Kazuo Ishiguro etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kazuo Ishiguro etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Eylül 2018 Perşembe

Kazuo Ishiguro - Gömülü Dev

Ishiguro'nun hatırlayış ve unutuş üzerine kurduğu meseleler her bir metninde farklı bir biçimde ortaya çıkıyor. Günden Kalanlar'da geçmişin kişisel kurulumlarının gerçekliği kırdığı noktayı görürüz, Avunamayanlar'da şimdiye taşınan acıların geçmişte farklı kişiler tarafından yaşandığını görürüz ki karakterler aynıdır ama olaylar başkalarının başından geçmiş gibidir, Beni Asla Bırakma'da gerçeklikte kurulan alternatif yaşamların keşfiyle ortaya çıkan yıkımı görürüz, yazarın diğer metinlerinde de aynı izlekle farklı kurguların içinde karşılaşırız. Sağlam damardır, belki de günümüzün hızlı, hıphızlı yaşantısında anlatılması gereken başlıca konulardan biridir bu. Ishiguro'nun sadece bu izlekle kalmayıp iki farklı damardan daha beslenmesi, metinlerinin altlı üstlü kurmacalığını daha da değerli kılıyor bana göre; Öksüzlüğümüz'ün savaş ortamında gördüğümüz unutuşun bir nimet olduğunu söylemek mümkün, kültürel farklılıkların tehlikeli bölgesinde insan topluluklarının bir arada yaşayabilmesini sağlıyor unutuş, gördüğümüz kadarıyla tehlikenin tekrar belirmesine rağmen çatışma boyutuna varmamasını sağlayan şey, kaynağı utanç, pişmanlık, ne olursa olsun unutuşun ta kendisi. İnsanlar acıların tekrar yaşanmasını istemedikleri için çözülmemiş meseleleri olduğu gibi bırakıyorlar. Karşılıklı yapıldığında kan dökülmüyor artık, iyi ama taraflardan birinin yarası henüz soğumamışsa, o zaman tehlike varlığını sürdürüyor.

Gömülü Dev, Öksüzlüğümüz'ün Britanya'da geçen, metaforlarla dolu bir versiyonu olarak görülebilir. Unutuşun üzerinden geçen onca yıldan sonra uzun sürecek bir arayışın başlaması, yolda karşılaşılan insanların anlatıyı derinleştirmesi, belirsizliklerin yavaş yavaş kaybolması ve hikâyenin finalde tamamlanması gibi ögeler Ishiguro'nun sevdiği işler zaten, bu metni farklı kılan şey, hikâyenin Romalıların geri çekilmelerinin az ertesinde, Britanya'nın efsanelerle dolu fantastik bir çağında geçmesi. Romanı bir fantazyaya çevirmiyor bu, günümüzde anlatılacak bir hikâyeyi söylencelerle besleyerek daha büyülü, heyecan verici bir hale getiriyor. Açıkçası şimdinin sönük insanlarının yerine Sir Gawain'in yaptıklarını okumak, Merlin'den bahsedilen bölümlerde heyecandan şöyle bir titremek çok daha keyifli. Çünkü Merlin -Taliesin olanı, bard- büyük bir büyücüdür, metinde de ara sıra bahsi geçecek Lord Arthur'un has hocasıdır. Yuvarlak Masa Şövalyeleri, Avalon ve bir iki yerde ortaya çıkan Kharonvari kayıkçı derken kaptırır giderdim ama bu bir fantastik metin değil, bir Ishiguro metni, Ishiguro da kurmacanın retoriği konusunda çok yetkili bir abi olduğu için şirazeyi kaydırmıyor, fantazyayla asıl meselesini tam dengede tutuyor. Dahi iddia edeceğim; Ishiguro okumaya başlamak için en uygun metin budur.

Tarih bilmek gerekiyor biraz, dönem hakkında biraz bilgi vereyim. Romalılar dev bir duvar örmelerine rağmen akınlara engel olamayınca, barbar kabileler de merkezlerini iyiden iyiye tehdit etmeye başlayınca adayı bırakıp geri dönüyorlar. Britonlar, efsanevi liderleri Kral Arthur'un da yardımıyla bir müddet egemen güç haline gelseler de Germenlerin adaya gelmesiyle işler değişiyor, Angllar ve Saksonlar doğu kıyılarında koloniler kuruyor, içerilere doğru ilerledikçe kurdukları köylerle yerlerini sağlamlaştırıyorlar. Sonrasında hakimiyet onlara geçiyor, Normanlar adaya akın üstüne akın yapana kadar mutlak üstünlük onlarda kalıyor. Saksonların giderek çoğalıp Britonları alt edecekleri zamanın biraz öncesinde kuruyor anlatısını Ishiguro, Norveçlilerin bahsi az çok geçiyor gerçi. Bu noktayı merak ettim; o zamanlar gerçekten de "Norveçliler" olarak mı adlandırılıyorlardı, yoksa çevirmenin tercihi mi acaba? Orijinal metne bakmak lazım, Ishiguro'nun sağlam bir araştırma yaptıktan sonra metnini yazmaya başladığını düşünüyorum. Söylencelere de hakim olduğunu sanıyorum, Keltlerin doğaüstü varlıkları pek ortalarda gözükmüyor ama elde bir ejderha var, insan yiyen devler var, dev köpekler var. Adanın folkloru çok zengin, Ishiguro bu zenginliği sislerin arasına müthiş gizlemiş. Sisi bir metafor olarak değerlendirirsek unutuşun izi olarak görürüz, gerçeklik olarak gördüğümüzde olağanüstünü saklamak için kusursuz bir perde olarak yayıldığını anlarız. Şöyle bir mekan, tek bir alıntıyla fikir vermeye çalışacağım: "Irmaklarla bataklıkların üzeri, bu topraklarda hâlâ varlığını sürdüren yamyam devlerin ekmeğine yağ süren dondurucu sislerle kaplıydı." (s. 7) Anlatının böyle bir atmosferde kurulacağını anlarız, sonrasında Axl ve Beatrice çıkar ortaya. Yaşlı bir çift. Yaşadıkları köyde pek rahat değiller, kullandıkları eşyaların mülkiyetleri topluluğa ait olduğu için geceleri mumsuz kalıyorlar, mum yakmalarına izin verilmiyor. Daha da kötüsü, geçmişi unutmaya başlıyorlar. Çocuk sahibi olup olmadıklarını bile unutacak noktaya geldikleri zaman tek oğullarını görmek üzere yola çıkmaya karar veriyorlar. Oğlan uzakta, bir iki günlük yolculuk kadar. Yaşlı olmalarına rağmen, yaşadıkları topluluğun da unutma salgınına yakalandığını gördükleri zaman vakit kaybetmeden yola düşüyorlar. Kendi tarihlerine de bir yolculuk bu; eğer Ishiguro'nun karanlık noktalarını yavaş yavaş aydınlatmasına aşinaysak başta anlamsız gelen bazı diyalogları, ayrıntıları aklımızda tutup parçalar yerine oturdukça yerli yerine koyuyoruz. Dolayısıyla yavaş yavaş belirmeye başlayan geçmiş, bahsettiğim bağımsız parçaları da içine alacak şekilde genişliyor, yolculuk boyunca bu genişlemenin gösterdiklerini iyi takip etmeliyiz.

