kendi ölümüne yavaş yavaş alışıyor, bir de hastalardan çıkan kokuya. Her şeyin öncesinde salon sekizde kapıları kapatıyormuş, pek tekin olmayan bir muhitte kadın kıyafetleriyle dolaşmak zor olduğu için anlatıcı ve arkadaşları çantalarını yanlarında taşıyıp uygun bir yerde travesti kıyafetlerini giyerek müşteri bekliyorlarmış, sabaha karşı uyuyorlarmış ve çok para kazanamasalar da eğleniyorlarmış. Güzel bir yaşam. Anlatıcı salonu güzelleştirmek için yapılabilecek şeyleri bu sırada düşünmeye başlamış. "Aradığım şey müşterilerin kendileriyle ilgilenilirken berrak suyun altındaymış gibi hissedeceği ve yüzeye çıktıklarında gençleşmiş ve güzelleşmiş olacakları bir ortamdı." (s. 23) Ölüm Evi'ndeki hastaları tanımayacak noktaya gelmek anlatıcı için çok ağır bir yük. Bazı hastalarının hikâyelerini anlattığı bölümlerde umursamazlıkla birlikte acı da görülebilir. İnsanların isimlerini, yüzlerini hatırlamayacak kadar çok ölüm gördüğü için derinlerinde bir yer taşlaşmış, sadece ölümü hatırlıyor ve biliyor. Koyu bir umutsuzluk. Genç adamlar "telef oluyor", balıklarla birlikte. Artık kimin insan kimin balık olduğunu ayırt edemeyecek bir noktaya geliyor anlatıcı, her gün kaskatı kesilmiş balıklarla insanların aynı yere gittiklerini düşünüyor mu bilmem, ulaşılamayacak kadar derinlerde bir yerde yüzdüklerini düşünüyordur belki. Birlikte eğlenmeye çıktığı arkadaşları da öldükten sonra sığındığı düşüncelerinde, anılarında huzur bulmaya çalışıyor ve geçmişini hatırlıyor yavaş yavaş. Ailesi pek kayda değer değil, on altı yaşındayken evden ayrılıyor ve hamisini buluyor, adam iyi bir pezevenk ve anlatıcıya para biriktirmesini, gençliğinin sonsuza kadar sürmeyeceğini söylüyor. Biriken para altı yıl sonra güzellik salonuna dönüşüyor, sonra ilk hastayı kabul etme zamanları hatırlanıyor, ilk hastanın hayata döndürülmesi için yapılan harcamalar, verilen uğraşlar hatırlanıyor. Bir de mahallelinin salonu bastığı zaman var, aksiyonun zirve yaptığı an. Ölüm saçan bu yerden kurtulmak için toplanan öfkeli kalabalık dükkanı yerle bir edecekken anlatıcı sıvışıyor, polise gidiyor ve ekipleri mekana getirmeyi başarıyor, sonuçta salon kurtuluyor ve insanlar oradan uzak duruyorlar ama çok beklemeleri gerekmiyor zaten, içeride yaşayacak pek kimse kalmıyor. Hastalardan başka kimse yok zaten, anlatıcı gecenin bir körü içeri girmeye çalışan sevgilileri kapı dışarı ediyor. Sadece hastalar. Sadece balıklar. Sırf ölüm.

Anneden gelen bir mektup, kanser sonucu kısa süre sonra sona erecek bir yaşamın acı haberini veriyor ama anlatıcı cevap yazmıyor, o da ölümü beklemekte. Geçmişin ihtişamıyla dolu bir ölü olarak bulunmak istiyor, parlak kıyafetlerini giyiyor sona doğru. Vedaya hazır. Akvaryumları dağıttıktan, günlük işlerini yaptıktan sonra yapacak bir işi kalmıyor. Burada bırakıyoruz onu, hikâye sona varıyor. Bir bakıyorum, olaylardan ve insanlardan ibaret parçalar, ölümü bekleyen insanların psikolojileri kırık bir camın parçaları gibi bir araya geliyor, anlatıyı oluşturuyor. Cinselliğin uyandırdığı doyumsuzluğu, renkleri ve yaşamın ta kendisiyken ölümle ilişkilenmesini görüyorum. Bir insanın ağır yürüyüşünü de görüyorum, hikâyesine kendi eliyle nokta koymasını.

Bellatin'in okuduğum ikinci metni bu, Türkçedeki ilk metni.

Ek: Bellatin Facebook'unda paylaşmış bunu:



Bir de bugün Çelik'e sardım ben, doksanlı yılların ortasındaki velet oldum. Ne dinlerdim valla, bir şarkısını koyayım buraya.

26 Nisan 2019 Cuma

Mario Bellatin - Kahraman Köpekler

Bellatin Perulu, Meksika'da doğuyor, dört yaşındayken ailesiyle birlikte Peru'ya dönüp teoloji okuyor, sonrasında Küba'da senaryo yazarlığı okuyor. Metinleri deneysel edebiyatın müstesna eserleri olarak görülüyor. Böyle. Ne yapmaya çalıştığına odaklanıyorum bundan sonra. Öncelikle köpeklerin varlığını unutmamalıyız, otuz adet Belçika Malinois çoban köpeği var metinde, saldırgan hayvanlar bunlar. Novellayı oluşturan parçaların kısalığında ve anlatımın alengirsizliğinde bu köpeklerin doğurduğu korkunun izlerini aramaya niyetleniyorum ve buluyorum, zira ben köpeklerden nispeten korkan bir okurum, çocukken mahallede az kovalanmadım, bu yüzden metni de kovalanıyormuş gibi okudum. Tuttu; parçalar bütünleşti, Latin Amerika'nın geleceğini -metnin en başında böyle söyleniyor- karakterler ve köpekler üzerinden kurabildim. Simgelerin izine düşersek yorumlar üretiriz, despotizmle halk arasındaki denge unsurunu sağlayan aracı için üzülürüz veya bambaşka şeyler çıkarırız, okura kalıyor artık. Şöyle ki havalimanının yakınlarında bir adam yaşıyor, hareketsiz. Hareket etmesinin engellendiği söyleniyor, nasıl engellendiği söylenmiyor. Adam ülkenin en iyi Belçika Malinois çoban köpeği eğitmenlerinden biri olarak kabul ediliyor. Hareketsiz olduğu halde nasıl böyle kabul ediliyor, farklı etkenleri devreyi sokup köpekleri maniple ederek. Bu köpekler korkunç. Boğaza atılmaya ayarlılar ve bir ısırışta popo mopo bırakmıyorlar. Evde anne ve kız kardeş de yaşıyor, başka bir katta durmadan naylon poşetleri düzenliyorlar. Neden düzenlediklerini bilmiyorlar ama yapıyorlar bu işi, belki adamla ve köpeklerle daha az muhatap olmak için. Adamın konuşması neredeyse anlaşılmaz, hareketsiz olmakla geri zekalı olmanın farklı şeyler olduğunu söyleyip duruyor. Evin ön cephesindeki köpekler kafeslerinde olsalar bile son derece korkutucular, kimseyi yaklaştırmıyorlar. Bir de hemşire-eğitmen var, bu genç adamın yaptığı işi kimse tam olarak bilmiyor. Hemşirelik ve eğitmenlik yapıyor işte. Adamın yatağını bazı geceler paylaştığını öğreniyoruz, hareketsiz adamın bacağındaki ağrı dayanılmaz olduğu gecelerde. Odanın duvarları yeşile boyalı, bir de avcı kuşla birkaç papağan var odada, genelde kafeslerinde duruyor onlar da. Avcı kuş için fare satın alınıyor ve kurban ediliyor, kuş da göklerin yırtıcısı olarak yerin yırtıcılarından uzak durmaya çalışıyor, köpeklerin korkunç olduğunu söylemiş miydim? Köpekler çok korkunç. Kahramanlıkları nereden geliyor, bilmiyoruz.

Hareketsiz adamın bir albümü var, köpeklerinin en iyi türlerinin olduğu albüme bakıp eğitimi sürdürüyor. Aptal olanın köpek değil, sahip olduğunu ekliyor ve kahkahalara boğuluyor. Neler oluyor? Bu duygu metin boyunca varlığını sürdürüyor, bu evin içinde olanlardan -pek bir şey de olmuyor gerçi- başka bir şey bilemeyeceğiz. Ziyaretçiler geliyor bazen, sadece aynı tür köpeklerin yetiştiricileri. Hareketsiz adamın bir gözdesi var; Annubis. Başka her köpeği gözden çıkarabilir ama Annubis zirve noktası, genetik ilerlemede son nokta. Hemşire-eğitmen, gelen ziyaretçilere sıradan bir köpeğin hareketsiz adamı çoktan yemiş olacağını söyler, dolayısıyla köpeklerin özel olduğunu, adamın daha da özel olduğunu anlarız. Hemşire-eğitmen, adamın hareketsizliğiyle köpekleri nasıl eğittiğini merak eder, eğitim için kullanıldığının farkında değildir. Kendisinden önce birkaç hemşire-eğitmen çalışmıştır ama onların varlığından haberdar olup olmadığını bilmeyiz yine, duvardaki Latin Amerika haritasına bakıp kıtanın geleceği hakkında düşünüp düşünmediğini de bilmeyiz, ziyaretçiler düşünür ama. Hareketsiz adamın düşündüğü tek şey bu değildir, bir uzay gemisine kaç tane köpeğin resminin sığabileceğini de düşünür, bunu araştırmak arzusundadır. Neler oluyor? Hareketsiz adam, hemşire-eğitmenden Annubis'le delicesine oynamasını ister. Oyundan sonra hemşire-eğitmen odadan dışarı çıkar, tekrar çağrılır, içeri girdiği zaman Annubis hızla üzerine atılır ama hareketsiz adamın tek bir direktifiyle sakinleşir. Gecikme durumunda boğazının parçalanacağını bilir eğitmen, yine de böylesi bir eğitime şahit olduğu için memnunmuş gibi gözükür. Yaşamı bir başkasının elindedir, kurtulduğu için adama minnet duyar ama tehlikeyi yaratan adamın kendisidir zaten. Biraz düşünmek lazım bunu.

Adam Bilgi Merkezi'ni arayıp uzay gemisi ve resimler konulu sorularına başlar, karşı taraf iletişime son verene kadar. Bilgi Merkezi'nden aranmayı bekleyerek uyur adam, beklediği telefon bir türlü gelmez, bu sırada anne ve kız kardeş naylon poşetleri ayırıp dizmekte, sonra tekrar ayırıp dizmektedir. Hareketsiz adam kişisel hayat hikâyesini uydurmuştur, inşa etmiştir, her şey kendi düzeninde ilerlemektedir. Bu bölümden sonra aile hakkında daha çok bilgi sahibi oluruz, yirmi yıl birbirlerinden ayrı tutulduklarını ve farklı tesislerde barındıklarını öğreniriz. Kahraman köpeklerle ilgili bir hikâye yazmak isteyen çocukla tanışan hareketsiz adam -o zamanlar adamlığı ve hareketsizliği tartışmalı- sonrasında o çocuğun yerinde olmak ister, meseleyi açıklayıcı pek bir olay olmaz sonrasında. Aslında "olan" pek bir şey yoktur, bir durumun tasvirleriyle karşılaşıp dururuz. Ailenin geçinmesi için gerekli olan paranın nereden geldiği de meçhuldür, ara sıra köpeklerin satıldığını öğreniriz, belki buradan.

Her sayfada bir bölüm olmak üzere bayağı bir bölümden oluşmaktadır bu metin. Anlık bir korkunun sayfalara yayılmasının metaforu gibidir, eğitmenin bu deliler arasında her şeyle uyum sağlaması sanırım köpeklerden daha korkunçtur, her koşulda hayatta kalmaya çabalayan insanların mücadelelerine saygı duyulabilir ama dönüştükleri şeyler, eh, insanlıktan çok uzağa düşebilir. Hareketsiz adam, adamın annesi ve kız kardeşi de düşünülünce metindeki en normal canlıların köpekler olduğu düşünülebilir, onlar doğalarına göre hareket etmektedir. Kuşlar da. Kuşlar pekiyi.

Böyle. Kısa, ilginç.

25 Nisan 2019 Perşembe

Alejandro Jodorowsky - Bir Kuşun En İyi Öttüğü Yer

Jodorowsky'nin otobiyografik filmlerinden annesiyle babasını biliyoruz, annesinin muazzam bir sesi var, biraz irice bir kadın ve babadan uzun. Babası otoriter, sonrasında yola gelmeye hafiften meyilli de olsa başlarda ıstırap olan bir adam. Gerçeküstü bir dünya, gündelik olaylar çocuğun sihirli dünyasında çeşit çeşit harikaya dönüşüyor, çok hoş. Acılar da aynı ölçüde sihirli, şiddeti artıyor böylece. Bu dünya olabildiğince fantastik olsaydı nasıl olurdu, bu filmlerdeki gibi. Güzellik burada sona ermiyor, Jodorowsky ailesinin hikâyesini de yazmış, en az filmleri kadar uçuk bir şekilde üstelik. Bir de şimdi gecenin köründeyiz, bu vakitler benim için kör vakitler. Yarın çalışmıyorum, dersim yok. Düzelti işlerini bitirdim, bisikletle Kartal'a gidip geldim, bitirmeye çalıştığım öyküyü bitiremedim, tam bu metin hakkında birtakım atıp tutmalarda bulunmalık zaman yani, çok keyifli. Metin de Latin Amerika'nın sürreal atmosferini hayli hayli içerdiğinden bence tam gecelik. Jodorowsky gece okunmalı, sessizliğin içinde. Kuşun ötüşünü duyunuz. Epigrafta Cocteau'dan bir söz, kuşun en iyi kendi soyağacında öttüğüne dair. Sonrasında Önsöz, Jodorowsky'den. "Bu kitap -eğer başarıyla yazılmışsa- bir roman olmanın yanında okurlarına kendi aile anılarını bir kahraman destanına dönüştürmek için örnek olmayı da amaçlar." (s. 9) Yola aileden çıkmak isteyenler için güzel bir rehber, bunun dışında metindeki tüm karakterlerin, yerlerin ve olayların gerçek olduğunu söylüyor yazar, dönüştürülmüş ve destansılaştırılmış bir şekilde. Soyağacımızın varlığımızı sınırlandıran ve zenginleştiren yanları olduğunu da söylüyor, çatışmalar genellikle ailenin uyumsuz üyelerinin birbiriyle çekişmelerinden doğuyor ama acıların asıl kaynağı dünya. Yurtlarından edilen Yahudiler, zorunlu göç, yeni dünyada karşılaşılan yeni güçlükler, sanki her şey aileleri parçalamak için düzenlenmiş bir tuzak. Ayrılma ve kavuşma noktaları her şeyin olurluğunun basit yapısına sahip, her şey sadece oluyor ve geçiyor, yas tutuluyor ve geçiyor, mutluluklar geçiyor, kendi doğumuna kadar hemen her şeyi, bütün fantastik olayları son derece doğal bir şekilde anlatıyor Jodorowsky, kendi dünya görüşünün temelini kullanıyor. Yaşam başlı başına büyülü bir şey, tarot ve fal bu büyüyü açımlamaktan başka bir şey yapmıyor. Psikobüyüye bu metinde de rastlamak mümkün, karakterlerin destansı anlatıları bu performans ve sağaltım edimiyle biçimleniyor biraz, kartlara ve diğer "zaman okuma" biçimlerine de yer yer rastlıyoruz. Aralarda verilmiş, "şimdi"nin sonsuzluğundan bir parçayla karşılaşıyoruz ve anlatıya kapılır kapılmaz her şeyi -okur olarak- normalleştiriyoruz.

