30 Aralık 2019 Pazartesi

Mark Miodownik - Eşyanın Tabiatı

Kudret Emiroğlu'nun Gündelik Hayatımızın Tarihi diye bir kitabı var, şu an tavana değiyor, solumda. Hoca anlatıyor işte, eşyalardan marşlara, caddelerden sıklıkla kullandığımız deyimlere kadar yaşama dair çoğu şey var. Camı anlatıyor mesela, Romalıların camı tabaka halinde üretmelerine değiniyor, zaman içinde camın kazandığı önemden Türkiye'deki ilk cam fabrikalarına getiriyor sözü, orada bırakıyor. Böyle böyle tuğla kalınlığında bir metin oluşmuş, okuyup öğreniyoruz biz de, pek hoş. Miodownik ne yapıyor, terasında çektirdiği bir fotoğrafta görülen nesneler üzerinden eşyanın yapısını inceliyor. Kendisi University College London'ın Malzeme ve Toplum bölümünde çalışıyor, meslekten malzemeci, dolayısıyla bilen bir adam ve bilen adamı dinlemeliyiz. Önce Emiroğlu'nu okuyup ardından Miodownik'i okumalıyız ki kültürel ve sosyal değişimlerden biçim değiştire değiştire bir hal olan nesnelerin atomlarına kadar inelim. Çünkü meraklı insanlarız, öğrenmek istiyoruz. Evet. Miodownik bu işe nasıl başladığını anlatıyor en başta, 1985'te metro beklerken bedeninde on üç santimlik bir bıçak yarası açan adamdan kurtulduktan sonra, muhtemelen travmanın etkisiyle bıçaklara, oradan metallere ilgi duymaya başlıyor. Çeliğe daha doğrusu. Baktığı her yerde çeliği görüyor, zımbalarda bile. İlk zımbanın XV. Louis için yapıldığını öğrenmesi de bu takıntısının sonucu olsa gerek, gerçi alaşımlara dair ne varsa yalayıp yutuyor sonra, sıra diğer nesnelere gelir gelmez ölçek büyüyor, başka malzemeler giriyor işin içine. Fotoğrafta on malzeme var, her birini teker teker anlatıyor Miodownik, bazıları doğada işlenmemiş halleriyle bulunabilirken bazıları için laboratuvarlara ihtiyacımız var, yıldırımlar veya volkanlar dünyanın mikserleri olarak vazife görebilseler de her şeyi yeterli ölçüde ve yeterli ısıda karıştıramadıkları için yapay katalizörlere ihtiyacımız var. Zaten kuantum mekaniği de işin içine girince teorilere doğru küçük bir yolculuğa çıkıyoruz. Miodownik pek uzatmamış kuantum mevzusunu, daha çok görülebilir değişimlere odaklanmış. Örneğin yiyeceklerin normalden daha kıtır yapılmalarının sebebi iştah açmakmış, hatta cipslerin ambalajlarından daha çok hışırtı gelsin diye adamlar oturup kafa patlatmışlar günlerce. Daha çok tükettirmek için uğraşmışlar yani, deneyler yapmışlar, insanların hoşuna giden sesleri ve tatları bulmaya çalışmışlar. Hepsini atomlarla, moleküllerle oynayarak yapmışlar, zincirleri takıvermişler boyunlarımıza. Süper olay. "Bu kitap, malzemelerin ve malzemelerin insan kültürüyle ilişkisinin ayrıntılı bir incelemesi değil, daha ziyade malzemelerin yaşamlarımızdaki etkisini gösteren ve terasta çay içmek gibi masum bir eylemin bile derin bir malzemeler karmaşıklığına dayandığını anlatan bir 'enstantanedir'." (s. 11)

Çelikle başlıyoruz, Taş Devri'ndeki atalarımızın bakır ve altınla haşır neşir olmaya başlamalarından itibaren kemikleri ve taşları bırakmalarının hikâyeleri biraz can yakıcı ama en yakın dostlarımıza, taşlarımıza ve kemiklerimize veda etmek zorundayız bir gün. Sonuçta bakır üretimi başlıyor ve Piramitler inşa ediliyor, Miodownik'e göre Mısırlılar bakırı işlemeyi bilmeselermiş bakır keskiler ortaya çıkmayacak, taş oymacılığı dayanıksız malzemelerden mamul aletlerle yapılamayacağı için Piramitler inşa edilemeyecekmiş. Aslında Aryanlar'ın belli belirsiz tarihinde de metallerin işlenmesi, karıştırılması olayı çok önemli, Mısır'daki Aryan varlığının izlerine bakarsak doğudan ve kuzeyden gelen tayfa Mısırlılara bu tür önemli maddeleri tanıtmış olabilir. Dayanıklı metaller iktidarı ve gücü sembolize ediyor, aslında sembolize etmekten daha fazlasını yapıp sahiplerini muktedir haline getiriyor. Excalibur örneği bu açıdan önemli, kayaya saplı bir kılıcın krallıkla ne gibi bir bağlantısı olabilir ki, saçma değil mi? Bu açıdan bakınca çok mantıklı, kırılmayan bir metali işleyebilecek teknolojiye sahipseniz, ki o zamanlar bu teknoloji birazcık malzemeden, birazcık da yüksek ısı veren yakacaktan ibaretti, dünyanın hakimi sizdiniz o zamanlar. "Dislokasyon" diyor Miodownik, alaşımların saf metallerden daha güçlü olmasını istersek metal kristallerinin hareketini en aza indirgeriz, dislokasyon denen naneyi ortadan kaldırırız, bunun için de malzemeyi olabildiğince sıkıştırırız. Çift su veririz mesela, bizim kültürde çok sağlam kılıçlar için söylenir bu. Sonra sağlam bir döveriz kılıcı, bam güm girişiriz, şekil verdikten sonra suda cos diye soğuturuz, böylece elimizde iyice berkitilmiş bir silah alabiliriz, önümüze gelenin kılıcını ve kafasını kırarız, ne güzel. Tabii sadece savaş aletine çevrilmiyor çelik, tıraş bıçağı oluyor mesela. Romalılar sinekkaydı tıraş olurlarmış ki barbarlardan ayrılabilsinler. Medeniyet göstergesi olan tıraşın kökeni bu. Paslanmaz çelik tamamen şans eseri bulunuyor, I. Dünya Savaşı sırasında laboratuvarda deneyler yapan bir adam parıltısı zamanla kaybolmayan metal bir atık buluyor, ta taa. Bizden önceki nesiller yemek yerken metallerin tadını alırmış ama paslanmaz çelik sayesinde biz sadece yemeğin tadını alıyoruz, koruyucu tabaka sayesinde vücudumuza garip garip metaller girmiyor.

Kağıt, iki numara. Karmaşık yapısını mikroskop olmadan göremeyiz, selüloz liflerini belki eski kitap sayfalarının deforme hallerinde görebiliriz ama günümüzde zor. Çok güzel yapıyorlar bu kağıtları, pürüzsüz, pırıl pırıl. Lignin denen bir maddeden ayrıştırmak gerekiyor kağıdı, yoksa ışığı görünce oksijenle tepkimeye giren lignin çeşitli yaşam formlarına kapı aralar, sonra çürüyen kitaplarla ve gümüşçünlerle karşılaşırız. Yaban arılarının yuva yaptığı kitaplar gördüm, o derece organik bir şey kağıt. Romalılardan önce Çinliler bir şeyler yapmışlar, kağıt benzeri bir materyal üretmişler ama malzemenin tüm potansiyelini açığa çıkaran Romalılar olmuş. Katlanabilir kağıt üretmişler, öncesinde kırılan veya çatlayan malzemeden üretilenler tarih olmuş hemen. Tuvalet kağıdına doğru bir serüven kağıdınki, günümüzde her gün 27.000 ağaç kesiliyormuş tuvalet kağıtları için. Bunları geri dönüşüme de atamıyoruz açıkçası, biraz can yakıyor bu durum. Yapacak bir şey yok. Banknotlar pamuk bazlı bir tür kağıttan üretiliyor, böylece ıslansa da dağılmıyor banknot, kuruduğu zaman işlevini sürdürebiliyor. Son olarak dijital kağıdı almış Miodownik, Janus parçacığı denen bir nane kullanılıyormuş bu tür kağıtta. Mürekkebin her parçacığının bir yanı siyah, bir yanı beyaz olacak şekle getiriliyormuş, iki tarafa farklı elektrik yükü verilince gerçek bir kitap okuma deneyimi oluşuyormuş. Geçen ay Kobo aldım ben, biraz denedim, son derece başarılı gerçekten. Not alma meselesini hızlandırıp notları hızlıca taramaya alışınca bildiğimiz türde kitaplarla işim bitecek sanırım. Belki de bitmeyecek, "mağara adamı etkisi" sürerse aleti satıp bildiğim şekilde okumaya devam edeceğim, bilmiyorum, uyum sağlamam gerektiğini hissediyorum ama sonradan bunun şart olmadığını söylüyorum kendime, sonra da böyle böyle neleri kaçırabileceğimi düşünüp korkuyorum, sonra pek bir şey kaçırmayacağımı düşünüp rahatlıyorum. Bilmiyorum, kafam çok karışık. Benzer bir kaygıyı gazete konusunda irdeliyor Miodownik, evleri boyarken yerlere serilen, hışırtılarıyla varlığını belli eden, çamurlu botların altına konan gazeteler yavaş yavaş ortadan kalkıyor, kullanışlı bir ev malzemesinden olacağız. Özleyeceğiz, evet, Miodownik doğru söylüyor.

Beton. Yine Roma işi. Romalılar çimentoya taş ekleyince betonu elde ediyorlar ve yapılarında kullanmaya başlıyorlar. Biraz su eklenen malzeme gayet güzel sertleşiyor, iyice karıldıktan sonra koca koca binaların yapımında kullanılabiliyor. Dünyanın en eski su dağıtım sistemini Romalılar kurdu, günümüzde de kullanılıyor. Beton sağ olsun. "Ancak, Romalıların en etkileyici beton mühendisliği eseri başkentlerindedir: Roma'daki Pantheon'un kubbesi. Bugün hâlâ ayakta duran kubbe 2000 yaşındadır ve hâlâ dünyadaki en büyük desteksiz beton kubbedir." (s. 74) Kocaman bir şey, hesabı kitabı nasıl yapıldı bilmiyorum ama tepede öylece duruyor, yekpare, ek yeri yok. Sonraki bin yıl boyunca betonun kullanılmamış olması koca bir soru işareti bırakıyor ortaya, belki de Roma'nın yıkılmasıyla endüstriyel bir imparatorluk ortadan kalktığı için işi bilen pek kimse kalmadı ortalıkta, bu yüzden tarihin o bölümünde beton eserlere rastlamak zor. Yine de varlığını sürdürüyor ve bir şekilde günümüze kadar geliyor, teknolojinin etkisiyle ömrü uzatılarak. Betonun içine belli bir tür bakteri bırakıldığında bakteriler kalsit minerali salgılayarak zayıflayan betonu sağlamlaştırabiliyorlar, tabii teoride. Çözülür bu mevzu, kendi kendini yenileyen beton icat edilir, evimizin kafamıza yıkılma ihtimalini düşünmeden mutlu mesut yaşarız.

Başka ne var, çikolata mesela. Geçiyorum bunu, diyetteyim. Aerojeli de geçiyorum, camı geçiyorum, grafitle bitireceğim. Elmas uzunca bir süre dünyadaki en sert madde olarak bilindi, filmlerde falan camı kestiğini, sivri ucuyla kesmediği bir şey kalmadığını gördük. Bunun en büyüğü Samanyolu'ndaki bir takımyıldızında yer alan, Dünya'nın beş katı büyüklüğündeki bir gezegen. Elmastan. Dünya'da bulunan en büyük elmas futbol topu büyüklüğünde, aradaki muazzam farka dikiz. Elmas çok işe yarar ama en çok duygu sömürüsünde etkilidir, sağlam yapısından ötürü ölümsüz olarak görülür ve ölümsüz aşklarla denklenmiştir, böylece elmas yüzükler moda olur olmaz şapşal aşıklar kendi aşklarını sembolize eden elmaslara yönelmişlerdir, bir güzel söğüşlenmişlerdir ve bu mevzu devam etmektedir. Tabii bu ekonomik hadiseden başka elmasın daha da sertleştirilmesiyle ortaya çıkabilecek maddeler var, yakın zamanda bulunan bir tanesine karbon elyaf diyoruz, uçaklarda kullanılıyor. İnce ve dayanıklı bir malzeme. Bilim ilerledikçe süper iletken denen naneler ortaya çıkacak, muhtemelen elmasın yapısıyla benzerlikleri olacak. Grafen örneğin, elmasın dayanıklılığını aşan bir gücü var, geleceğin yapı malzemesi olarak görülüyor.

Porselen ve implant malzemeleriyle birlikte bir iki şey daha var, bitiyor sonra. İnsanın yolculuğu bu bir yandan, doğayı işlemeyi ve doğayla bütünleşmemizi farklı nesneler, alaşımlar üzerinden görmek geçmişimizi daha iyi görmemizi sağlıyor. Meraklısına duyurulur, çok sağlam bir araştırma bu.

