30 Eylül 2019 Pazartesi

Cahide Birgül - Gölgeler Çekildiğinde

Cahide Birgül geçmiş dünyadan, hiç bilmiyordum. Basılan beş metninden birini geçtiğimiz yıllarda alıp okuma sırasına koymuştum, Meltem Gürle'nin Twitter'da metni övdüğünü görünce nihayet ön sıralara aldım, okudum ve biraz bakınayım dedim. On yıl olmuş, on yıldır aramızda değil Cahide Birgül. Üzüldüm ve diğer metinlerine bakınmaya başladım, denk geldikçe okuyacağım. Bunu sonradan Everest basmış tekrar, bendeki Metis'ten çıkan ilk baskısı. Şimdi gördüm, Mürşit'e imzalamış Birgül, sevgiyle.

Anlatıcı yazdıklarıyla gecikmiş bir yüzleşmeyi gerçekleştireceğini söyleyerek başlıyor, herkesinki gibi kişisel bir tarihin kasıtlı olarak karanlıkta bırakılan yönlerini ifşa ediyor, gücünü nihayet toplayabilmiş. "Eski bir fotoğrafa bakar gibi kendi gözlerimin içine bakacak ve 'İşte bu sensin,' diyeceğim." (s. 5) Zamanla unutulan anılar tekrar ortaya çıkıyor, tozu alınıyor, sağalma için yazıya dökülüyor. Anlatıcının masasının üzerindeki eski defter anlatının temelini oluşturan gizemleri barındırıyor, genç bir kızın erkek kardeşine yazdığı yazılar etrafında derlenip toparlanan karakterler ve olaylar metnin olay örgüsünü oluşturan temel ögeler olarak ortaya çıkıyor ama bu defterdeki yazılar metinde yer almıyor, en azından kendi biçimleriyle. Anlatıcıda uyandırdıkları duygular üzerinden oluşan olay örgüsü tek bir bakış açısından görülebiliyor sadece, bu yüzden anlatıcının dürüst olup olmadığına ve sezdirdiği şeylere dikkatli bir şekilde yaklaşmamız gerekiyor. Bir örnek: Anlatıcının öğrencilik zamanları, sınıfça çekilen kopyanın hesabı müdürün odasında soruluyor, bu sırada anlatıcının adının Esin olduğunu öğreniyoruz. Esin'in annesi öğretmen, müdürün yakından tanıyor kendisini ve kızı azarlarken hemen hemen hepimizin duyduğu tiratlardan birini atıyor. Kızın bacaklarını okşadığı bölümler pek hatırlanmak istenmeyen anıları içerdiğinden ötürü üstü kapalı olarak anlatılıyor ama sezebiliyoruz, adamın tacizi gören okur için ortada. Aynı ölçüde travmatik olayların dile getirilmek istenmediğini anlıyoruz, bu teknik bir iş ve Birgül çok iyi kotarmış, sırf bu yüzden iyi bir yazar olduğu söylenebilir. Neyse, dört aylık bir süreci takip edeceğiz ama Esin'in geçmişe doğru çıktığı yolculuklar ana çizgiyi oldukça genişletiyor, dört ay bir ömre dönüşüyor.

Deniz'den, teyze kızından gelen mektup Esin'i oldukça telaşlandırıyor. Evde yer yok, zaten babasıyla birlikte yaşadığı ve annesine dair anılarla güç bela sığdığı eve bir dördüncünün gelmesini istemiyor. Baba tekerlekli sandalyesiyle yeterince yer kaplıyor, eşinin karşısında yıllar boyunca duyduğu ezikliğin etkisinden kurtulduğu için güveni de evin bir köşesine sığışmaya çalışıyor ama Esin'e zorluk çıkarıyor sürekli. Farklı bölümlerde anlatılan meseleleri bir araya getiriyorum, yoksa akışın içinde ortaya çıkıyor bunlar. Selcan Abla'yı ve Kenan'ı da en başta görüyoruz, Kenan henüz piyasada olmasa da Selcan Abla haftanın neredeyse bütün günlerinde geliyor, evi toparlayıp gidiyor. Esin'in annesinden kalan bir miras, aileyi derleyip toparlayan kadın olduğunu söyleyebiliriz. Esin'in gariplikleri için ne söyleyebiliriz, onu bilemiyorum. Karşı dairedeki komşulardan bahsediyor örneğin, zamanında onlardan önce dairede bir çift yaşıyormuş ve kadın intihar etmiş, pencereden atmış kendini. Esin üzülüyor, "keşke ben taşındıktan sonra atlasaydı" diye düşünüyor örneğin, böylece kendi varsayımlarının olabileceğini, Selcan Abla'nınkilere kalmayacağını düşünüyor. İnce detaylardan Esin'i inşa etmeye başlıyoruz, kendi kararlarını kolaylıkla veremeyen bir kadın olduğunu en başta öğrendikten sonra Kenan'la ilişkisinin de yine etrafındakilerin iteklemesiyle başladığını öğreniyoruz. Kenan mühendis, Fransa'da çalışıyor ve ara ara gelip nişanlısı Esin'le görüşüyor. Dört yıllık nişanlılıkları evlilikle sonuçlanmıyor, aslında ikisi de ilişkiyi zorla yürütüyorlarmış gibi gözüküyor ama bunu yine sezgisel olarak çıkarabiliyoruz, Esin sadece kendisi için yazdığını söylediği itirafnamesinde bile tamamen açık ve dürüst olamıyor, savunma mekanizmaları çok güçlü.