Toplamda beş bölüm, ikincisi Babamın Kökleri. Aile ağacı verilmiş, üç kuşağın üçüncüsünde anlatıcının babası olan Jaime'yi görüyoruz. Babaanne Teresa Groismann, dede Alejandro Jodorowsky. Ukrayna'dalar, Dniepér Nehri taşınca evlatlarından José'yi kaybediyor, Tanrı'ya demediğini bırakmıyor, inanan Yahudilere de kallavi küfürler savuruyor. Dinle bağlantısı kopuyor böylece, eşi Alejandro'nun dinden başka bir şeyi olmadığı için aralarındaki ilişkinin gerilmesi bu döneme denk geliyor. Sonradan öğreniyoruz ki görev icabı evlenmişler, birbirlerini sevmeden. Beş çocuk yapmışlar, biri daha en başta sele kapılıyor. Alejandro Aradünya denen bir yerde dini vecibelerini yerine getirirken Rene'yle tanışıyor, ilahi bir ruh Rene ve Alejandro'nun ruhunun bir parçası haline geliyor, Tevrat'ı ve Talmud'u ezbere bildiği için adamın beyninde Tanrı'nın sözleri dönüp duruyor. Rene kriz anlarında çıkış yolunu gösteren bir role de bürünüyor ama her zaman en doğru yolu gösterdiğini söyleyemeyiz, yine de elinden geleni yapıyor. Nesiller boyunca varlığını sürdürüyor sonrasında, önce oğlan Jaime'ye geçiyor, oradan da bizim Alejandro'ya. Neyse, bir süre sonra Odesa'ya taşınıyorlar ve baba tarafının ailesini tanıyoruz, akrabalar orada. Saymıyorum, çok insan var. İnsanların yanında yerel inanışlar ve birtakım mucizeler de var, soğuk toprakların adetleri oldukça ilgi çekici. Doğum yapan bir kadından ölümün haberi olmasın diye kat kat çarşaflara sarınma işi mesela. Teresa'nın ablasıyla babası arasındaki ilişki buna dahil değil, ensestin o topraklarda -çoğu yerde olduğu gibi- kabul görmediğini bir mektuptan öğreniyoruz. Teresa, Alejandro ve dört çocuk birlikte hayatta kalmaya çalışıyorlar, sonra Teresa pirelerle birtakım cambazlıklar yapabileceğini düşünüyor, sirk numaraları hazırlıyor, bu şekilde para kazanıyor. Bu sırada Alejandro orduya katılıyor, çizmeciliği öğreniyor. Babasından kalan parayı da alıp doğruca Polonya'ya gidiyorlar, zira 19. yüzyılın sonlarında başlayan Yahudi soykırımı Odesa'yı yaşanmaz bir yer haline getiriyor. Babamın Özyaşamöyküsü'nde o dönemlere ait dehşet dolu anılar okunabilir. Neyse, dünyanın öbür ucuna gitmeye niyetleniyorlar, yeni dünyalara. Dolandırılıyorlar falan, bir sürü iş geliyor başlarına. Yahudi diasporası etkin bir şekilde çalışıyor ama göç dalgasına hazırlıklı olduklarını söylemek mümkün değil. Şili'ye gidiyorlar.

Annemin Kökleri bölümü. Anneanne Jashe Litvanya'da yaşıyor ve Teresa'nın olayının tersi gerçekleşmiş; Tanrı ve cemaat kendisine kızgın. Aşık olduğu goyla evleniyor, kendini bitirmiş oluyor böylece. Eşinin adı da Alejandro, iki dedesinin adını almış anlatıcı Alejandro. İspanya'dan gelen atalardan miras. 1492'de Katolik İsabel Cadısı'ndan kaçıyorlar ve Avrupa'nın içlerine yayılıyorlar, sıcak topraklardan geriye kalan tek bir isim oluyor. Dede aslan terbiyecisi, hayvanlarla arası çok iyi. İspanya'ya yolculuk ediyorlar, gezici bir ekipteler. Tarottur, karttır, anne tarafından geldiğini öğreniyoruz Alejandro'ya. Bu kartlar kaderlerinin okunmasında anlatı boyunca yardımcı olacak, o yüzden çekilen kartlara dikkat ediyoruz, tek bir ayrıntıyı bile kaçırmıyoruz. Neyse, bir gemiye yerleşip yeni dünyalara doğru yola çıkıyor onlar da, yanlarında aslanlar. Geminin sahiplerinin köle tacirleri oldukları anlaşılıyor bir süre sonra, bütün yolcular kendilerini zincirlenmiş bir halde buluyorlar. Kadınlara tecavüz ediliyor, erkeklerin kelleleri uçuruluyor, bir dünya şey. Jodorowsky'nin son derece sansürsüz bir anlatıcı olduğunu söylemeliyim; cinayetler fışkıran kanlarla, kopan damarlarla ve kırılan kemiklerle süsleniyor, tecavüz anları en ince detaylarına kadar anlatılıyor, aynı şekilde cinsel ilişkiler de mecazi anlatımlar da dahil olmak üzere bütün coşkusuyla birlikte, adım adım betimleniyor. Neyse, ailenin üyeleri transa girip pek çok hastayı tedavi ediyor, büyülü işler yapıyor ve sonuçta kurtuluyorlar. Atalarının Moskova'da ve civar bölgelerde yaptıkları işler de anlatılıyor, Napolyon'un Rusya'yı basması sırasında canlarını kurtarmak için çevirdikleri alengirli işler, Kabala'nın gücünü kullanış biçimleri, şehrin cayır cayır yanması gibi pek çok detay var, bir nevi romanlaşmış bir tarih de anlatılıyor.

En Uzak Ülke. Kıta yeni ama eskisindeki bütün baskılar, yoksulluk olduğu gibi devam ediyor, yeni dünyanın sunduğu az şey de önceden gelenler tarafından kapılmış. İki aileden biri Şili'ye, diğeri Arjantin'e yerleşiyor ve önceki hayatlarını hatırlayıp artık yenisini başlatmak isteyen anlatıcının dediği üzere bir araya getirilmeleri için çokça çalışmak gerekiyor, neyse ki en sonunda anneyle babanın bir araya gelebileceği şartlar sağlanmış oluyor ama yaşamları kaç kez tehlikeye giriyor, saymak mümkün değil. Askeri darbeler, diktatörlerin saçtıkları dehşet, patlayan bombalar, taranan işçiler, Lenin'in dünyasını görüp hiçbir şeyin düzelmeyeceğini anlayan komünist liderlerin umutsuzluğu, ölümcül olan ne varsa bir bir yaşanıyor ve karakterler başlarına gelenleri soğukkanlılıkla karşılayıp ölüyorlar ya da budanmış olarak yaşamlarını sürdürüyorlar. En sonda geriye birkaç kişi kalıyor ki içlerinden ikisini söyledim. Jodorowsky doğuyor, yaşamın sihrini son bir kez hatırlatarak. Metnin sona erdiği nokta.

Márquez'in metinlerini sevenler Jodorowsky'yi de severler, nesiller boyunca süren destansı olaylar, yaşam mücadeleleri, otuz iki kısım tekmili birden. Bu adamı hayal gücünün zirvelerinden birine koyuyorum ben, çok yaşasın. Bir de yine Elliott Smith'e sardım ben, uyumadan iki doz aldım.


24 Nisan 2019 Çarşamba

Steven Hall - Köpekbalığı Metinleri

Biçimsel oyunlara boğulmak için birebir. Yapraklar Evi kadar uçuk değil ama yine de uçuk. Kağıt İnsanlar kadar karakter odaklı değil ama karakterler gizemi sürdürebilecek kadar aklı başında, yazarın dokunuşlarına gerek kalmayacak kadar otonom, bu açıdan çok başarılı bir kurulum gerçekleşmiş, hikâye de tipik bir postmodern belirsizlik taşıdığından bir sonraki adımı tahmin etmeye cüret edebiliyor okur, yazarın kesin çizgilerle kurmadığı bir anlatının parçalarından biri olabiliyor. Kapakta Rorschach testindeki desenlerden var, belki de bunu imliyordur, okur ne görmek istiyorsa onu görsün, gizemi çözdüğünü düşünsün ama çözemesin, aslında her şeyin rüya olup olmadığını düşünsün, belli bir doğrultu tutturulmasın, ne şiş yansın ne kebap, aşk arayan aşk bulsun, macera arayan köpekbalığından kaçmaca sırasında keyif alsın, herkese ve her keseye bir anlatı olsun. İyi valla. Deli bir metin kısaca, her şey yüzüyor, karakterlerin kimlikleri konusunda kuşkuya düşüyoruz, ölümün ne olduğu konusunda da kuşkuya düşüyoruz, üzerine düşünmemiz lazım. Her şey ölümün bir metaforu olabilir, olmayabilir, iç içe geçmiş anlatılardan çıkarabileceğimiz çok şey var. Sakatlık Eric Sanderson'ın, anlatıcının ta kendisinden başlıyor. Kendine geldiği odayı bilmiyor, sadece nefes almaya odaklanıyor ve duyularına yavaş yavaş kavuştuktan sonra aynanın karşısına geçiyor ve yirmilerinin sonunda, yorgun, solgun bir adam görüyor. Dudakları istemsizce hareket ediyor, kendi adının harflerini oluşturuyor. Hiçbir şey hatırlamıyor, kim olduğuna dair hiçbir şey bilmiyor. Bir profesyonelden yardım almaya karar veriyor, psikoloğa gidiyor ve bir yabancıdan kişiliğinin parçalarını bir araya getirmesini umuyor. "Füg" diyor psikolog, travmaya bağlı ani çözülme. Fiziksel olarak bir problem yok ama ölümün yol açtığı bir kayıp var, psikolog Eric'e kız arkadaşının hayatını kaybettiğini, o zamandan sonra yavaştan kafayı sıyırdığını söylüyor. Clio Aames, hukuk fakültesinde okuyan bir kız, Eric'le birbirlerini gerçekten çok seviyorlar, anlatı açıldıkça ortaya çıkacak bu. Hatta sevgilerinin derecesini de anlayacağız, sevgide bir son noktanın olmadığını göreceğiz. Neyse, psikolog Eric'e bir anma gecesi düzenlediğini, cenazede yer aldığını söylüyor. Üç yıl önce olmuş bunlar, psikolog her şeyden haberdar, Eric'le ilk kez görüşmediklerini anlıyoruz. Eric kendine gelir gelmez yakınlarında kendisine bırakılmış bir zarf buluyor. Mektup, telefon ve kroki. Mektup, Eric'e ne yapacağını söylüyor. Araba anahtarı tamam, Doktor -psikolog- Randle tamam. Mektup İlk Eric Sanderson'dan. İlk füg değil bu yaşanan, öncesinde Eric yine kendisini sıfırlanmış bir halde bulmuş. İlkinin direktiflerine uymak zorunda, kendisi on birinci Eric. On bir. Hatırlamadığı tek bir olay, Clio'yla çıktıkları Yunanistan tatili varken bu karanlık nokta bütün yaşama yayılıyor ve Eric'i amnezi tedavisi görürken yakalıyor, böylece her şeyi baştan anımsamak zorunda kalıyor Eric. Psikologdan bir uyarı da alıyor, daha önceki gibi kendi kendine, sonraki kendi için yazdığı mektupları umursamayacak, hatta okumayacak. Tedavisi için bu çok önemli, kendisini dinlememesi gerek. Tam bir teslimiyet isteniyor kendisinden, oysa "kendisi" diye bir şey olmadığı için umursamaya meyilli değil pek.

Metin pek çok bölümden oluşuyor ve bazı bölümler tamamen grafik/görsel(?) parçalardan oluşurken bazıları bu şekilde başlıyor. Örneğin ikinci bölümün başında sayfaya rastgele dağıtılmış harfler var, bazıları anlamlı bütünler oluşturuyor. Rüya imi. Güzel fikir. Eric uyanıyor ve kendi evinde olmadığını fark ediyor, Eric'in evinde. Henüz Eric'in kişiliğine kavuşmuş değil, belki de kavuşamayacak. Başkasının yaşamını sürdürmeye çalışıyormuş gibi, depersonalizasyonun dibine vurmuş durumda. Tek bir Eric olduğunu düşünüyor, geride bıraktığı bisküvilere baktığında bir başkası tarafından yenmediklerini düşünüyor. Çabalıyor kısacası. İkinci mektubu bulduğunda aklı iyice karışıyor, İlk Eric Doktor Randle'a güvenmemesi ve inanmaması gerektiğini söylüyor, geri gelmeyeceğini ve her şeyin ebediyen uçup gittiğini söylüyor. Direktiflerine devam ediyor, ikinci bir zarf var, üzerinde Ryan Mitchell yazıyor ve İlk Eric bu zarftaki bilgilerin hayat kurtarıcı olabileceğini söylüyor. Bizim Eric yazılanlara inanıp inanmayacağını bilemiyor, kimliği üzerine düşünmeye devam ediyor ve felsefeye kayıyor mevzu, Zenon paradokslarından Herakleitos'a zaman, mekan ve kişilik meseleleri inceleniyor. Örneğin kendi bedenini düşünüyor Eric, yedi yılda bir vücudun bütün hücreleri yenileniyorsa kişilik aynı kalabilir mi, aynı mıdır? Her şey buharlaşıyor ve katılaşıyor, Eric kendinden nasıl emin olabilir? Kedisi Ian dışında bildiği ve güvendiği pek bir şey yok, psikoloğa mektupları okuduğundan bahsetmiyor ve seansları sürdürüyor. Bir yandan Clio'yu ve Eric'i düşünüyor, Eric'in varlığını düşünüyor, sonra ampul kolisi geliyor, halının üzerinde gözlerini açtıktan yaklaşık on altı hafta sonra. Bir ara bölüm, köpekbalığıyla ilk karşılaşma. Sözcük uğultuları, dünyanın sözcüklerden ibaret bir görünümü, masa yerine masa formunda "MASA" yazısını görmek, Eric yavaş yavaş bu noktaya doğru geliyor ve köpekbalığının düşünsel temelleriyle karşılaşıyor. "Suyun altındaki gölge, insan ağındaki dördüncü dereceden kokuyu alır. Giderek yüzeye yükselen, kavisli bir imleyen; hızlı ve kararlı kara bir yüzgeç ideası, nesilden nesle aktarılabilir kültürel bilgi fışkırmasıyla birlikte aramızdaki mesafeyi bir hamlede aşar." (s. 47) Bildiğimiz köpekbalığı ama metafizik bir boyutun varlığı, zihinsel bir parçalanmaya yol açabilecek kadar tehlikeli. Koliden sadece köpekbalığının bilgisi değil, bir sürü defter ve video kaydı da çıkıyor. Ampul Fragmanı adlı bölümlerde Clio ve Eric var, tatildeler, kendilerine özgüler ve çok tatlı bir ilişkileri var. Her ilişkinin kendine has gariplikleri onların ilişkisinde de var. Bu bölümlere pek bulaşmayacağım, Eric'in nasıl bir sarsıntı geçirdiğini anladığımızı söyleyip geçeyim.