28 Aralık 2019 Cumartesi

Matt Haig - Nevrotik Bir Gezegenden Notlar

Diğer şeylerin yitmesini anlıyorum da mekanların yitmesini içime sindiremiyorum. Bir yerde gezeceğiz diyelim, belli başlı noktalardan başka gidilecek bir yer içermiyormuş gibi sunuluyor, icat ediliyor, yeniden üretiliyor mekan, insan ögesini yitiriyor. Lefkoşa'da tek başıma gezdim bir gün, gidilmesi "gereken" yerlere gittim, sonra sınır boyunca uzanan binaların önünden geçtim. Kapılar açık, insanların gündelik yaşamları gözler önünde sürüyor, binaların eskiliği başka bir geçmişi anlatıyor. Asıl görülmesi gereken yerler bana göre oralardı ama ıskalayacaktım az kalsın. Bu yaz o sokaklarda tekrar dolanacağım, kaçırdıklarımı yakalamaya çalışacağım. Dört yıldan sonra hiçbir şey değişmemiş gibi gelecek, o duyguyu yakalamak için gidiyorum, bir yerlerde bir şeyler kaldı, parçalarımı topluyorum. Son durak Lefkoşa ve Girne olacak, sonra bu tatsızlığa geri döneceğim ama bir şeyler değişmiş olacak bu kez, kayıp zamanı yakalayacağım yani. Bir de şey, alttan alta kaynamaya başlıyorum, bir şey kendini bana yazdıracak, kafamda biçimler tasarlarken buluyorum kendimi, gidip yaşamımı toparlamam gerekiyor. Geçen mayısta Ankara'ya gidip bir kısmını derledim, son ayak Kıbrıs olacak. Yazayım da bu memlekete yerleşme hayallerim biraz durulsun, istifayı basıp gitmeyeyim ya da gideyim, artık ne olursa. Emre'yle Berika'nın Fethiye'ye taşınmalarından önce de İstanbul'dan gitmeyi düşünüyordum, şimdi aklımdan çıkaramıyorum bu fikri. En yakınlarım gidiyorlar, ben niye kalayım diyorum, Yeşim'le hayal kuruyoruz bir güzel. Yine mayısta gitmiştik, sevmişti oraları. Tayin isterim veya basıp giderim, ne bileyim. Durmadan okuyup yazarım, basit işlerde çalışırım, böyle şeyler. Aylardır sıkıntılıyım, bıktım buradan. Her gün her gün, inanılmaz bunaldım. Sonra bu kitabı okuyayım, belki bir parça yardımcı olur diye düşündüm ama olmadı, Haig bilmediğimiz bir şeyi anlatmıyor, telefonlarımızdan uzak durmamızı söylüyor, sosyal medyadan uzak durmamızı da söylüyor, en nihayetinde çok değerli insanlar olduğumuzu ve bu saçmalıklara muhtaç olmadığımızı söylüyor ama söylemleri toplumun katı duvarına çarpıp parçalanıyor. Hastalıklı bir topluma uyum sağlamamız sağlıklı olduğumuzu göstermez, buna mukabil kendimizi sağaltmamız da sağlıklı olduğumuzu göstermiyor maalesef, asgari miktarda sosyalliğe muhtaç olsak da nevrozlardan sıyrıldıkça yalnızlaşıyoruz, korkunç bir şey. En sonunda bir başımıza kalacağız, adalara dönüşeceğiz. Yemyeşil adalar. Cennet gibi, yine de ada. Ortaçgil adaların yer altından el ele tutuştuklarını söylüyor da nasıl olacak bu, ufukta başka bir kara parçası yok. Neyse, Haig günümüzün dünyasını çerçeveliyor, yaşadığımız sorunların tanımını da bir güzel yapıyor, sonra kendi reçetesini sunuyor ve çekiliyor aradan. Benim işime yaramadı dediğim gibi, belki başkalarının işine yarar, azıcık anlatayım. En başta yirmili yaşlarında yakalandığı alkol problemini ve panik ataklarını anlatıyor, bir süpermarketin orta yerinde çöküp kalmış, etrafında doğal olmayan onca ürünün, ışığın, rengin uyandırdığı kaygılardan kurtulamamış, alkolün de faydası olmayınca her şeyi bırakıvermiş, bir anda. Alkol, sigara, kahve yok. Yoga, spor, bu tür şeyler girmiş hayatına, iplerin bir ölçüde elinde olduğunu hissetmeye başlamış. İpin ucunu kaçıranlar, bu metin size faydalı olur. İpleri elinde tutup bilinmeyen bir yere doğru yalnız başına yol alanlar, sizin meseleniz başka. Buralarda dolanmayın.

Haig'in problemlerine ve çözüm önerilerine bakalım. Haberler mutsuzluk pompalıyor, dünyadaki olumsuzluklar istatistiksel olarak azalsa da daha fazla bilgiye daha fazla kaynaktan kolaylıkla ulaşabildiğimiz için felaketlerle iç içeyiz artık. Haberlere bakmamamız gerektiğini söylüyor Haig, kapayacağız televizyonla telefonları. Modern dünya kendimizi kötü hissetmemize yol açıyorsa uzaklaşacağız, deniz kenarına gideceğiz, enstrüman çalmayı öğreneceğiz, kendimiz için bir şey yapacağız yani, yaşadığımızı hissedeceğiz. Benim çalıştığım yer Maltepe sahilinde olduğu için her gün yapıyorum bunu, işe yarıyor ama kısa süre sonra aynılık kendini gösterince geçici bir rahatlamanın son izleri de kayboluyor. Haig'e göre bize sıkıntı veren işleri bırakmalıyız, o an, bir daha geri dönmemeliyiz, mutsuzluk pompalarının dayattığı tüketim ürünlerinden de uzak durmalıyız, doyuma ulaşabilmeliyiz, her şeyin daha iyisini aramamalıyız, dünyanın rezil bir yere dönüşmesiyle kendimizin de o rezilliğe çekildiğini düşünmemeliyiz, düşünürsek de bunu iyi yönde bir değişim için kullanabilmeliyiz. İnsan olarak kalmalıyız yani, Kurzweil'ın "2.0" olarak nitelediği insanlığın, robotlaşmış insanlığın sınırlarından uzağa düşmeliyiz. Hiçbir şey insanlığın sıcaklığını veremez, o yüzden algoritmaların bir parçası haline gelmemeliyiz, verilere dönüşmemeliyiz. Çok hoş şeyler söylüyor Haig, gerçekten. Ben bu olumsuzlukların içinde kısmen yer alan, en azından bilinçli bir kısıtla(n)mayla topluma uyum sağlamaya çalışan insanların aslında çemberin dışına çıkamadıklarını düşünüyorum, "değişime ayak diredikleri" için yaftalanıyorlar ve yavaş yavaş sindiriliyorlar, sonra eski hallerine dönmek için üst üste paylaşımlar, bir şeyler, "değneğin ucundaki havuç" diyor buna Haig. Bir şey yapınca daha mutlu olacağız sözde, paylaşımlarımızı artırdıkça, daha çok etkileşime girdikçe var olduğumuzdan emin olacağız. Böyle bir saçmalık olamaz ama var, ucundan kıyısından da olsa bulaşmış durumdayız, dünyanın biçimlenme aşamalarından birinin kaktırılmış parçalarıyız artık, geriye dönemeyeceğiz. Sahip olduklarımıza değil, sahip olabileceklerimize odaklanacağız, şimdiyi silip geleceğe varmaya çalışacağız bir an önce, mutlu olmak için. Daha nevrotik bağlanma biçimleri, daha dengesiz ilişkiler, daha güdümlü davranışlar bizi tanımlayan verilere dönüşecek. Bu kadar mıyız, bu zamanda bu kadarız. Kitle histerisinin bir parçasıyız. İki örnek veriyor Haig, biri 15. yüzyıldan. Fransa'daki bir manastırda rahibelerden biri miyavlamaya başlamış, onu gören başka rahibeler de miyavlamaya başlayınca kırbaçlar çıkmış ortaya, kadınlar kırbaçlana kırbaçlana bırakmışlar miyavlamayı. İkinci olay daha garip, 1518'de Strasbourg'da 400 kişi bir ay boyunca durmadan dans etmiş, devrilip ölenler olmuş ama insanlar dans etmeyi sürdürmüş, üstelik müzik bile çalmazken. Birileri müziği çalıyor ve ölmemizi bekliyor, insanların peşine takılıp ne yaptığımızı düşünmeden sürükleniyoruz, olan bu. Yaşamlarımız ele geçirilmiş durumda, uykumuzu bile istiyorlar. Netflix'in başındaki adama göre geç saatlere kadar oturan insanlar dizilere ve belgesellere boğuluyorlar, uyku saati de olmasa daha fazla izlenme sayısına ulaşılacak, bu durumda en büyük rakip uyku. Be gebeşler, uykumuzu rahat bırakın bari. İki gramlık akıl sağlığımı dünya yıkılsa da doğru düzgün uyuyabilmeme borçluyum, çekin pis ellerinizi uykumdan. 

Basitleşme, çıkış yolu bu. Basitlik odaları kuruluyormuş dünyanın çeşitli yerlerinde, iş koluna dönmüş bu. Dışarıdaki hayat anlamını kaybedince basit bir mekana çekiliyorsunuz, sonrası geçmişin bir canlandırması haline geliyor. Beden işi, sohbetler, bir sürü şey. Budist tapınaklarının mantığı aslında, parayla satılanı sadece. Bu bile metalaşmış, inancın ve yaşam biçimlerinin satın alınabilir hale gelmesi dehşete düşürücü değil mi ya? Teknolojiden, ıvır zıvırdan uzak bir yaşam için para ödemeniz gerekiyor, üstelik Apple gibi şirketlerin yöneticileri çocuklarını günümüzün teknolojisinden uzak tuttuklarını söylüyorlar, insanlara zinciri takıp kendilerini kurtarmaya çalışıyorlar ama görecekler ki çoğunluk o beğenmedikleri dünyanın egemenliğine tamamen geçtiğinde çocukları yalnız kalacak, zor bir yaşamın içinde debelenmeye başlayacaklar. Gerçi kendi dünyalarını parayla yaratabilecek adamlar bunlar, zengin sitelerinin giderek yükselen duvarları gibi sağlıklı toplumların polislerini yaratacaklar ve ayrışmayı kusursuz hale getirecekler. İyi iş. 

Kendinizle yüzleşin, her şeyin sizin suçunuz olmadığını anlayın, Neolitik Çağ'da ölmüş bir insan olmaktansa 21. yüzyılda yaşadığınızı düşünüp mutlu olun. İyi gidiyordu ama bu sonuncuda biraz battı Haig, çünkü bunun neden daha iyi bir şey olduğunu anlamıyorum. Daha uzun yaşam süresinin neden daha iyi olduğunu anlamıyorum, bir aslan tarafından yenmenin uzatılmış ve sömürülmüş bir yaşamı kanser yüzünden terk etmekten neden daha kötü olduğunu da anlamıyorum, günümüzün çoğu insan için nimetlerle dolu olmasının bir anlamı yok, her şey olduğu gibi oluyor ve bana kalırsa kıyas kabul etmiyor, yirmi yıl veya on yıl yaşamanın yüz yıl yaşamaktan farkını göremiyorum açıkçası.

Bir alıntıyla bitireyim, özetliyor durumu: "'İnsanların çoğu sevmedikleri insanları etkilemek, istemedikleri şeyleri satın almak için kazanmadıkları parayı harcıyor.'" (s. 286) Korkunç bir dünyayı anlama yolları var burada, Haig çıkış yolunu gösteremese de sıkıntının temel bir çerçevesini çizme başarısını gösteriyor, o da bir şey.

27 Aralık 2019 Cuma

László Krasznahorkai - Savaş ve Savaş

Béla Tarr'la ilginç işlere imza attı Krasznahorkai, Man Booker'ı kazandı, karanlık işlerin döndüğü anlatılar kurdu, anlatıları için ideal üslupları ve dili buldu, böyle gidiyor. Günümüzün en önemli yazarlarından biri, Can diğer metinlerini de vakit geçirmeden basmalı, nesi varsa basmalı hatta, zorla yazdırmalı gerekirse, böyle şeyler olmalı. Kan istiyorum, ter istiyorum, iyi edebiyat istiyorum, ey! Neyse, György Korin'in hep bir sonraki adımdan anlatılan "geçmiş" yaşamına göz atalım bu seferlik, başka bir zamanda yazarın diğer metinlerine de geleceğim. Sonraki adım bir üslup izleği olarak beliriyor, zira Korin'in yaşadığı çoğu şey başkalarının şahitlikleri üzerinden kuruluyor. En başta ölümden korkmayan, ölümü umursamayan bir Korin'le karşılaşıyoruz, tren yolu civarında yedi çocuk tarafından kıstırılıyor, parasını çaldırmaktan korkmaması bir yana, durmadan, durmadan, hiç durmadan anlattığı şeyler çocukların bu deli adamı dinlemelerine yol açıyor. Kaçığın tekiymiş bu adam, saçma sapan şeylerden bahsetmeye başlar başlamaz oldukları yerde kalmışlar, kıpırdayamamışlar, adamın zihni taşkın bir ırmak gibi akmış aralarından, her bir sözcük dizginlenemeyen atlar gibi fırlıyormuş oradan oraya, kaçığın içine yıllar boyunca sinen ıssızlık, kara atmos hezeyan biçiminde belirmiş, dünyanın belirgin olmayan bir noktası söylemin süreğenliğinde parlamaya başlamış, kırk dört yıllık bir anlamlandırma çabasının sonuymuş bu, ellisindeki adam dünyanın karmaşasına daha fazla katlanamamış ve dünyanın bir karmaşa olduğunu anlar anlamaz bütün yaşamı kartondan bir yapıya dönüşmüş, evliliği "Hermes" adını verdiği bir olay yüzünden bozulmuş, çalıştığı arşivde herkes yanından uzaklaşır hale gelmiş, kendisiyle birlikte her şeyin çöktüğü duygusundan hiçbir şekilde kurtulamayacak hale gelmiş, hallere gelmiş, varoluşun halleri birbirine karşı, yeryüzü gökyüzüne karşı körmüş, bel kemiğiyle kafatası körleşiyormuş giderek, bir süre sonra düşünemeyecek, belki hareket edemeyecek duruma gelecekmiş, bunu Bölge Ruh ve Sinir Hastalıkları Dispanseri'nde söylemişler, düşüncelerinin karışacağı, iki lafı bir araya getiremeyeceği söylenmiş, yaşamının sonlarına yaklaşmakta olduğu anlatılmış, doktorlar bir sürü şey söylemişler, Korin o sırada dünyanın mevcut olmasa da dünyaya ilişkin düşünce süreçlerinin mevcut olduğunu düşünmüş, binlerce süreç varmış ve hepsi aynı boşluğa düşecekmiş önünde sonunda, düşünceleri kaybolmaya başlamış çoktan, Lethe'den bir yudum, tamam bu iş, tarihin kurmacalığına dair düşünceleri kaybolmadan önce çalıştığı işin anlamsızlığını görebilmiş üstelik, onca tarihi belgenin aslında rastlantısal bütünlerden ibaret olduğunu fark etmiş, Macar Hava Yolları'nda karşılaştığı adam anlatıyor bunu, "sonraki adım" çocuklardan adama aktarıyor bizi, anlatıcının sesi aynı olmasına rağmen anlatanlar farklı, anlatıcı bir aracı, belki de Korin'in dağılmaması için uğraştığı, yabancılaştırdığı, depersonalizasyona uğramasının ürünü bir diğer benlik, persona, artık her neyse o anlatıyor şimdi, "tarihi muhafaza ediyormuş ama gerçeği hep ıskalıyormuş", o halde başına bir silah dayayabilirmiş, dayamış ama tetiği çekememiş, ne olursa olsun hepsi birmiş, başka bir ölüm bulması gerekiyormuş, en azından ölümde bir anlam bulmalıymış, çocukluğunda içine çöken, bir daha kurtulamadığı hüzne yakışacak bir anlam olmalıymış bu, neredeyse elli yıllık bir bunaltının hak ettiği çok daha girift bir biçimmiş, Roma'ya gitmeliymiş o halde, başka yerlere gitmeliymiş, geri döndüğümüz çocuklar anlatıyor bu sefer, Korin çocuklara sigara vermiş ve hiç tereddüt etmeden evine gitmiş, malını mülkünü satıp parayı ceketinin cebine dikmiş, arşivden aşırdığı bir elyazmasını da cebine dikmiş, içini kemiren kaygıdan kurtulmak, yıllar boyunca yaşadığı dörtgenin dışına çıkmak ve insanlık için anlamlı bir şey yapmak istemiş artık, bunu uçaktaki arkadaşlarına anlatıyor olabilir, uçak bileti için girdiği sıradaki hostese anlatıyor olabilir, Korin'in kimi neye anlattığına dair bir fikri yok, şeyleri bir araya getirip anlatma yeteneği giderek azaldığı için durmadan konuşuyor, zira zamanı gelince daha fazla konuşamayacak, pek olmayan zamanı gelince, o zaman New York'a gitmeli, vizesi yoksa kısa sürede vize sağlayan bir aracıdan dünya kadar paraya hemen vize çıkartmalı, çıkartsın ve gitsin, Hermes karanlığından uzaklaşsın, kendisini Yunan tanrılarının yaşadıklarıyla özdeşleştirsin ki yitenin boşluğunu mitle doldursun, İkarus gibi uçarken kanatlarını yakmamak şartıyla tabii, sonuçta New York'a indikten ve aktarıcı yine değiştikten sonra göçmenlik bürosunda sorguya çekilmesi kanatlarını tehlikeye atsa da Büyük Plan'ını hayata geçirmek için doğru yerde, şansı da yaver gidiyor, o halde "çatlak bir bilim insanı" olarak damgalanıp koca ülkeye salınmasında bir problem yok, tercümanına telefon edip durmadan konuşması yüzünden adamı işinden etmese, koca şehirde bir başına yaşamaya çalışmasa, zaten azıcık olan parasını otellerde harcamasa ve daha da önemlisi kaygılanmasa, korkmasa, hiç bilmediği bir dili öğrense çok daha iyi olacaktı ama elyazmasından başka, planından başka bir şey düşünemiyor ne yazık ki, adamın da kovulmasına yol açıyor, kişisel ilişkiler kurulmaması gerekiyor sonuçta, Korin için bunun bir önemi yoksa da adama yardımcı olmak istediği, bir yandan da anlatmayı sürdürmek ve elyazması üzerinde çalışmak için tercümanın sevgilisiyle birlikte yaşadığı eve yerleşiyor, küçücük bir mekanda yaşamaya başlıyor, kendisine verilen aylık paranın büyük bir kısmı tercümana gitse de görece rahat bir yaşama kavuşuyor, öncekinden daha iyi durumda en azından, artık elyazmasına geçebiliriz.