Beatrice'in bildiği bir Saxon köyünde geceleyecekler, sonraki gün dağlardaki bir manastırda geceleyecekler, sonrasında oğullarına kavuşmak için bir kayığa binecekler. Plan bu, yolda karşılaştıkları insanlar ana hatları bozmasa da yolculuğu oldukça heyecanlı bir hale getiriyor. Öncelikle dişi ejderha Querig yüzünden unutuş dalgasının giderek yayıldığını öğreniyorlar, bir lanet gibi çökmüş bu mahluk. Sonrasında bir dev tarafından ısırılan Edwin ve onun koruyucusu, sıkı bir savaşçı olan Sakson Wistan çıkıyor ortaya. Bu iki karakterin belirmesiyle birlikte Briton-Sakson savaşı, sonradan edinilen kimliklerin değişimi gibi konular, Ishiguro'nun özellikle üzerinde durduğu düşünsel temeller çıkıyor ortaya. Wistan, Britonlar tarafından büyütülmüş olsa da geçmişteki katliamları bir türlü unutamıyor, ejderhaya rağmen. Sir Gawain dahil olmak üzere kendine yer bulan bütün ana karakterlerin geçmişte dost veya düşman olarak karşılaşmışlıkları var, yeri gelince birlikte kılıç sallayıp yeri gelince birbirlerine kılıç çeken bu insanlar, yolculuk boyunca yavaş yavaş anımsamanın büyüsü altına giriyorlar ve yoldaşlıkları kimliklerine yeniliyor, geçmişin savaşları bireysel olarak canlanıyor. "Ishiguro Belirsizliği" diye bir şey üfüreceğim; bu belirsizlik sırıtmaz. Gizlenmez de, sadece hemen anlam veremediğimiz bir anlatı parçasıdır. İyi bir okursak aydınlık halini sezdirir. Ve her zaman, istisnasız bir şekilde, çözüleceğini belli etmeden çözülür. Ishiguro'nun pek çok niteliğini sayabiliriz; o çağın karakterlerini müthiş bir gerçekçilikle konuşturur, son derece uygun sıfatlar ve hitaplar kullanır, uzamı son derece sade bir şekilde kurar, bir sürü şey söylenebilir ama bu belirsizlik olayı bence onun zirve noktasıdır. Diyeceğim ki pek az örnek vardır böylesi kusursuz çözülen ve etkileyen. Axl'la Beatrice'in çocuğu örneğin, okursanız anlarsınız, böylesi etkileyici bir hatırlama -okur için etkilenme diyebiliriz- zor bulunur.

Tanrı'nın işlevinin sorgulanması da önemli bir yer tutuyor, o zamanın mitleşmemiş dini konusunda soru işaretleri daha az olmasına rağmen daha vurgulu. Dönemin insanının daha materyalist olmasına bağlayabiliriz, özellikle savaşın içinden gelenlerin kötülüğü engelleyemeyen bir Tanrı'nın bir kenara atılmaya değer olduğunu söylemeleri son derece anlaşılır. Bir de şey, yine çeviriden kaynaklı olup olmadığını bilmiyorum ama anlatıcı ara sıra kendini gösteriyor, "Bizim köylüler" diyor mesela. Nasıl anlatıyorsun acaba, serbest dolaylı mısın? Sen bir köylü müsün, yoksa anlattığın için bize tanıdık geldikleri için, kendini de bizden/okurdan saydığın için mi öyle diyorsun? Bu bir, ikincisi de bir meyhaneden mi, kafeden mi ne bahsedilirken -kafe diyelim- mekanın "çağdaş" kafeler gibi olmadığı söyleniyor. Çağdaş kafe? Anlatıcıyı o zamanın insanı olarak görsem çağdaş kafeler gözümde canlanmayacak, çünkü o zamanın kafeleri hakkında hiçbir fikrim yok. Eh, günümüzün kafelerinden bahsettiğini hiç düşünmüyorum zaten.

Gevezelik bir yana, sanırım Ishiguro'nun en tuttuğum metni bu oldu. Birincisi, unutuşun hem bir nimet, hem bir lanet olarak farklı biçimlerde belirmesi. İkisi zaman zaman birbirine dönüşebiliyor. Bu dönüşümü Briton-Sakson mücadelesine uyarlarsak, bizdeki Doğu-Batı meselesine denk gelecek biçimde düşünebiliriz, aslında birbirine dönüşebilen, en azından anlaşılabilecek biçimde düşünülebilen ögelerin arasındaki mücadeleyi ortadan kaldırmanın ve tekrar ortaya çıkarmanın insana bağlı olduğunu görürüz. Ejderha gibi bir korku kaynağının sadece korktuğumuz için o şekilde algılandığını düşünebiliriz, bana bu anlatıda insanlara verilmiş bir hediye gibi geldi ejderha. İyileşmek için unutmak istiyoruz ama unutmanın sınırları kesin olmadığı için unutmak istediklerimizin yanında unutmak istemediklerimiz de gidiyor. Gitsinler. Bunlar elleriyse bunlar da gitsin. Cendrars en güzelini söylüyor; evini bırakıp yola düş, eşini bırak, çocuğunu bırak, sadece git.

Ishiguro, mon amour.

24 Haziran 2018 Pazar

Kazuo Ishiguro - Avunamayanlar

Yarım kalanların kırkyamalığını biliyorum, öyle bitmek isterler ki ilgisiz parçaları çekerler. Ucubelikle tamamlanmışlık arasında bir yer, bir kent. Ishiguro mekânı kurdu. Parçalar başka zamanlara ait olabilir, yine de eklemlenir, çizgisel akışın iki ucu birbirine geçebilir. Cenin pozisyonunda uyumanın rahatlatıcılığı. Karışan zaman. Uzamı böyle kurdu Ishiguro, iki dakikalık bir diyaloğun saatlere yayılması, bir kapıdan geçince kentin öbür ucuna çıkılması, kapıların aslında orada bulunmayan, bulunmaması gereken mekânlara açılması karmaşık zihin yapısına o kadar uygun ki bu konuda farkındalığı olan insan hiçbir şekilde garipsemiyor bu geçişleri. Yorumlara baktığım zaman bu kurguyu mantıksız, anlamsız ve saçma bulup metni olumsuz bir şekilde eleştiren çok sayıda insanın tek bir düzlemde ilerlemek istediklerini fark ettim. Günden Kalanlar veya Beni Asla Bırakma onlar için yeterli, ötesi için pek de olumlu düşünmüyorlar. Oysa anlatılar insana bunu da yapar; kendi algılarının dışında bir dünya olduğunu ve bu dünyanın aslında çok da dışarıda olmadığını sezdirir. Fiziksel olarak tek bir frekansın, titreşimin sonucu olabiliriz ama fiziği tanımladıktan ve nispeten çözümledikten sonra metafiziğe göre kendimizi yeniden konumlandırmamız gerekir, tabii böyle bir kaygımız varsa. Yoksa bu metin pek de hoş değildir. Varsa, işte o zaman Ishiguro'nun yaptığı şey karşısında ceketimizin düğmelerini iliklememiz gerekir, zira avunamamanın açtığı yara bundan daha başarılı bir şekilde anlatılamazdı. Anlatılabilirdi, bu yarım kalmışlık en az Ishiguro kadar incelikli bir yazar tarafından ele alınsaydı.

Yarım kalanların kırkyamalığını biliyorum, onu bir daha hiç göremeyecekseniz -Gülten Akın'dan çarpayım- acının eşiği aşılmıştır. Onsuz bir öğleden sonrasının nasıl geçireceğinizi bilmiyorsanız, onunla tanışmadan önce ne yaptığınızı hatırlamıyorsanız olduğunuz yere çökün ve ağırlığı hissedin. Bir alternatif; durmadan hareket edin, her şey hızla geride kalsın, insanları ve nesneleri ıskalayın. Ishiguro, Ryder'ı kurduğunda bu bitmez yolculuğunu arayışta temellendirmiştir mesela. Ryder sıkı bir piyanisttir, geldiği kentte konser verecektir ve kentin insanlarını onurlandıracaktır ama otelin sahibinden orkestra şefine kadar hemen herkesin kendisinden bir talebi vardır. Otel taşıyıcıları hakkında birkaç söz söylemek, otel sahibinin eşinin elindeki, kendisiyle ilgili haber kupürlerinin yer aldığı albümleri imzalamak, birileriyle birileri hakkında konuşmak, bir sürü iş. Bu işler birikir ve Ryder bir türlü prova yapamaz, annesiyle babasının geleceğini öğrenince gerekli ayarlamalarla uğraşmak ister ama hemen hiç zamanı kalmaz. Kendi problemleri için yaratabileceği bir zaman yoktur, bir de kentin çarpık kuruluşundaki fiziksel engeller sürekli karşısına çıkar. Otele dönmek istediği zaman kubbeyi takip eder ama girişe açılan yol duvarla kaplıdır, başka bir yerden dönmek zorundadır ama yolu bilmez. Her çıkmazda karşısına tanıdığı biri çıkar ve onu bambaşka yerlere sürükler. Ryder boş bir sayfadır, hayatına dair pek az şey hatırlar ki Ishiguro bu unutma anlarına kısacık değinir ve sahneyi değiştirir, her olayın ardından bir olay gelir, sürükleniş sürer. Ryder yavaş yavaş kendini kurmaya/kurulmaya başlar. Zaman etrafındaki dünyaya göre biçimlenir; normalde iki veya üç günlüğüne kentte kalacakken yaşanan olayların çarpıttığı zaman, süreyi korkunç ölçüde kısaltıp uzatır. Ryder uyuyup uyandığı zaman çok kısa bir sürenin geçmiş olduğunu fark eder, sonlara doğru resitalini verecekken gecenin sürdüğünü düşünür, gökyüzüne bakar ve sabahın ilk ışıklarını gördüğünü sanır, bundan da emin olamaz. Ishiguro'nun çok klas bir tekniği vardır, karmaşık bir zaman örgüsünü onca insanın yaşamında herhangi bir defo yaratmadan oluşturur. Şudur; biçimlenen bir adamın kendi yeteneğinden başka bir şeyi hatırlamaması, dünyanın koca bir kurmacadan ibaret olduğunu imler.