Anne çok baskıcı ve mükemmeliyetçi, kızının kendi gölgesinde büyümesini istiyor ve Esin'i çocukluğundan vuruyor, hep gölgenin altında yeşermeye çalışmış bir fidan Esin, annesi ölüp babasıyla yaşarken bile böyle. Annesiyle babasının kin dolu intikam oyunlarına şahit olup erken büyümüş, her erken büyüyen çocuk gibi yaşayamadığı çocukluğunu yetişkinliğe taşımış. Babasından kopamıyor bir türlü, baba da kızını bırakmak istemiyor pek. Evde koyu bir hava var, geçmişin ağırlığı ikisini de çökertmiş. Annenin despotizmi ikisini de onmaz bir şekilde kırmış, baba biraz iyileşeceğini düşünerek Deniz'in gelmesini istiyor bu yüzden. Esin yıllar önce yaşanan bir olayın utancı yüzünden istemiyor belki. Yazlıkta Esin'in bir kitabı paramparça edilmiş olarak bulunuyor, durum annenin dikkatini çekiyor ve kadın yeğenlerini sorguladıktan sonra erkek olanının kulaklarını çekiyor, pataklıyor biraz. Doğrucu anne adaletin kılıcı gibi sallanıp cezayı kesiveriyor ama çocuklarda açılacak yaraları düşünmüyor, kendi doğruluğundan şüphe duymuyor. Bu anların fotoğrafları var Esin'de, aklının köşelerinden çıkarıp bakıyor durmadan, kendini görmeye çalışıyor. "Yıllar boyu, çok beğenilen bir eve sahip olan, ama orada bir türlü huzur bulamayan biri gibi ne yapacağımı bilemeyerek dolaştım annemin etrafında. Bir şeyler ekledim, bir şeyler çıkardım, olmadı. Başaramadım." (s. 18) Evin Öğretmen'in etrafı öğrencileriyle dolu, sevilen bir kadının kendini var etme biçimini mesleği belirlemiş. Annelik ikinci planda kalmış gibi gözüküyor, eşle olan ilişki de annelikten hallice, dolayısıyla ailenin huzur bulamamasının başlıca sebebini annede buluyoruz. İkincil sebeplerde babayla kızın pasifliği var. Esin babasının boyunduruğunda yaşamaktan rahatsız olsa da adama duyduğu saygı büyük, ailenin parçalanmamasını babasının dirayetli duruşuna bağlıyor. Kopamıyor adamdan kısacası, her şey olup biterken görmezden geldiği şeylerin babasıyla yaşamaya devam etmesini sağlayacağını umuyor bile olabilir. Sağlıksız bir aile, sağlıksız ilişkiler. Esin onca yıldan sonra her ne kadar babasına hak vermediğini söylese de yapılacak bir şey olmadığını da biliyor. Aileye duyduğumuz öfkeyi aile fertlerinin oldukları biçimde olmalarının kötücüllüğü üzerine kurmanın mantıksızlığını anlarız, bunu anladığımız an öfkeyi hafifletiriz, hafifleriz. Esin'de böyle bir hafifleme ancak kendisine duyduğu öfkeyi canlandırdıktan, kendisiyle yüzleştikten sonra gerçekleşiyor. Gerçekleşiyorsa, eğer yüzleşme iyi geldiyse.