Elyazmasını war and war olarak kaydediyor Korin, tercümanın yardımıyla satın aldığı bilgisayar ve internet bağlantısı dünyayı bu metinden haberdar edecek, Korin'in başka bir isteği yok. Kasser, Falke, Bengazza ve Toot nam dört yoldaşın anlatısı var bu yazmada, zamanın ve mekanın sınırlarını umursamadan dolanıp duruyorlar, Girit'te başlayan yolculuklarında Babil dilinde konuşurlarken Korin de İngilizceyi öğrenmeye başlıyor bir yandan, aralara İngilizce sözcükler serpiliyor, anlatıda hoş bir yenilik. Korin'in sürekli anlatımının sürekli anlatımı da Korin'in durumuyla bağlantılı olduğu için bu da hoş bir teknik. Neyse, dört karakter savaştan kaçıyorlar ve Almanya'ya, Venedik'e, pek çok yere geliyorlar, yol boyunca pek çok badire atlatıyorlar, bu sırada Korin metni bilgisayara geçiriyor ve en sonunda internet yoluyla paylaşmak istiyor, kendi gerçekliğinin en doğal yansıması olarak bu metni görüyor, kocaman bir kayıp olarak gördüğü yaşamını bu dünyaya sabitleyemese bile sanal dünyanın bir yerine çakmak, dikmek istiyor. İki düzlemin olaylarını birbirlerine bağlayabiliriz, örneğin dört kafadarın gittikleri her yerde farklı isimlerle ortaya çıkan Mastemann'ın anlatıcı olduğunu düşünebiliriz. Aşırı yorumdur belki ama Maste bir adam var ortada, her yere ulaşabilir ve her hikâyeyi anlatabilir, belki de karakterlerin yolculuk yapmalarını sağlayan adam da bu, her ne kadar tehditkar biri olarak görülse de devinimin bitmemesini istiyor, adamları huzursuz etme pahasına. Gerçi pek bir şeyin farkında değiller gibi gözüküyor, yaşanan ve engellenen felaketleri görüyorlar, Venedik'in bir ticaret kenti olduğunu ve paraya boğulduğunu, başka coğrafyaların kanla yıkandığını görüyorlar, kaçar gibi yolculuk etmeleri gerektiğini biliyorlar, hareketleri bitmiyor, Kasser ortadan kaybolsa da geri kalanlar ilerliyorlar, neyin neden yapıldığı, neyin ne olduğu pek belli değilse de görev tamamlanıyor, Korin'in New York'ta işi kalmıyor. Tabii bunda evi basıp tercümanla kız arkadaşını öldüren adamların da etkisi var, görünüşe göre tercüman uyuşturucu işine bulaşmış, kazandığı onca parayı yiyemeden vurulmuş, o halde zuladan haberi olan Korin eve gelip paraları cukkalasın ve Babil Kulesi'ni oluşturan onca binadan uzaklaşsın, camlardan oluşan bir eskimo kulübesini, bir sanat eserini görsün ve içine girmek istesin, her şeyden sonra. Zürih Gölü kıyısında bir adama anlatsın ne yaşadıysa, sanat eseri çok yakınında ve onu gördükten sonra yaşamaya değin bir şey kalmasın geride, dört adam da içindeyken, onu Amerika'dan İsviçre'ye getirmişlerken böyle olsun, müzeyi gece gece açtırsın Korin, bir dünya para bayılsın insanlara, eserin bulunduğu odanın duvarına kendi adının olduğu bir plaket çaktırsın, müzeye gelmeden önce de serserilerden bir silah edinsin, bir dünya para da oraya versin ama her şeye rağmen ve her şeyin sonunda var olsun, "son" gelsin. Kaçınılmaz savaşların ardından son bir savaş.

Nihayet.

Zor bir metin, zorluğunca değerli bir metin, iyi bir metin. Krasznahorkai çok sağlam bir yazar. Bu kadar.

26 Aralık 2019 Perşembe

Memet Fuat - Çağını Görebilmek

Memet Fuat'ı Adam Yayınları'nın ve De Yayınevi'nin kurucusu olarak biliyoruz, çevirmen olarak biliyoruz, Nazım Hikmet'in üvey oğlu olarak da biliyoruz ama antrenörlük yaptığını bilmiyoruz, ben bilmiyordum en azından. Masa tenisi ve voleybol antrenörü olarak yıllar boyunca spora hizmet etmiş, çok güzel. Nazım Hikmet'in kitaplarını yayıma hazırlamış, hatta bastığı kitapların başka yayınevlerinden çıkan versiyonlarına dair iki eleştiri yazmış. Telif hakkı konusunda hiçbir şey söylememiş Memet Fuat, o zamanlar mevzuyu nasıl çözdüklerini merak ettim açıkçası. Neyse, edebiyatımızda ağırlığı olan, önemli bir insan kısacası. Latife Tekin'e ikinci metnini yazmadan Sevgili Arsız Ölüm'ü yayımlatmamasını salık veren de kendisi, Tekin'e göre edebiyatımıza "Memet Abi"ler lazım. Edebiyatın sektör haline geldiğini gördükçe içi kan ağlayan biriymiş Memet Fuat, günümüzdeki halini görse ne yapardı, çok merak ediyorum. Böyle biri işte, yazıları da -bildiğim kadarıyla- kişiliği ölçüsünde değerli. Herkese mavi boncuk dağıtmak yerine iyiye iyi, kötüye kötü demeyi bilmiş, hatta böyle yapmayan Yaşar Kemal'i ince ince eleştirmiş, Ümit Yaşar Oğuzcan'ı şair olmadığı yönünde eleştirdikten sonra Oğuzcan'ın tepki dolu yazısına geri adım atmadan cevap vermiş, bildiği doğrulardan şaşmayan biri. Yazıları keyifle okunuyor ve zamanın edebi tartışmalarına göz atmamızı sağlıyor. Sadece edebi tartışmalar yok yazılarının arasında, 1960'ların başlarından itibaren edebiyatımızın ve toplumumuzun durumunu inceleyen yazıları var, eleştirinin neden geri planda kaldığına dair fikirleri var, pek çok konuda kalemi sağlam bir düşünür var karşımızda.

Gençlere belli bir dergide yazmalarını önermesine rağmen kendisinin başlangıçta öyle yapmadığını belirterek başlıyor Fuat, birkaç dergide yayımladığı yazılarının kaynaklarını belirtiyor. Varlık, Yeditepe, Türk Dili gibi dergilerden derlenen yazılar kronolojik sıraya dizilmiş, konularına göre tasnif edilmemiş. Daha iyi, böylece Fuat'ın düşünce tutarlılığına dair çıkarımlarda bulunmamız kolaylaşıyor. Fuat çok tutarlı bir adam, benim çıkarımım bu kadar. Evet. Başlıkları almadan yazılara geleyim yavaştan, ilkinde özgeciliğe sıkı bir övgü var, ahlak üzerinden gerçekçiler-düşçüler ayrımını yapan Fuat, elli yıl öncesinde düşçülerin özgeciliğe yakın olduğunu söylüyor, kısacası gerçekçilik düzlemi koyu bir bencilliğin üzerine kurulmuş durumda. Batı-Doğu medeniyetleri üzerinden vardığı yargılar tartışmaya açık, gerçekçiliğin tamamen Batı kaynaklı olduğu konusunda su götürür fikirleri var, Kant'ın ahlak anlayışını yer yer irdelediği bölümler de var, ben şu alıntıyı yapacağım: "Bencilliğin kaçınılmaz olduğunu anlasak bile, kötü bir şey olduğuna inanmaktan vazgeçemiyoruz. Düşünce ile eylem ayrılıyor. En bencil kişilerin özgecil görünmeye çabalamalarındaki gülünçlük bu ayrılmanın sonucu. Çoğalan gülünçlükler ise özgeci davranışlara karşı duyduğumuz kuşkuyu doğuruyor." (s. 16) Bencilliğin katmanlarına değineceğim ben, insan çok karmaşık bir bilişsel yapıya sahip olduğu için bazı bencilliklerini mantığa veya duyguya -gerçi bu ikisini ayırmak da zor bana kalırsa- bürüyüp kötüye değmeden yaşayabiliyor, çok garip geliyor bu bana. Mümkün yine de, utanç duygusu bu açıdan bambaşka formlara büründü, sosyal ilişkiler bağlamındaki işlevini kaybetti. Bir başkasına karşı kendi "iyisini" öne süren insan dokunulmazlık kazanıyor, ilginç bir patolojik olay. Fuat şöyle noktalıyor yazısını: "Yaşamdan kişisel bir tat almanın, ben'in uşaklığını etmenin en saygıdeğer, en övülesi yolu özgecilik." (s. 17) Özgecilik iyidir, yaşamın yükünü dağıtır, insanı hafifletir. Hafif hafif yürümek varken onca ağırlığın altında ezilmenin tek sebebi, bunu varlığının kopmaz bir parçası haline getiren insanın kendinden de bir şeylerin kaybolabileceğini düşünmesi olabilir, bilemiyorum artık.

Başka bir mesele, eleştiri. Bugünün problemi olduğu gibi geçmişin de problemi. Fuat'a göre çoğu eleştiri yazarının eleştirisini yapacağı metinle ilgili bir ön hazırlığı yok, masaya oturup akıllarına ne gelirse yazıyorlar. Kendisinin de bunlardan biri olduğunu söylüyor Fuat, bunun Ataç stili olduğunu da belirtiyor. Oldukça incelmiş bir zevke, dolu bir zihne sahip olmayan insanların bunu başaramayacağını söyleyip deneme-eleştiri arasındaki ayrıma odaklanıyor. Yöntemli çalışmanın yerine "sanatçı söyleminin" Ataç eleştirisini oluşturan öge olduğunu söyledikten sonra iki alanda da yazılar kaleme alan yazarları mercek altına alıyor: Melih Cevdet Anday ve Sabahattin Eyüboğlu eleştiri metinleri yazarlarken Hüseyin Cöntürk ve Asım Bezirci incelemeleriyle öne çıkıyor ama Cöntürk'ün "bile" denemeye doğru kaydığını düşünüyor Fuat, bunun sebebi olarak dergilerin formatını gösteriyor. Dergi anlayışı değişirse, dört sayfayı geçmeyen yazıların yayımlandığı dergilerden başka üç ayda bir yayımlanan ve tamamen eleştiriye odaklanan dergiler çıkarsa eleştiri ilerler, bu ilerlemeye örnek olarak Allen Tate'in Ezra Pound eleştirisini görüyoruz, biraz "üslupçular" ve "kavramcılar" karşılaştırmasına da kayıyor Fuat, edebiyatımızda gördüğü bir eksikliğin kapatılma biçimine dair kafa yoruyor. Ezra Pound'un aldığı bir ödül üzerinden ilerleyen tartışma günümüzde de güncelliğini koruyor, Handke'nin aldığı ödül tartışıldı ve tartışılacak gibi gözüküyor. Edebi kıstaslarla siyasi fikirler arasındaki bağıntının objektiviteyle çözümlenmesine dair bir bölüm var, sonrasında alakalı olarak Upton Sinclair bahsi başlıyor. Bizde bir dönem Marksist olarak bilinmiş Sinclair, tek bir çeviri metni üzerinden bu yargıya varılmış ama Fuat yabancı kaynakları tarayarak bu bilginin doğru olmadığını söylüyor, Sinclair'ın metinlerini ve yaşamını anlatarak bambaşka bir Sinclair portresi çiziyor. Doğru bilgiler vermek için çabalıyor, diğer makalelerinde de benzer bir çabanın ağırlığı seziliyor. "Bilimsel aşırma" dediği intihal konusunda kendinden bir örnek veriyor, yıllar önce okuduğu bir Orhan Veli metninden etkilenip etkilenmediğini bilmiyor ama o metindeki bir düşünceyi olduğu gibi alıp kendi yazdığı bir metinde kullanmış, bunun üzerine kafa yoruyor. Okuduğumuz şeyler aklımızda ne ölçüde kalıyor, ne ölçüde kendi fikirlerimize dönüşüyor ve bunu ne ölçüde unutuyoruz, mesele bu. Farklı bir biçimini Eco anlatıyor, zamanında -sanırım- doktora tezinde kullandığı bir bilgiyi aldığını düşündüğü kitaba bakıyor, görüyor ki o bilgi metinde yok, bilginin temelini oluşturan başka bir bilgi var. Dağınık okumalar yaşamın bir noktasını bir yerden biçimleyiveriyor, süper olay.

Başka bir mevzu, sanatçının geçimi. Sanatçıyı öldürmek gerektiğini söylüyor Fuat, en azından sınırda tutmak gerekiyor, daha çok üretebilmesi için. Sanatçı bir karşı güç olarak görülüyor, toplumu bir arada tutan parçalardan biri, çok iyi şartlarda yaşarsa sanatını yetkin kılamaz, çok kötü şartlarda sanat eseri yaratamaz, o halde ortada bir yerde takılsın. İkinci bir işte çalışsın. "En iyisi gene öğretmenlik. Yazın dört ay tatili de var." (s. 67) Dört ay mı? O nasıl şeymiş ki? İyiymiş. Çevirmenler için de aynı şey geçerli tabii, ortaya çıkan eserin çok iyi olmasına gerek yok, çok kötü olmasına da gerek yok, vasatlık yeterli. En azından kaliteli vasatlık istiyor Fuat, çevirinin dört ögesine değinen yabancı bir kuram kitabından alıntı yaparak iyi çevirinin neliğini sorguluyor. Kendi çeviri anlayışını da veriyor arada, ekleme ve çıkarma yapmayı sevmediğini, sözcüğü sözcüğüne çeviri yapmaya çalıştığını söylüyor. Sonrasında Prévert çevirileriyle alakalı değerlendirmelerde bulunuyor, Melih Cevdet Anday'ın Kolları Bağlı Odysseus nam metniyle ilgili bir okurun mektubuna yer vermesi ve şairin yeni bir şiire doğru aldığı yolu değerlendirmesi çeviriyle ilgisiz gibi gözüküyor ama bilinen şiir-yeni şiir ikiliği düşünüldüğünde, yorumlama biçimleri göz önüne alınarak bağlantı kurulabilir. Sanat eğitiminin yorumlama, karşılaştırma deneyimi açısından önemli olduğunu ama bizde durumun içler acısı olduğunu söylüyor. "Biz sanat eğitiminden geçmeyen bir toplumun insanlarıyız. Okullarda sanat tarihi, edebiyat, müzik, resim —okuyoruz okumasına, ama tadına varmadan, anlamadan, baş belası diye..." (s. 89) Çok şey söylenir ama hiç girmiyorum buraya, akademinin rezilliğini anıp devam edeyim.