Yarım kalanların kırkyamalığı, bunu herkes bilir. Ben bir şey anlatırım, anlattığım kişide onun karşılığı varsa uyum sağlanır ama bundan hiçbir zaman emin olamam, ne kadar yakınlık duyulursa duyulsun. Ishiguro'nun bu öz tanınmama meselesini bir karakteri birçok karaktere dağıtması şeklinde düşünüyorum. Ryder, annesiyle babasının konser salonuna geleceğini hemen herkese söyler ve otelin yöneticisinden gerekenin yapılmasını ister ama sonradan öğreniriz ki bu sadece bir temennidir, anneyle baba konsere gelmeyecektir. Ryder onların gelmesini neden ister? Kabul edilmek için? Bir şey yapabildiğini ispatlamak için? Burada Stephan'a geliyorum, Stephan çok yetenekli bir çocuk, otelin yöneticisi Hoffmanların evladı. Bu yetenekli eleman müthiş bir dinleti sunar ama annesiyle babasına göre "kentin katlanmak zorunda kaldığı" bir sanatçıdır, kısaca iyi çalamaz. Stephan'ın hayal kırıklığını, kabul edilme isteğini Ryder'ın bir parçası olarak düşünmeli miyim? Özellikle kendisinden talep edilen onca şeyi ya zamansızlıktan, ya isteksizlikten yerine getirmeyen Ryder'ın bir tek Stephan'ın isteğini yerine getirmesine, çocuğun çaldığı eseri yarım yamalak da olsa dinlemiş olmasına dayansam? Kentlilerin müthiş bir yetenek sahibi ve müthiş bir ayyaş olarak görüp aşağılamaya başladığı Brodsky'nin Bayan Collins'le olan uzatmalı ilişkisini, Bayan Collins'in Brodsky'yi yıllar önce terk ettikten sonra bir daha geri dönmemesini Ryder'la -sonradan eşi veya çocuğunun annesi olduğu anlaşılan- Sophie'yle olan ilişkisiyle paralel götürsem? Brodsky, Ryder'ın yaşlanmış versiyonu olabilir, ikisi de yaşlı ama bu şekilde de alternatif yaşamlar yaratılabilir. Ryder bir sanatçı olduğunu ve durmadan seyahat etmek zorunda kalacağını söylerken oğlu Boris'i ve Boris'in annesi Sophie'yi daima hayal kırıklığına uğratır, çocuğun mutsuzluğunu görmez, hatta onu bir kafe köşesinde saatlerce beklettiği olur. Sophie de aynı şekilde mutsuzdur, öyleyse terk edilmesi doğal, Brodsky'ye dönüşmesi de. Buna benzer pek çok örnek var ve karakterleri birbirinden ayıramamaya sebep oluyor; her birinde bir diğerine dair acılar, umutlar, envai çeşit duygu var. İnsan birdir, özetin özeti bu. Herkes bilir mi? Bence çok derinlerde bir yerde bilir. Pek de farklı şeyler yaşamıyoruz ama içimizde bambaşka bir şeye dönüşüyor yaşananlar.

Toparlamaya çalışıp toparlayamayacağım; neden kimse avunamıyor? "'Soğuk, yalnız bir kent olmaya niye razı olmuyoruz ki?'" (s. 113) Herkesin elinde çabalamak için yeterince değerli bir sebep var ama bu sebep kişiselliğin içinde kayboluyor, anlamı karşıdakine ulaşamıyor. İki düşünce; çabaladığımız şeyleri ne kadar istiyoruz ve onlar için ne ölçüde ödün vermeliyiz? İnsan gideceği veya elindekini bırakacağı zamanı nasıl bilebilir? Bu kent donuk, sanki kimse hiçbir şey bilmiyor, hiç kimsenin -söylenen onca tumturaklı sözün aksine- yaşamakla ilgili bir fikri yok ve gündeliğin içinde kaybolmuş herkes, bu dünya da bir nevi distopya, yaşam algısını simgelediğini düşündüğüm zaman ne olursa olsun distopyadan kaçılamayacağı fikriyle çarpışıyorum. Ishiguro'nun Nobel'i kazandıktan sonra komitenin eserleriyle ilgili yaptığı değerlendirmeyi düşününce her şey yerine oturuyor: Anlamlı olduğu düşünülen ilişkilerin altında koca bir boşluğun uğultusu. Bu uğultu sözcüklere dökülebilir; Ishiguro'nun dalgasını geçtiğine emin olduğum İngiliz kibarlığı, bu kibarlığın diyaloğa yansıması o kadar görev icabı ve anlamsız ki söylenecek olan asıl önemli şeyler bile bu goy goyun arasında kaynayıp gidiyor. Abartayım, kibarlığı uzatan karakterlerin kafasını sopayla yarmak istiyorsunuz. Bu işte, herkes herkesin sözcüklerini alıyor ve kendine yontuyor ama elde kalan bir şey yok, aslında hiçbir zaman iletişilememişti. Korkunç bir dünya, okuduğum en korkunç dünya tasviri. Sürreal ve bu yüzden olabildiğince gerçek, aslında camdan baktığımızda görülenlerden başka bir şey yok bu metinde. Gerçeğin bu boyutunu yansıtan çok az eser olduğuna inanıyorum, burada akıl almaz bir basitlik var: kodlar her zaman uyum içinde var olacak diye bir kaide yok. Dünyayı biçimleyen bilmediğimiz etkenleri devre dışı bıraktığımızda düz çizgiye ulaşabiliriz, onun dışında küçücük de olsa bir pırıltıya/travmaya/her neyseye sahipsek ayaklarımız yerden kesilir.

Yerden kesilmenin deli ayrıntılı anlatısı. Zor bir metin olduğu için kolay okura hitap etmiyor. Ellerinizden öper.

8 Mayıs 2018 Salı

Kazuo Ishiguro - Uzak Tepeler

Etsuko ve Saçiko'yu görünce Nazlı Kar'a bir gönderme olabileceğini düşündüm. Tanizaki'nin romanında Saçiko, Etsuko'nun annesi. Uzak Tepeler'de Etsuko anlatıcı, Saçiko birkaç hafta boyunca arkadaşlık edilecek ama bir ömür unutulmayacak kadın. Şöyle düşündüm; Tanizaki savaşın başlamasıyla birlikte anlatısını bitirir, kalıp bir kronolojik sürem dahilinde. Ishiguro'ysa savaşın hemen sonrasından başlatır anlatısını, iki farklı zaman diliminde sürdürür ama bu iki çizginin aslında tek olduğunu düşündürecek oyunlara yer verir. Yenilginin toplumsal bilinci parçaladığı, zaman algısını yerle bir ettiği zamanların konu alındığı bir roman için normal bir durum ama bu şekilde düşününce Tanizaki'yle Ishiguro'nun bayrak devri anlam kazanıyor. Ishiguro, Etsuko ve Saçiko'yu iki farklı kişiliğe büründürür ve bambaşka hayatların özneleri olarak konumlandırır, bir noktada o kadar da farklı olmadıklarını düşündürene kadar. Uğradıkları/uğradığı felaketler bir olanı birkaç parçaya ayırmış olabilir, okur kendi yorumlayacaktır.