İşler iyice garipleşiyor, evden gelen sesler artıyor ve televizyon ekranında birtakım biçimler, sözcükler beliriyor. Koca bir O harfi, harfin etrafına dizilmiş bir sürü "göz" sözcüğü. Dikizleniyor Eric, köpekbalığı çok yakınında. Koliden çıkan mektupları okumaya başlayıp hayvan hakkında bilgi sahibi olmaya çalışıyor. Bir Ludovician, tamamen kavramsal bir balık cinsi. İnsan etkileşiminin akıntılarında ve sebep-sonuç ilişkilerinde dolanan bir varlık. Benlik algısıyla besleniyor, anılardan besleniyor, koliden çıkan diktafon ve besleme kablolarının yaratacağı kavramsal döngünün Ludovician'ı kendisinden uzak tutacağını söylüyor İlk Eric, balıktan kurtulmak için birtakım efsanelerin varlığından bahsediyor ama orijinal bir yol bulmak zorunda Bizim Eric. İş doksan sayfada çok ilginç bir yere geldi, kim olduğunu hatırlamayan bir adamdan anılarla beslenen bir köpekbalığına bu kadar sayfada geldik, metin 520 sayfa. Her şeyi anlatamayacağım, elektromanyetizmle metafiziği bağlayan bölümlerden entrikalı ilişkilere kadar pek çok şey var ama çok özet geçip bırakayım. Ampul metninin bir şifreyle yazıldığını söylüyor İlk Eric, metnin okunabilmesi için şifrenin ne olduğunu anlatıyor, grafikler verilmiş ki okur olarak gözümüzde canlandırmakla uğraşmayalım, direkt görüp köfteyi çakalım. İlk Eric -İE- devam ediyor, Ludovician'ı tebelleş edenin İE olduğunu öğreniyoruz, Clio'yu geri getirebilmek için Doktor Trey Fidorous adında bir adamı aramaya başlıyor. Adamın Clio'yu nasıl geri getireceğini bilmediğini söylüyor İE, burası biraz muallakta kalmış gibi gözükse de mesele sonradan anlaşılıyor. Neyse, adamın peşinde Hull'a, Manchester'a, Blackpool'a gidiyor, kütüphaneden altgeçitlere pek çok noktada dolanıyor ve Na-Mekân Keşif Heyeti'nden yardım istiyor. Aslında orada olmayan bir noktada Ludovician'ı bulup serbest bırakıyor. Mektupta bu bölümleri anlatırken anılarından parçalar geliyor aklına, balıktan bahsetmek bile bilincinin her köşesini aydınlatıyor, belki de sonsuza kadar yitirmeden önce son bir uyanış. Na-mekân hoş bir kavram, insanın biçimlediği alanların dışında kalan ve ya hiç umursanmayan ya da farkına bile varmadığımız karanlık bölgelerden oluşuyor. Bilinçle fiziksel dünya arasında bir bağlantı noktası oluşturuyor Hall, bunun üzerinden yok edici bir balıkla her şeyi temizlemeye çalışıyor ama fark etmek isteyen, umursayan insanlar balığa karşı koymak için uğraşıyor sonunda. Bizim Eric'in farklı bir gerçeklik boyutunda yaşadığını -yaşıyorsa- düşünmemiz için sebeplerimiz var, karşısına çıkan kadın Clio'yu oldukça andırsa da Clio değil, dünya bildiği dünyaya benzese de tam bir aynılık yok, zaten bilinen dünyada kavramlardan ve sözcüklerden oluşan bir köpekbalığının saldırısına uğramayız. Umarım.

Bir gazete kupürüyle bitiyor metin, Eric Sanderson'ın cesedinin bulunduğuna dair. Şaşırtmaca veya gerçek, artık emin değildim sona ulaştığım zaman. Kısacası, evet, oyun budur, kurmaca budur, ders gibi bir metindir bu. Sıkı okurlar ve bir şeyler yazanlar kaçırmamalı.

23 Nisan 2019 Salı

Michel Onfray - Filozofların Karnı

Filozofların yedikleri, içtikleri üzerinden felsefe devşirme çabası ilginç sonuçlar vermiş, yürümekle ilgili bir şeyler de yazmış olan Onfray bir tema etrafında düşünce dünyasına eğilme işini iyi yapıyor. Epigraf Ecce Homo'dan, Nietzsche'ye göre insanlığın selameti için Tanrıbilimci antikalıkların hepsinden daha önemli olan şey beslenme sorunuymuş. Vücudun girdisinin çıktısının hesabı bir açıdan, bunun içinde kültürel farkların etkisi, düşünürlerin yaşadıkları coğrafyaların sunduğu besinlerin niteliksel ayrımı düşünme biçimlerini de etkiliyor, Onfray sofralarla düşünceler arasında bağlantı kurmaya çalışıyor. "Diyetetik" diyor buna, yediğimiz şeyden ibaretsek o zaman sofraya gelen kanlı etlerden, masada ete yer bırakmayan çeşit çeşit yeşillikten okunabilecek bir şeyler var. Yazar bu okumayı yapıyor işte, metinlerde kafa patlatılan meselelerin beslenme alışkanlıklarıyla ilgili olduğunu gösteriyor ama pek derinleştirmeden yapıyor bunu, birkaç örnek üzerinden gidip genel bir yargıya varmadan durumu ortaya koyuyor. Yirmi sekiz yaşındayken kalp krizi geçirmesinin etkisi var bunda, hatta, "jandarma kılıklı kadın" dediği diyetisyenine hazcılık dersi vermeyi amaçladığını söylüyor bu metinle. Öncesinde maşallah bir sağlam yemiş, kalbi alkol ve tereyağı havuzunda yüzer hale gelmiş beyefendinin. Hemen House M.D.'ye gidiyor kafam, bir bölümünde aşırı kiloları yüzünden ölmek üzere olan bir adamı kurtarmaya çalışıyorlardı. Adam hazcılığını sonuna kadar yaşamak istediğini, istediği kadar yemeye devam edeceğini söylüyordu, bizimkilerin eli kolu bağlanıyordu falan. Onfray de benzer bir hikâye anlatıyor; gençliği pek de iyi şartlarda geçmemiş ve yatılı okulla birlikte içmeye başlamış, sonrasında para kazanmaya başlayınca da yemeye. İnsanın kıtlıktan çıkar gibi yediği bir dönem oluyor, ben de Zonguldak'a ilk gittiğimde hayvan gibi yemeye başlamıştım. Okuldan çıkıyordum, akşama dizilerim hazırdı, cipslerle tatlılara maaşı önemli derecede sarsacak bir meblağ ayırıp evde keyif yapıyordum. Tam hayvanlık. Evime gidene kadar beş dakika yokuş çıkmam gerekiyordu, o yokuşla yediğim fazlalıkları attığımı düşünüyordum falan, haha. Bok. 125 kiloyu gördüm öyle, 75'e düşene kadar imanım gevredi sonra. Şu an imansızım ama bu meseleyle ilgisi yok, çok daha önceden oldu bu. Neyse, "Otuzbirci, osuruklu ve yamyam Diogenes" ile başlıyoruz. Ben bu Diogenes ve şürekasını pek severim, Köpeklerin Bilgeliği nam metinde kendilerine dair pek müthiş şeylere rastlayabilirsiniz. Sokratik dünyanın kılçıkları, canlarım benim. Kinik beslenme nihilizminden gelecekçi mutfak devrimine kadar pek çok yol çıkıyor karşımıza, ilki bu kinik biraderlerin kursaklarından içeri tıktıkları besinler. Araya diğer filozofları da sıkıştırıyor Onfray, Descartes'ın yiyip içtiklerinden ve fikirlerinden yola çıkarak bol miktarda şarabın, kadının ve düellonun varlığından bahsediyor. Spinoza tereyağıyla hazırlanmış bir çorba ve bir testi bira ile geçirirmiş gününü, makineyi işler tutmak için makine gibi beslenmesi ve hatasız, makinemsi bir düşünce temeli oluşturması gerekiyormuş. Becermiş bunu. Gerçi bunu böyle söylemek doğru değil, bir bütün halinde ortaya çıkıyor bu yaşamlar, biz sadece beslenme noktasına odaklanıyoruz bir tek. Diyetetiğin paganizmin önemli bir koşulu olduğu söyleniyor. "Yiyecek, besin Tanrısız -ve tanrılarsız- bir yaşama sanatının maddeci ilkeleri haline gelir." (s. 25) Beslenme işi kendilik estetiğinin bir parçası olarak görülebilir, bunu en son Nietzsche'nin düşündüğünü söylüyor Onfray. Foucault'nun bunu bir öznellik sanatı haline getirdiğini söyleyerek de bitiriyor, şimdi kinikler. "Bizim iflah olmaz melankoli çağlarımız, olası tüm yanılsamalara kapılır oysa. Diogenes'in kinik estetiği, aydınlık istenci olarak bu karanlıkçı sapmanın panzehiridir." (s. 29) Diogenes bir fıçıda -amforaymış aslında, fıçı Galya icadıymış- yaşıyor ve pişmiş aşa işiyor açıkçası, Prometheus'u ve ateşi reddediyor, uygarlık göstergesi bunlar. Çiğ et yiyor, siyasal-dinsel koşullardan kaçabilmek için hayvanların beslenme düzeyine inmeye çalışıyor. Diogenes Laertios'un dediğine göre -güvenilirliği pek yüksek olmayan bir derleyici bu adam- insan eti yemeyi de uygun bulur Diogenes, nihilist bir toplumsal bakış açısına göre gayet makul bir istenç ama birçok anekdot onun zeytin ve yabani meyvelere insan budundan daha düşkün olduğunu gösteriyormuş. Toplayıcıymış kendisi, ne bulursa yiyor ve pınarlardan su içiyor. Hatta onun muydu şu kap hikâyesi, hiçbir şeye sahip olmamak isteyen birine su kabının ne iş olduğunu soruyor da adam kabı kırıyor falan, böyle bir şey vardı. İşin hazcı boyutuna bakarsak Diogenes yazdığı bir mektupta yediği onca şeyi bedenini eğitmek için değil, zevk aracı olarak gördüğü için yediğini söylüyor. Toplumun yerleşik kurallarına gülen bir adamın kalabalık bir yerde otuzbir çekmesini de garipsememeliyiz, ölümü için anlatılan ilginç senaryolarda da yine aşırılıklar var, namına değer bir şekilde ölmüş adam. Canım benim.

Rousseau'ya geliyoruz. "Filozofun, modernliği ve kendi çağını eleştirme saplantısına sahip olduğu, buna bağlı olarak da ancak mitik denebilecek, doğaya uygun yaşama yatkın olduğu bilinir." (s. 39) Doğanın bizi bilimden korumak istediğini düşünen Rousseau göçebelik ve yerleşiklik, doğanın doğası gibi konularda birtakım ileri geri düşünceleri üretirken yemeyi bilmemiz gerektiğini söylüyor. Basit ve kırsal ürünler tüketmeliyiz, en azından son derece az hazırlık gerektiren besinler bulmalıyız. Voltaire mantarlı hindi diyor, güvercin palazı eti diyor, Rousseau da süt ürünleri ve sebze diyor. Bu garip yemekleri merak ediyorum ben ya, örneğin portakallı ördek kuşkonmazı. Kuchko peynirli bizon muzu küşlemesi falan var ya, bu tür şeyler. İnsanlar neler yiyor ya(v). Rousseau davetlerin nasıl olması gerektiğine kadar kafa yormuş, herkes herkese hizmet edecek, herkes kardeş olacak. İtiraflar'da söyledikleri alınmış, bir köy ekmeği kadar güzel bir ikram düşünemiyormuş falan. Bu arada filozofların metinlerinden parçalar kırpılmış ve aralara serpiştirilmiş, diyetetik böyle oluşturuluyor. Beslenme tipinin insanın bir anlamda kaderi olduğunu söylüyor Rousseau, fazlasıyla ot ve sebze yedikleri için İtalyanların kadınsı olduğunu, ete gömüldükleri için İngilizlerin sert ve barbar olduğunu, esnek ve değişken Fransızların her türlü besini tükettiğini söylüyor. Yoğurdu övüyor, karma yemeklere karşı olduğunu belirtiyor, etin tadının insanın doğasına uygun olmadığını iddia ediyor, canilerin kan içtiğinden ve çiğ et yediğinden bahsediyor falan, Rousseau'nun beslenme kuramı oldukça kapsamlı. Spartalılara özgü olduğunu söylüyor Onfray, vazgeçişin, çilenin ve manastır kurallarının kuramı bu.