Başkaca ne var, Cemal Süreya'ya ve Tomris Uyar'a karşı çıkışlar, Ümit Yaşar Oğuzcan'la girilen münakaşa, Tarık Dursun K.'nın kıyasıya eleştirilmesi, genç kuşağın "kaynaklara" yönelme eğilimi, birbirini tutan ve tayfa/çete oluşturan edebi şahsiyetler, "ilancılıkla" geçinen vasatlar topluluğu, Çetin Altan'ın yine kıyasıya eleştirilmesi, İkinci Yeni ve Garip, Yaşar Kemal'i hedef alan eleştiriler, 60'lı yılların edebi ortamının bir panoraması. Fuat'ın yazıları sayesinde edebiyatımızın biçimlenme serüveninin bir parçasını görebiliyoruz, pek hoş. Denk gelinirse okunsun, kaçırılmasın.


24 Aralık 2019 Salı

Pascal Bruckner - Doğmadı Kutsal Çocuk

Bir nevi Gargantua parodisi ama çok ciddi. Modern bir fars olmaya meyilli ama olamaz, mizahı trajediye doğru ilerleyen anlatıyı beslemekten başka bir işlev taşımıyor, durumun absürtlüğünü uç noktalara götürmüyor örneğin, iyi. Mitolojik. Kelt kardeşlerin inançlarına göre bebekler doğmadan önce tanrıyı görüp her şeyi öğrenirler, doğar doğmaz unuturlarmış mesela, tabula rasa mantığı. Descartes bunun tersini söylüyor, Locke başka bir şey söylüyor, felsefe böyle böyle ilerliyor. Bruckner iyi bir yazar ve filozof, metinleri Ayrıntı'dan çıkıyor, okuduğum kadarıyla logos-eros ikilisine dair sıkı düşünceleri var, bir de böyle romanları var işte, olabildiğince felsefi, komik, dikkat çekici. Ailenin hiyerarşik yapısından toplumsal harala gürelelere kadar pek çok konuya eğiliyor Bruckner, bunu anasının karnından çıkmak istemeyen ikizler üzerinden yapıyor. Baştan alıyorum, Madeleine Barthelemy sekizinci yaş gününde korku hastalığına yakalanıyor. Dümdüz bir hayat yaşamasını istiyor ailesi, işten eve, evden işe, heyecansız. Tesadüflerden korkuyor Mad, kendisine çizilen yolun dışına çıkmıyor. Okulda hor görülüyor, evde bir hayalet gibi yaşıyor, belki de bütün bunlardan kurtulmak için Oswald Kremer'la evleniveriyor, ansızın. Üniversiteyi bırakıyor, en azından kendi yarattığı bir aynılıkta yaşamaya başlıyor. "Henüz olgunlaşmadan çocukluğunu özler olmuştu." (s. 12) Bu cümle çok üzdü beni, geçti sonra. Neyse, Mad evini tertemiz tutuyor, yemek yapıyor, her iş geliyor elinden. "Karılık vazifesi" denen seks dışında her şey tamam, iş sevişmeye gelince kusası geliyor. Elini tuttursa tecavüze uğramış gibi hissediyor, çocuk doğurması gerekeceğini düşününce ölesi geliyor. Annelik, "Giriniz, her şey size ait, beni yağmalayın!" demekle bir. Kabullenme aşamasında çocuklarının çok akıllı olmaları gerektiğine dair bir saplantı geliştiriyor, en azından Nobel ödüllü birinden çocuk yapmalı ama mümkün değil bu, o zaman çocuklarını eğitecek, dünyanın en zeki insanları haline getirecek. Boş levhalar formüllerle, teorilerle dolacak, dünyanın ekseni kayacak, başka gezegenlere inilecek, çocukları çok iş bekliyor. Mad, doktoru Fontana'ya niyetlerini açıklayınca adam projeyi saçma buluyor, bir fetüsü dâhi yapacak nasıl bir yol izlenebilir ki? Beynin gelişmesi, algılayıcıların evrimlerini tamamlamaları gerek, bir sürü şey. Şunu da söylemek lazım, bilimsel açıdan yaklaşırsak çoğu olayın imkansız olduğunu görürüz ama anlatının niteliği böyle bir yaklaşımı lüzumsuz kılıyor, çıkmaz yollara girmeden okumayı sürdürüp keyif almaya bakmalıyız. Neyse, solunum borusundan içeri tarih, coğrafya, felsefe bilgileri atılıyor, bir huni yardımıyla iletişim kuruluyor ve ikizlerin dil bilgisi yetenekleri de geliştiriliyor. Bruckner hoş bir espri yaparak çocukların adını Louis ile Céline koymuş, güzel. Eğitim sürerken Oswald ortalarda yok, anneyi dölleyerek üzerine düşeni yerine getirdikten sonra ortadan kayboluyor bir süre, tamamen çocuklara odaklanıyoruz. Öğrenim süreci, doğum zamanı yaklaştıkça tehlikeye giriyor, bu yüzden mini bilgisayarlar ürettiriyorlar ve çocuklara gönderiyorlar. Fontana endişeleniyor, çocukları bir sabah ölü halde bulmaktan korkuyor ama çocuklar hiç durmadan çalışıyorlar, ölmeye pek niyetli değiller. Fontana Bebekleri yavaş yavaş meşhur olmaya başlıyor bir yandan, Fontana pek çok kadına aynı yöntemi uygulamalarını salık veriyor. Tek çocuk için işler kolay ama ikizlerin kendi aralarında sıkıntılar doğuyor ister istemez. Cinsiyet farklılıkları konusu daha açılmadan kapanıyor, bilinç düzeyleri çok gelişkin olduğu için böyle meselelere hemen hiç takılmıyorlar, üstünlük kurma olayı bilgi seviyesi üzerinden gerçekleşiyor. Céline tartışmasız bir biçimde lider, kardeşinden daha ileri bir seviyede, bu yüzden Louis'de bir parça kıskançlık doğuyor ama bunu da atlatıyor hemen.

"Doğmak Ya Da Doğmamak", artık sona yaklaşıyoruz. Sekizinci aya girildiğinde çocuklara güncel bilgiler veriliyor, dehşete düşüyorlar. Yalıtılmış ve güvenli bir ortamda, bilgiyle dolu günlerin ışığında dünyanın cennet gibi bir yer olduğunu umuyorlar ama gazetelerdeki haberlere bakınca hayal kırıklığına uğruyorlar. İnsanlar aptal, birbirlerine kötülük yapmaktan başka bir şey bilmiyorlar. Bu şartlar altında Louis doğmak istemiyor, vahşi bir dünyayla baş etmeye çalışmaktansa içeride kalıp daha çok çalışmak istiyor. Mad'in -Louis'ye göre "çaçaron kadın"ın- itirazlarını dinlemiyor, Céline'in çıkışını izliyor. Sonuç: "Birden, bir ışık huzmesi girdiği anda, belleğinde bir boşluk oldu. Gödel teoremini anımsayamıyordu. Bu kadar çabuk unutamazdı, sahneye çıkışını berbat edemezdi! Dur bakalım, kafasını bir toparlayabilsin... şeyin birinci teorisi kimindi yahu? Neyin birincisi?" (s. 44) Doğum odasında gazeteciler, bilim insanları, otuz iki kısım tekmili birden bekliyor, mucizevi bir olayın şahitleri olmak istiyorlar ama doğan bebekten "ınga" dışında bir ses çıkmıyor, Fontana sorularını giderek basitleştiriyor, cevap gelmiyor, Fontana dalga konusu oluyor, ta ki Louis içeriden herkese defolup gitmelerini söyleyene kadar. Dalavere döndüğünü düşünen adamlar gidiyorlar, Louis içeride kalıyor, Céline hikâyeden çıkıyor, tamamen Louis'ye odaklanıyoruz bu noktadan sonra. Biyolojik olarak içeride kalmasının mümkün olmadığını söyleyenlere bütün yasaları yıktığını, yeni bir yaşam biçiminin mümkün olduğunu söylüyor, yaşamını sürdürmek için gerekenleri annesinin temin etmesiyle bütün problemler ortadan kalkıyor. Kadının göbeğinde açtığı minicik bir delikten dünyayı görüyor, içeriyi rahat bir hale getiriyor, bu sırada Mad kilo ala ala dev anasına dönüşüyor tabii, yaşamı tamamen çocuğunun kontrolü altında. Bazı konularda Louis'ye karşı çıkıyor ama Louis kadının organlarını ısırınca boyun eğmek zorunda kalıyor, hatta Oswald'ın seks yapmasını bile engelliyor, kement benzeri bir sicimle. Adamın penisini yakalayıp buruyor, babasının annesinden uzak duracağını garanti altına aldıktan sonra aileden pek kimse kalmıyor geriye, böylece Nobel ödüllerini toplamasını sağlayacak çalışmalara imza atabiliyor. Bütün dünya bu çocuğu konuşmaya başlıyor, herkes bu çocuk gibi bir çocuk isteyince, daha da önemlisi modern zamanların anlamsızlık hastalığından mustarip olunca Louis bir kurtarıcı, mesih olarak görülüyor. Yaşamak için birazcık şekerli sudan başka bir şeye ihtiyacı olmayan, Tanrı'yla bile münakaşaya giren, biçimsiz, deforme bir varlık. Tanrı'ya karşı çıkıp özgür iradesini dayattığı kısım ilginçti, Tanrı öz oğlunun kabul ettiğini böyle bir ucubenin reddetmesini kabullenemiyor, cezayı ilginç bir şekilde kesiyor.

Logos iyi, şeyleri belirli bir düzene koyuyor, dünyayı anlamlı kılıyor ama tek başına yeterli değil. Lucia'nın ortaya çıkmasıyla Louis'nin dengesi bozuluyor, o güne kadar pek hissetmediği duygularını tanımaya başlıyor ve bu konuda pek az tecrübesi olduğu için afallıyor, kızın göğüslerine ve kalçalarına takılarak o güne kadar öğrendiği her şeyi çöpe atıyor, Lucia karşısında işe yarayan bir şey yok çünkü. Pembe dizi izlemeye başlıyor, sıradan insanların yaşadıkları gündelik problemlere odaklanıyor, eskiden nefret ettiği ne varsa öğrenmeye çalışıyor kısacası. Eros alt edilebilir, başlarda böyle düşünüyor ama Lucia'nın taktikleri sağlam, istediği kadar para sızdırıyor, kötü davranıyor, gudubet olarak gördüğü varlığı ayaklarının altında çiğniyor resmen. Louis kendisini değersiz hisseder hissetmez annesinde de aynı duygu beliriyor ve kadın yaşamını değiştirmek için Fontana'dan yardım istiyor. Beş yılın sonunda Louis'nin dayanacak gücü kalmıyor, giderek küçülüyor ve Fontana'nın ışın silahıyla ortadan kaldırılıyor. Son bölüme kadar böyle olduğunu sanıyoruz, oysa minicik bir parça kalıyor geriye, zayıflayıp şahane bir kadına dönüşen, çocukluğunun zincirlerini kırıp cinselliğini özgürce yaşayan Mad'in kalbine doğru ilerlemeye başlıyor. Gerisini bilemiyoruz, muhtemelen Mad'in değişimine şahit olurduk, Louis'nin annesinin bedenine el koyması başka anlatılara yol açabilecek bir kapı aralıyor.

Konusu ilginç, iyi bir roman. Denk gelen okusun.

21 Aralık 2019 Cumartesi

Sergio Chejfec - Benim İki Dünyam

Arkadaşım Baran Güzel geçenlerde Gökhan Yılmaz'ı merak ettiğini söylemişti. Ne yapıyordu, hâlâ yazıyor muydu, yazmıyorsa neden yazmıyordu, keşke yazsaydı, böyle şeyler. Yılmaz'ın YKY'den çıkan öykü kitaplarından ilkini okuyup beğenmiştim ama ikincisini hiç okuyamayacağım sanırım, Yılmaz telefon edip iki kızı olduğunu, yazı çizi işinden nihayet kurtulduğunu söylemiş. Beğendiğim yazarların sona kalan bir iki kitabını okuyamıyorum, geriye okuyacak başka bir şey kalmayacağı için. Neyse, üzüldüm ve sevindim. Üzüntüm bencilce, sevintimin nedeniyse insanın iyi yaptığı bir şeyi kendi isteğiyle, belki yüce bir amaç için bırakabilecek iradeye sahip olduğunu görmek. Bu yapılabilir, geçici bir süreliğine olsa bile. Peki ne olur, yani bu dürtü ketlenirse insanın gündelik yaşamı bundan nasıl etkilenir? Metinle ilgili birkaç yazı okudum, yürüyüş ve yabancılaşma üzerine odaklanılmış ama ben daha geniş bir açıdan yaklaşmak istiyorum mevzuya, yaz(a)mayan bir yazar, sanat yapmayan veya yapamayan bir sanatçının dünyası nasıldır, iki tane midir gerçekten? Ramachandran'a döneceğim, Öykücü Beyin'den yola çıkarak dünyalar arasındaki simetriyi değerlendirmek geniş bakış açıları sunacak bize. Sanatın nörobilimsel incelemelerinden bir şeyler çarpıyorum: "Sanatçı, sıkıcı aşırı düzenlilikle tam bir kaos arasında denge kurmaya çalışıyor gibi duruyor." (s. 307) Yılmaz'ın şu anki dünyasında dengeyi kurabileceği araç elinden çıkmış, yerine başka ögeler geçmiş gibi gözüküyor. Öykülerindeki kaosa meyilli anlatıyı düşününce sanatın aracılığının oldukça yıprandığını da düşünebiliriz, bunun yanında sıkıcı düzenlilik -öğretmen kendisi, memuriyet düzenli bir ölüm demektir- de bastırıyor bir yandan. Korkunç bir baskı seziyorum burada, birlikte var olabilip muazzam çatışmalara yol açan, yaşama dair en temel iki kaynaktan fışkıran parçalardan nasıl kurtuluyor Yılmaz, örneğin sokakta yürürken veya herhangi bir şeyle uğraşırken "dengeleme güdüsünü" nasıl bastırabiliyor, çok merak ediyorum bunları. Belki şudur: Oradan bir parça, şuradan bir tane, bunu da alalım ve metni yazmaya başlayalım. Gözümüzün önünden binalar geçiyor, kuşlar bedenlerimize göre konumlarını değiştiriyorlar, biz gözümüzde çakıp sönen sözcüklerle uğraşıyoruz. Bacaklarımız otobüsün arkalarını gözümüze yaklaştırıyor, kırmızı buton parmağımızın baskısıyla içeri geçiyor ve önceki pozisyonuna dönüyor, biz metne son noktasını koyup açılan kapıdan aşağı iniyoruz. Ayağımız yola basar basmaz metin tamamlanıyor, sonra hiç var olmamış gibi kayboluyor, biz de patafizikten fiziğe dönüp merkezlikten çıkıyoruz. Araç beynin ta kendisi, hiçbir şey yazmak zorunda değiliz. Değil miyiz? Beyin farklı bölgelerini de işe koşup şeyleri birleştirme çabasında her zaman, bunun yeterliliği sorgulanabilir o zaman. Her şeyin özeti, bir yazarın dünyaları -sadece iki taneyle sınırlı olduğunu sanmıyorum, metnin bağlamında da öyle- belirli yollarla bağlanıyorsa ve bu yolların kesişim noktaları kasıtlı olarak silinmişse, ortadan kaldırılmışsa yazarı nasıl bir dünya bekler? Chejfec'in anlatısını tamamen bu bağlamda okumak bambaşka noktalara kapı açacaktır diye düşünüyorum, sadece yürüyüş kapsamında ele alıp meseleyi bilinç akışına bağlamak metni kısırlaştırıyor.