Ishiguro'nun ilk romanı bu, 1983'te basılmış ve büyük bir yazarın gümbür gümbür geldiğini müjdelemiş adeta. Bende 1992 tarihli Can baskısı var, Kazua İşiguro yazıyor kapakta. Çevirmen Pınar Besen. Gospodinov'u hayatıma sokan, hayatımın Gospodinov'un bir öykücüğüne çevrilmesini sağlayan Meltem'in hocasıymış zamanında, vefat etmiş, Meltem bugün söyledi. Huzursuzluğun Kitabı'nı bu sefer bitirmemi de sağlayabilir, göreceğiz. Neyse, Meltem kısaca iyi bir insandır. Ishiguro da iyi bir yazardır deyip üfürükten bağlayayım.

İki anlatı, birinde Kore savaşı sıralarında Amerikan askerleriyle dolu Nagazaki'nin yeniden inşa edilmekte olan yapılarının arasında geçen olaylarla karşılaşırken diğerinde İngiltere'nin sessiz, sakin kırsalında yaşayan bir kadının geçmişi kurma çabasını görüyoruz. İkisinin bağlantı noktaları muğlak, iki çizginin de kendi karanlığı var ve aydınlanma biçimini metne dahil olarak belirleyeceğiz. Belki de dahil olmayız, çizgileri birleştirme çabasını göstermemiz şart değil ama bu durumda bir çizgide beliren detayların diğerinde yol açtığı kelebek etkisini görmezden gelmek durumundayız. Sıkı bir okurun buna yanaşmak isteyeceğini sanmam, iki çizginin de Etsuko'nun anlatısı olduğunu düşünürsek tek bir katmanla yetinmek zorunda kalıp diğerlerini silmiş oluruz. Ayıp olur, Ishiguro yüzeyde ilerleyen bir akıştan ziyade daha derinlikli bir anlatı kuruyor.

Dört beton bina yükseliyor yıkıntıların arasından, şehir yeni baştan inşa ediliyor ve bir köşesinde nehir, dört bina ve bir kulübeden oluşan nispeten kesin çizgili bir mekân var. Anlatıcı Etsuko ilk çocuğuna hamile, eşi Jiro iyi bir firmada çalışıyor ve eşinin babası Ogata-san iyi bir adam, bir süreliğine geliniyle oğlunun yanında kalmak için kente geliyor. Yenik insanın değişimini aile üzerinden göreceğiz; Ogata-san eski bir öğretmen ve öğrencileri, fikir adamları olarak gazetelerde boy göstermeye başlamış. Shigeo Matsuda, Jiro'nun da okuldan arkadaşı olan eski bir öğrenci, yeni komünist. Ogata-san'ın Japon gelenekçiliğini simgelediği söylenebilir; öğrencisinin kendisini eleştiren yazısını görünce yeni fikirlerin Japonlara korkunç zararlar vereceğini düşünür. Oğluyla olan iletişimine baktığımızda satranç üzerinden kendi fikirlerini dayatmasına şahit oluruz, Jiro en sonunda masayı devirmek ister ve odadan çıkıp gider. Ogata-san, Etsuko'ya oğlunun çocukluktan beri aynı huylara sahip olduğunu söyleyip gülümser. Acıdır bu; biraz olsun değişmeyen bir baba, fikir adamı ve öğretmendir. Ishiguro, dünyanın sunacağı yeniliklere açık olmamayı eleştirilen bir baba karakteriyle inceler, bunu yaparken karakterler arasındaki gerilimi müthiş bir şekilde yansıtır. Kurmacanın yaşama olabildiğince yakınlaştığı anlardır bunlar, ancak bir ustanın zihninden çıkabilir. Ishiguro bir röportajında olaylardan çok karakterlerin ilişkileri üzerinde durduğunu söylüyor, daha iyi bir anlatım tekniği bu. Aynı zamanda diyalogların oldukça başarılı olmasının sebebi.

Saçiko. Yirmilerinin sonundaymış gibi duruyor ama daha yaşlı muhtemelen, kızı Mariko onlu yaşlarında. Japonya'da kız çocuk yetiştirmenin zorluğunu ve anlamsızlığını dile getirse de Mariko'yla ilgilendiği pek söylenemez, çocuk kaybolduğu zaman gönülsüzce arar, çocuğun çok sevdiği kedilerini boğar, tek isteği Amerikalı sevgilisi Frank ile ABD'ye gidebilmektir. Bu uğurda Etsuko'nun yardımıyla girdiği işi bırakır, iş yerinin sahibi Bayan Fujiwara'yla -Kazuo adlı bir oğlu var, kafaları illa çorba yap Ishiguro- Etsuko arasındaki diyaloglarda Saçiko'nun kararsızlığı ve Etsuko'nun oturmuş yaşamı birbirlerini tamamlayan iki zıtlık olarak belirir. Saçiko ABD'ye gidip yepyeni bir hayat kurmak uğruna yaşamını askıya alır, bunaltılı çocuğu Mariko'yu görmezden gelir. Mariko'nun okulla ilişiği yoktur, kaybolmakla vardır. Kayıptır, annesi de öyle. Saçiko, Frank'in kendisini oyaladığını anlamazdan gelir ve bir gün gideceğine dair umudunu sürdürür. Etsuko'da tersi bir durum var, sahip olduğu her şeyin üzerine düşer. Çocuğunun doğmasını beklemektedir, nispeten mutlu olduğu söylenebilir.

İkinci çizgiye geçtiğimizde anlatıcının sesi bulanıklaşır, Etsuko'da Saçiko'nun sesini duymaya başlarız veya başlamayız, nasıl anlaşılırsa. Odaklanılan nokta birkaç yıl sonrası, İngiltere. Etsuko, kızı Niki'nin ziyareti sırasında Nagazaki'deki yıllarını hatırladığı zaman ilk çizgi belirir ama biz ikincide kalalım. Niki Londra'da yaşamaktadır, Etsuko'nun ikinci eşi olan babasının ölümünden sonra Jiro'dan olan kız kardeşi -hatırlanırsa ilk çizgide Etsuko hamileydi- Keiko'nun intiharını izleyen yıllarda annesinden giderek uzaklaşır, son ziyaretine kadar. Bu noktada parçaları birleştirmek gerekiyor. Keiko intihar etmeden önce uzunca bir süre odasından çıkmıyor, çok uzunca bir süre. Odanın kirliliği gözde canlanacak kadar yoğun, kokulu. Odadan tamamen çıktığında taşınıyor, evinde ölü bulunana kadar uzaklarda bir yerde, bir başına kalıyor. Mariko'yu anımsıyoruz. Devam. Sonlara doğru Frank'in yanına, Nagazaki Limanı'na giden Saçiko'nun akıbetini bilmiyoruz ama aynı yerde, uzaklardaki tepelerin manzarasını özlemle hatırlayan Etsuko'yu görmek şaşırtıcı. Hayatlarında kasıtlı olarak bırakılmış karanlık noktaları birleştirmeye devam; Etsuko'nun ikinci eşi Batılıdır, Etsuko ikinci çocuğuna Batılı ismi koymak ister ama eşi geleneksel Japon isimlerinde direnir. Niki. Nagazaki'de elinde ipler olan Etsuko'nun kızı Keiko, kendini aynı iplerle mi asmıştır? Etsuko ne ölçüde Saçiko'nun hikâyesinin gerisini tamamlamıştır, ne ölçüde Saçiko'ya dönüşmüştür? Mariko'nun durmadan bahsettiği gizemli kadın, kendisini izleyen ve alıp götüreceğini söyleyen gizemli kadın gelecekteki Etsuko'nun geçmişe bir yansıması mıdır? Etsuko sessizdir, anılarında gözlemci gibidir, en tedirgin edici anlarda bile sükunetini korur. Anılarla oluşturulan geçmişin bir başka kişiye, Saçiko'ya açılıp onunla birleşmenin bir yolu mu bu? "Bu olaylarla ilgili anılarım zamanla bulanıklaşmış, olaylar pek de bugün anımsadığım gibi olmamış olabilir." (s. 37) Ishiguro'nun temel izleklerinden biri bu, çarpık anımsama. Çarpıklığı tartışılır tabii, belki de doğrusu budur. Yaşamla baş edebilmek için alternatif gerçekler uydurmak gerekir.