Biraz hızlanayım. Deniz geliyor, evin havasını değiştiriyor hemen. Baba bayılıyor Deniz'e, Esin bayılmıyor, hatta istemiyor kızı. Deniz zeki bir kız, okuluna gidip gelmekten başka bir şey yapmıyor ama Esin'in gözüne giremiyor bir türlü. En sonunda Esin'e kendisini neden sevmediğini soruyor ve bu açıklık yakınlaşmalarını sağlıyor, en azından Esin için Deniz'in varlığı büyük bir sıkıntı olmuyor o andan sonra. İlginç bir ilişki var aralarında, Deniz'in öpücüğü Esin'in dudağının kenarını buluyor örneğin, buna benzer olayların açıklayıcı bir şekilde ele alınmaması Esin'in karanlıkta bırakmak istediği parçaları oluşturuyor. Okur olarak bize çok iş düşüyor gerçekten. Kenan'ın dönmesiyle birlikte evin nüfusu dörde çıkıyor ve aslında tahmin edilebilecek sona doğru ilerlemeye başlıyoruz. Finalin öngörülebilirliği anlatıyı hiçbir şekilde baltalamıyor, zira olayların akışı yeterince tatmin edici olmasa da Esin'in anılarını baştan yaratma biçimi, anılara dair düşünceleri odak noktada yer aldığı için bu noktanın çekiciliği metni sıkı tutuyor.

Geçmişle hesaplaşma olayı varsa anlatıcı kendiliğinden güvenilmez hale geliyor, okura bir dedektif gibi iz sürmek kalıyor. Bu metnin büyük bir bölümünde yaptığımız şey bu, metni değerli kılan da bu. Anıların dile getirilme biçimi üzerine düşünmek, gerçeği geçmişte arayıp bulmak veya bulamamak. Çabanın kendisi önemli. İyi bir metin bu, okunmalı.

29 Eylül 2019 Pazar

Jacques Attali - Geleceğin Kısa Tarihi

"Tarih, öngörmemize ve yönlendirmemize izin veren yasalara boyun eğer." (s. 11) Sanırım her zaman da eğmez, tarihin ilerleyişini belli başlı paradigmalarla modelleme çabaları doğru noktalara ulaşabilir ama çok fazla değişken ve yeterince kaos söz konusuysa, o zaman patlamış mısırımızı alıp kısacık ömrümüzde gerçekleştiğini gördüğümüz garip olayları keyifle izleyebiliriz. Kozmik ölçüde anlık kıvılcımlarız ama insani ölçüde dünyanın bir parçasıyız, yarını merak edeceğiz. Hangi deli bir tweet atıp dünyayı savaşa sokacak, hangi garipler dünyayı yakacak, çıldırasıya bilmek isteyeceğiz, istiyoruz. Eldeki verilerle uzun vade için yapılan çıkarımlar daha kısa vadeyi düşünürsek yaşanacak olaylarla topyekun değişebilir, Attali bu noktaya dikkat çekerek yerleşik sistemlerin devinimlerini ve gelecekteki durumlarını anlatıyor. Giriş yazısında paranın kendisine zarar veren her şeyin sonunu getireceğini ve hiper-imparatorluk denen nanenin ortaya çıkacağını söylüyor. Hardt'ın ve Negri'nin imparatorluğuyla bağlantılı olup olmadığını bilmiyorum, o metni de okuyunca yazarım bir şeyler. Neyse, kolluk kuvvetlerinin ve kamusal hizmetlerin özelleşeceği bu düzende insan da yapay tüketiciler haline getirilecek ve insana dair olan her şey "tecimsel" bir niteliğe kavuşacak. Bazı açılardan bunun gerçekleştiğini söylemek mümkün. Ardından hiper-çatışma gelecek, devletleşen şirketlere bir şekilde dahil olamamış her türlü grup arıza çıkararak insanlığı ortadan kaldırabilecek çatışmalara yol açacak. İnsanlık her türlü ortadan kalkabilecek kadar kırılgan, nükleer gücün bizi atomlarımıza ayırabilmesi ve bu gücün nihayetinde birkaç insanın elinde olması korkunç bir şey. ABD-Küba arasındaki kriz sırasında tek bir subayın verilen emre uymaması sayesinde nükleer silahlar kullanılmamış örneğin, tek bir insanın milyonlarcasının kaderini belirlemesi dehşete düşürücü. Bu çatışmanın ardından hiper-demokrasi gelecek, kabaca ademimerkeziyetçiliğe benzer bir yapı. Ortada çevre diye bir şey kaldıysa yerel ve bölgesel kurumlar dünyanın geçirdiği yıkımın etkilerini ortadan kaldırmak için çevre odaklı bir yaşam biçimi geliştirecek, ortalık çayır çimen olacak, yaratmanın yeni ve yıkıcı olmayan biçimleri ortaya çıkacak. Her şeyden önce, Attali'ye göre ABD'nin imparatorluğu 2035 yılından önce son bulacak, verilen tarihler tahminleri keskinleştirse de elbette dünyadaki gelişmeleri takip ederek daha muğlak veya kesin sonuçlara ulaşabiliriz. 2060 yılına kadar hiper-demokrasinin egemen olacağını söylüyor Attali, çizdiği doğrultuda büyük ve ani değişimler olmazsa. Ülkelerin sosyopolitik güçlerinin geçireceği değişimleri, dünya nüfusunun akıbetini neoliberalizm politikaları eşliğinde değerlendiriyor bir yandan, kısa-orta vadeli bir gelecek hesaplaması yapıyor. Teknolojik ilerlemelere çok fazla yer vermiyor, anlattığı şeylerin çok daha fazlasını Kaku'da ve Kurzweil'da bularak öngörülen tarihe ekleyebiliriz. Bu durumda da farklı bir akış belirir, Twitter sayesinde örgütlenebilen siyasi hareketlerin politikacıları alaşağı ettiği bir çağda yaşıyorsak henüz adını bile duymadığımız yeniliklerin yaşamı bambaşka yerlere taşıyabileceği fikrini aklımızda tutmalıyız. Bu metin 2006'da yazılmış, on üç yılda gerçekleşen olayları düşününce Attali'nin bir ölçüde makul çıkarımlar yaptığını söyleyebiliriz ama bazı olaylar karşısında şaşkınlığa düştüğünü tahmin ediyorum.