Vila-Matas'ın önsözünü sona bırakıyorum ama bir cümlesinin yeri tam burası, alayım: "Ben de şimdi bir önsöz yazarı olarak bu kitaba yayılmış o muazzam malzemeyi içine sıkıştıracağım bir formülle özetlemek gibi benzer bir sıkıntı yaşıyorum. Yine de, eğer bir biçimde özetlemem gerekiyorsa, ellinci yaşını doldurmak üzere olan ve muhtemelen bu kritik tarih yüzünden bir yazar olamayana dönüşmek isteyen bir yazarın hikâyesi karşısında olduğumuzu söylerim." (s. 9) Yazmak/yazamamak meselesi için yine Bernhard'ı anacağım, onun metinlerinde yazma ediminin yazılmaya çalışılan metinle doğrudan bir ilişkisi vardır, ikisinin olanaksızlığı, var olamamaklığı ontolojik bir yıkıma varır, zihinle bedenin birbirinden çok da ayrıksı olmadığı son nörobilimsel verilerle kanıtlanmış durumdaysa ve biz bu olamamaklığa bu açıdan da yaklaşabilirsek de ayrıklığı göz önünde bulundurarak düşünelim, zihnin bir eylemi tamamlayamaması, bir bütün haline getirilememesi gibi başarısızlıklar bedeni ortadan kaldıracak noktaya getiriyor, zaten yazamayan, besteleyemeyen vs. karakterler ya zihinle bedenin dumura uğratıldığı bir yalıtılmışlığa çekiliyorlar ya da intihar ederek ikisini birden ortadan kaldırıyorlar. Bernhard'ın anlatısal çözümü yok oluş üzerine kurulu, bu açıdan Chejfec'in anlatıcısından ayrılıyor ama çok da uzağına düşmüyor, yazar/karakter/anlatıcı yazmak istemediği için yaşamını bir kurmaca düzlemine çıkartıyor/indiriyor. Anlatının sonlarına doğru yazıyla ilişkisine değinirken içinden çıkamadığı duruma dair söylediklerinden kendi çıkarımını yapabilir okur, buraya girmiyorum. Neler döndüğüne bakalım bir. Brezilya'nın güneyinde bir şehir, yürünecek bir istikamet, ulaşılmaya çalışılan bir nokta. Anlatıcı bir edebiyat konferansına katılmak için orada, doğum gününe birkaç gün kalması yaşanmış zamanları düşündürüyor, iki arkadaşının yazdığı kitaplar tetikleyici vazifesi görüyor, bu yazar arkadaşlara anlatı boyunca sık sık rastlayacağız. Anlatıcının ulaşmaya çalıştığı park genişçe, olabildiğince insansız bir yer sahasına sahip. Sıkışmışlık hissinden kurtulmak için parka ulaşmaya çalışıyor anlatıcı, yürüyor, yürürken şehri algılarıyla ve imgelemiyle baştan kuruyor ki bu da başlı başına kendi yaşantılarına dönmesi demek, çok somut örnekler sunmasa da insanların ve binaların anlamını geçmişteki anlamlarıyla denkliyor. Bunun yanında her açıdan zengin bir şehir var karşısında, sayısız renk, sayısız insan, nesne, hepsi bir nevi yenilik taşıyor ama bu yenilik bir anlamda yaşantılardan çıkarılanlara iliştirilmek zorunda. Üst üste yığılmış anlam katmanlarını bir düzene oturtabilme gayreti mi yazdırıyor insanlara, belki. Bu sadece bir itki de olabilir, bastırılması şeylerin düzenini bozarak sadece oldukları gibi görülmelerine yol açıyor. Bazı hızlı geçişlerden bunu çıkarabiliriz, anlatıcının "bir insana hayatta eşlik etmek için en iyi sentaksa sahip fiziksel meleke" olarak gördüğü yürüyüş boyunca sarmal bir akışa kapılırız, anlatıcı kendi benliğini kurma çabaları boyunca etrafında olup bitenleri irdeler, sayısız gözlemde bulunur, kendisi olamama tehlikesinin farkında olduğunu belirtir, herkes tarafından dayatılan dil, edebiyat, insana dair ne varsa her şey tarafından kuşatıldığını düşünür, bunun yanında kendi sesini korumak için zihni sürekli hareket halindedir, zihin kendi yürüyüşünü yapmaktadır, fiziksel ve zihinsel edim birbirini mükemmel bir şekilde tamamlamaktadır. Kendini koruma çabalarının sebepleri bu hareket "sonucu" diyeceğim, ortaya çıkar. Anlatıcının yayımlanan son romanına dair oldukça olumsuz bir eleştiri yazısını okuduğu an geçmişten çekilip çıkarılır, bir öz değerlendirme uğraşının parçasına dönüşür. "Romanlarım, ister iyi ister kötü olsunlar, istemedikleri bir hizmete koşulmuş ve kendisiyle kavgalı karakterler yaratıyordu. Ben bile onlardan biri olabilirdim." (s. 23) Bingo. Her uğraşın kümülatif olduğunu belirtiyor bir yerde anlatıcı, hayal kırıklığı ve öfkesi bu yığınsal birikimin temel kaynaklarıymış gibi gözüküyor. Bir nevi düzensizlik, kendilik algısının dış dünyayla uyuşmaması, kurmacayla gerçekliğin durmadan çakışması sağlam bir sıkıntı kaynağına dönüşüyor. Ramachandran'ın söylemlerinden "tesadüflere duyulan tiksinti" kavramını eşeleyeceğim, iki dünya bağlamından yola çıkarak anlatıcının iki farklı akışına göre değerlendirirsek bir tesadüfün tiksintisi arka planda kalıyor, biz zaten beklenen bir şeyle, anlatıcının beklediği bir alçaltılmayla karşılaşıldığını, karşılaştığımızı düşünebiliriz, yazar adına ve okur olarak kendimiz adına. Bir de arka plana bakalım, yazarın kurmacaya varmayacak ama kurmaca niteliğindeki düşünceleri bize aslında olumsuz yorumlarla karşılaşmak istemediği, uğraşını da sürdürmek istediği için insanların eline geçmesini imkansız kıldığı bir metni yazmayı düşsel bir dünyada sürdürdüğünü söyleyebilir miyiz? Keyif aldığına dair bir emare yok, "yürüyüşçünün savruluşu" gibi kendi icadı olan kavramlarla yürüyüşü, zihinsel anlatısını sürdürmeyi sağlayan eylemi olumlayarak, irdeleyerek aslında eylemini sürdüreceğini üstü örtülü de olsa anlatmış oluyor. Anlatılan iyidir, olumsuz eleştiri bir tesadüf olarak değerlendirilebilir, anlatıcı bu yüzden insanlardan uzak durmaya çalışmaktadır ve parka doğru yürümektedir. Ne zaman ki devinimini sona erdirir, düşüncelerinin birliği tavsamaya başlar, Papini'nin anlatıcısını anımsatmayı bırakır, anlatıdan fırlamaya çalışan sivri uçları gösterir. Miras bırakabileceği eşyalardan çakmağın mekanizmalarına kadar pek çok, nasıl diyeyim, metnin dışına çıkmaya çalışan nesneleri anlatmaya başlar, ta ki yazarlığını düşünmeye geri dönene kadar.

Yine Ramachandran'dan bir alıntı yapıp bitireyim: "Sanat doğanın kendi sanal gerçekliği olabilir." (s. 318) Anlatıcımız bu sanal gerçekliğin -zihinsel kurmacanın- içinde kendi gerçekliğini, kendi yaşamını doğanın yansımaları/parçaları arasında sabitlemek istiyor, başka bir sanal gerçeklik yaratmadan yapmak istiyor bunu. Aslında Spinoza'nın Natura naturans ve Natura naturata kavramları üzerinden incelense bu metinden çılgın şeyler çıkabilir, çok ilginç bir araştırma olur bu.

Mutlaka okunması gereken bir metin. Jaguar'ın güzelliklerinden biri.
Ek: Vila-Matas'ın önsözü kaldı. Valla övüyor metni işte. Şöyle güzel, böyle süper diyor.

16 Aralık 2019 Pazartesi

V. S. Ramachandran - Öykücü Beyin: Bir Nöroloğun Bizi İnsan Kılanın Ne Olduğuna Dair Arayışı

Saffet Murat Tura'nın yazdığı önsözde bir iki nokta var, değineyim. Nörobilimin ulaşabileceği noktalar konusunda hayal gücünü de konuşturarak çıkarımlarda bulunan meslektaşını takdir ediyor, Ramachandran'ın heyecanını hissettiğini söylüyor. Bunun yanında Ramachandran'ın sübjektif yaşantılarla beyindeki nöral ateşleme örüntülerinin arasındaki ilişkiye pek değinmediğinden bahsediyor, bu konuda pek çok karanlık nokta mevcut olduğu için yazarın bu meseleye -belki de pratik nedenlerden ötürü- pek değinmediğinden bahsediyor. Ramachandran benzer bir noktaya parmak basarak biraz olsun spekülasyon yaptığını metinde belirtiyor, doğrudan bilim insanlarına seslenmeyip benim gibi azıcık meraklı okuru da düşündüğünü söyleyerek henüz elde edilmemiş varlık bilimsel verilerin gölgesinde, bilimin ulaşabildiği son noktada ne varsa anlatıyor, ötesinde sufilerden, Ömer Hayyam'dan, Hint tanrılarından alıntılar yaparak sezgisel bölgenin sınırlarında "şahsi Odysseia" olarak yaptığı yolculuğu sona erdiriyor. Beynin hangi bölgesinin ne işe yaradığını az çok biliyoruz, bunun yanında psikiyatriden ve psikolojiden de yararlanıyor Ramachandran, Tura'nın övdüğü bu disiplinlerarası tutum gerçekten de bilinmeyenleri biraz aydınlatıyor. Geleceğim oralara, yazarın ne yapmaya çalıştığını anlattığı bölüme geçeyim. "Pozitif bilimlerin gölgesinde debelenen on yılların ardından" nihayet nörobilim çağının geldiğini söylüyor, kısa bir tarihçe çıkardıktan sonra algı, duyu ve bilişle ilgili ortaya çıkan tek tük teoriden sonra bilimsel ilerlemelerle ne gibi gelişmeler yaşandığına değiniyor. Büyük Birleşik Teori (Her Şeyin Teorisi?) ufukta gözükmüyor henüz, bilimler başka bilimlerden destek alarak ilerlemeyi sürdürüyor ama nihai bir son için henüz çok erken. Belki de o kadar erken değildir, nörobilim canavar gibi ilerledikten sonra Freud'un savunma mekanizmalarının nörobilimsel temellerine rastlamak, estetik ve sanatla ilgili beğenilerin temellerini yine nörobilimde bulabilmek heyecan verici, Ramachandran bunlar gibi pek çok nefes kesici çıkarımda bulunuyor. Aslında bir nevi insanı insan yapan özü bulma çabası olarak da görülebilir bu araştırma, algıladıklarımızın işlenişinden ibaret olmadığımızı düşünen yazar ara ara tanrıların "yaratılmasıyla" oluşan düşünceler tarihine uzanıp nörolojinin ışığında binlerce yıllık söylencelere kadar uzanıyor, kendince inançlı biri olduğunu söyleyebiliriz, tabii bilimin ışığından uzaklaşmadan. Neyse, Bizi "Biz" Yapan Hikâyeler'de insanın örüntülerden ibaret bir benlik algısı olduğundan bahsediliyordu biraz biraz, Ramachandran bu görüşün somut kanıtlarını da ortaya koyarak bilinci oluşturan ögelere eğiliyor, evrimden yola çıkarak insan-maymun zihnini kıyaslıyor, farklı bir tür olarak tarih sahnesinde yerimizi aldıktan sonra beynimizde ne gibi bilişsel gelişmeler gerçekleştiğini, sonrasında hikâyelerimizi bir arada tutma konusunda beynin ne tür işlemler yaptığını, bu işlemlerin cortlamasıyla ne gibi nörolojik rahatsızlıkların ortaya çıkacağını anlatıyor kısaca, son bölümdeki rahatsızlıklar çok çok ilginç. Gerçi çoğunu biliyoruz, Ramachandran alanında oldukça tanınmış bir isim olduğu için pek çok deneyine ve sürdürdüğü sağaltım sürecine başka metinlerde denk gelmiştik. Örneğin ayna olayı. En az iki yerde rastladım buna. Diyelim ki hayalet el sendromu yaşayan biri var, kesilen elinin kaşındığını söylüyor. Sol eli kesilmiş olsun. Ramachandran aynalarla öyle bir düzenek kuruyor ki sağ beyine giden sinyalleri yönetiyor ve sağ beyne bağlı olan sol elin yokluğunu beyne "hatırlatıyor", böylece hayalet ağrılar ve kaşıntılar ortadan kalkıyor. Bunun gibi pek çok örnek var, hepsi çok ilginç. Onca teknolojik gelişmeye rağmen ilkel deneylerin de çok başarılı olabileceğini özellikle belirtiyor adam, sırf aynalarla oluşturulan bir düzenek bu zamanda bile beyinle ilgili pek çok buluşa yol açabilir, süper. Benzerlerini Oliver Sacks'in metinlerinde okuduk, zaten hocası Sacks'e teşekkür ediyor yazar. Anlaşılıyor, yaptığı işe hocası kadar bağlı biri Ramachandran.