Müthiş bir ilk roman.

12 Nisan 2018 Perşembe

Kazuo Ishiguro - Beni Asla Bırakma

Röportajlarında anıların değişkenliğinden ve tekrar tekrar, farklı biçimde kurulumundan yola çıkarak bir anlatı oluşturduğunu söylüyor Ishiguro. Kurmacanın gerçeğe yaklaşması üzerinden düşünüyorum, zihnin hatıraları oluşturma aşamasında güvenilmez anlatıcıdan bilinç akışına kadar pek çok tekniğin aslında sembollerle, kağıt üzerinde oluşturulan bir yaşamdan başka bir şey olmadığını düşünüyorum, bu noktada kurmacayla gerçek arasındaki sınırlar ortadan kalkıyor. Kendi adıma söylemeliyim ki ikisi arasındaki ayrımı Ishiguro kadar belirsizleştiren pek az yazar biliyorum. Lineer anlatı kalınca bir çizgi çekiyor araya, okuduğum şeyin kurmaca olduğu kendini ele veriyor ama düşünmenin sezilen doğasına yaklaşıyorsa bir metin, bütün teknikler ortadan kalkıyor -ki başlı başına teknikler olarak düşünmeyesim var, aradaki çizgi böylesi belirsizken- ve kategorilere ayrılmamış yaşamın doğallığı beliriyor, dolaylı bir yolla da olsa bu doğallık yakalanabiliyor. Ishiguro'nun muhteşem yazarlığının birkaç temelinden biri.

Lineer anlatıda metni oluşturan parçalar adım adım belirir ve sonuca doğru bir bütün oluştururlar. Karakterlerin gelişimlerini, olguları anlamlandırışlarını vs. görürüz, bu çerçevenin arka planı betimlemelerle doldurulur, farklı akışlar bir noktada birleşir, pek çok şey olur kısaca. Oysa Kathy H.'nin anlatıcı olduğu bu anlatıda tamamlanmış bir çember görürüz, şimdiye dek uzanan farklı çizgilerin yeni yeni birleşmeye başladığı bir noktada bulunan Kathy, hatırlamaya başladığı noktada bile şimdiden sonrasını gözardı etmez. Geçmişe doğru çıktığı yolculuklarda hatırladığı, yaşanan sayısız olay onca yıldan sonra yeni anlamlar kazanmaya devam eder, akış tek yönlü değildir, geçmişten şimdiye ve şimdiden geçmişe gidildiğinde olaylar yeni anlamlar kazanır ve eskileri ortadan kaybolur. Tek bir bilince dayandığımız için tutarsızlık, çarpık gerçeklik gibi zihinsel yan etkiler aranması doğaldır, kendimce tarihlere özellikle dikkat ettim. Bir zaman akışı çizelgesi çıkartmaya çalıştım ama geç kaldığım için başaramadım, sonrasında asıl yapmam gereken şeyi yapıp sadece metni okudum, üzerinde çalışmaya kalksam çok güzel bir şeyi kıracakmışım gibi hissettim.

Anlatıcının bildiği, bildiğini düşündüğü ve okur için oluşturduğu geçmiş tek bir okumayla çözümlenecek gibi değil, anlatıcının bildiklerine yaklaştıkça kendi "tam" anlatısında gedikler ve sonradan tamamlanacak parçalar olduğunu, en azından üzerinde düşünülecek ve ilk okuyuşta görülemeyecek şeyleri fark ediyoruz. Mesela şu: "Bakıcılar makine değil ki." (s. 12) Bakıcılık yaptığını söyleyen Kathy H.'nin, arkadaşlarının ve diğer onlarca çocukla birlikte büyüdükleri Hailsham adlı yapının arkasında neyin, nasıl bir dünyanın olduğunu anı parçalarından kurmaya çalışırken bireysellikten, insanın kimliğini oluşturma çabasından distopik bir dünyaya ulaşıyoruz. 1990'ların son yıllarındaki alternatif bir tarihsellikten geçmişe yapılan yolculuklarda kişisel tarihin çizgisi dünyanınkiyle birleşirken anlam kazanan detaylar, kilit karakter olan Madam'ın bütün gizemi açıkladığı son bölümde birleşiyor. Organları için yetiştirilen klonlar, sosyal yaşamlarının biçimlenmesi, Hailsham ve benzeri klon yuvaları, Bayan Lucy ve diğer öğretmenler/gardiyanlar anlam kazanıyor. Başta Kathy'nin bakıcı olmasından, Tommy ve Ruth'la yıllar sonra karşılaşmasından ve yetimler yurdu gibi varsayımsal yaklaşımlara açık olan Hailsham'dan başka bir şey yok elimizde. Daha da önemlisi, yıllar sonra makine olmadığını düşünen bir klonun kendini aradığı noktada -anılarını derlemesini bu yoldaki son adım olduğunu düşünüyorum- her şeyi öğrendikten sonra bulduğu şeyin gerçeklik-kurmaca çizgisinin pek de önemli olmadığını göstermesi. Hailsham'da, yalıtılmış ve kurmacanın kurmacası şeklinde yaşadıkları yıllar boyunca dünyanın geri kalanında sürdürülen etik-ahlaki tartışmalar tek bir sözle lüzumsuz hale gelebiliyor. "Makine olmamak", makine olması için üretilen öznenin kendi insanlığına dair herhangi bir düşüncesi olduğu için yeterli bir kanıt. Madam'ın ve birkaç öğretmenin sürdürdüğü protestolar, klonların da insan olarak haklara sahip oldukları argümanı üzerinden yürüyor ve bunu kanıtlamak, onların da ruha sahip olduklarını göstermek için çocukların yaptıkları sanat eserleri toplanıyor, dünyaya gösteriliyor. Oysa deneyler gösteriyor ki makinelerin bestelediği müzikal eserler Beethoven'ınkilerden daha çok beğenilebiliyor, sayısız parçanın bir araya gelerek oluşturduğu uzantılar en iyi ressamların eserlerinden daha iyilerini üretebiliyor. Bu bir gösterge değil kısacası. Klonların insanlığının en iyi göstergesi, sisteme muhalif bazı öğretmenlerin söylediği gibi "bazı şeylerin anlatıldığı ama her şeyin anlatılmadığı" bir ortamda, belirsiz bir dünya algısı oluşturulduktan sonraki davranışları, sosyal yaşamları ve düşünce biçimleri olsa gerek. Kathy, anlatısında insanlığını sorgulamaz çünkü bu zaten sorgulanmayacak kadar kesindir. Öyle programlandığı için değil, öyle yaşadığı ve hatırladığı için.

Küçük parçaların bağlantıları. Şimdi hatırlıyorum da, der Kathy, şimdi geriye baktığımda, der, kendilerine o kadar az bilgi verilmiştir ki -bunu onlara söyleyen öğretmenin bir süre sonra ortadan kaybolacak olması anlaşılabilir- çocukluklarında anlam veremediği olaylar yıllar sonra, hepsi yetişkin insanlar olduklarında anlaşılır hale gelir. Bence geçmişe dönük anlatılardaki en büyük problem de böylece çözülmüş olur; diyalogların kusursuz bir biçimde hatırlanması saçmadır ama buradaki anlamsız parçalar küçük travmalar halinde belirir, böylece anlamsızlığın ortasında adalar olan çocuklar, birbirlerine dokundukları yerde, birbirlerinden güç alarak aradıkları gerçeğin peşinde hemen her şeyi hatırlayabilirler. Zaten her ne kadar özgürlükçü bir yalıtılmışlık varsa da, cinsellik ve diğer konular olabildiğince açık bir şekilde yaşanıyor olsa da duygusal bir ketlenmenin ortaya çıktığı söylenebilir, böylece çocuk Kathy ve yetişkin Kathy aynı şekilde konuşabilir, anlatıda bu çok ince bir detay. Travmaların silinmez izi. Bu noktada yetişkinliğin, büyümenin ne olduğunun sorgulanması lazım. Aynı insanlar, aynı çevre, dünyayı kasıtlı olarak genişletmeyen bir eğitim, yetişkinliğin ne olduğunu bilmeyen çocuklar/yetişkinler/çocuk yetişkinler doğurduğu için diyaloglar aynı tansiyondadır, davranışlar yine öyledir, aynı yaşın farklı zamanlarıdır anlatılan, geçen yılların büyüme üzerinde etkisi olmadığı için anlamı da yoktur.