Kant. "Immanuel Kant, otuzu geçtiği bir dönemde, öteden beri müdavimi olduğu kahvehanelerden birinde o kadar çok içki içti ki dönüşte Königsberg, Magistergasse'deki evinin yolunu bulamadı." (s. 53) Her akşam bilardo ve kağıt oynayıp öğlenleri şarap içer, öğle yemeklerine dostlarını çağırır ve bu yemekler akşam saatlerine kadar uzar, çağıracak birilerini bulamayınca hizmetçilerine yoldan geçen birini yakalayıp sofraya oturtmalarını söyler. Asla bira içmez, biranın etkisini ağır ağır gösteren öldürücü bir zehir olduğunu düşünür. Basurun ölümüne yol açtığı düşünülüyor, sağlam yiyor Kant, aşkınlığı sofrasında görmekten hoşlanıyor. Tat alma deneyiminin tek başınalık ve öznellik taşıdığını düşünüyor, Gerçek, Doğru ya da Güzel için evrenselleştirilebilir yargıya izin veren duyuları yeğliyor ki tat alma bunların başında geliyor. Metinlerinde sanata pek yer vermediği söyleniyor, resimlere veya müziğe pek yer yok. Müzik sadece duyguları ifade ettiği için sallamazmış pek. "Sağır filozoflardan kendimizi sakınalım," diyor Onfray, hay yaşa. Kantçı sarhoşluktan girdiği bölümde metinlerden ve Königsberg sokaklarındaki yürüyüşlerden diyetetiği ortaya koyuyor; gözlem kendi bilgilerini tamamlamasını sağlıyor, bu yüzden saf ve pratik aklın doğrularının kendiliğinden, doğal bir bireşimden doğacağını düşündürüyor. Aşırılığa karşı çıkıyor, hazdan entelektüel ölçülere uygun biçimde yararlanmak için canavar gibi yememek ve içmemek gerektiğini söylüyor. Alkol de uyuşturucu gibi kendine hakim olmayı engellediği için Kant'ın "bağışlayıcılığı elden bırakmaksızın" incelediği bir mesele haline geliyor. Sonrasında yeme alışkanlıkları geliyor, Kant'ın midesinden çok çektiğini öğreniyoruz. "Onun yaşamöyküsünü kaleme alanların sadakat ve titizliği o derecede ki Kant'ın kabızlığı hakkındaki ayrıntıları bile biliyoruz. Freudcular buna sevinirlerdi: Kantçı etiğin oluşmasında büzük ve büzüğün rolü." (s. 62)

Marinetti'nin fütürist kurguları bu incelemenin en matrak ve okunası parçası ama girmiyorum oraya, hatta burada bırakıyorum, kalanlar: Fourier, Nietzsche, Marinetti ve Sartre. Sartre'ın deniz ürünlerinden duyduğu tiksintinin izlerini romanlarında ve diğer metinlerinde aramanın sonucu da kapsamlı bir bölüm çıkarmış ortaya, Simone de Beauvoir'nın Sartre hakkında söyledikleriyle birleşince ilginç bir Sartre portresi çıkıyor ortaya. Kısacası bu metin iyi, geçen yaz D&R'larda -yanlış hatırlamıyorsam- 5 TL'ye satılıyordu. Hatta aldığım günü çok iyi hatırlıyorum, bisiklete atlayıp önce sahilden Cevizli'ye kadar gidip sonra Maltepe Park'a çıkmıştım, Can'ın kelepire düşürdüğü kitaplardan iki koca torbayı doldurup gidonun iki yanına asarak eve dönmüştüm. Çok eğlenceliydi, yorgunluktan gebermiştim ama güneşin batışını falan izlemiştim, güzeldi. Bu yazın kelepirlerini merak ediyorum, yine çıkarım sefere. Genelde aynı ama başka AVM'lerde başka kitaplar olabiliyor, tek bir yere bakmamak lazım. Bir yerde biten kitap başka bir yerde oluyor falan. Üç beş yer gezmek lazım. Evet.

21 Nisan 2019 Pazar

Eduardo Galeano - Ve Günler Yürümeye Başladı

Bazı günlerin gerçekleri Galeano'nun diğer metinlerinde de var, örneğin katliam yapan askerleri küfürlerle kovan hayat kadınlarının hikâyesi, diğer kadınların hikâyelerinin çoğu Kadınlar nam Galeano metninde vardı. Güldeste gibi bir şey bu, yeni metinlerle birlikte eskilere de yer verilmiş ve yılın her bir gününe gerçeklerden biçimlendirilenler yerleştirilmiş. Epigrafta Mayaların bir deyişi var, günlerin yürümeye başlamasıyla birlikte insanları "yapmasına", günlerin çocukları, sorgulayıcılar ve yaşamı arayanlar olarak insanların doğmasına dair güzel bir deyiş, Mayalara göre yaradılış. Yaratıldık ve yürüyoruz, günlerle birlikte. Nereye, önce İsa'ya. Vatikan Roması tarafından icat edilen bu gün dünya çapında yılın ilk günü olarak kabul edilmiş durumda. İsa bundan aşağı yukarı 2019 yıl önce doğdu ve onun doğumu günleri başlattı, din belirledi ve evrensellik kazandırdı. Paralel bir evrende Hicri takvimin kullanıldığına şahit olabilirdik ama frekansımız farklı, paralel evren başka bir evrendir, oraya ulaşamayız. Bilinen fizik kanunlarına göre en azından. Neyse, "January" adı bile Roma tanrısından geliyor, Janus'tan. Batı kültürü yükünü çoktan bıraktı ve yerleşti, Dune'daki hikâyelerin anlattığı büyük bir değişim lazım ki bu köklü değerler sistemi değişsin. Şimdilik zor gibi gözüküyor. İkinci günde Müslüman İspanya düştü, 1492'de, aynı tarihte Amerika'nın fethi başladı ve sonrasında Müslümanların, Yahudilerin ve Hristiyanların kutsal metinleri bir bir yakıldı. Ateş ayırt etmeksizin her bir dini -sözde- cezalandırdı, inananları cehenneme yolladı. Geçtiğimiz yıllarda kiliselerin önüne etten duvar örüldüğünü gördük, Mısır'da birkaç aklı başında insan katliamları engellemek için küçücük de olsa bir umut ışığı sağladı ama nefret dalgası yeterince büyüdü, politikacılar çıkıp başka milletleri, dinleri, insanları aşağılamayı sürdürüyor. Korkunç. Clash diye bir film var, izlemediyseniz mutlaka izleyin. Mısır'daki olayları anlatıyor. Karşıt grupların tek bir polis aracına sıkıştırılmaları, insanların insan olduklarını hatırlamaları ve muazzam bir son, şahane bir film. Kısacası şu, yeterince kışkırtılmış bir topluluk doğruyu yanlıştan ayırt edemez hale geldiğinde orada merhamet bulmak mümkün değil.

Bazı hikâyelerin günlerle ilgisi yok, bazılarıysa doğrudan ilgili. Örneğin Newton'ın doğduğu günde Newton anlatılmış derken hemen ardından Nazım Hikmet'le karşılaşıyoruz. 2009'da vatandaşlığının geri verilmesiyle ilgili bir şey, tabii o bunu görmek için elli yıl daha yaşayamadı. Giderayak'tan bir bölüm paylaşmış Galeano, cuk oturmuş. Bu arada dünyanın büyük bir şairinin dizelerini çevirisiz, dolaysız okumanın ne kadar kıvanç verdiğini anlatamam, çok güzel bir duygu. Var oldun, daha da var ol Nazım Hikmet. Evet, çağlar öncesinin hikâyeleriyle birlikte günümüzün hikâyeleri de paylaşılmış, örneğin şu. Joshua Bell'i izleyemedim ve dinleyemedim, Zonguldak'ta yaşıyordum o sırada, bir dahaki gelişinde iki elim kanda olsa giderim. Dredg ve Blonde Redhead de aynı sebepten kaçtı. Dredg dağıldı üstelik, şansıma tüküreyim ya. Neyse, Bell metroda çalıyor ve insanlar gitmeleri gereken yerlere gidiyorlar, çok azı durup dinliyor. Washington Post ayarlamış bu metro olayını. "Güzellik için bir dakikanız var mı?" Pek yok, Tanrı'yı kurşunlamak için mahkeme düzenleyecek şevke sahip insanlar var onun yerine. Lunaçarski 1918'de devrimci coşkunun etkisiyle sanık sandalyesine İncil'i oturtuyor, İncil suçlu bulunuyor ve şfak vakti beş mitralyöz mermilerini gökyüzüne doğru boşaltıyor. Güneşe sıkan Adanalılarla bu arkadaşlar arasında bir bağ var.

Genellikle büyük insanların hemen ardından küçük ama dev insanlar geliyor, sırayla. Peygamberlerin ardından ismini hiç bilmediğimiz, adalet duygusuyla hareket edip katledilen insanların hikâyeleri anlatılıyor. James Watt'ın geliştirdiği buhar makinesinin dünyayı makineleştirmesi, köylüleri işçiye çevirmesinden hemen önce kutsal su meselesi var, Kutsal Engizisyon İspanya'da yıkanan insanlara Müslümanlık günahı işlemiş gözüyle bakarmış, kir Tanrı'dan geldiği için sökülüp atılmamalıymış falan, öyle bir hikâye var. Sonrasında Güegüence geliyor, Nikaragua'da sokak tiyatrosunun babası. "Kazanamayacaksan berabere bitir. Berabere bitiremiyorsan karışıklık çıkar" sözü ona aitmiş, iş yapıyor açıkçası. En son KHK felaketzedelerini insandan saymayacaklar diye korkuyorum, bizden yakın bir örnek. Bu saçma sapanlık içinde gerçek diye bellediğimiz şeye nafile tutunmaya çalışıyoruz ya, ironinin büyük bir parçası gibi geliyor bana. Ne aptallık. Kendiliğinden güzele sarılıyorum, başka hiçbir şeye inanamıyorum. Yeşim'i seviyorum, müzik mesela. Atahualpa Yupanqui'yi tanıştırdı Galeano, 31 Ocak'ta. "Hayatta üç kişi oldular: gitarı, atı ve o. Ya da, rüzgârı da sayarsak, dört." (s. 41) Şu şarkının güzelliği, bundan başka ne tür bir gerçek var, bilmiyorum. Şubat'a yeni gelebildik bu arada, atladığım sayısız hikâyenin önünde de sayısız hikâye var ama sadece işaretlediklerimi anlatıyorum. Violeta Parra'nın yaşamı. Yeni Şarkı'nın arkasındaki isimlerden biri, aşk acısı yüzünden gitarındaki deliğin bir eşini kendi vücudunda açıyor. Gitarla birbirlerini çağırıyorlar, yıllar boyunca ama gitarın son çağrısına cevap vermiyor Parra, başka bir gitara dönüşüyor. Çok hüzünlü.

Son bir şey, benim ben olduğuma dair. Karl ve Gudrun Lenkersdorf Almanya doğumlu iki profesör. 1973'te Meksika'ya gidiyorlar, Maya dünyasında bir Tojolabal kabilesine kendilerini takdim edip "öğrenmeye geldiklerini" söylüyorlar. Yerliler susuyorlar, sessizliğin sebebini içlerinden biri açıklıyor: "Biri bize bunu ilk kez söylüyor." İki adam orada yıllarca kalıyorlar, öğreniyorlar. Selamlaşmayı öğreniyorlar önce: "Ben diğer bir senim." "Sen diğer bir bensin." Sonlarda bir hikâye daha var, Attâr'dan alıntı. Kapı çalıyor, kimin geldiği soruluyor, gelen, "Benim," diyor, kapı açılmıyor. "Senin kim olduğunu tanımıyorum." Aynı şey tekrarlanıyor, kapı kapalı. Üçüncü kez, gelen, "Ben senim," diyor ve kapı açılıyor. Dün pek bir şey okumadım, özellikle bu iki hikâyeyi düşündüm.

İnsanlığın binlerce yılından, Lucy'den Bell'e 365 hikâye. Galeano'nun şahane bir konuşmasıyla bitiriyorum.

20 Nisan 2019 Cumartesi

Gerd Schneider & Heribert Schulmeyer - Şah Mat!

Satranç oynamayı bilmiyor musunuz? Bilseniz süper olurdu, oynardınız. Satranç oynamayı iyi bilmiyor musunuz? İyi bilmek zorunda değilsiniz, yine oynarsınız. Yenilmekten hoşlanmıyor musunuz? Yenilin, ben 3083 defa yenilmişim son bir yılda, hayat daha güzel. Çünkü insan yeniliyor, buna alışması lazım. Alacağım oyunu verdiğimde masayı yumrukladığım da oldu, rakibime tebrik mesajı yolladığım da oldu, yenilmek iyi. Yenince, eh, yeni oyuna kadar sevinebilirsiniz. Satranç defterini tek ve daimi bir galibiyetle kapayan var mıdır, bence yoktur. Oyun süper çünkü. İyi bir oyuncuyla oynamak iyi bir yazarın metinlerini okumak gibi; anlatıyı geriye sarıp kilit noktaları bulabileceğiniz gibi hamleleri de geriye sarabilirsiniz, kırılma noktaları açığa çıkar ve daha iyisini yapmaya çalışırsınız falan, satranç süper bir oyundur.

Schneider ve Schulmeyer ikilisi bir satranç ustasıyla birkaç ilkokul çocuğunu alıp onların üzerinden uygulamalı bir eğitim veriyorlar. Hikâyeli. Satrancın doğuşu, Pers diyarına yayılması, oradan Araplara ulaşması, oradan Avrupa'ya zıplaması derken güzel bir kurmaca yaratmışlar, tebrikler. Hatta arada Lüneburg Varyantı'nın esinlendiği gerçek olayı da gördüm, çok heyecanlandım. II. Dünya Savaşı sırasında toplama kampına kapatılan bir satranç oyuncusu, kampta terör estiren bir komutanın dikkatini çekiyor ve komutan genç adamdan hemen her gece kendisiyle satranç oynamasını istiyor. Oynuyorlar, adam Şehrazat'ın rolüne bürünüyor, canı için oynuyor. Tabii Maurensig hikâyeyi çok uçuk, muazzam bir hale getirmiş ama işin gerçeği bu. Başka sanatçıların da ismi geçiyor, metinleriyle birlikte. Zweig, Beckett, Dürrenmatt, Canetti, Nabokov gibi yazarlar metinlerinde satranca yer vermişler. İki yazar en tepeye Maurensig'in şahane romanını koymuşlar, gerçekten de satrancın doğrudan yer aldığı metinlerin en iyisi. Marcel Duchamp da her sanatçının bir satranç oyuncusu olmadığını ama her satranç oyuncusunun bir sanatçı olduğunu söylemiş. Kendisi de Fransız satranç milli takımının oyuncusuymuş zamanında, şaşırdım bunu okuyunca. Helal. Aralara serpiştirilmiş hikâyeler ve ilginç bilgiler de yer alıyor, ELO sistemi, büyük ustalar, küçük ustalar, bir sürü şey. Alman tarihinde satrancın yayılması ve önem kazanmasıyla ilgili genişçe bir bölüm var, o da ilgi çekici. Başka, korsanlar tarafından yaşamı için oynamaya zorlanan bir adamın hayatını kurtarması da hoş bir hikâye. Taşların isimlerinin ve şekillerinin değişimi, oyunun farklı coğrafyalarda başka kurallarla oynanması ve isminin toptan değişmesi yine ilginç.