Her şeyi anlatmak istiyorum ama olmayacak, mevzuları kısaltırken canına okuyacağım, o yüzden olabildiğince yüzeysel gideyim. "Giriş" bölümü sıradan bir kuyruksuz maymun olmamamızla alakalı. "İnsanların ortaya çıkışının ışığında, evren bir anda kendi varlığının bilincine vardı. Bu gerçekten de her şeyin ötesinde bir gizem." (s. 31) İnsana özgü birkaç meseleyi hemen özetliyor yazar, sinestezi bu meselelerden en önemlisi. Beynin farklı bölgelerinin bir arada çalışmasıyla, sinyallerin yanlış bölgelerde değerlendirilmesiyle ve bunun gibi tersolarla bağlantılı olarak ortaya çıkıyor, öneminin anlatımı için genişçe bir yer ayrılmış. Başka bir hastayı izlerken o hastanın acısını çeken adam da son derece ilginç, ayna nöronlarla bu adam sayesinde tanışacağız. Başkası acı çekerken kendi beynimizdeki acı çekme bölgesinde havai fişekler patlatan ayna nöronlar nedir, ne işe yarar, başkalarının hareketlerini aynen tekrarlamamak evrimsel süreçte mi kazanılmış, bu tür şeyler var. Eğretileme körlüğü, evrimin beyni korumak için "dahilik" bölümünü tamamen kapatması veya dahiliği damla damla vermesi gibi olaylar ilk insanlarla insan benzeri kuyruksuz maymun türleri arasındaki ölümcül farkı yaratmış olabilir, aynı zamanlarda yaşayıp geriye bir tek bizim türümüz kaldıysa nöral kombinasyonların bu duruma etkisini incelemek gerekiyor, Ramachandran'ın çocukluğundan beri yapmak istediği şey bu. Tabii meselenin geçmişine değinmeden olmaz, ilham aldığı isimleri sayarken Owen ve Huxley adlı iki bilim insanının farklı görüşlerine de yer veriyor. Owen'a göre Tanrı'nın muhteşem kullarıyız, Huxley'ye göreyse Darwin'in açtığı yol son derece mantıklı, makul. Ramachandran, doğadaki geçiş evrelerinin -katıdan sıvıya, gaza falan- insanın kökenlerinde de görülebileceğini söylüyor, sonuçta milyonlarca yıl boyunca canlılar evrim geçirdi ve pof, bir gün düşünce yetimiz gelişti. Sihir gibi. Bundan 150 bin yıl önce kilit beyin yapıları patlar gibi gelişiverdi, çok ilginç. Bu süreçle ilgili pek bir şey bilmiyoruz, elde incelenecek bir kaynak ve yeterli veri yok. Fazla uzamıyor mevzu, beynin yapısına geçiyoruz. Nerede ne bulunur, neresi zarar görürse eliniz siz uykudayken boğazınızı sıkmaya başlar veya hiç kimseyi tanımazsınız, bunlara dair birtakım malumat var, hemen ardından hayalet uzuvlara ve esnek beyinlere geçiyoruz. Temporal lob epilepsisi geçiren hastaların Tanrı'yı hissettiklerine inandıklarını söylüyor Ramachandran, sanki beynin aslında orada olan ama yokmuş gibi davranan bir bölümü açığa çıkıyor. Garip, beyindeki her bir bölüm birbiriyle bağlantılı. Ayna nöronları sağ olsun, farklı bölgelerde farklı etkilere yol açıp insanlara hayalet uzuvlarını hissettirebiliyorlar. Yine kesik ele geleceğim, bir hasta yüzünün bir bölümüne dokunulduğunda elini hissedebildiğini söylemiş. Başka metinlerde başka örnekler de var, örneğin kör olduktan sonra ses dalgaları sayesinde bulunduğu ortamın görsel bir haritasını çıkarabilen adamın hikâyesi ilginçti. Beynin görmeyle ilgili bölgesine işitme duyusu el koyuyor gibi düşünebiliriz, bir nevi açığı kapama olayı. Beyindeki her şey geçişken, bir sınır yok gibi gözüküyor. Beyin statik değil, her an değişiyor. "Doğal seçilim sayesinde beynimiz, zihinsel evre geçişlerimizi kontrol etmek adına öğrenme ve kültürden faydalanma yetilerimizi geliştirmiştir. Kendimizi Homo plasticus olarak adlandırmamız da mümkün." (s. 69) Görmenin işlevinin arkamızda olabildiğince çok bebek bırakmak olduğu söyleniyor mesela, kültürün sürmesi için. Kolektif bir zihnin devamlılığı. Bu durumda çocuk yapmamayı isteyenlerin, çocuk yapmayanların toplumca dışlanması bir açı daha kazanıyor. "Çocuk yapmak için iyi görmeliyiz" gibi bir önerme tartışmaya açık tabii, bunu es geçerek yolaklara geliyorum, görme duyusunun parçalarına. Kısaca şöyle diyeyim, etrafınızdaki sivri köşeli nesneleri görüp yuvarlakları göremeyebilirsiniz, bazı renkleri göremeyebilirsiniz, tanıdık yüzler yanınızdayken size yabancı gelir ama odadan çıktıkları zaman, yan odadan telefon ederlerse onlarla muhabbet edebilirsiniz, bütün hatıralar geri gelir. Görmek başlı başına şahane bir olay, beynin en çok uğraştığı olaylardan biri, dolayısıyla en ufak bir arızada hayatı cehenneme çevirebiliyor. Daha da kötüsü, bu cehennemden haberimiz olmayabiliyor.

Sinesteziyle ilgili bölüm. "Farklılaşmış ilkel beyin" gibi bir benzetme yapıyor Ramachandran, duyuların birbirine girdiği, beynin uzmanlık alanlarını parçalara ayırmadığı bir zihne sahip olduğumuzu düşünelim. Kırmızı bir sekiz. Dokunulduğunda ağızda şeker tadı bırakan bitki. "En yaygın sinestezi türünün rakam-renk sinestezisi olması ve beyindeki rakamla renk alanlarının birbirlerine komşu olması gerçekten bir tesadüf olabilir mi?" (s. 135) Bir bölüm başka bir bölümle iç içe geçiyor, veriler oradan oraya savruluyor, sonra bulutlara bakınca parmaklarımızla pamuk topağına dokunur gibi hissediyoruz. Mesela. Mutant bir genin varlığından söz ediliyor, bu mutasyon doğal seçilimle bertaraf edilmemiş, bazı antidepresanlar tarafından etkisi geçici olarak ortadan kaldırılabiliyormuş. Buradan yavaş yavaş sanatçılara ve sanata geliyoruz, Nabokov, Pollock, Kandinsky ve sayısız sanatçının sinestezik olduğu biliniyor. Eğretilemelerle sinestezinin bağlantılı olabileceği, hatta eğretilemenin sinestezi yardımıyla ortaya çıkmış olabileceğinden bahsedilir bahsedilmez mevzu rayına oturuyor. Hayal gücü, cinas, varsayım, yaratıcılık, hepsi sinesteziye yol açan mutant bir genin ürünü. Vay! Şu çok daha ilginç bir şey gerçi: "(...) Benzer bir sav, insanlardaki şizofreni ve bipolar bozukluğun nispeten yüksek oranları açısından da ortaya kondu. Bu rahatsızlıkların köklerinin hâlâ yeryüzünden kazınmamış olması, belki de hastalığı yol açan kimi genlerin bir şekilde -örneğin yaratıcılığın, zekânın veya soyut sosyal-duygusal yetilerin artması gibi- avantajlar da sağlıyor olmasındandır. Yani insanlık bu genleri gen havuzunda muhafaza ederek yarar sağlar, fakat maalesef ciddi bir azınlık da talihsiz bir yan etki olarak bu genlerin kötü birleşimleriyle baş etmek zorundadır." (s. 153) Bu kısmı okuduktan sonra aydınlandım yemin ederim, taşların çat çut yerine oturduğunu hissettim. Bunların yanında "Marslı" renkleri görmek, hiç duyulmamış sesleri duymak, dilin ortaya çıkışı gibi meseleler de yine bir ölçüde sinesteziyle alakalı.

Dil kısmı, dilde eğretilemenin ortaya çıkışı en az yukarıdakiler kadar ilginç bilgiler içeriyor, aynı şekilde otizmli bireylerin zihinlerindeki kendilik farkındalığı eksikliği yine çok önemli. Ya bu metin aşırı önemli, benliğin ne olduğuyla azıcık da olsa ilgilenenlerin mutlaka okuması lazım. Lütfen okuyunuz.

14 Aralık 2019 Cumartesi

Philip K. Dick - Yaratılan Dünya.

The World John Made aslında, determinist bir dünyada beliren çatlağın ne kadar büyüyebileceğine kafa yoran, erken dönem bir PKD metni. İnziva zamanlarının seri üretim metinlerinden yapısal farklılıklarıyla ayrılıyor bu, ilk bölümde anlatı boyunca karşımıza çıkan her ögeyle karşılaşıyoruz mesela, sonrasında parçalar yavaş yavaş bir araya gelirken PKD'nin arka planda ne işler çevirdiğini düşünebiliyoruz. Savrukluğa varan çok parçalı bir anlatımın belirli bir anlamı ortaya çıkarabilmesi, olacak olan şeylerin olmasına dayalı bir dünyada sekteye uğrayabilir gibi gözüküyor ama PKD diğer metinlerinde olduğundan daha, ne diyeyim, cüretkar. Parçaların verildiği ilk bölümle başlayayım, rahim şeklinde bir sığınakta biri bebek sekiz mutant yaşıyor, 1970'lerde yaratılmışlar, suni bir göğün altında ve suni doğanın içinde. Dışarıdaki dünyayı görebiliyorlar ama fanustan çıkar çıkmaz zehirlenmeye başlıyorlar, biyolojik yapıları Dünya'nın yapısına uygun değil, aralarında diğerlerine göre daha cesur olan üçünün "özgür iradeleriyle" sığınaktan çıkıp gitme teşebbüslerini izleyen Doktor Rafferty ve esas adamımız Cussick için onlar nedeni bilinmeyen bir amaçla yaratılmış mutantlar. Cinlere benzeyen minyatür erkekler ve kadınlar dışarıda olan bitenden, dünyayı neredeyse ortadan kaldıran büyük savaşın yıkımından haberdarlar, nükleer bombaların yol açtığı genetik bozuklukların ürünü olduklarını düşünüyorlar, aslında laboratuvar ortamında yaratılmışlar, haberleri yok tabii. Dışarıda yaşamak için yeterince güçlü olmadıklarını bilmelerine rağmen durmadan çabalıyorlar, dışarıda bir hayatın mümkün olduğunu düşünüyorlar. Tam bu noktada anlatı boyunca sürecek temel izleğe ulaşıyoruz, insanın gerçeğin ne kadarını bilebileceği ve bu gerçeğin somutluğuna, katılığına rağmen kendi yolunu bu gerçekten ne kadar ayırabileceği meseleleri hemen her karakter için büyük bir problem haline geliyor. Mutantlar ellerindeki yanlış ve kopuk bilgilerle irrasyonel davranışlarda bulunuyorlar, ölümün kıyısından dönüyorlar ama yine de çabalıyorlar, diğerleri için de benzer durumlar var, yeri geldikçe değineceğim. Doktor Rafferty'ye pek denk gelmeyeceğiz, çatlak bilim insanı olarak bir iki yerde görünecek, bunun yanında Cussick'in üzerinde biraz durmak gerekiyor ama önce ilk bölümde verilenler. Gençlik İttifakı'nın başındaki adam Jones'un adı anılıyor, Jones'la ilk kez burada karşılaşıyoruz. Bir isyanın veya toplumsal bir hareketin başındaki biri, bilemiyoruz tam olarak. Cussick'in Rafferty'le sohbetinden öğrendiğimiz kadarıyla her şeyden önce Jones'u tanıyan, hatta sonradan öğrendiğimize göre Jones'u ilk tanıyan ve sebep olabileceği galeyanların tehlikesini öngörebilen ilk insan Cussick. Hemen ikinci bölüme geçiyoruz, Cussick'le Jones'un tanıştıkları karnavalda ucube gösterileri, post apokaliptik dünyanın eğlenceleri göze çarpıyor, PKD yıkımın etkilerini bütün yaratıcılığıyla ortaya koyuyor. Yıl 1995, Cussick yirmi altı yaşında bir, ne bu, kolluk kuvvetlerinin bir elemanı. Hoff'un Rölativizmine yürekten bağlı, federal hükümetin Yeniden İnşa projesinde diğer tüm hevesli gençler gibi görev alıyor ve dünyayı eski çizgisine oturtma çalışmalarına kendince yardımcı oluyor. PKD'nin manevi değer çatışmaları erken dönem eserlerinde de var, Jones'la Rölativizm arasında patlayacak savaşın iki cephesinde de kaotik dünyanın çatlak neferlerini görebileceğiz, süper bir çekişme yaşanacak. Karnavalda ortalığın durgun olduğunu görüyoruz, PKD Cussick'i birkaç tiple diyaloğa sokarak dünyasını okur için anlamlı kılmak istiyor. Bazıları karnavalda gösteri yapan mutantların yok edilmesini istiyor ama Cussick bu fikre karşı çıkıyor, Rölativizm "onların yaşamasına izin vermek zorunda olduklarını" söylüyor çünkü. Çok başlı bebekler, tüylü, kanatlı, pullu insanımsılar ve hermafroditler, bilinen dünyaya çoktan el sallandığını gösteriyor, bu yüzden bu gudubetler için savaşmadığını söyleyip öfkelenen gazinin uzaklaşmaktan başka bir seçeneği yok, yeni dünya düzeninde sadece insan hükümranlığından bahsetmek mümkün değil. Aslında içten içe biriken bir gerilim var, insanların öfkesi giderek yükseliyor, Jones'un ortaya çıkışı son derece doğal bir şekilde gerçekleşiyor bu yüzden. Şartlar hazır, dünya bir devrime doğru yürüyebilir, öngörülenin ve öngörülemeyenlerin ışığında.