Tommy, Ruth ve Kathy arasındaki ilişkiye pek değinmiyorum, inişli çıkışlı bir arkadaşlık, sevgililik, dostluğun sıcak bağı. Yıllar sonrasının bağışçıları olarak Kathy'nin karşısına çıkan eski sevgililer, birkaç bağıştan sonra ameliyatların yıkıcı etkilerini kaldıramayarak hayata veda ederler ve bakıcı Kathy'nin anılarında yaşarlar. Birbirlerinden kopuşları, tekrar bir araya gelmeleri sağlam hikâyeler olarak karşımıza çıkar. İmitasyon yaşamların gerçek acıları.

Beni Asla Bırakma, Kathy'nin en sevdiği şarkı. "Bebeğim" sözcüğünü gerçekten bebek olarak anlar ve şarkıyı söylerken bebek tutuyormuş gibi yapar, o sırada kendisini izleyen Madam'ın ağladığını görür. Çocuk yapamayacak olduklarını bilirler, bu onlara söylenmiştir ama neyin içinde olduklarını anlayabilmeleri için yeterli bir veri değildir. Daha fazla bilgi almak isteyenler, gözetmenlerine sorular soranlara utanç dolu gözlerle bakılır, sistem kendi savunma mekanizmasını kurmuştur. Halisham'ın dışında ne olduğunu anlamak isteyen bir kızın civardaki ormanda öldüğü, ruhunun ormanda dolaştığı masalı da bir diğer benzer mekanizmadır, buna benzer örneklerin sayısı fazla olmakla birlikte bir gün Halisham'dan çıkacaklarını, başka bir yere gideceklerini bilen çocuklar için sorgulamak gereksiz ve utanılacak bir şeydir, onlar için en iyi şey uyum sağlamaktır. Yavaş yavaş beliren fikirler de vardır tabii, çocuklar kendi mitlerini uydururlar. Keret'in kaybolan eşyalarının düştüğü koltuk altı çukurunun bir benzeri Norfolk için söylenir, kaybolan eşyalar Norfolk'a gider. Üretilen sanat eserleri de kendi efsanesini yaratır; çocuklar bu eserlerin satıldığını ve eşya takası için kullanıldığını bilirler ama kendilerine yanlış bilgi verilmiştir, eserler dış dünyadaki protestolarda çocukların "normal insan" olarak görülmeleri için kullanılır. Üçlü arasındaki muhabbetlerde, birbirlerine aşık olan insanlara organlarını vermeleri için ek süre tanındığı, birkaç yıllığına da olsa birlikte yaşayabildikleri konusu konuşulur. Aşık olanların gerçekten aşık olup olmadıkları da eserlerinin uyumundan anlaşılabileceği için eserlerin bu yüzden saklandığı düşünülür. Karanlık noktaları edinildiği kadar bilgiyle doldurma çabası, sayısız yanlış sonuca yol açar ama çocukların yapabileceği başka bir şey yoktur. Dünyanın anlama noktasında karanlık köşeler kalmamalı. Yetişkinliklerine yaklaştıklarında daha serbest bir mekâna geçtikten sonra kendilerinin orijinalleriyle karşılaşma şanslarının ortaya çıkması da bir başka ilginç konu.

Bayan Lucy'nin çıkardığı ilk yangın bir dönüm noktası. Çocuklar yalıtılmış olsalar da aldıkları eğitim dünyadan tamamen habersiz olmalarını engeller. Film izlerler, gelecekte hangi meslekleri yapacaklarını konuşurlar, pek çok şey onların normalliklerini tesciller ama sonradan gördüğümüz üzere bu sadece Halisham'da böyledir, diğer merkezlerde çocuklara kötü davranılır, ayrıntı verilmez ama berbat şartlarda yaşadıkları çıkarımı yapılabilir. Bayan Lucy'nin tavrı bile başlı başına bir iyiliktir; çocuklara gelecekle ilgili hayaller kurmamalarını, düşündükleri pek çok şeyi yapamayacaklarını, farklı olduklarını ve bunlara benzer pek çok şeyi söyler ama yine detay vermez. Madam'ın sondaki açıklamasına kadar parçalar tam olarak yerine oturmaz, oturduğundaysa onca anlamlandırma çabasının, bilinmeyenin yol açtığı onca yaranın yükü yüzünden bütün yine kırılır. Kathy, Ruth'tan sonra Tommy'nin de tükendiğini duyunca Halisham'ı hatırlamaya çalışır ama pek başarılı olamaz, arabasıyla giderken Halisham'ın duvarlarını gördüğünü düşünür ve bununla yetinir. Son olarak Norfolk'a gider, Tommy'nin kaybolan diğer her şey gibi burada belireceğini düşler. Müthiş bir son.

Ishiguro'da arayış izleği, belleğin olduğu gibi yansıtılmasının en makul sebebidir. Kişi tek başına kendi çerçevesinin dışına çıkamaz, dünyayı ve kimliğini oluştururken yansımalarına ihtiyacı vardır. Bu yansımalar arayışın itici gücünü oluşturur ve gerisi belleğe kalır, kopuşların tarihi -doğru veya yanlış- kişisel tarihtir, dünya tarihiyle birlikte. Büyük bir fark varmış gibi gözükür, eklektik bir yapı oysa.

The Island var ki filmle bu kitap aynı yıl çıkmış, ilginç. Bazı sitelerde ikisi karşılaştırılmış, dikkat çekici bilgilere ulaşılabilir. Dune'daki Tleilaxu meselesi var, organ çiftlikleri konusunda sağlam bir fikirdir. Bunlar bir yana, Ishiguro'nun bu metninin klasik anlamda bir distopya içerdiğini düşünmüyorum, distopik bir dünyada -belki günümüzün modern köle üreten dünyasının bir metaforunda- geçen bir hikâye denebilir. Ama ne hikâye!

6 Temmuz 2016 Çarşamba

Kazuo Ishiguro - Günden Kalanlar

Filmini izleyip geldim. Bizim baş uşağın monologları olmadan olmaz o iş, tam yansıtılamamış mevzunun derinliği. Kitabı daha iyi. Bir de Bayan Kenton odasında ağlarken Stevens'ın içeri girmesi var, böyle bir saçmalık olamaz. Bu Stevens kardeşimiz vakar der, başka bir şey demez. İçevurumculukta bir dünya markasıdır, başkaları için robottan farksız bir adamdır. Hal böyleyken kadının odasına girecek, öyle mi? İşiguro kitapta iki defa kapı önünde bekletiyor da sokmuyor, doğru olanı yapıyor. Neyse. Emma Thompson müthiş oynuyor da, Anthony Hopkins'e diyecek bir sözüm yok, muhteşem. Varmış sözüm.

Yazın bunu: İşiguro çok uzak olmayan bir zamanda Nobel'i kazandığı zaman akabinde şöyle bir açıklama gelecek: "Onca bireysel ve toplumsal meseleyi küçücük kitaplara sığdırmadaki hayvani başarısından ötürü Bay İşiguro'ya Edebiyat Ödülü'nün yanında Barış Ödülü ve Kimya Ödülü'nü de veriverdik, kimse alınmasın, gücenmesin."