Onca gırgırın, geyiğin yanında oyunla ilgili teknik bilgiler de can sıkmadan sokuşturulmuş araya. Temelden başlıyorlar, metnin alt başlığı zaten yeterince açıklayıcı. Taşlar, taşların değerleri, rok, pat, mat, açmaz, şu, bu, her şey var. "Geçerken alma" olayına gelince güldüm biraz, metinde de söylendiği gibi yılların satranç oyuncuları bu kuralı bilmeyebiliyormuş ki ben bunu geçen sene öğrendim açıkçası. Şöyle, diyelim ki piyonunuz tahtanın rakip tarafındaki yarısına kadar ilerledi. Rakibiniz de höyt diye bir yandaki sütundan iki kare açıverdi piyonu. Ne oldu, onun piyonuyla sizinki yan yana geldi. Evet, bu noktada rakibin piyonunu sanki bir kare gerideymiş gibi yiyebiliyoruz. "En passant" deniyormuş buna, ben bu mevzuyu bilmediğim için internetten oynarken rakibin hile yaptığını düşünüp içimden küfrederdim. Bir arkadaşım beni sığırlıkla itham edip kuralı söyledi, aynı şeyi ben yapmaya başladım, şimdi bana küfrediyorlar. Öğrenin arkadaş ya, kural var kural. Neyse, boğmaca matı, çoban matı, İskoç açılışı, Hint bilmem nesi derken iyice bir öğreniyorsunuz meseleyi. Tabii tamamen ezberden değil, yaratıcılıkla gitmeliyiz ki hem kalıplardan uzak duralım, hem de Bobby Fischer'ın şikayetçi olduğu camışlardan olmayalım. Sırf ezber değil bu oyun. Gerekirse çok aptalca gözüken, değişik bir hamle yapmalıyız ve ortaya çıkan karmaşadan keyif almalıyız. Kazanmak şart değil, kazanmak için oynamıyoruz. Kafamıza dayanmış bir silah yoksa.

Canım Morgenstern'den alıntı da yapmışlar, çok hoş.

"Şah, mağrur ve ağır başlı.
Önemli, ama her zaman kudretli değil."

Tabii, şah en hassas ve önemli taşımız. Onu korumalı, kollamalıyız. Oyunun başında zart diye ileri atmamalıyız, yoksa çatallanır, açmaza alınır, başına bir iş gelir. Gelmemeli, mümkünse rokla korumaya almalıyız. Tabii sadece şah yok, her taş için taktikler, planlar verilmiş. Örneğin filleri veriştik, atlar kaldı. Atlarla ilgili pek çok pozisyon, pek çok taktik verilmiş. Benim işime yaradı. Ben at severim, filden daha çok severim. Fil biraz "sniper" işi, kendini unutturup uzaklardan vurabilir, iyi ama benim için, eh, hoş değil. Zaten Diablo oynarken de barbarı alırdım hep, yakın dövüşü seviyorum ben. Atlar da yakından çat çat adamın canına okur valla. Tabii kolaylıkla açmaza alınırlar, dikkat etmek lazım. Kalelerle, piyon finalleriyle ilgili ayrı ayrı bölümler de var, hepsi iyi.

Metin iyi, çoluğunuz çocuğunuz varsa ve satranç oynasınlar istiyorsanız ellerine tutuşturun bu kitabı. Kendiniz de şöyle bir bakın. Lichess'te iki maç atarız. "ohayavv" adıyla oynuyorum, teklif atarsanız yaparız bir maç. Haydi bakalım.

Bir de, dün Gospodinov'a kitabımı verdim ve Hüznün Fiziği'ni imzalattım. Çok şeker bir adam, hayranlıkla dinledim ama kısa kestiler imza faslı için, hiç hoş olmadı. Ertuğ Uçar moderatördü, Gospodinov'dan bir tık daha az konuşmuş olabilir. Normalde yirmiye seksenmiş konuşma oranları ama kırka altmış falan oldu, dolayısıyla iyi olmadı. Yine de dünya gözüyle gördüm adamı, fotoğraf çektirdim falan. Çok güzeldi ya. Evet.

18 Nisan 2019 Perşembe

Zabel Yesayan - Son Kadeh

Başka bir şey anlatmam lazım önce. Aşağı yukarı üç buçuk yıl önce ilk kez dinlediğim bir şarkı var, çalmaya başlar başlamaz vurulmuştum. Çekirdek Sanat Evi'nin kayıtlarını ayıla bayıla dinlerdim ama Zeynep'i dinlememiştim hiç, rast gelmemiştim. O sıralarda askere gitmek üzereydim, kaygılıydım ve mutluydum. Sonuçta o yazı bu şarkıya denkledim, hatta askerdeyken sabaha karşı garaj nöbetlerinde defalarca dinledim. Askerlik bitti, döndüm ve Emre'yle şu şekilde yorumladık şarkıyı. Şarkının sahibinden izin almak gerekiyordu tabii, Zeynep'i araştırdım ama hakkında hiçbir şey bulamadım. Hiç. Aramayı bıraktım, çok oldu. Üç küsur yıldan sonra Soundcloud üzerinden bir mesaj geldi, Yüksek lisans tezini Çekirdek Sanat Evi üzerine yazan birinden. Zeynep'in izini bulmuş, yorumumuzu dinletmiş. Zeynep çok beğenmiş ve mutlu olmuş, süper. Mesajı atan kişi iletişime geçmek istiyorsak mail adresimizi ve telefonumuzu yazmamızı söylemiş, yazıp gönderdik. Bekliyoruz, çok heyecanlıyım ben. Şarkıyı canlı canlı çalıp söylesek ne güzel olurdu. Evet, bu kadar. Şimdi Zabel Yesayan'ın metni.

Yesayan 5 Şubat 1878'de Üsküdar'da doğmuş, 1895'te ilk edebi eseri yayımlanmış, "ümit vaat eden genç bir yazar" olduğu söylenmiş. 1890'ların ortalarında Ermeni katliamları sürerken babasının tavsiyesi üzerine diğer pek çok Ermeni gibi Fransa'ya gitmiş, Sorbonne'da edebiyat ve felsefe derslerini takip etmiş, üniversiteye giden ilk Ermeni kadın olmuş. Orada İstanbul doğumlu ressam Dikran Yesayan ile evlenmiş, iki çocuğu olmuş. 1902'de İstanbul'a dönmüşler, sonrasında Zabel Yesayan pek çok edebi eser kaleme almış ama burada geçinemeyip Paris'e geri dönmüşler, genç çiftin yeteneğinin bilinmediğini söyleyenler İstanbul Ermeni cemaatini eleştirmiş. Jöntürk Devrimi'yle birlikte İstanbul'a dönmüşler, sonra Yesayan Kilikya'daki Ermeni katliamının izlerini belirleyen aydın ve siyasilerin arasında yer almış. Jöntürklerin talimatlarıyla öldürülen Ermenilerden biri olmamak için kılık değiştirerek Bulgaristan'a kaçmış, oğluyla yıllar sonra buluşabilmiş. 1933'te önceden ziyaret ettiği Sovyet Ermenistanı'na yerleşmiş, 1937'de Stalin kovuşturmaları sırasında tutuklanmış ve 1942'de veya 1943'te bilinmeyen bir yerde ölmüş. Önsözden aktarıyorum, bunun yazarı belli değil ama muhtemelen çevirmen Mehmet Fatih Uslu yazmıştır. İkinci bölümde Yesayan'ın edebiyatıyla ilgili birtakım bilgiler yer alıyor, yazdığı metinler ve yaşamına dair detaylar bir arada verilmiş, Ermeni yazarların en büyüklerinden biri olduğu söylenmiş. Dönemin yazarlarından daha üstün, daha modern bir tekniği olduğunu söyleyebiliriz, romanın zirve yaptığı memleketlerden birinde yıllarca yaşamış olmasının etkisi.

Son Kadeh, kendisinin en iyi metinlerinden biri olarak görülüyor. Başlangıçta metnin uzaklardaki "sevgili bir dosta" ithaf edildiği söyleniyor. Uzaktan bile olsa fikirlerin ve duyguların bir olması için sarf edilen çabanın sebebi geçmişi canlandırmak, anımsamanın mutluluğuyla güzel zamanlara dönmek gibi gözüküyor. Metnin bir nevi mektup olduğunu söyleyebiliriz, iç dökmenin samimiyeti yer yer Lispector'unkini anımsatsa da öylesi bir derinlik yok. Zaten anlatıcı edebi bir eser yazmaya niyetlenmiyor, dostunun isteğiyle ruhunu tanıtmak istiyor ve bunun için farklı anlatım tekniklerine, alengirli anlatıya başvurmuyor. Zamanda yolculuk yaparak anılarını canlandırıyor ve geçmişini kuruyor, bu başlı başına bir teknik zaten, geçmiş her kuruluşunda bir anlatı biçimine kavuştuğundan anlatım biçimi de kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor. Işıldayan bir saadetin aydınlığını yakalamak için kaleme alınan metnin hüzünlü bir hikâyeyi sakladığını anlıyoruz, daha en başta. "Ben kalbimi ifade etmek istiyorum, saadetimin şarkısını söylemek istiyorum, ben sadece senin için yazıyorum, sevgilim..." (s. 19) Aileyle başlıyoruz, babasının şımartılmış ve biricik kız çocuğu olarak büyüyen anlatıcı, annesinin ölümünden ve kendi zayıf bünyesinin yol açtığı hastalıklardan ötürü sıkıntılı zamanlar geçirmeye başlayınca kendisini hayaller kurarak avutmaya başlıyor. Kayıp var yine, travmatik bir yokluk ortaya çıkar çıkmaz kişisel doldurma şekli geliştiriliyor ve hayat anlatıcıyı saf ve iyimser kılıyor. Adrine kendisini güzel bulmasa da erkekler etrafından eksik olmuyor, babası gülerek kızında şeytan tüyü olduğunu söylüyor. Mikayel çıkıyor sahneye, gerçek bir adam. Kendi fikirleri, duruşu, yargıları var ve kararlılığı sayesinde Adrine'nin yıllar süren inadını kırıyor. "O hakiki bir adamdı. Ancak kadınlar bilir ki, hakiki bir adam nadirattandır." (s. 26) Sonrasında insanların gizledikleri yönleri olduğunu, Mikayel'inse açık bir adam olduğunu söylüyor Adrine, adamı bu yüzden beğeniyor ama yanlış bir ölçüt kullanıyor bu noktada, evleneceği adamı düşünceleriyle tarttıktan sonra seçiyor, duygularıyla tartmadan. Dolayısıyla mutsuzluğa mahkum bir evlilik doğuyor böylece. Mikayel'in kendisini tutkuyla sevdiğini anlıyoruz satır aralarından, adam Adrine'nin drahomasını gayet akıllıca işletiyor ve parası olmasa dahi Adrine'yi yine seveceğini, sevgisinin samimi olduğunu söylüyor. Burası çok ince bir nokta, aslında bütün kırılma bir tarafın tutkusuz, diğer tarafın aşırı tutkulu olmasından doğuyor. Adrine, insanların belirli şartlarda belirli şekillerde hareket ettiklerini söylüyor, eleştirel bir tona sahip olduğu söylenebilir. Kendisini de eleştirmiş oluyor böylece, o da bahsettiği insanlardan biri haline geliyor, zaman içinde. Aslında aralardan çıkarılacak çok şey var ama yargılayıcı olmak da istemiyorum, sadece güvenilmez bir anlatıcıyla karşı karşıya olduğumuz ihtimalini hatırlatıyorum. Adrine'ye göre Mikayel'in kasvetli ve kederli ruhu uzlaşılabilir değil, dolayısıyla yıllarca birlikte yaşamışlar ve çocukları olmuş ama iki insan için gerekli olan en önemli şeyi bir türlü ortaya çıkaramamışlar; aralarında sevgiye dayalı tek taraflı bir bağ var. "On senelik evlilikten sonra aynı heves, aynı ateşle seviyordu beni." (s. 31) Burası çokomelli. Son derece basit bir denkleme indirgeyebiliriz geri kalanını. Adam tercih ediliyor, bu güzel. Tercih edilme sebebini kendi tercih sebebinden bağımsız düşünemiyor ki düşünemez, duyguları yüzünden başka sesleri duyamıyor, bu çok kötü. Sonuçta adam Adrine için hayatı önce üzüntüsüyle ve durgunluğuyla ıstıraba çeviriyor ve sonrasında, olayların koptuğu noktada kadına şiddet uyguluyor, Adrine günlerce baygın yatıyor. Bu hikâyeyi bir de Mikayel'in tarafından okumak isterdim açıkçası.

Çok ince, özünden gelen bir dille anlatıyor yaşadıklarını Adrine, neler hissettiğine dair söyledikleri, yaptığı benzetmeler, çektiği ıstıraplar çok içten. Tutkularını canlı tutmak için her şeyi yapıyor, kocasına genelgeçer kanunlara uyarak sadık kalsa da kendisini suçluyor durmadan, karşısına çıkan erkeklere duyduğu uçucu ilgiyi daima yaşamak istiyor. Aslında ihalenin bu hitap edilen adama kaldığını söyleyebiliriz, Adrine'nin önceki kırığı savaşta öldükten sonra çektiği acı ve Mikayel'in sorgulamalarının verdiği sıkıntı büyükçe bir oyuk bırakmış geride, aşık olunan son adam önceki bütün acıları temize çekiyor sanki. Yargılayıcı olmayayım diyorum ama bunu söylemeden de duramayacağım, Adrine'nin bir bakıştan çıkardığı anlamlar için ayrı bir metin yazılabilirmiş, aşka duyduğu açlık korkunç bir noktaya erişiyor ve Mikayel'in her şeyi anlamasına yol açıyor nihayetinde. Mikayel'in onca beklemesinin sebebi hakkında bir şey bilmiyoruz, bir tek en sonda çocuklarını alıp İzmir'e gittiğini, Adrine'yi terk ettiğini öğreniyoruz. Kadın için yıkım, evlatlarından ayrı kaldığı için. Sonuçta çocuklarından kopamıyor Adrine, eşinin peşinden İzmir'e gidiyor ve sevdiğini ardında bırakıyor. Bu metin sevdiği insan için.

Hatalar silsilesi, tutkunun herhangi bir toplumsal kurala, ataerkil baskıya gelememesi, bir kadının arzuyu özgürce yaşama biçimi. Özeti budur. İyi metin.