Dokuz odaktan bahsediyor yazar, günümüze kadar küresel ekonominin kalbinin attığı ve yaratıcı tayfanın toplandığı şehirlere bakalım: Brugge, Venedik, Anvers, Cenova, Amsterdam, Londra, Boston, New York ve günümüzde Los Angeles. "Göçerkonar" yaşam algısı bu merkezlerde yerleşikliğe dönüştü, aşamalı olarak dini ve askeri iktidarın yerini görece siyasi ve demokratik özgürlük aldı, Attali böyle düşünüyor ve geleceğin dünyasında sadakatsizliğin ve göçerkonarlığın tekrar gündemde olacağını söylüyor. Burada Bauman'a değebiliriz, "akışkanlık" kavramının günümüzde çatlakları hızla doldurduğu ve toplumları hızla değiştirdiğini söyleyebiliriz, Attali de aynı noktadan bakarak bu dönüşümün devletlere kadar uzanan ayaklarını inceliyor sonraki bölümlerde. Yasaların yerini sözleşmelerin, adaletin yerini hakemliğin, polisin yerini muhafızların alacağını belirtiyor örneğin, yine kısmen yaşanan bir şey.

"Çok Uzun Bir Tarih" ikinci bölüm. İlk medeniyetlerin üç egemen iktidarın (dini, askeri ve tecimsel) birbirleriyle uyum kurmalarının ardından ortaya çıktığını söylüyor Attali, insanlığın ilk dönemlerini anlattığı kısımları geçiyorum ama gelecek için çıkardığı dersleri, tek cümlelik hisseleri buraya alacağım. İlki: "Aktarmak gelişmenin koşuludur." (s. 29) İkincisinde "ölmemek için yaşamı yemek" eylemi var, yamyamlığın temeli. Üç, tabuların kutsallıkla meşruiyet kazanması. Dört, göçebelerle yerleşikler arasındaki savaşların, çatışmaların insanlığa güç ve özgürlük sunması. İmparatorluklar yerleşmeye başlar başlamaz insanın bireyliği ve özgürlük düşü de ortaya çıkıyor, hükümdar bireyselliğin zıddı olarak görülüyor, diktatörlük özgürlük düşünün zıddı olarak görülüyor, ekonomik fazlanın denetimini sürdüremeyen imparatorluklar zıtlarının bir araya gelebilmeyi başarmalarıyla birlikte inişe geçiyor ve bir süre sonra yıkılıyor. Tipik bir döngü. Emperyal düzen aynı anda elli imparatorluğun sürmesini sağlasa da görece yeni olan topluluklar o dönem için bütün marjinallikleriyle beliriyor ve piyasa demokrasisinin temelini atıyor.