Jones bir masanın ardında oturuyor, yirmi dolara insanlığın geleceğini anlatıyor. Bir yıldan ötesini göremediği için dinleyenler bu süreyle yetinmek zorunda, tabii davasına ve Rölativizme değer veren Cussick için mesele büyüyecek. Jones'un müneccimliği: Ayrılıkçı bir tarikat mensubu olan Saunders başkan olacak, Cussick şaşırıyor. Gezginler adı verilen, yeni keşfedilen bir yaşam formu Dünya'ya inecek. Cussick iyice şaşırıyor ve Baltimore'daki karakoluna gidiyor. Max Kaminski'yle tanışıyoruz, Cussick'in akıl hocası gibi bir şey, amir. Pearson'la da tanışıyoruz, polis. Cussick'in söylediklerini, özellikle Gezginler'in bir tür uzay gemisi değil, yaşam formu olduklarını duydukları zaman şaşırıyorlar ve Floyd Jones gözetim altına alınıyor, çıkarabileceği sıkıntıları engellemek için. Altı ay geçiyor, Saunders gerçekten de genel konsey seçimini kazanıp başkan oluyor ve Jones tutuklanıyor. Bu sırada Cussick Danimarka'ya transfer ediliyor, Nina'yla tanışıyor, evleniyorlar, Nina hikâyeye dahil oluyor. Sanatçı ruhunu dizginleyemeyen bir kadın Nina, Rölativizmi umursamıyor pek, Jones'un serbest bırakıldıktan sonra vaiz olarak verdiği söylevleri takip ediyor ve dünyanın farklı bir düzene gireceğini öngörerek Jones'un fikirlerini benimsiyor. Acil bir çağrıyla Baltimore'a döndükleri zaman Cussick'in Kaminski ve Pearson'la birlikte Jones'u sorguladıklarını görüyoruz, Jones serbest bırakılmadan az önce. Üç adam Jones'u dinliyor: Rötarlı bir yaşam. Bir yıl öncesinden her şeyi görebilen adamın aynı hayatı iki kez yaşadığını görüyoruz, daha da önemlisi doğumundan önceki süreç. PKD'nin inanç derlemesinin bol hayal gücüyle beslenmiş haline göre yaşamdan önce hiçlik var, bir parça ışıkla birlikte. Yalnız bir bilinç, karanlığın içinde öylece duruyor ve doğumunu "izliyor", bilişsel süreç doğumdan önce tamamlanmış, yetişkin bir zihnin gözlemleri zamanın ötesine uzanıyor. Gezginler'i anlatıyor Jones, Dünya'nın işe yarar tek yer olduğunu ve zamanı gelince Gezginler'in Dünya'ya ineceklerini söylüyor, bunun yanında insanların kolonileşme sürecine geçmesi gerektiğinden bahsediyor. Yayılmalıyız, evreni keşfetmeli ve yakındaki gezegenlerden uzaktakilere doğru serpilmeliyiz. İnsanlığın geleceği buna bağlı. Sonraki bölüm Jones'un doğum öncesi zamanından anlatıdaki güncelliğine dek başından geçenleri anlatıyor, karakter temelleniyor böylece.

Altı ay sonra ilk Gezgin iniş yapıyor, çıkarılan bir kanunla bu varlıkların öldürülmemesi gerektiği söyleniyor. Rölativizm gereği. Zaman hızla ilerliyor, Jones güç topluyor ve insanları etkilemeyi sürdürüyor, kendi kültünü yaratan bir peygamber artık. İsa'nın dünyaya tekrar geldiğini düşünüyorlar, insanların mevcut halden uzaklaşmaları için bir kurtarıcıya ihtiyaç duymaları anlaşılabilir. Nina da bu insanlardan biri, zaman aralıklarıyla birlikte anlatının niteliği de değişiyor, bazen sadece Jones'a odaklanırken Nina'nın değişimiyle birlikte Cussick-Nina ikilisinin odakta olduğu başka bir bölüme geçiyoruz. Nina, Jones'un adamlarıyla takılmaya başlıyor, başka bir hayat istiyor ve Cussick'ten kopuyor, aşırı saykedelik olayların ortasında özgürlüğüne kavuşuyor. Bardalar, uyuşturucu alıyorlar, Nina bedenini yeni baştan keşfetmek istiyor ve oğlu Jackie'yle eşi Cussick'i kolaylıkla geride bırakabiliyor. PKD aileye de el atmış oluyor böylece, Rölativizmin bağlayıcılığını günümüz dünyasındaki erklere denkliyor, kadının bağımsızlığına kavuşmasını Cussick'in biraz acı çekmesi dışında hiçbir olumsuz sonuçla eleştirmeden olumluyor, süper. Cussick için sıkıntı çıkıyor tabii, Nina bir ajan olarak görülmeye başladığı için Cussick de şüpheli konumuna düşüyor, her ne kadar Jones'un Rölativizm karşıtı hareketlerine karşı çıksa da güvenilirliğini kanıtlaması zor. Kaminski'nin Jones'un ajanı olduğu ortaya çıktıktan sonra daha da zor. Jones toplumsal bir kurtuluş istiyor, insanlığın yıldızlara gitmesi gerektiğini ve zihinlerin özgürlüğünü istiyor, bu yüzden karakoldaki memurlar birer birer kayboluyor ortalıktan, Jones'un saflarına katılıyorlar. Pearson'a göre Kaminski'nin çalıştığı projenin bu kayboluşla ilgisi olabileceği için Cussick doğruca Rafferty'nin yanına gidiyor, böylece anlatının en başındaki sahneye gidiyoruz, çemberin uçları kapanıyor ve başka bir doğrultuda ilerlemeye başlıyoruz. Aslında süper bir teknik bu, Jones'un bakışıyla okuyormuşuz gibi düşünün. Bir yıl sonraki sahneyi en başta gördük, hikâye sürerken güncel yaşantımıza döndük ve en sonunda bir yol sonraya vardık, böyle bir şey. Aradaki zaman bir yıldan fazla ama olsun, zaman atlama mevzusu Jones'u biraz olsun anlamamızı sağlıyor.

Sonlara geliyorum. Mutantların, minik cinlerin Venüs'e yollanacaklarını öğreniyoruz, projeye göre Venüs'ün atmosferinde doğal yaşamlarını sürdürebilirler, biyolojileri başka bir gezegenle uyumlu. Jones'a düzenlenen suikast başarısızlığa uğruyor bir yandan, Dünya'da Gezginler yüzünden krizler çıkıyor, amibe benzeyen canlıları öldürüyorlar, tek hücreli dev varlıklar yaprak gibi süzülüp düşüyorlar ve başkaları tarafından öldürülmezlerse sıcaktan ötürü ölüyorlar. İntihar görevine benziyor ama başka bir mesele var altta, Venüs'e varan mutantlar başka bir varlıkla daha karşılaşıyorlar, Gezginler'in içine girip kozaya kapanmalarını sağlayan ikinci bir varlıkla. Bu yaşam formları gezegenleri rahim gibi kullanıyorlar, kozadan çıkan varlıklar uzayın derinliklerine doğru hızla geri dönüyorlar. Jones'a göre insanlığı Güneş Sistemi'ne hapsedecekler, insanın ne derece yıkıcı olduğunu biliyorlar ve Dünya'daki çürümenin evrene yayılmaması için ellerinden geleni yapıyorlar, Jones'a göre birkaç gezegene yayılmanın dışında sistemin dışına çıkışlar yasak, duvar örüyor Gezginler. Savaş başlıyor, Jones göremediği öte zamanla kumar oynuyor ve bir yıldan uzun süren çatışmalar sonucunda insanlık kaybediyor, Gezginler durmadan iniyorlar çünkü, durmadan. Jones güç kaybediyor, kendi sonunu görüyor: Ulaştığı en yüksek yaşam seviyesinden daha azına razı olmak zorunda, bir sonraki yaşamında hayvan olacak, bir sonrakinde bitki, en sonunda hiçlik, hiçliğe dönüş. Nina geri dönüyor tabii, Cussick'le Nina birlikte yola çıkarak Jones'u görüyorlar ve Jones'u öldürdükten sonra -burada spontane hareketlerin "kader" diye adlandıracağım "mutlak çizgiyi" değiştirip değiştiremeyeceğine dair şahane bir numara var, etkileyici- Venüs'e zıplıyorlar, oğulları Jackie'yi de alarak. Eskinin tecrit edilmiş varlıkları olan mutantlar bu üç yeni insan için bir sığınak inşa ediyorlar, kısacası olay tersine dönüyor, bu kez insanlar rahim şeklindeki bir alanda yaşamlarını sürdürüyorlar.

PKD'nin diğer metinlerini düşününce bunu bambaşka bir yere koyasım geliyor. Tek bir çatışma yok, tek bir zaman çizgisi yok, dağınıklığa varan bir karakter ve olay karmaşası varmış gibi gözüküyor ama her şey en sonda toparlanıyor, açıkta kalan bir nokta yok. İlginç, okunası.

11 Aralık 2019 Çarşamba

Ben Pleasants - Bana Bandini De

Röportajları internette bulabilirsiniz, kitabı satın almanıza gerek yok. İngilizceniz iyiyse Google en iyi arkadaşınız zaten, öbür türlü sinir bozucu yazım hatalarıyla boğuşmak zorundasınız. Şöyle diyeyim, çevrilen bir cümlenin orijinali de çevrilmiş halinin yanında öylece duruyor, silinmemiş. Bu tür şeyler var, sanki 6:45'ten bir PKD metni okuyormuş gibi hissedebilirsiniz, nostalji olur. Nasıl isterseniz.

Pleasants soruyor, Fante cevaplıyor. Beş kasetlik röportaj. Keşke daha fazla kaset olsaymış, gerçi Pleasants'ın kasetleri bitince Fante destek çıkıyor ama yeterli değil. Fante'nin senaryo yazarlığı zamanlarından anlatacağı çok anısı varmış gibi gözüküyor, yer sıkıntısı yüzünden yeterince açılamamışlar orada, tadımlık kalmış açıkçası. Yine de muhtelif konularda malumat var, Coppola'dan Fitzgerald'a, Faulkner'dan bilmem kime kadar. Arada derede Fante'nin yazın anlayışına dair ilginç bilgilere rastlıyorsunuz, ailesiyle ilgili verdiği detayları da katarsak romanlarının izleklerine ulaşabiliyoruz. Zamanında İtalya'dan göç etmiş ailenin Katolik geleneklerinden babanın itliğine ve hergeleliğine dair bölümler dikkat çekici. Fante'nin anlatıları çoğunlukla kendi yaşantısından doğduğu için verdiği her bir detayın peşine düşülebilir, metinlerinde yazar olmaya çalışan veya babasının peşinden duvar örmeye giden gencin adımlarından Fante'nin izleri kalıyor geriye. Yolun başı ve sonu belli olduğu için "arayı doldurmak" olarak görüyor bu adımları Fante, metnini kaleme alırken araları doldurmaktan başka hiçbir şey yapmadığını söylüyor. Ne zaman eserse o da. Çalışma planı yok, metnin kendini yazdırası gelirse oturup sayfalarca yazıyor ve kalkıyor masadan, bu kadar. Görme problemleri başladığı zaman eşi Joyce Fante yardımcı olmaya başlamış, onun dışında kendi geçmişini kendi başına kurmaktan usanmıyor, bildiğini yazıyor kısacası. Kendisinden yola çıkmadığı metinler yazmaya çalıştığını ama beceremediğini söylüyor, kurmacanın doğuracağı başka atmosferler pek de ilgisini çekmemiş, yaşadığı şeyler çağının -kendince- tam karşılığı olduğu için Bandini'yi veya ikinci tür anlatıcısını işe koşuyor. Farklı anlatıları bir araya getirildiğinde kronolojik bir çizgi oluşturulabiliyor, Fante'nin bilinçli tercihi, tek bir yaşamın kurgusu yeterince ağırken başka yaşamlara eğilmiyor. Bunun yanında öfkeyle veya nefretle yazmıyor, hatta bu tür duygularla yazdığı seksen sayfalık metinleri çöpe attığını belirtiyor. Doğrultuyla yola çıkılan metinler için bir süreliğine aynı ruh durumunda kalmak gerekiyor Fante'ye göre, bunu sürdürmek güç, yine de bu yolla yazılan iyi metinler olduğunu da ekliyor. Bu kadar anlattım, ortaya karışık oldu. Röportajlar zaten belli bir konseptin etrafında dönmüyor, konudan konuya atlıyorlar ama ben sırayla gideyim, işaretlediğim yerlerden yola çıkıyorum. Röportajlar 70'lerin sonunda yapılmış, son kayıt 1981'den, Fante ölmeden kısa bir süre öncesinden yani. Neyse, ilk kayıt. Bukowski'den bahsediyor Pleasants, Bukowski'nin Fante'nin metinlerini pek sevdiğini ve kendi metinlerinde Fante'ye yer verdiğini anlatıyor. İlginç bir şey bence: Fante'nin Bukowski'den haberi yok. Yokmuş gibi yapıyor belki, bilemiyorum. Bukowski, Fante'ye "Tanrı" muamelesi yapıyor, birden fazla romanında adını anarak "ustasını" onore ediyor oysa. Pleasants'a göre Fante'nin anlatıyı kısa bölümlere ayırma tekniğini ve anlatıcının gerçek yaşamdan derlenen yapısını Fante'den çarpıyor Bukowski, gerçi bunu Bukowski'nin kendisi de söylüyordu sanırım. Fante bu tekniği kullanarak çok daha kolay yazabildiğini anlatıyor ki söylediği bir şey çok hoşuma gitti, bu metni bugün değil de daha önceden okumuş olsaydım çarptığımı düşünecektim. Onur Çalı'nın Parşömen Fanzin'de yaptığı bir anket var, sağ olsun, incelik gösterip soruları yollamıştı bana. Şöyle bir cevabım vardı: "Şiir ve öykü dışındaki bir türe nefesim yetmiyor. Zihnim genellikle darmadağın, şeyleri bir arada tutamıyorum." Şu da Fante'nin söylediği: "Geçmişim, tarihim bölük pörçük çünkü çok bölündüm hayatım boyunca şeyler arasında." (s. 28) Belki Fante'nin anlatım tekniğini aşırı özümsemişimdir, bundan beş yıl kadar önce arka arkaya birkaç metnini okumuştum, Zonguldak'taydım o sırada, okumaktan başka bir işim yoktu. Neyse, sonuçta adam parça parça yazıyor ne yazacaksa, iyi. Toza Sor'la ve sonraki metinlerle ilgili bir dünya muhabbet ediyorlar ama en önemli detayları alayım ben, ilginç şeyler var. Fante 1930'ların başında senaryo yazarlığı yapmaya başlıyor. Denver'dan Hollywood'a yirmi yaşındayken gidiyor, sonrasında yaşamı tamamen yazarlıktan ibaret. Romanlarını daha sonra yazmaya başlıyor, Toza Sor'la alakalı ilginç bir durum var. Stackpole & Sons kitabın haklarını satın alıyor, ilk baskı ses getiriyor ve ikinci baskıdan sonra Hitler'in Kavgam'ını basıyorlar ama Hitler'in bundan haberi yok. Gerçi yasal olarak bir sıkıntı yok, kitabın haklarını almışlar ama Hitler dava açıyor yine de, üstelik kazanıyor davayı. Yayınevi batacak duruma geliyor, Fante'nin kitabı ortadan kayboluyor, yeni baskı yapılmıyor. Savaştan az öncesinde Hitler ABD mahkemelerinde dava açıp kazanıyor, ilginç değil mi bu? Neyse, ses getiren ilk kitabından sonra Fante birkaç yıl golf oynuyor, kitap okuyor, bir romandan başka bir romana geçerek yazmaya çalışıyor ama kendi deyişiyle "heba ediyor" bu yılları. O sırada Orson Welles için çalışıyor, yazdığı bir senaryo Welles'in çekeceği bir filmde kullanılacakken Welles Brezilya'da bir otelin balkonundan aşağı işiyor, tutuklanıyor ve sınır dışı ediliyor, film olayı yatıyor böylece. Fante bazı açılardan çok şanssız bir adam, bunun yanında hayatındaki bazı hoş tesadüfler durumu dengeler gibi gözüküyor. Pleasants, Fante'nin bir kitabını Ferlinghetti'ye okutmaktan bahsediyor. Céline'i yayınlayan ilk yayıncılardan biriymiş Ferlinghetti, Pound'un bazı metinlerini de ilk o yayımlamış, şairliğinin yanında yayımcılığı da önemliymiş yani.