17 Nisan 2019 Çarşamba

Rodrigo Fresán - Kensington Bahçeleri

Yeşim'le pazartesileri dersimiz biter bitmez İstiklal'deki YKY'ye gidiyoruz, ikimizin de okumadığı bir kitabı seçiyoruz, okuyup altınız çizdiğimiz, yıldızladığımız bölümleri karşılaştırıyoruz. Bu kitabı seçene kadar iki kez baştan sona dolaştık mekanı, kapakları birbirimize gösterirken birkaç kitabı raflardan düşürdük, bir kez de çarpıştık, bilanço Kensington Bahçeleri. İkimiz de sakarız, birbirimizi yaralıyoruz ve gülüyoruz. Gerçi bu metni tartışırken pek gülmedik, büyümeme hikâyeleri hep hüzünlü oluyor, Peter Pan bile daha ilk cümlesiyle fantastik bir dünyayı müjdelerken insanın ulaşamayacağı bir noktaya parmak basar; sonsuz bir çocukluk. İmkansız. Eskisi kadar üzülmüyorum, Bernhard'ın çocuklukla ilgili söylediklerini hatırlıyorum, yetişkinlerin çocuklukla ilgili düşünceleri hakkında söylediklerini hatırlıyorum, çocukluğun da kendine ait bir mutsuzluğu olduğunu da hatırlıyorum, böylece tam bir tablo çıkıyor ortaya. Köşede imzamız, geri kalanında iç içe geçmiş duygular ve olaylar bir şeyleri açığa çıkarıyor, gizliyor, sadece sihri gösteriyor. Keşfedilecek bir dünya vardı ve keşfettik, bu kadar. Büyütülecek çocuk zamanın kendisi için bir şey ifade etmediğini anladığı zaman kendisinin aynı kaldığını da görüyor. Büyümek, küçülmek, yaşlanmak, zamanı biçimlemekten öteye gitmiyor, anlamsız biçimler. Şimdiden öteye nasıl gidilir? Bilmiyorum, bu yüzden geleceği merak etmiyorum bir süredir, geçmişi yıkılan bir tabu, put gibi görüyorum. Geçmiş tamamen inşa edilen bir şey, gerçekle uzaktan yakından ilgisi yok. Gerçeğin gerçekle de ilgisi yok, kurma biçimlerine yeterince maruz kaldıktan sonra hazır paketlerden olabildiğince kurtulmak için mücadele etmek gerekiyor, yılların yerleşik inançlarından bir bir kurtulmalıyız. Neyse, bu metnin hikâyesinde de bir kurma biçimi mevcut, son derece afili, sayısız teknikten yararlanıyor ve kayıpların temelinde yükseliyor, kişisel kayıplar. Kaybolan bir insanın yerini dolduramamakla ilgili, travmayla daha çok ilgili. Travmaların yaşı gerçek yaşımız, doğum tarihlerimiz travmalarımızın tarihleri. "Her şey asla büyümemiş bir çocukla başlayıp asla çocuk olmamış bir yetişkinle bitiyor." (s. 13) İki farklı hikâye birbirine paralel ilerliyor, her ikisinde de ölü bir kardeş ve iki yazarın -biri anlatıcı- kaleme aldıkları metinler var. Anlatıcı kendi acılarını J. M. Barrie'nin, Peter Pan'ın yazarının hayatındaki burukluklarla eşliyor. Sadece benzer duygular üzerinden değil, paylaşılan mekanların doğurduğu ortaklık üzerinden de ilerliyoruz. Nereye, hiçbir yere. Yüz yıl boyunca ileri geri giden bir anlatının ulaştığı bir nokta yok, anıların çıkardığı yolculuklar aynı yerde, aynı zamanda bitmeye mahkum. İlk bölümün adı aynı zamanda: Mahkûm. Peter Pan'ın intihar ettiğini söylüyor anlatıcı, metroda raylara atmış kendini. Kadınlar bağırmış, başka kadınlar bağırmış, olayı görmeyenler de bağırmaya başlamış. Calvino'nun Sen "Alo" Demeden Önce'sindeki ilk öykü, bağıran insanlar. Sihirli bir an, tarihe tanıklık eden insanlar, Neverland'e yolculuk. Fresán "iddialı" ve saygıya hayli hayli değer bir dünya kuruyor, metnin herhangi bir noktasında vecizleşmeyen cümlelerle anlatıyı sürdürüyor. Neyse, başlarda yine derleyip toparlamamız gereken bir dünya insan ve olay çıkıyor ortaya, örneğin hakkında "Peter Pan Yayıncılığa Soyunuyor" haberleri çıkan Peter Llewelyn Davies'in intihar ettiğine dair bir haber görüyoruz, Peter Pan'ın ta kendisi, Barrie için. Peter raylara düşerken II. Dünya Savaşı yıllarını hatırlıyor, derin yerlere hayatı kurtulsun diye iniyordu ama şimdi hayatını geride bırakmak için iniyor, kardeşleri gibi, her biri Peter Pan'ın bir parçasını oluşturan kardeşleri gibi. Not defterlerine düştüğü notlara bakarsak ölülerin her şeyden farksız olduğunu düşünmeye başladığını görürüz. Ölüm su içmek gibi, nefes almak gibi bir şey, korkulacak bir durumu yok. Başka notlar, Barrie'nin beş kardeş için anlamı, yaşadıkları çatışmalar, mutluluk zamanları, geçmişin uzak topraklarında ayakların yere değmediği bir yürüyüş. "Peter Llewelyn Davies unutmanın ona ebediyen yasak olduğunu ve olacağını asla unutamıyordu." (s. 18) Kardeşi George'un cephedeki ölümünü ve başka bir manşeti hatırlıyor: "Peter Pan Cephede Öldü" başlığı gözlerinin önünde, bütün yaşamı ve ailesi gözlerinin önünde, raylara düşerken. Annesiyle babası, Arthur ve Sylvia yanında, kardeşleri yanında, ölülerle birlikte alçalıyor, yüzü yere dik hale gelene kadar.

Asıl hikâye değil bu, anlatı zamanının sonlarından bir parça. Barrie'nin hikâyesini anlatmaya başlıyor anlatıcı, Peter Hook. Keiko Kai'ye anlatıyor, okurlar olarak dinliyoruz, Kai'nin kim olduğunaa dair uzzunca bir süre fikrimiz olmayacak.

Epigraftaki bölümlerden birinde yaşam hikâyesini anlatana sonsuz lanet diliyordu Barrie, Hook zaten lanetlendiğini düşündüğü için pek korkmuyor açıkçası, yaşamındaki yükleri bırakabileceği kadar yaşamış durumda, anlatıyor. J. M. Barrie'nin sporcu kardeşi David Barrie ölüyor, gömülüyor. Anne Margaret Ogilvy, en sevdiği evladının ölümünden sonra toparlanamıyor, diğer çocuklarıyla zaten pek ilgilenmiyordu, artık tamamen sisler içinde yaşıyor. Anlamaya fırsat bulamadığını özlemeyeceğini düşünüyor, David'in yer aldığı ne varsa -yaşam, ev, ne olursa- işlenmeyen kodlar haline geliyor Margaret için. Bu sırada J. M. Barrie'ye odaklanıyoruz, sahne onun. 1860'ta İskoçya'da doğuyor ve altı yaşına geliyor, abisinin ölümünden sonra altı yaşında kalıyor. Kitap okumaya, geceleri düşlerinde yolculuğa çıkmaya başlıyor. Kurmacayla gerçeklik arasındaki ilişkiyi irdelemeye başlıyor, büyümekle ilgili takıntılı düşüncelerini de bu dönemde geliştiriyor. Tek bir emri var Margaret'ın, Davudi sesle söylüyor: Büyümeyeceksin. On defa. Annesi tarafından büyümeyen bir çocuk haline getirilen adamımız bir gece okuduğu kitabı kapatıp büyümeyeceğini söylüyor, penceresini açıyor ve gecenin kokusunu içine çekiyor. Peter Pan çoktan doğmuş aslında, kendisine gereken tek şey bütünleşebileceği bir vücut. Yıllar sonra gelecek o da. Kendi çocukluğuna dönüyor bu noktada Hook, iki hikâyeyi birbirine bağlama biçimleri öylesine yaratıcı ki sanki tek bir yaşam sürüyormuş gibi, farklı zamanlardaki tek yaşam. Margaret ve Lady Alexandra Swinton-Menzies arasında büyük bir benzerlik var, ikisi de çocuklarını kaybetmiş ve buğulu bir dünyaya çekilmiş. Tabii Hook'un ailesi çok daha ilginç; The Beatles'ın zamanında müzik yapan, ünlü müzisyenlerle takılan bir anneye ve babaya sahip Hook. Bu aile üzerinden 60'lı yılların müziği ve bu müziğin bayağılaşması meselesi üzerinde çok duruluyor. Hook'un annesiyle babasının grubu zamanında çok ses getirmiş birkaç albüm yapmış ve sonrasında yükselen benzer bir dalganın gerisinde kalarak unutulmuş. The Kinks'le benzerlikler kurabileceğimizi söylüyor Fresán, yanlış olmazmış. The Beatles, geç yıllarında Bob Dylan ve diğerleri davayı satmış, Hook'un babasının düşüncesi. Kardeş Baco öldükten sonra anne puslu bir dünyaya çekiliyor, baba da geçmişi iyice eşelemeye başlıyor ve küçük Hook'la, çocuk sanki bir yetişkinmiş gibi konuşmaya başlıyor. Dönemin siyasi ortamı, müzik endüstrisi, aile, sanat dünyası, hemen her şey hakkında. Travma üzerine bir de babanın ağırlığı çöküyor Hook'un omzuna, o da bir ödünleme yöntemi olarak çocuk kitapları yazmaya başlıyor. Kendi büyümeme yöntemi, Peter Pan'dan esinlenerek. Hook'un kahramanının adı Jim Yang, tarihteki kötü adamların isimlerinden uydurulmuş bir ada sahip kötü adamla kapışıyor, zamanda yolculuk ediyor, biraz Doctor Who havasında. Metin hacimli olduğu için bu çocuk kitaplarına genişçe bir yer ayrılmış, Hook kitaplarında değindiği meseleleri açıp Peter Pan'a ve Barrie'nin yaşamına kusursuz geçişler yapıyor. Gerçekten on numara bir anlatım yöntemi var Fresán'ın, bazı noktalarda "Oha" diye not düştüğüm oldu.

Alwaysland'e yapılan bir yolculukla bitiyor metin, sonu da önceki bölümler gibi oldukça görkemli. Ben aralardan seçtiğim birkaç şeyle bitireyim; Bob Dylan'ın yatağına kustuğunu hatırlıyor Hook, adam çocuktan özür dileyerek çıkmış odadan ama yatak berbat olmuş. Halikarnas Balıkçısı'nın kızı İsmet Hanım'ın bir sabah yatağında çırılçıplak uyuyan Neyzen Tevfik'i bulması gibi, çok gülmüştüm buna, evi ayağa kaldırmış, "Odamda çıplak bir adam var!" diye. Neyse, ortalarda bir yerlerde Hook herkesi bir noktaya topluyor, aslında şimdinin bir metaforu; tek bir mekan ve tek bir zamanda bir yaşamlık veri. Tanıdığı bütün ünlüleri o mekanda görüyor ve hepsini sayıyor, yakından tanıklık ettiği özellikleriyle birlikte. Eric Clapton'ın izlediği kadın ve George Harrison'ın dansı, Jimi Hendrix'in mor sisi, bir dünya şey. Ailelerin mutsuzluklarının da birbirine benzeyebildiğini görüyoruz, hatırlamanın lanetini görüyoruz, en sonunda da unutuşun huzurunu görüyoruz, unutuş ölüm olarak beliriyor.

Müthiş bir metin, ciddi bir şekilde ıskalandığını düşünüyorum, hakkında tek bir haber çıkmamış gibi gözüküyor. Saadet Özen çevirisi. Çok çok iyi.

15 Nisan 2019 Pazartesi

Elvis Peeters - Herhangi Bir Gün

Bir günü ve bir ömrü içeren metinlerden biri. Epiraf Alıklar Birliği'nden, günün salı veya çarşamba olmasına dair bir şey. Fark etmiyor, cuma da olabilirdi. Uyanma anının ayrıntısı da güzel, çatlaktan giren ışık huzmesinin düştüğü nokta sabahın hangi zamanı olduğunu söylüyor. Evse burası, çatlaklarla dolu eski bir ev. Yıkıntıysa zaten yıkıntı, herhangi bir yer olabilir ama hemen sonrasında çatı katında kiremitlerin altında uyuduğunu söylüyor anlatıcı, her taraf küf kokuyor ve çatıdan samanlar sarkıyor, yıllar önce konmuş samanlar. Bir süredir çürüyen adamın biri var elimizde, anlatıcı rolünü bazen üstleniyor, bazen üstlenmiyor. Belki bir fügün içinde, depersonalizasyondan mustarip, kendini bir başkası olarak görüyor olabilir, bilemiyoruz. Adım adım ilerliyoruz, dünya kendini açıyor. Güvercin geliyor her zamanki gibi, saati kesinleştiriyor. Adam kalkıyor, koltuğunun yanında annesinden kalan emaye bir lazımlık var. İçinde çamaşır suyu, lazımlığın kapağı açıldığında odayı dezenfekte ediyor. Günün geri kalanında rutinlerini gerçekleştirecek, taze çimen toplayacak ve ayaklarını yıkayacak, çok işi var. Yaşlı bir adamın hatırlamaktan başka işi yok aslında, geçmişini her gün baştan kuruyor ve bu kez, bu gün kişisel tarihe biz de şahidiz. Pek bir şey bildiğimiz yok; bir abinin lafı geçiyor, Kongo'da konuşulan lehçelerden haberdar oluyoruz falan, hikâyenin kurulmasını sabırsızlıkla bekler hale geliyoruz. En azından neyle karşılaşacağımızı sezmemiz için gerekli bilgi veriliyor: "Kafasının içinde düşünceler, hayaller, tereddütler, küçük planlar bir değirmen gibi dönüp duruyordu, yetmiş altı yıllık düzensiz, darmadağınık, kontrol edilemeyen bir arşiv gibiydi, düşüncelerini sonlandırmadan yerinden kalktı." (s. 12) Parçalı bir geçmiş var, kronolojik sırayla anlatılmayacağından dikkatle takip etmeliyiz. Günlük işler devam ediyor bu sırada, terlikler ayağa geçirilince güven duygusu geliyor, takma dişler takılıyor, çoraplar giyiliyor, Simone hatırlanıyor. Simone huzurevine gittikten altı ay sonrasına kadar uyuduğu çift kişilik yatağın bulunduğu odaya giriyor ve yaşamının bir bölümünü daha açıyor adam, Simone günün birinde ölene kadar adamı yavaş yavaş unutuyor, sevgi hafızanın büyüyen boşluğunda yitip gidiyor ve kabuk işte, kabuk ölüyor en sonunda. Zamanında yaşanmış onca tutkudan geriye çift kişilik bir yatak kalıyor, oda havalandırıldığı için küf kokmuyor. Adamın mutlulukla hatırladığı nadir zamanlardan birini oda olarak görebiliyoruz. Sonrasında adam donunu giyiyor ve sosyal hizmetlerden gelen kızı beklemeye başlıyor. Kızın neden geldiğini söyleyemiyoruz, yaşlı bakımı için olduğunu düşünebiliriz. Muhtemelen yanlış bir kanıya vardığımız için. Yanıltmaca aslında, Peeters anı parçalarını vererek okuru her anlama gelebilecek eylemlerle karşılaştırıyor ve kurmacanın sürpriz unsurunu güçlendiriyor. Örneğin Kongo'dan dönüş anına zıplıyoruz hemen, adamı karşılayanlar arasında annesi, abisi, teyzesi ve eniştesi karşılıyor. Baba öldüğü zaman annesi adama haber vermiş ama adam cenaze için dönmemiş, bu iş için senelerce geç kaldığını söylüyor. İyi bir oğul değil, adam hakkındaki olumsuz izlenimimiz yavaş yavaş kuvvetleniyor.