İkinci bölüm, "Kapitalizmin Kısa Bir Tarihi". Attali, tarihin genel olarak imparatorluklar ve imparatorlar temelinde değerlendirildiğini ama gerçeği anlayabilmek için tecimsel hareketlerin ve özgürlük mücadelelerinin takip edilmesi gerektiğini söylüyor en başta, böylece Antik Yunan zamanlarından günümüze kadar getireceği insanlık tarihi için okuruna bir perspektif sunuyor. Kısaca şu: Yahudi-Yunan ideali denen tecimsel bir sistem ortaya çıkıyor ve günümüzün medeniyetlerinin temelini oluşturuyor. Ortaya çıkmasında çatışmaların rolünü unutmuyor Attali, Truva'nın yerle bir olmasını Avrupa ile Asya arasındaki ilk savaş olarak görüyor ve Doğu-Batı çekişmesine yol açan etkenleri farklı disiplinlerle inceliyor. İki dünya arasındaki paradigma farkını özetlediği bölüm bu bölümün de özeti kabul edilebilir: "Asya, insanı arzularından kurtarmayı düşünürken, Batı âlemi, onları gerçekleştirme özgürlüğünü insana sağlamak dileğindedir." (s. 46) Dinler tarihine kısa bir bakışın bu bağlamda yaşamın biçimlenmesindeki etkisini görebiliriz, Buda'nın insanı pirüpak olması için desteklemesine karşın Batı'nın düşünce dünyası, Buda'nın bir nevi ikinci versiyonu olan İsa'nın benzer düşüncelerinden sıyrılarak farklı bir özgürlük alanı oluşturuyor, vardığı noktada azınlığın zenginliği yüzünden çoğunluğun çektiği acıyı görebiliriz ama insanla ilgili bir şey bu, düşüncelerle ilgili değil. Neyse, iki ders daha: İki süper gücün kapışmasından bir üçüncü güç galip ayrılır ve yenen, yenilenin kültürünü benimser. Bu çok ilginç, kısa bir açıklama var metinde ama benim aklıma hemen Şehrin Katmanları geldi. Roma'yı kuşatan barbar ordusunun surların dışına binalar inşa etmesi, duvarlar örmesi derken iyice Romalılaşması ve sonrasında modern Avrupa'nın temellerini atacak hale gelmesi, Roma'nın da kuşatma altında iyice viraneye dönüşüp insanlarının dışarıdaki barbarlardan hallice hale gelmeleri şaşırtıcıydı ama mantığı anlayabiliyoruz. Attali bu istilacıların Romalı olmak istediklerini söylüyor, kendilerinde olmayan şeyi elde etmek için onu yok etme pahasına.

Günümüzün dünyasına gelene kadar üretim biçimlerinin değişimi, devletlerin yayılmacı politikalarının yol açtığı yıkımlar, zamanın metalaştırılması gibi pek çok meseleyi görüyoruz, sonrasında geleceğe dair tahminler ağırlık kazanıyor. Çin'den Nijerya'ya kadar pek çok ülkenin gelecekteki demografik yapıları, küresel güçleri veya güçsüzlükleri inceleniyor, enerji ve yaşam kaynaklarının ortadan kalkmasıyla büyük savaşların ortaya çıkacağı anlatılıyor, birkaç bölümde bu meseleler irdeleniyor. Attali diğer metinlerinde olduğu gibi bu metninde de Fransa'ya, memleketine özel bir bölüm ayırmış, geleceğin dünyasında ülkesinin alacağı rol üzerine öngörülerini sıralıyor. Asıl sürpriz muhtemelen Türkçe baskı için özel olarak yazılmış son bölümde. Türkiye'nin geçmişini ve geleceğini değerlendirmiş Attali, önemli bölümlerine değineyim. Osmanlı'dan itibaren tarımın ve toprak getirisinin savunusu yüzünden devingenlik, yenilik ve sanayi ikinci plana atılmış, deniz gücünün esas kısmı kara ordusuna feda edilmiş, iç kaynakların doğuramadığı yenilikçi tayfa barındırılmamış. İspanya'dan gelen Yahudiler ve diğer gruplar bir parça devinim kazandırmışsa da Osmanlı hiçbir zaman güç odağı haline gelmek için gerekenleri yerine getirmemiş. "Daha sonraları, Türkiye, hep ululanan bir geçmişin sıla özlemiyle, hiç durmadan yeniden oluşturulan bürokratik kastlara saygı içinde yaşamıştır." (s. 325) Şunu alıp bitireyim: "Sonuç olarak Türkiye, geleceğin tarihinin yasalarına uymayı hiçbir zaman bilemediği için asla bir odak haline gelmemiştir." (s. 326)

Dünyanın geldiği ve gideceği noktaları anlamak için iyi bir metin, ilgililerin ellerinden öper.