İşiguro bu kitabında İngiltere'nin nüfuzlu adamlarından Lord Darlington'ın malikanesinde baş uşak olarak görev yapan Stevens'ı merkeze alarak hem bir dönemi inceliyor, hem de insanın görev namına hayattan nasıl geri kalabileceğini çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Geleni gideni bitmeyen koca bir malikanede her şeyi işler durumda tutmak çok zaman ve emek isteyen bir şey, insanın hayatını buna adaması lazım adeta. Stevens'ın yaptığı da tam olarak bu; etrafında olup bitenleri görev çerçevesi içinde değerlendirmek, arkasını kurcalamamak ve hayatına devam etmek. Hayatına devam eder etmesine de İşiguro'nun çaktırmayıp da sezdirdiği yan etkiler vardır, ince yazı işçiliğidir bunlar. Mesela üzücü bir hadise gerçekleşir, Stevens işinin başına döner ve hizmet ettiği adamlar Stevens'a iyi olup olmadığını sorarlar, Stevens da sadece uzun ve yorucu bir gün olduğunu belirtir. Bazen iki üç kez sordukları olur. Bu nedir şimdi? Adamımız üzüntüsünden ağlıyor belki, bir yere yaslanıp öylece kalmış da olabilir. Bunu aynı zamanda anlatıcı da olan Stevens söylemez, onun için her şey olduğu gibi devam etmektedir, duygularının gömülü olduğu yerden çıkmamasını garantilediğinden tekdüze bir anlatıyla olayları birbiri ardına dizer ve hiçbir karakter tahlili yapmaz, hiçbir betimlemeye girişmez. Dünyayı algılayışı vakar nanesi yüzünden son derece çarpık olduğu için kendisi iyisinden bir güvenilmez anlatıcıdır. İşleri bir de Bayan Kenton cephesinden görmek isterdim.

Vakar, Stevens'ın hayatını rezil ettiği gibi efendisinin yanlışlarını görmesini de engeller. Stevens mesleğinin gerektirdiği en önemli özellik uğruna insanlığından vazgeçmiştir denebilir. Bu konuda kendisine yardımı dokunan babasını da anmamak olmaz ama önce metnin nasıl kurulduğunu anlatmam gerek. 1956'nın güzel bir günü, Bay Farraday'in tatile çıkma önerisini kabul eden Stevens, patronun arabasına atlar ve batıya doğru sürer, okyanus kıyısına doğru. Yıllar sonra Bayan Kenton -evlendikten sonra Benn- ile buluşacaktır, heyecanlıdır. Yol boyunca başına işler gelir, bir yandan da geçmişi hatırlar, bunları birbirine bağlar. Mesela ne oluyor, yolda bir köyde kalıp insanlarla konuşuyor ve muhabbet esnasında Churchill'le vs. konuştuğunu söyleyince bunu çok önemli bir diplomat sanıyorlar. Mevzuyu bir doktor çakıyor, önemli bir malikanede uşak olup olmadığını soruyor. Stevens kimseyi kandırmayı düşünmediğini belirtiyor ve Lord Darlington'ın adını veriyor. Doktor bir müddet düşünüyor ve şunu diyor: "O hıyar bizi Nazi dostu yapmak isteyip savaşa girmemize sebep olan hırt değil mi?" Buna benzer bir şey.

Kırılma anı bu değil, çok daha öncesinde adamımızın sezdiği işler var ama meslek etiği. Etliye sütlüye karışmadığından dile getirmiyor hiçbir şeyi. Vakar'a geldi sıra.

Hayes Derneği, ülkenin en iyi baş uşaklarını belirleyen iyi bir dernektir ve kıstasları belirlemekte bir o kadar beceriksizdir, bu yüzden nesnel bir değerlendirme sistemi kuramadıkları gibi vakar diye bir etken sıkarlar. Maddelerle belirlenmiştir bu; sessizlik, titizlik, bir sürü madde. Babadan böyle gören Stevens, maddelere kesinlikle uyar ve duygularını o an toprağa gömer. Çok önemli bir toplantı esnasında zaten uzun süredir görevini yapamayan babası üst katta ölüm döşeğindedir ama kendisi çalışmaya devam etmektedir. Adam ölür, Stevens şöyle bir göründükten sonra işine geri döner. Bayan Kenton buna şaşırır.

Bayan Kenton işe ilk alındığı zamanlarda Stevens'ın babasına adıyla hitap eder, Stevens bunu çok resmi bir şekilde istemediğini belirtir. Bayan Kenton şaşırır ve kabul eder. İncelik olarak Stevens'ın odasına çiçek götürür ama Stevens dikkatini dağıtacak nesneleri odasında istemediğini söyler, kadıncağız yine şaşırır. Böyle birkaç vaka var ama en üzücü vaka bence Stevens'ın duygusal eksiklik çektiği için beyaz serinin kıytırık romantizm kitaplarını okumasıydı. Bayan Kenton kendini Stevens'ın dostu olarak bildiğinden adamla uğraşmaz, sadece neden böyle bir şey okuduğunu sorar. Dili geliştirmek için olduğunu söyler Stevens, telaffuz için, bilmem ne.

Sonrasında Bayan Kenton evlenmek üzere işten ayrılır ama acı verici bir ayrılıktır bu, Stevens'tan bir şeyler söylemesini bekler ama adam mutluluklar dilemek dışında bir şey yapmaz. Bayan Kenton yıllar boyunca Stevens'ın ilgisini uyandırmayı beklemiştir ama böyle bir şey olmaz. Ha, ne olur, akabinde çağrıldığı odaya giden Stevens, kendisiyle politikayla ilgili sohbet etmek isteyen bir soylunun dikkatini çeker. Adam Stevens'a iyi olup olmadığını sorar, klasik. Stevens muhtemelen Bayan Kenton ayrıldığı için ağlıyordur ama bunu da çaktırmaz.

Romanın sonunda hiç tanımadığı bir adamın mendil verme teklifi beni gerçekten, gerçekten üzmüştü. Her şey çözülmüş, bütün yenilgiler açığa çıkmış ve Stevens hala yorgunluğa vuruyor acısını.

Yolculuğun sonunda buluşurlar, Stevens Bayan Kenton'ın yolladığı son mektupta kadının malikaneye dönmek istediği sonucunu çıkarır ama kadın sallantılı da olsa hayatını kurmayı başarmıştır, malikaneye dönmesi mümkün gözükmemektedir. Bu sahne filmde yok, sadece kitapta var: Bayan Kenton, her şeyin tepetaklak gittiği zamanlarda başka bir yaşamın hayaline sarıldığını söyler, örneğin Stevens'la birlikte bir hayatın hayalini kurduğunu söyler, sonra her şeyi olabildiğince yoluna koyar ve yaşamaya devam eder. Birbirlerine veda ederler ve Stevens yeni efendisine hizmet etmek üzere malikaneye döner.

İşin toplumsal boyutu, İngiliz aristokrasisinin taşlanması değil, kayalanmasıdır. Ülkelerin masalarda yönetildiği zamanlardır, Lord Darlington devlet erkanını evinde toplar ve alınacak kararlar bu malikanede belirlenir. Örneğin neler olur, mesela Versay'la birlikte iyice çamura batırılan Almanya'nın kurtarılması için Fransız bir diplomatla birlikte konuşulur, anlaşılır ve şartların hafifletilmesi gerektiği konusunda mutabakata varılır. Sanki anlaşmanın şartlarını kendileri koymamış da bir lütufmuş gibi yumuşatıyorlarmış gibi. O zamanlar Almanya'nın ne halde olduğunu Böll'ün ve Remarque'ın romanlarına aşina olanlar bilir, şimdinin Mozambik'i gibidir Almanya. Sallıyorum beş bin banknot götürürsünüz de bir ekmek alırsınız, ekonomi o kadar batık. Lord Darlington'ın ölümünden sonra malikaneyi satın alan Bay Farray'ı ilk kez bu toplantıda, ABD'li diplomat olarak görürüz. Farray, toplantı gecesi süresince Alman diplomatla gizli gizli konuşur, Avrupalı beyefendilerin Almanya'yı pek de sallamayacaklarını söyler. Stevens bu olayı görür, kötü şeyler olacağını düşünüp Lord Darlington'a bildirir. Oysa daha adil bir anlaşma ortaya çıksaydı eğer, lordlar bu yönde karar alsalardı belki ikinci savaş gerçekleşmeyecekti. Bunu göremezler, Bay Farray günün sonunda ayağa kalkar ve herkesi amatörlükle suçlar, koca ülkelerin bu şekilde yönetilemeyeceğini söyler. Lord Darlington ayağa kalkar, amatörlük denen şeyin onur olduğunu söyler falan. Eh, sonda göreceğiz ki bir avuç onurlu amatör yüzünden milyonlarca insan öldü.