Kahve, sigara. Her eylem detaylı bir şekilde anlatılıyor, adam törensel davranışlarla yaşıyor. Elinde bir tek bu kaldığı için. Daha fazla geçmiş: Simone ve ondan önce Erna ile Afrika Müzesi gezisi. Afrika'daki yaşamının neye benzediğini görmeleri için. Kongo dönemi kapanalı yıllar geçtiyse de sancısı olduğu gibi duruyor. "Brüksel'in bulunduğum bu noktasında güzel havalarda dışarıda gezinerek, yağmurlu havada içerde oturup yağmuru seyredip ciğerlerimi dumanla doldurarak Kongo'da yaptıklarımı herhangi bir şekilde değiştiremem." (s. 24) Kolonyal meselelerin başlangıç noktası. Belçika'nın kıtaya saldığı vahşeti biliyoruz, adamlar iyice sömürdükten sonra içini iyice karıştırdıkları ülkeleri kendi kaderlerine terk ediyor, hatta "insan bahçesi" oluşturuyorlar 1960'larda, tam bir insanlık suçu. Afrika'dan getirdikleri siyahileri kafeslerde sergiliyorlar falan, rezillik. Neyse, adam özel olan her şeyi yaşadığını, o gün özel bir şey olmadığını düşünüyor. Yetmiş altı yaşının getireceği herhangi bir sürpriz, heyecan verici bir olay yok. Market alışverişi sırasında tır şoförlüğü yaptığını da öğreniyoruz, aslında yaşamı Kongo'dan önce ve sonra diye ikiye ayrılabilir. Gündelik gizemleri sona bırakacağım ve geçmişini anlatacağım ama bu ikisi iç içe geçmiş bir şekilde kurgulanmış, başlarda verilen bir detayın açıklamasını metnin sonunda bulabiliyoruz mesela. Öncelikle şu itiraf önemli: "Her defasında yeniden başlamak için huzur ve enerji topladım, gerçekten hiçbir şey için cezalandırılmadım." (s. 27) Adamımız gençliğinde arkadaşlarıyla bir kıza tecavüz ediyor ve Afrika'ya, teyzesiyle eniştesinin kahve plantasyonuna gönderiliyor. Yerlilerle sıradan ilişkiler kuruyor ve yediği haltlardan sonra akrabalarının yanından ayrılıp başka şehirlere, başka maceralara sürükleniyor. Araba yarışçısı bir adamın arabasının bakımını yapıyor, abisinin çiftliğinde öğrendiği bir şey bu bakım olayı. Adamı tokatlıyor bir güzel, aslında tokatlayabileceği herkesi tokatlayıp arazi olmakta üstüne yok. Yanında çalıştığı bir adamdan uçak kullanmayı öğreniyor, pilotluk da cepte. Tabii iç savaşlar gırla, topraklar bölünüyor ve birleşiyor, adam "yeni" bir ülkenin hava ordusunu kurmak için görevlendiriliyor ve yanındaki Avrupalılarla yerleşimleri havaya uçuruyor, insanları öldürüyor. Bir kiliseyi basıyorlar, yaşananlar yine insanlık dışı şeyler, detaylara girmiyorum. Bir rahibin penisinin kesilmesi ve rahibelere tecavüz edilmesi falan, bir sürü leş iş. BM'ye karşı da savaşıyorlar ama en sonunda adam yakalanıyor, hapse atılıyor, hapisten çıkınca yallah memlekete. Metnin başındaki aileyle karşılaşma sahnesine ulaşıyoruz, sonrasında tır şoförlüğü günleri geliyor. Abisi mülayim bir insan, kardeşinin dolandırıcılık işlerine ses çıkarmıyor, sabun tozu dalaveresinde az daha yakalansa da belki korkusundan, belki her şeye rağmen kardeş sevgisinin sürmesinden adamı ele vermiyor falan, adam ailesini de yakacaktı az kalsın. Bu arada yaşamına iki kadın giriyor adamın, Erna ve Simone. Erna fahişe ama fahişeliği bırakıyor, kanserden ölüyor. Adam Erna'nın soğuyan bedenine saatlerce sarılıp kalıyor, ortalığı bok kokusu kaplayana kadar. Koku ve kadın hatıralara dönüşüyor, Simone da alzheimer yüzünden huzurevine kapatılıyor, orada ölüyor. Bu kadınları sevdiğini ve her şey gibi sevginin de geçici olduğunu düşünüyor adam, herhangi bir şeye bağlanmıyor, günün doğal akışı gibi etrafında insanlar, mekanlar, yaşam akıp gidiyor.

Gündelik yaşamın ayrıntılarında geçmişin parçalarını buluyoruz; bir lazımlık, bir sigara, pencereden görülen manzara, her şey geçmişle yüklü. Ağırlık duyumsanıyor, adamın omuzları çökmüşse de yaşamak için gücü var, gücü bitene kadar mücadeleye devam ediyor. Sosyal hizmetlerden gelen kadının adamı evden çıkarmak için uğraştığını öğreniyoruz, civardaki evler yıkılacak ve yeni yapılar inşa edilecek, ev sahipleri onay vermiş ama bir tek bizimki diretmiş, hâlâ diretiyor. Kadın adamı bir türlü ikna edemiyor, durmadan gelip gidiyor ama başarılı olacak gibi gözükmüyor. Adam "biraz" sorumsuz, kendini düşünmekten başka ciddi bir işi yok. Geçmişten bir olay mesela; tır şoförlüğüne başladığı zamanlarda bir tünele giriyor ve arabaların kendisine neden korna çaldığını bir türlü anlamıyor. En sonunda polislerce durdurulduğunda aracın yüksekliğini pek umursamadığından ötürü tırın tünel lambalarını bir bir patlattığını, arkasındaki yolun kapkaranlık olduğunu görüyor. Gazetelere çıkmasının heyecanı dışında bu olayın bir etkisi yok. Sıçramalar sırasında öğreniyoruz bunları, kendisi de zamanın sadece oradan oraya yolculuk edilecek bir araç olduğunu söylüyor bir yerde. Bu kadar. Gün geçiyor, gece oluyor, uykunun önünde hiçbir engel kalmıyor ve adam uykuya dalıyor. Son.

Alef'in bastığı metinler şimdiye kadar çok hoşuma gitti, bir süre sadece Alef okuyacağım sanırım. Tavsiye ederim. Yüz Kitap da yeni bir metin bastı, onu da kaçırmayın. Böyle yayınevlerini destekleyelim, bastıkları şeyleri okuyalım. İyi işler.

14 Nisan 2019 Pazar

Pierre Michon - Yağmur Durmadı

Bu novella ortalama bir metin olarak değerlendirilmiş, insanlar bunaltıcı ve "amaçsız" olduğunu söylemişler, Michon'un kendini sürekli tekrar ettiğinden yakınmışlar falan, son iddiaya bir şey diyemem ama geri kalanı, bence tam öyle değil. İki sebepten değil, ilki kasabaların doğasından ötürü, ikincisi de birincisiyle ilgili. Kasabalar, az nüfuslu ve merkezden uzak yerleşim yerleri çok ilginç yerlerdir. Buralarda sosyal ilişkiler bir gariptir, ahlaki düşünce ve davranışlar popülasyonla doğru orantılıymış gibi sergilenir. Neden, çünkü insan yok. Kahvede ana avrat küfürleşip birbirine giren insanlar ertesi gün tekrar aynı masaya oturacaklardır, çünkü başka masa da yok. İnsanlar birbirlerini tutarlar, ne kadar yamuk yaparlarsa yapsınlar. Gerçekten garip bir ortam, iki yıl böyle bir ortamda yaşadım ve öylesine garipseyip tırstım ki gecenin bir vakti bilinmeyen bir numaradan aranınca, arayan kadın, "Seni almaya geliyorum, evde misin?" deyince ışıkları söndürüp arka odaya çekilmiştim. Kimin aradığını hâlâ merak ederim ama bilmek istemezdim, başıma nasıl bir bela açabileceğimi kestirebiliyorum, öfkeli bir sevgilinin bağırsaklarımı elime verdiği an gözümde canlanıyor. Bu örneklem beni bağlar tabii, kişisel deneyimlerimin sonucudur, her yer böyle olmayabilir ama duyduklarımdan hareketle söyleyebilirim; çoğu kasabada çok acayip işler döner. Acayiplikler demografik ve coğrafi yapıya göre farklılık gösterebilir, o da zamanın, mekanın ve insanın ruhuyla alakalı bir şey. Artık nasıl rast gelirse. Bağırsaklardan ibaret değil olay, hafta sonları köpeğiyle birlikte ava gittiğini gördüğüm komşum bir gün av tüfeğiyle beynini dağıtmıştı. Neden intihar ettiğini bilen yoktu. Sıkıntıdan muhtemelen. Zonguldak'ın bir beldesi, günlerce aralıksız yağmur yağıyor, kömür dumanı havayı iyice karartıyor derken beyaz ışık çekici hale geliyor tabii. Yağmur noktasında bir yakalandım, metin beni tuttu çünkü küçük bir kasaba ve yağmur var, çok tanıdık. İkinci neden, yaşamın sürüp gitmesi isteği. İnsan bir noktadan sonra yaşadığı yere uyum sağlıyor, insanlarla geçinmeye çalışıyor, güzel ama evine kapanıp kalamıyor sonuçta. Yaşadığını hissetmesi lazım insanın, cinsellik kendini şöyle bir gösteriyor o an. Heyecan verici başka bir şey yok çünkü, sevişilecek. Eh, sıkıntı öteleniyor ve bağırsaklar...

Michon'un dünyası bu sıkıntıyı taşıyor. Taşrada bir öğretmen, 60'lı yıllar, kadınlar derken kapalı bir faunanın tutkuyla dolup taşmasına şahit oluyoruz. Epigraf Platonov'dan, toprağın çıplak ve sıkıntılı bir halde uyumasına dair. En sonda herkes uykuya dalıyor zaten, gözler kapanınca metin de sona eriyor. Başa döneyim, Castelnau kasabası. "Henüz büsbütün düşmüş değildim, ilk görev yerimdi, yirmi yaşındaydım. Castelnau, garı olmayan, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdir; sabahları Brive'den ya da Périgeux'den kalkan otobüsler sizi ancak çok geç saatte, yolun en sonunda oraya bırakır." (s. 9) Irmak kenarı, yağmur kapkara ve son durağın saatler süren yolculuğun verdiği sıkıntıya kendi sıkıntısını da eklemesi, kasaba bu kadar. Civarda tek bir otel var, Chez Hélène'e yerleşiyor adamımız. Mekanı anlatıyor biraz. Ortaçağ esintili, biraz dökük. Dışarıdan mobilet sesleri geliyor. Böyle yerlerde ulaşım sıkıntılı olduğu için patpatlarla, bisikletlerle, motosikletlerle falan sağlanıyor ulaşım. Eylülün serinliği ruhu hep dinç tutuyor, bir de bol ve temiz hava, tamam, yaylar gevşedi. Balıkçı Jean'le tanışıyor eleman, bölgenin hayta adamlarından biri. Otelin sahibi Hélène'le arası iyi, yeni gelen genç öğretmenle de iyi nispeten. Birbirlerini tanıyorlar, vakit geçiriyorlar falan. Öğrenciler iyi, okul iyi. Okulla alakalı pek bir şey görmeyeceğiz, elemanın çocuklardan birinin annesiyle sevişmesi hariç. Çocukların dünyasına eğiliyor biraz, defterler ve sözcükler arasından neler hissettiklerini anlamaya çalışıyor ama yirmi yaşında olduğunu hatırlıyor sonra, onları anlayacağı zamandan biraz uzaklaştığını düşünüyor ama sonra öğretmenliğini hatırlıyor, empati kurmak zorunda. Gerçi zaman içinde bu empatinin yerini kadınlarla yaşadıkları alıyor, birkaç mesele daha.

Geride bırakılan çağlardan gelen bir yaşam biçiminin izini buluyor anlatıcı, Eflak topraklarında olduğunu düşünüyor ve bölgenin tarihini gözlerinin önüne getiriyor. Attila'nın akınları sırasında dökülen kan, kesici taşlardan kılıçlara doğru evrilen bir şiddet eğilimi, Memphis'ten Antik Yunan'a vahşet gösterileriyle karşılaşmış her coğrafyanın varlığını dünyanın herhangi bir yerinde sürdürüyor olması, özellikle o bölgede. Civarda Lascaux var, şu meşhur resimlerin bulunduğu mağaraların bölgesi. Duvarlarda avcılar, toplayıcılar, kadınlar, erkekler, av hayvanları, bir sürü şey. Sadece kılıçların şakıdığı savaşlar yok, kadınla erkek arasındaki üstünlük mücadeleleri de o zamanlardan 60'lı yıllara kadar gelmiş, pek biçim değiştirmeden. Tütün dükkanında Yvonne'la tanışıyor ve onunla sevişmek istediğini düşünüyor hemen, tutkuyu sürdürmek için uzaklardaki sevgilisine gerek yok, bulunduğu yerdeki kadınlar da gerilimli ilişkileri sunabilir. Hélène kolay, otelde her gün görüşüyorlar ama Yvonne yeni bir cephe, işlenmeye değer bir güzellik. Zaman ilerliyor bu arada, kasım geliyor ve balıklar değişiyor, toprak değişiyor, her şey durmaz bir akışta yenileniyor. Doğaya uyum sağlıyor anlatıcı, isteklerini yeniliyor. "Turnalar geçiyor, öğrencilerim fiil çekmeyi öğreniyorlardı." (s. 29) Bu cümleyi özellikle aldım, sosyal yaşamla mevsimlerin metindeki ilişkisini gösterebilmek için. Günler de bu döngüye uyuyor ve hızla akıyor, Yvonne'la sürdürülen ilişki dedikoducu kadınların şerrinden uzak tutulmaya çalışılıyor, başlar eğiliyor, yanaklar gizleniyor, bu sırada sular donmaya başlıyor, kış geliyor.