Başka meseleler. Hamsun'u ve Sherwood Anderson'ı seviyor Fante, hatta tekniğini ve yalınlığını Anderson'a borçlu olduğunu söylüyor. Hamsun'un faşizm yanlılığı hakkında laklak yapıyorlar biraz, o bahsi geçiyorum. Sansür dönemlerinde Fante'nin bir metninin kaybolması çok üzücü açıkçası, Fante her ne kadar sansürden etkilenmediğini söylese de elle yazdığı bir metni, muhtemelen çoğaltmadan Viking Press'e, Pat Covici'ye gönderiyor. Covici metni basamayacağını, basarsa başının derde gireceğini söylüyor, Fante metni iade etmelerini söylemiyor anlaşıldığı kadarıyla. Covici ölüyor, Fante yayınevini arayıp metnini sorduğunda kimsenin metin hakkında hiçbir bir şey bilmediğini öğreniyor, dosya kayıp. Çok sinir bozucu bir şey. O zamana kadar sıkıntı çıkmamasına sebep olarak Fante'nin otosansürü gösterilebilir, yazdığı şeylerden çok yazmadığı şeylerden ötürü üzgün olduğu anlaşılıyor. Annesiyle babasının fırtınalı ve üstü kapalı olarak sezdirilen şiddet dolu ilişkisini anlatılarına dahil etmemiş. Bernhard'ı hatırlıyorum, bir yazarı yazdıklarından çok yazmadıklarından tanıyabileceğimizi söylüyor bir röportajında. Fante'nin önemli bir parçası kayıp yani, röportajlarda da bazı konuları geçiştirdiği hissedilebiliyor. Barış Yarsel'in verdiği bilgilere dayanarak söylüyorum, Fante zamanında ciddi bir kaza geçiriyor ve yayınevinden sağlam bir avans koparıyor, Steinbeck kadar sıkı bir yazar olacağını söyleyerek gazlıyor milleti ve parayı cukkalıyor. Bu olaydan bahsetmiyor röportajlarda, ben orayı işaretlememişim ama yine Yarsel'in dediğine göre sadece avans aldığını söyleyip geçiştiriyor mevzuyu. Fante geçinebileceği kadar para kazanmış, hatta savurganlığa varacak harcamaları da olmuş, bu yüzden uzunca bir süre senaryo olayından kopamamış, 1950'lere kadar diyelim. Senaryo yazarlığı sırasında tanıştığı onca insandan bahsettiği bölümler merak uyandırıyor, Fitzgerald'ın ve Faulkner'ın dahil olduğu bölümler iyi. Maxwell Perkins'i anlattığı kısım da iyi, Perkins'i Thomas Wolfe'un editörü olarak tanıyoruz, şu filmden özellikle. Başka ne var, Saul Bellow'u sevmiyorlar, Camus'yü çok seviyorlar, William Saroyan'ın metinlerini başkalarına yazdırdığından bahsediyorlar. Böyle şeyler. Pleasants röportajın son kasetini kırdığını, doğru olan şeyi yaptığını söylüyor. Ne diyordu acaba Fante, bu cins yüzünden bilemeyeceğiz.

Bir dünya mesele var, Fante'yi sevenler için kaçmaması gereken bir, ne diyeyim, röportaj derlemesi. Hoş.

Samuel Alexander - Yeteri Kadarsa Çoktur

Thoreau'nun Alternatif İktisadı alt başlığı Walden'a geri döneceğimizi gösteriyor, dönelim. Göl kenarındaki kulübeye, fasulye tarlasına, kısacası doğanın ortasında iki yıl iki ay boyunca yaşayan, sonrasında kente döndüğü zaman doğada edindiği deneyimleri tekrar tekrar canlandıran adamın yaşamına göz atacağız, Alexander mevzuya iktisadi açıdan yaklaşıyor ve Thoreau'nun yaşamının sürdürülebilir olup olmadığından, sürdürülebilirse hangi motivasyon kaynaklarına dayanması gerektiğinden ve genel olarak Thoreau'nun neyi niçin yaptığından bahsediyor. Uzunca bir makale okuyacağız aslında, Alexander metninin iki kısa bölümünü çeşitli dergilerde yayımlamış ve incelemelerini derinleştirerek yüz sayfalık bir metin haline getirmiş. Yoğun bir akademik dille, formüllerle vs. cebelleşmiyoruz, daha en başta Thoreau ile oturup bira içmenin nasıl olacağını düşünüyor Alexander, bunun mümkün olmadığını söyleyerek metnini Thoreau'ya ithaf ediyor "en azından". Önsözde kapitalizmin can çekişmesi sırasında bireyin hissettiği acıdan bahsediyor sonra, sistemin içinde yer almanın ızdırabı varken kapitalizmin ölüme doğru koşmasıyla bu ızdırabın artacağını söylüyor. "Bana göre bu konuda belki de en huzursuz edici olan, bundan sonra ne geleceğinin belli olmamasıdır. Ayrıca karşılaştığımız küresel sorunların pürüzsüz, acısız çözümleri olup olmadığı bile belli değil. Vakit karanlık ve yeni ve parlak bir şafak garantisi de yok." (s. 9) Kapitalizm sonrası çağ için sayısız öngörü mevcut ama insanın yaşayacağı sarsıntıdan kurtulmak için ne yapılması gerektiğine dair bir şey... vardır, sonuçta öngörülerin ortasında insan var, insanın geçireceği değişim sırasında neye "tutunacağı" konusunda fikirlere bakmak gerek. Bakayım. "Bu devasa, çözülmeye uğrayan sistem içinde minik mikroplar misali, çeşitli yeni dünyaların ortaya çıkabileceği toprağı inşa ederek kendi küçük yöntemlerimizle yaratıcı bir çalışmaya davet ediliyoruz gibi. Kısacası, karşımızdaki güçlüğün - tarihin bu noktasında- kapitalizmden kompost yaratkmak; ve direniş ve yenilenmenin zengin topraklarındaki görevimizin, kolektif görevimizin ise yeni bir Dünya öyküsü tohumu ekmek olduğunu söylüyorum." (s. 11) "Yeni bir Dünya öyküsü" tarihin yeni bir sayfasını açmakla aynı anlama gelecek gibi gözüküyor, medeniyetin binlerce yıllık akışından sapmayı fakat akışı durdurmamayı içeriyor, tüketici yaşam biçimlerinin kökten değişimini simgeliyor, sadeleşmeyi ve basitleşmeyi falan, bu tür şeyleri geleceğimize taşıyor açıkçası. Bu öykünün yazılması ve anlatılması bambaşka zorluklar taşıyor ama kaçınılmaza doğru ilerlerken zorluklarla başa çıkabilmeliyiz, farklı yaşam biçimleri yaratmamız gerek. Thoreau'nun biçimi daha önce ele alınmamış bir şey değilse de tarihi bağlamına bakarsak müthiş bir yenilik. Ofislerin dünyası yeni yeni ortaya çıkıyor, teknoloji hızla ilerliyor ve her yere elektrik direkleri döşeniyor, tren yolları inşa ediliyor, yeni iş kolları ortaya çıkıyor ve kapital, toplumu "sistematik" biçimde şekillendirmeye başlıyor. Sekiz saatlik çalışmanın sonunda elde edilen parayla tüketim ihtiyacı gideriliyor ama ihtiyaç giderildikçe büyüyor, böylece çalışma süresi on altı saate kadar çıkarken para hiç el değiştirmiyor neredeyse, temel ihtiyaçların ötesindeki harcamalar yaşamı kolaylaştırmaktan ziyade yeterince meta elde edememenin acısına dönüşüyor, bu da daha fazla çalışma saati, daha fazla yetersizlik duygusu ve daha fazla mutsuzluk demek. İlk elden bir örneğim var, tanıdığım biri kahve yapabileceği malzemelerinin olmasına rağmen kahve makinesi almıştı, sonra makinenin daha iyi bir modelini görüp onu da aldı, elinde iki kahve makinesi ve kahve yapımı için gereken diğer gereçlerle birlikte hemen hiç kullanmadığı mutfak malzemeleri vardı. Son gördüğümde pek mutlu değildi, yaşamı bu tür bir ihtiyaç giderme döngüsü üzerine kuran hiçbir yaşamdan coşkun, saf bir mutluluk, yaşama sevinci beklememek mantıksız olmaz herhalde. Kısacası hayvan gibi tüketiyoruz, Ekşi Sözlük'teki bir yazı geldi aklıma, bir insanın kilolarca çöp üretebilmesinin ne kadar korkunç olduğundan bahsediyordu. Bu ağırlığı kaldıramayacak noktaya doğru gelirken ne yapacağımıza dair bir fikrimiz olabilir, Thoreau okursak. Adam bu çürümenin makine gibi işlemeye başladığı zamanlarda yaşamış, Harvard'dan 1837'de mezun olmuş ve mezun olur olmaz etrafındaki insanların yaşamlarına göz atmış. Materyalist kültürden başka hiçbir şey görememiş, "kurumsallaşmış din" kavramından hiç hoşlanmadığı için devletle veya dinle bağ kurmamış hiç, hukukla ve politikayla da uğraşmamış, devletten olabildiğince uzak durabilmek için öğretmenliği seçmiş. Görüldüğü gibi tamamen kopamıyorsunuz, devletle bir şekilde ilişkiniz oluyor ama öğretmenlik iyidir, devletin üç beş insanıyla uğraşırsınız en fazla, onun dışında rahatsınız. Thoreau'ya doğrudan bir yakınlık duyuyorum, öğretmenliği aynı rahatlıktan ötürü seviyorum sanırım. Neyse, Thoreau öğretmen oluyor ama okulundaki öğrenci dövme politikasından ötürü tutunamıyor orada, yaramaz çocukları dövmediği için uyarı üstüne uyarı alıyor ve en sonunda -bu da çok ilginç- rastgele altı öğrenci seçip onları pata küte dövüyor, ardından istifa ediyor. Farklı işler deniyor, Emerson'ın evinde joker elemanlık, özel ders öğretmenliği, bahçıvanlık, bir sürü şey. Yirmilerinin sonlarına kadar bu tür işler yaparak geçiniyor ve düşünüyor, "nasıl yaşamak gerektiği" konusunda okullarda hiçbir şey öğretilmemesi en çok düşündüğü şey olabilir. Adam Smith gibi adamların ekonomi konusundaki fikirleri sular seller gibi ezberleniyor, paranın yönetimi konusunda sayısız ders alınıyor ama yaşama biçimleri konusunda hiçbir şey yok, öğrencilerden tüketim toplumunun yılmaz fertleri olmaları bekleniyor. Thoreau en sonunda kafayı kırıp Emerson'ın topraklarındaki kulübeye gidiyor, bu. "Yaşamını kazanmak için yaşamının büyük bir bölümünü tüketen insanın yaptığından daha ölümcül bir ahmaklık olamaz." (s. 21) Thoreau'dan alıntılarla metnini destekliyor Alexander, temel izlek olarak da Lao Tzu'nun bir sözünü alıyor: "Yeteri kadarına sahip olduğunu bilenler zengindir." Yeteri kadarına sahipsek kovalayacak bir şey yok demektir, durup manzarayı seyredebiliriz. Süper olay.

Thoreau'nun birkaç fikri üzerinden bir yol haritası çıkıyor, teknolojinin sunduğu imkanlara bakalım. Demiryolu güzel bir yenilik, ulaşımı kolaylaştırıyor ve hızlandırıyor ama tüm dünyayı çürüten ekonomik sistemin de imzası durumunda, sağladığı hız meta üretimini ve tüketimini de artırıyor. Thoreau'ya göre demiryolunun üzerinde gitmiyoruz, demiryolu bizim üzerimizde gidiyor ve insanların "uyanmasını" engelliyor. Dünya tek bir biçime sahipmiş gibi düşünüyor insanlar, alternatif yokmuş gibi. Bunun tek çıkar yolu başka bir yaşamı sürdürüp sürdüremeyeceğimizi düşünmek değil, deneyip görmek. Eylemler yeni ve cesurca olmalı, böylece yaşamdan vazgeçmek yerine yaşamı onaylamış oluruz, istediğimiz biçime kavuşturduktan sonra. "Ölü zaman" olmadan yaşamak isteyen Thoreau bu düşüncelerle Walden'a gidiyor ve yaşamaya başlıyor, "Transandantal bir kapitalist" olarak görüyor kendini, Göksel İmparatorluk'la bağını koparmadan doğaya karışıyor. Giyinme, barınma ve beslenme ihtiyaçları konusunda yaptıkları ve söyledikleri bu incelemenin bir bölümünü oluşturuyor, buralara çok girmiyorum, Thoreau'yu okuyanlar hatırlayacaktır. "Paris'te başına şapka geçirilen bir maymunun" dünyanın öbür ucunda "moda" denen bir zehri yarattığından zamanını sırf yiyecek satın alabilmek için çok ucuza satan insanların çıkmazına kadar pek çok meseleye değiniyor adam, koca koca evlerin sebep olduğu israf bir yana, insanın en değerli varlığı olan zamanı israf etmesinden de bahsediyor ki diğer tüm olumsuzlukların yanında en üzücüsü bu. Yeterli olanın sınırları sürekli genişletildiği, insanların daha iyiyi ve daha büyüğü elde etme isteği ateşlendiği için yeterliliğin varlığı giderek silikleşiyor, neyin yeterli olup olmadığını, neye gerçekten gereksinim duyduğumuzu düşünmüyoruz. Alexander bu problemi çözebilmemiz için istencimizi parçalara ayırıp sunuyor: konfor, lüks ve araçlar. Thoreau üçüne de meylediyor, yaşamını bunlara bağımlı olarak yaşama tehlikesi doğurmadan.

İki yılını bu şekilde geçirdikten sonra Walden'dan ayrılıyor, belki de en çok merak edilen nokta bundan sonrası. Thoreau neden kulübesinden ayrıldı, ömrünü kulübede geçirmedi? Medeni yaşamda bir misafir olarak yaşamak istediği için, kendi deyişiyle durum bu. Kısa süreli ve bolca gezebildiği işlerde çalışıyor, temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek parayı kazanır kazanmaz işi bırakıyor ve parası bitene kadar geziyor, şiir yazıyor, mis gibi yaşıyor kısacası. Alexander'a göre tam anlamıyla bağımsız ve kendine yetecek bir yaşam sürme açısından Thoreau'nun deneyi başarısız, çünkü biriken işleri için işçi tutuyor, zaten en başta Emerson'ın topraklarında yaşadığı ve sağdan soldan ödünç malzeme aldığı için mutlak bir kendi kendine yetme durumundan bahsetmek mümkün değil. Bunun yanında başardığı şey o kadar önemli ki eksiksiz bir zaferin pek de uzağına düşmediğini görüyoruz. Walden'da yaşarken üç metin yazıyor, yaşamını en coşkun hazlarla dolduruyor ve ölü zamanı ortadan kaldırıyor. "'Belki birkaç kez daha dünyaya geleceğimi düşünmüşümdür ve şu anki yaşamım için daha fazlasını biriktiremeyecektim.'" (s. 91)

Uğruna savaşmaya değer bir şeyler için yaşayan insanların en önemlilerinden birini biraz daha anlayabilmek için okunsun, değerlendirilsin, bir şeyler değişecek durumdaysa katalizör olsun, ne bileyim. On numara metin bence.