28 Eylül 2019 Cumartesi

Philip K. Dick - Gökteki Göz

Jonah Lehrer'ın bir metninde "aslında var bile olmadığımız" üzerine kafa patlatılan bir bölüm vardı, bilincin izini süren nöroloji çalışmalarında birtakım devrelerin kurulması sonucu oluşan akımlardan fazlası olmadığımız söyleniyordu. Beynimizde patlayan havai fişekler kadar biziz ama yine de bizliğin muğlak bir tarafı var. Nedir yani, bir devre koptuğu veya yanlış bağlandığı zaman ısırdığımız bir elmanın -elma nedir?- tadının -tat nedir?- tuzlu -tuzlu nedir?- olduğunu anlayabiliriz, hatta elmanın bir baston olduğunu sanıp kendimizi Devrekli gibi hissedebiliriz. Devrek'in bastonu meşhurdur, o açıdan. Bir meskenin meşhur olan nesnesinin baston olması üzerine söylenecek çok şey bulabilirim ama konumuz bilinç, devam edelim. Beyinde çok acayip işler dönüyor kısacası, sanki dış dünyanın ayarına hassasiyetle uyum sağlayan bir yapıymış gibi işlerliğini sürdürüyor beyin, bir süre sonra bazı kimyasallar azalıyor, bazıları artıyor, dünya çok daha acayip veya normal bir hale bürünüyor böylece. Dış etkileri de düşünmeliyiz, vücudumuzdan her an sayısız atom altı parçacık geçiyor. Milyonlarca ışık yılı uzaktan geleni var, Güneş'ten fırlayanı da vardır kesin, bedenimizin içinden geçip gidiyor hepsi. Bir fikir: Beynimizle etkileşime geçeni var mıdır? Yaratıcılıkla uğraşan insanların bu parçacıkların etkisinde kaldıklarını düşünmek hoşuma gidiyor, bir kuarkın saniyenin milyonda birlik süresince misafirliğinden etkilenen zihin yepyeni fikirler doğuruyor mesela. Üstelik tek bir zihinle de sınırlı değiliz, zihinler arasında bir bağ kurulduğunu düşünelim. Parçacıklar bedenden bedene yolculuk ettikçe veri taşıyor ve insanları birbirine karıştırıyor, galaktik bir bulamacın içinde bir yerdeyiz demektir bu. Gerçeklikler paylaşılıyor, bilinçler paylaşılıyor, bildiğimizin ötesinde bir yaşam formu ortaya çıkıyor böylece, çok uzun bir sürede ortakyaşar bir form geliştirebiliyoruz. Attali'nin Geleceğin Kısa Tarihi adlı metninde buna benzer bir formdan bahsediliyor, tabii parçacıkların etkisiyle ortaya çıkmıyor. Yine de... Gerçeklik dediğimiz şey bir çaba, insanın göstermekte en çok zorlandığı çaba hatta, hikâyeleri ve anlam parçalarını bir arada tutma çabası. Tek bir bilinci var etmek, dağılmayı engelleyerek sıkı sıkıya kavramak yeterince zorken başka bilinçlerin de işin içine karışması müthiş bir kaos yaratırdı, kimin parçası kimin gerçekliğiydi, kimin nesi kimin fesiydi derken kallavisinden bir tırlatmayla kafaya huni geçirir, parmağımızla dudağımızı bilibilibili şeklinde titreterek bir temiz delirirdik. Oysa gerçeklikleri ne ölçüde değişirse değişsin PKD'nin karakterleri kendi gerçekliklerini bulma mücadelelerini sürdürüyorlar, bu çok ilginç. Belki de ön kabulleri sağlamdır ya da çoktan oynatmışlardır, her türlü savaşıyorlar sonuçta. Gökteki Göz bu açıdan PKD'nin diğer metinlerini düşünürsek tipik bir gerçeklik kayması problemini odağa alıyor.