Tilki avlarından elde edilen derileri Yvonne'la kurduğu ilişkiye benzetiyor anlatıcı; yüzülmüş ve kurutulmuş. Bitmeye yakın bir şevk bütün parıltısını kaybediyor ama alışkanlıklar kolay kolay yıkılmıyor, anlatıcının sevgilisi Mado'nun gelişi de pek bir şey değiştirmiyor, paylaşılan bir erkeğin duyduğu sıkıntı dışında. Durağanlığın ardından Mado yeni bir renk getiriyor ama eskiye bulanma tehlikesi var, Balıkçı Jean Mado'yla pek ilgilenmese de kız adamdan etkileniyor. Michon çok ince bir şekilde anlatıyor burayı; tutkunun doğuşu ve kadınların yavaş yavaş "ısınması" bahsi hoş. Neyse, Yvonne ve Mado da bir ara yalnız kalıyorlar, anlatıcı ardından konuşulanları merak ediyor ve erkeksi bir gururla doluyor. Seviştiği iki kadın kendisi hakkında konuşuyor olabilirler, anlatıcı arkadan bıçaklanıyor olabilir, bunun gıcıklayıcı bir mutluluğu var. 

Novella işte, kısalığını hatırlatmayacak kadar meselesi var, dil bu yoğunluğu derinleştiriyor, bilmem ne. Güzel, Michon çevrilirse daha okurum ben.

12 Nisan 2019 Cuma

Ray Kurzweil - İnsanlık 2.0

Bundan on beş, on altı yıl önce arkadaşlarla odaya kapanıp Dream Theater konserlerini deli gibi izlerken -Kazaa'dan indirirdim o zamanlar, tedarikçi bendim- lüle saçlı bir adamla karşılaştık. Derek'in gruptan ayrıldığını biliyorduk, yerine Jordan Rudess'ın geldiğini de biliyorduk ama herifi ilk kez görüyorduk işte, saçlarına kıl olduk ve adamı hiç sevmedik. Sonra ben Disappear'ı dinledim ve adamın hayranı oldum. Hatta -müzik tanrıları beni çarparsa çarpsın- bana göre Space-Dye Vest ayarında bir şarkı. Neyse, bizim tayfa adamı sevmemeye devam etti ama ben adamın yaptığı işleri takip etmeye başladım. O sıralar tabii, şimdilerde geçen yılki Türkiye konseri haricinde kendileriyle hemen hiç işim olmuyor. En son Octavarium'u dinledim ve sevmedim, 2005'ti, biz tayfayla sık sık görüşmeye devam ediyoruz, onlar dinlemeye devam ediyorlar ama ben başka dünyalara zıpladım. Neyse, Kurzweil'ı Jordan'ın klavyesinin markası olarak bildim ilk. Ray Kurzweil ses teknolojisi üzerinde de çalışmış ve çok acayip bir alet icat etmiş. Klavyelerin şahı olarak görülüyor Kurzweil, gerçekten çok değişik bir alet. Neyse, yıllar içinde adamın aslında kafayı hafiften kırmış bir deha olduğunu gördüm ve yazdığı metni de okuyunca kanaat getirdim; bu adam geleceğin elçisi olarak aramızda bulunuyor. Fikirleri çokça eleştiri alıyor, insanın form değiştirirken geçireceği evreleri irdeleyiş biçimini insanlık dışı bulanlar var ama adamın yaptığı şey teknolojinin bizi getireceği konum, ötesine pek bulaşmıyor, bazı denetim mekanizmalarının gerekli düzenlemeleri yaparak bilimin yıkıcı etkilerinden yırtacağımızı düşünüyor. Metnin son bölümlerinden birini kendisine ve fikirlerine yöneltilmiş olumsuz eleştirileri bertaraf etmek için ayırmış, cevapları hazır. Teknolojinin o kadar da ilerlememesi gerektiğini düşünenlere eldeki potansiyellerin yer altına inebileceğini, kontrollü bir ilerleme yerine kontrolsüzlüğün ortaya çıkacağını ve gücü elinde tutan örgütlerin/devletlerin dünyayı cehenneme çevirebileceğini söylüyor. Makul. Buluşların önünde duramayacağız, dalga sürekli büyüyor ve geriye dönmek için artık çok geç. Geri dönülemezlik tarım devrimiyle birlikte ortaya çıktı, yerleşik yaşam ve elde edilen ürün bizi daha çok üretime götürdü, buna uygun olarak sayımız çoğaldı, tabii üzerinden çağlar geçen bir olaydan bahsediyoruz ve biçimlenenden farklı bir yaşamı, eh, hayal edip yaşayabiliriz, bedel olarak kendimizi yalıtmamız gerekir. Her açıdan. Kısacası, dünyamızı çok büyük bir ölçüde bilim şekillendiriyor ve Kurzweil bilimin atlılarından biri. Yazdıklarını dikkatli bir şekilde okuyup gelecekten haber almalıyız. Nostaljiden, geçmişin yararsız özleminden kurtulursak gelecek süper gözüküyor. Tabii ikinci bir Whitey On The Moon ortaya çıkmasın diyeceğim de on yıllar geçti, çıka çıka bir hal oldu zaten. 

Önsöz bölümünde bilime duyduğu tutkunun doğuşunu anlatıyor Kurzweil, on iki yaşındayken, 1960'ta bilgisayarla tanışıyor ama öncesinde çocukken okuduğu bilim serileri var, çocuklar için bilim setleri olur ya, onlar. Kaku Jules Verne okuduğunu söylüyordu, eminim ki Batı'daki çoğu bilim insanı bilimin hikâyeleşmesini sağlayan insanlardan veya doğrudan edebi eserlerden etkilenmişlerdir, ne güzel. Neil deGrasse Tyson da Carl Sagan'la bilim müzesi gezdiğine dair bir şeyler anlatmıştı, önemli şeyler bunlar. Onlu yaşlarımın başında uzaya dair azıcık bilimsel bir şeyler okuduğumda aklım gitmişti, ben de oradan tutuldum. Gerçi edebiyat okudum sonradan ama bu tutkum kaldı, iyi ki kalmış. Neyse, 1990'larda teknolojilerin bilinen ivmeleri hakkında deneysel veriler toplayıp bu verilerle matematik modelleri geliştirmeye çalıştığını söylüyor Kurzweil, zaten bütün paradigma değişimlerini, üstel artan bilimsel hızı bu modellemelere dayandırıyor ve elde ettiği verileri dipnotlarla paylaşıyor. Kendi kaynak kodumuza ulaşıp biyolojik temellerimizi salt bilgiye çevirerek evrenden çıkardığımız bilgiyle birleştireceğiz ve tekilliğe doğru adım adım ilerleyeceğiz, anlattığı şey çok çok özet geçilirse budur. Sonrasında birinci bölüm, Altı Evre. Yapay zekanın satranç ustalarını yenmesi bahsinden giriyoruz ve makinelerin insanın sahip olduğu biyolojik niteliklerin temel inceliklerinden yoksun olduğu fikriyle devam ediyoruz. Tam bu noktada bilimin üstel ilerlemesiyle alakalı uzunca kısım başlıyor. Grafiklerle anlatıyor Kurzweil, doğrusal eğilim ve üstel eğilim hakkında çokça bilgi veriyor. Belirli zaman aralıklarıyla hızlanan bilimsel gelişmeleri doğrusal eğilimle değerlendirmeye meyilliyiz, hep aynı hızla ilerlediğimizi düşünüyoruz ama hayır, her bir buluş hızı katlayarak artırıyor, ta ki doğal sınırlara kadar. Moore Kanunu örneğin, belli bir alana belli sayıda transistör yerleştirme mevzusu ilerleyen teknolojiyle birlikte giderek daha ucuz ve kullanışlı hale getirildi ama işlemcilerin hızlandırılması konusunda fiziksel sınırlara çok yaklaştık, farklı çözümler bulunması gerekiyor, yoksa Kurzweil'ın bahsettiği duvara toslayacağız. Tam bu noktada paradigma değişimleri ortaya çıkıyor, farklı bir çözüm yolu bulunuyor ve ilerleme sürüyor, tekrar üstel olarak. Moore Kanunu konusunda Kaku'nun önerdiği çözümler vardı, süperiletkenlerin kullanımı, kuantuma dair zamazingolarla farklı bir teknolojinin üretilmesi, böyle şeyler. Sonuçta evrimin altı evresinden bahsediliyor, biz dördüncü evredeyiz. Beşinci evrede teknoloji ile insan zekasının birleşimi var, altıncı evredeyse evrendeki madde ve enerji örüntülerinin zeki işlemlere ve bilgiye doyma noktasına erişmesi yer alıyor. Biz bu noktadan çok uzaktayız, Kurzweil her bir aşamayı detaylarıyla anlatıyor ve tekilliğin beşinci evrede ortaya çıkacağını söylüyor. 

Tekillik. Lucy'nin, "I am everywhere," dediği sahneyi hatırlıyorum da, her şeyin bilgisine erişildiği için her yerde olma durumu diye düşünebiliriz bunu. Aşırı bir fikir, zaten Kurzweil'ın anlattığı tam olarak böyle bir şey değil. Bilgiye dönüşeceğiz ve bunun için biyolojik yapımızın ötesine uzanacağız. Güzel. Beynin işlerliğinin tam olarak çözülmesi gerekmiyor, örüntülerin anlaşılması konusunda tersine mühendislik uygulamaları devam ettiği müddetçe tekilliğe bir adım daha yaklaşıyoruz demek. İşin bilimkurguya kaçan kısmı da devreye giriyor burada, yazar birçok maddeyle tekilliğin neye benzeyeceğini anlatıyor. Sanal gerçeklikte farklı bedenler seçebileceğiz -ki Ready Player One bu meseleyi şahane işliyordu, gerçi tek bir gözlükle dünya değiştirmekten çok daha muazzam bir şey var burada- ve istediğimiz kişiliğe bürünebileceğiz, olasılıkların ucu bucağı yok. "Uygarlığımızın zekası sonuçta büyük ölçüde biyolojik olmayan zekadan oluşacaktır." (s. 54) Nanobotlar girecek işin içine, biyolojik evrimimizle birleşen yapay zekaları onları "her şeye" evirebilecek. "Gri çamur" mu ne diyor Kurzweil, sisçikler halinde dolanacaklar ve moleküler değişimlerle her türlü nesneye dönüşebilecekler, kendilerini sentezleyip baklava veya araba olacaklar. Tabii kötü amaçlar için de kullanılabilirler, bir tanesi bedenimizle temas ettiği anda bizi çözebilir ve Thanos'un toz ettiği kahramanlara dönüşebiliriz. PKD'nin öykülerinden birinde vardı bunlar, kelebeğe benzer varlıklar bütün gezegeni toza çevirmişti bir güzel. Bu nanobotlar kafalarına göre herhangi bir şekil alıp takılabilirler, balçık halinde dolanabilirler ya da, bilemiyorum artık. 

İkinci bölüm, İvmelenen Getiriler Yasası. Algoritmik bilgi içeriklerinden DNA'nın yapısına uzanıyoruz. Bu yapının verdikleriyle karmaşık bilgi kümelerinin sıkıştırılmış bir halde var olabileceklerini, evrimsel bir ilerlemenin mümkün olabileceğini görüyoruz, aslında DNA'yı yapay zekanın yaratımında bir metafor olarak görüyoruz desek pek yanlış olmaz. Bu noktada düzen ve karmaşa da giriyor işin içine, fraktal yapılardan bilginin kümeleniş biçimlerine çok kapsamlı mevzulara giriyor Kurzweil, bunu da canlıların evrimiyle örneklendiriyor. Evrim düzeni artırıyor, düzen karmaşıklığı artırıyor ve bilgi birikiyor, düzenle karmaşa sürekli bir döngü halinde birbirini iteliyor. Evrimin dolaylama yoluyla hareket ettiği düşüncesinden her şeyin daha düzenli, öngörülebilir bir şekilde ilerleyebileceğini çıkarsıyor yazar, evrim yönetilebilir ve istenen biçime sokulabilir, böylece tekilliğe doğru giden yolda koca bir adım atmış oluruz. Teknolojinin yaşam döngülerinden bir parça, cep telefonu teknolojisini örneklem noktası alarak meseleyi açıyor Kurzweil, zaman içinde cep telefonlarının ve bilgisayarların geliştirilmesi süreçlerinin hızlanmasını, adeta uçmasını anlatıyor bir güzel. 

Sonraki bölümlerde beynin tersine mühendislikle bileşenlerine ayrılabileceği meselesi nöroloji ve sibernetik temel alınarak irdeleniyor, beynin yapısına dair şahane detaylar var burada ama asıl olay Kurzweil'ın GNR olarak adlandırdığı üçlemede. Genetik, nano teknoloji ve robotbilim. Geleceğimiz bu üçündeki gelişmelerle inşa edilecek, ediliyor. Kafada havai fişekler patlatacak kadar heyecan verici bir biçimde ele alınıyor bu bölümler, geleceğin çoktan geldiği müjdeleniyor aslında.

Kurzweil'ın ölümsüzlüğü "yakalamak" için her gün 300 civarında hap içtiğini, son derece organik beslendiğini ve spor yaptığını söyleyerek bitireyim. Adam 1940'larda doğduğu için pek zamanı kalmadı aslında ama ölümü hastalık olarak gördüğü için elinden gelen her şeyi yapıyor. Aldığı onca vitamine rağmen ölmesine ramak kalırsa bedeninin dondurulmasını garantiye almıştır diye düşünüyorum. İşin hukuki, etik yanını falan hiç bilmiyorum ama öyle bir tutkusu var ki illegal işlere girmiştir, girmemişse girecektir gibi geliyor bana. Bilemiyorum, sonunda öleceğimi bilerek ömrümü uzatmak isteyebilirdim sanırım. Otuz yaşımın bedenini tekrar tekrar kullanmak, yüz yılları böylece aşmak, bunun gibi şeyler. Tabii onca insanı bu dünya kaldırmaz, başka gezegenlere açılmak lazım. Teknoloji biraz daha ilerlemeli. Hızla.

700 sayfalık bir metin bu, çok leş özetledim. Çok daha fazlası var içinde, meraklılar için temel bir metin. Kaçırılmamalı.