Bu bir vaka. Almanya giderek yükseliyor, İngiltere'ye baskısı malikane üzerinden oluyor. Lord Darlington, Nazi sempatizanı olayazıyor, hatta iki yahudi hizmetçiyi şutluyor. Stevens bunu çok doğal bir şeymiş gibi yapıyor, Bayan Kenton hizmetçiler işten çıkarılırsa kendisinin de istifa edeceğini söylüyor ama bunu hiçbir zaman yapamıyor, dışarıda kendisini hiçbir şeyin beklemediği düşüncesi kadını engelliyor. Birey-toplum ilişkisinde gördüğümüzden çok daha kalın bağlar var.

Stevens'ın itirafıyla bitiriyorum: "Lord Darlington kötü bir adam değildi. Hiç değildi. En azından yaşamının sonunda kendi hatalarını kendisinin işlediğini söyleyebilme ayrıcalığın sahip oldu. Yürekli bir adamdı. Yaşamda belli bir yolu seçti, bu yanlış çıktı, ama elden ne gelir, o seçmişti bunu, hiç değilse bunu söyleyebilir. Bana gelince, ben bunu bile ileri süremem. Anlıyorsunuz ya, güvenmiştim. Lord hazretlerinin bilgeliğine güvenmiştim. Ona hizmet ettiğim bütün o yıllar boyunca yararlı bir şeyler yapıyor olduğuma güvenmiştim. Kendi hatalarımı kendim işledim bile diyemiyorum. Gerçekten -insan sormalı kendine- vakar bunun neresinde?" (s. 245)

Nefis, İşiguro okumak büyük keyif.

6 Mart 2016 Pazar

Kazuo Ishiguro - Noktürnler: Müziğe ve Geceye Dair Öyküler

Esin, "Okuyun bu adamı," dediğinden beri, yedi aydır aklımda İşiguro ama kısmet. Tanizaki, Kobo, Akutagawa, Mişima, Oe derken az biraz bilgim oldu dünyanın o tarafları hakkında ama İşiguro başka bir dünya. İngiltere'de büyüyünce oranın havasından nasiplenmiş, daha da modern edebiyatın çıngarcılarından olmuş. Kitapları YKY'den çıkıyor, edinebilirsiniz.

İşiguro'nun öykülerinde müziği de bir karakter olarak değerlendirmek gerekiyor. Müzik diğerlerinin yolunu çiziyor. Daima ortada bir yerde. Üretiliyor, acısı çekiliyor, duygusu hiç kaybolmuyor. Aşkın, ayrılığın hemen yanında. Yılları birbirine bağlıyor, çoktan unutulmuş duyguları açığa çıkarıyor. Bir andaç, günlük veya. Silinmeye yüz tutan mekanları yeni baştan yaratıyor. Dönüştürüyor, karakterler bir öykü sonra erdiğinde başka bir yerde, başka bir duyguya sahip oluyorlar. Bir gülümseme, bir gözyaşı. Renklerin birbirine geçişi gibi bir dönüşüm, ağır ağır.

Aşk Şarkıcısı: Tony Gardner'ın Venedik'te, turistlerin arasında oturduğunu gören sokak gitaristi Janeck, çocukluk yıllarının plaklardan dinlediği sesinin yanına gider ve ünlü sanatçıyla tanışır. Janeck Doğu Bloku ülkelerinin birinden gelmektedir, kültürel perdenin dünyadan soyutladığı insanlardan biridir ama Gardner'ı çok iyi bilir, annesiyle birlikte en çok dinlediği sanatçıdır Gardner. Yaşlı adam bir anlamda anıların tekrar yaratılmasını sağlar ve Janeck'le durgun bir şekilde sohbet ettikten sonra isteğini dile getirir: Eşi Lindy Gardner'a yapacağı serenatta eşlik. Janeck büyük bir mutlulukla kabul eder, gondolla pencereye dayanırlar ve Tony şarkılarını söyler. Lindy ağlayarak içeri girer, Tony eşiyle boşanmak üzere olduklarını söyler. Janeck için anlaşılmaz bir şeydir bu; birbirini sevdikleri halde ayrılan insanlar. Tony, Hollywood'ta işlerin pek o şekilde yürümediğini söyler. Sevgi üne bağlıdır, ün kaybolduğunda sıra başka sevgilere gelmiş demektir. Janeck, annesinin durgun ve sıkıntılı yıllarını hatırlar. Müzik, Lindy ve Janeck'in annesini bir noktada birleştirir, Tony ve Janeck'i, sevgiyi ve ayrılığı, Doğu'yu ve Batı'yı.

Come Rain or Come Shine: Emily, Charlie ve Ray üniversiteden arkadaş. Ray ve Emily, eski Amerikan şarkılarını çok seviyorlar, tek dinledikleri bu şarkılar. Hayat yolları ayırıyor, Ray İspanya'ya gidip öğretmenlik yapıyor, diğer ikisi evleniyor falan. Senelik ziyaretinde Ray öğreniyor ki ikisinin arası pek iyi değil, ufukta ayrılık var. Charlie'nin yardım isteğini kabul ediyor ve Charlie bir iş için geçici olarak gittiğinde Emily'ye eşlik ediyor. Görünen o ki zaman arkadaşlıklarını yıpratmış, yanlış anlamalara yol açmış ve onları birer yabancıya dönüştürmüş. Kırgınlıklar yormuş, parçalanıp dökülmeye başlamışlar ama o eski şarkılar hâlâ var, o eski dostluk anıların arasında bir yerlerde. Müziğin sesini açıyorlar, eski günlerdeki gibi. Hiçbir şey yitirilmemiş gibi.

Malvern Hills: Yetenekli bir adam, İsviçre'de bir pansiyonda -pansiyon olmayabilir- çalışıyor, boş zamanlarında yeşil tepelere karşı gitar çalıyor. Bir çift adamı duyuyor, tanışıyorlar. Adamla kadın müzisyen, gezgin. Çocukları var. İstedikleri gibi yaşıyorlar, sürekli hareket halindeler. Yaşamlarını bir arada tutmaya, dağılmamaya çalışıyorlar ama zor, araları pek iyi değil. Yine bir kesişen yollar hikâyesi. Müzik bir araya getirdi, müzik ayırdı.

Noktürn: Magnum opus. Steve yetenekli bir saksafoncu ama işler yolunda gitmemiş, sevdiği Helen aşık olduğu adama gitmiş ve düşünmüşler, Steve'in yüz ameliyatının masraflarını karşılamaya karar vermişler. Bu ameliyatı Steve'in menajeri istiyor, o zaman piyasada bir şansı olabilirmiş. Steve önce kabul etmiyor, menajerinin baskısıyla bıçak altına yatıyor ve yan odadaki de kim, ilk hikâyedeki Lindy Gardner. Birlikte zaman geçiriyorlar, Steve pek sosyal bir varlık olmadığı için kadından uzak durmaya çalışıyor ama Lindy'nin çevresini kullanmak isteyen menajer tam tersini tavsiye ediyor.

Steve'in dönüşüm hikâyesi bir anlamda. Kaldıkları otelde bir ödül töreni düzenlenecek ve ödülde Steve'in tanıdığı, aslında ödülü hak etmeyen bir saksafoncu ödül alacak. Steve bunu Lindy'ye anlatıyor, Lindy ödülü çalıp Steve'e getiriyor derken maceralar. Adamımız oluruna bırakıyor her şeyi, Lindy'den yardım gelirse gelir, ameliyat işe yararsa yarar.

Çellistler: Çelloya çocukluğundan beri dokunmayan bir çello virtüözüyle diğer bir çello sanatçısı arasındaki ilişki. Biri öğreniyor, diğeri öğretiyor diyeceğim ama o da öğreniyor aslında. Müzik birinin ellerinde, birinin kafasında canlanıyor.

Yalnız karakterler, yetenekli ve yalnız. İki şeyi hatırlattı bu öyküler, biri Youth adlı şahane film. Anlatım biçimleri çok benzer ve güzel. Diğeri de şuradan bir sahne: House. 26:30'dan itibaren izleyin, iki dakikalık bir sahne. Büyük yetenek büyük yalnızlık demek, bu izleği öykülerin hepsinde buluyorsunuz.

İşiguro'ya başlamak için güzel mi bilmem, onun dışında şahane bir kitap.