Belmont Bevatronu'nun Proton Işın Saptırıcısı -breh- gezginler tarafından sıklıkla ziyaret edilen bir zamazingo. Arıza çıkarıp altı milyon volt gücündeki ışın demetini salonun tavanına doğru yollarken tepesindeki taraçayı kül ediyor, sekiz kişi aşağı düşerek yaralanıyor. Hastaneye gidenler, yanık tedavisi görenler ve hafif bir tedaviyle salıverilenler karakterlerimizi oluşturuyor, sonuçta onca ışın, radyasyon, kimyasal zımbırtı yedikten sonra kafaları yanmasa olmazdı. Aslında bu mevzuyu kullanan, bu meseleye çok benzeyen bir mevzuyu içeren bir romanı daha var PKD'nin, adını hatırlamıyorum ama orada da tedavi altına alınıp zihinlerinin bağlantı kurduğu hastalar vardı, başka bir insanın zihnine hapsolan insanlar. Ubik diyesim geliyor ama emin olamadım şimdi, neyse, Hamilton ve Marsha'nın etrafında dönen bir anlatının temelleri böylece atılıyor. Kazadan kısa bir süre öncesine gidiyoruz, evli çiftin yaşamlarına göz atacağız. Hamilton kurumun füze araştırma laboratuvarlarının başkanı olarak çalışıyor, işini seviyor, eşi Marsha'yı da seviyor, bu yüzden kurumun başındaki Albay T. E. Edwards tarafından özel olarak çağrılınca içi sıkılarak icabet ediyor. Marsha'nın birtakım faaliyetlerde bulunduğu söyleniyor Hamilton'a, kadının komünist olma ihtimali var. 1950'lerin sonlarındayız, Elia Kazan'ın muhbirlik yaparak pek çok sanatçıyı kara listeye aldırdığı, "kızıl" damgası vurulanların toplumdan dışlandığı zamanlar, cadı avı tam gaz. Çiftin arkadaşı McFeyffe'ın raporu doğrultusunda Hamilton görevinden alınıyor, çalıştığı proje çok gizli ve eşi bir kızılsa devlet sırlarının sızma tehlikesi var, riskli bir durum oluşur oluşmaz icabına bakılıyor. Kariyerle aşk arasında kalan Hamilton aşkı seçiyor, en gerçek duygu onanıyor böylece. PKD'nin 1960'tan sonra yazdığı metinlerde sadakatsizlik ve akışkanlık ağırlık kazanırken 1957'de yazılan bu metinde tersi bir durum var, ilginç. McFeyffe'ın dostluğu konusunda ikinci kez düşünüyorlar, adam Hamilton'a yeni bir iş bulabileceğini ve dostluklarının sürdüğünü söylüyor derken kaza gerçekleşiyor. Marsha'yı düşmesin diye tutmaya çalışan Hamilton da aşağı uçuyor, McFeyffe uçuyor, Arthur Silvester adlı yaşlı bir asker ve birkaç kişi daha uçuyor. Hamilton'a gereken açıklamayı yapan doktor şoktan çıkan herkesin gerçeklik duygusunu bir süre yitirebileceğini söylüyor, Hamilton'a göre yolunda gitmeyen bir şeyler var, dünya rahatsız edici bir yoğunluğa sahipmiş gibi geliyor, buna bir açıklama bulamıyor Hamilton. İşler sarpa sarana kadar.

PKD tipik tekniklerinden birini kullanıyor yine, anlatıdaki karanlık noktaların varlığının sürmesi için karakterlerini olabildiğince gizemli bir hale getiriyor. Hamilton iyileşme sürecindeyken Marsha'nın ağzını arıyor, eşinin gerçekten kızıl olup olmadığını anlamaya çalışıyor ama Marsha bir noktada kestirip atıyor, soruları cevapsız bırakıyor. Sadece karakter bazında değil, olay bazında da bir süreliğine anlam verilemeyen eylemler var. Evlerine dönerlerken örneğin, Hamilton'ı arı sokuyor, sonra evde başından aşağı çekirgeler dökülüyor, sürü basıyor evi. Arada derede Miss Reiss adlı başka bir kazazedenin kedilerden hiç hoşlanmadığını öğreniyoruz, kısacası açıklanana kadar akılda tutulması gereken gizemler bunlar, anlatıdan çıkma yapan minik uçlar gibi düşünebiliriz ama tekrar ana çizgiye dönmelerini sağlayan bağlantılar var tabii. Bill Laws'un kadroya eklenmesiyle karakterlerin dünyası bir parça daha genişliyor ve yaşananların mantığa bürütülmesi kolaylaşıyor. Hiçbir karakter kendi normal dünyalarında yaşadığını düşünmüyor, özellikle Marsha'nın gördüğü rüya bir çözümleme aracı haline geliyor. Sekiz insan yerde yatıyor, hâlâ. Başka bir gerçeklik düzleminde olduklarını anlıyorlar böylece, Marsha ölmüş olabileceklerini söylüyor derken en sonunda başka bir dünyada yaşadıklarını anlıyorlar, sadece bildikleri dünyada değiller artık. Otomatlardan boş çikolata ambalajları çıkıyor örneğin, dünyadaki bütün çikolatalar ortadan kalkmış sanki. Daha da önemlisi, dualara cevap verip kullarını koruyup kollayan bir Tanrı var ortada. Çok ilginç bir fikir, Ted Chiang'ın bir öyküsünde meleklerini ve kendini görünür kılan bir Tanrı'nın peşine takılan insanların inançla ne yapacaklarını bilememeleri anlatılıyordu örneğin, dünya kaosa sürükleniyordu, Chiang'ın PKD'den esinlendiğini düşünüyorum. Neyse, Hamilton işinden şutlandıktan sonra kendisi gibi bilim insanı olan babasının eski bir arkadaşına gidiyor ve adam Hamilton'ı işe alıyor ama öncesinde manevi bir sınavdan geçiyor bizimki. Tek Gerçek Kapı'yı bulup bulmadığı soruluyor, fizik gibi bilimlerin tamamen soyut uğraşlara dönüştüğünü görüp üzerinde durulan tek disiplinin Tanrı'yla iletişim yollarını artırmak olduğunu anlıyor, mental sınavı da bu noktada başlıyor. 1946'dan beri süren Tanrı-insan iletişiminin tarihçesini öğreniyoruz, ardından şirketteki diğer çalışanlarla Hamilton arasında sıkı bir çatışma başlıyor. Hamilton ateist olmakla suçlanıyor, üzerine başka bir çalışanla bilimsel bir çatışmaya giriyor ve sorduğu sorunun havada beliren bir ağız tarafından kulaklara fısıldandığını görüyor. Tek Gerçek Tanrı, kullarının her konuda galip gelmesi için elinden geleni yapıyor bu dünyada, sonradan Silvester'ın kafasındaki ideal dünyanın içinde olduklarını anladıkları zaman kurtulmanın bir yolunu arıyorlar ve buluyorlar diyelim.

Zihinden zihne yolculuklar dört kez tekrarlanıyor ve her zihnin farklı bir dünya kurgusu var, Silvester dindar bir dünya kurguluyor ve çikolataları ortadan kaldırıyor örneğin, çikolata zararlı olduğu için. İki nokta önemli, her karakterin bu dünyalar için verdikleri tepki farklı. Kimi bulundukları dünyayı beğendiği için orada kalmak istiyor ve kendi gerçekliklerine dönmeyi engellemeye çalışıyor, kimi bir an önce oradan kurtulmaya bakıyor. Hiçbir dünya birbirine benzemiyor haliyle, her geçişte neyle karşılaşacaklarını bilmedikleri için gizemleri çözmek, kimin zihninde olduklarını anlamak zorundalar. Kedilerin ortadan kaybolması gibi olaylardan Miss Reiss'ın dünyasında olduklarını anlıyorlar örneğin, bu tür çıkarımlarla o dünyayı veya dünyayı yaratan kişiyi ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Bir karakterin hemen her şeyden işkillendiğini öğrenir öğrenmez bütün dünyayı yavaş yavaş sildiriyorlar örneğin, en son havayı ortadan kaldırtıp koyu bir karanlığa gömülüp "ölüyorlar" ve başka bir zihne zıplıyorlar. En sonda Inception'daki topaç sahnesinin esin kaynağı olduğunu düşündüğüm bir sahne var, finale kadar gerçekten kurtulup kurtulamadıklarını bilemiyoruz. Belki finalde de bilemiyoruz, kesin bir sonuca varılıyor ama bildiğimiz dünyayla son derece sağlıklı bağlar kurmuş, dünyayı olduğu gibi kabullenmiş birinin zihninde olmaları da mümkün açıkçası.

Amerikan toplumunun geniş bir incelemesi olarak görülebilir bu metin, iki kutba ayrılmış dünyada paranoyaya dört elle sarılıp yaşamlarını gizli bir düşmanı yok etmek üzerine kuran insanlar hemen her şeyden şüphe duyuyorlar, bir tek Hamilton ve Marsha arasındaki sıkı güven bağının akışkanlıktaki tek sabitliği sağladığını söyleyebiliriz, bütün tartışmalarına rağmen tutunabilecekleri en küçük gerçeklik parçası bu aşk. Bunun dışında hiçbir karakter güvenilir değil, bilinçaltının da işe karışmasıyla birlikte ortalık cehenneme dönebiliyor, her karakter gerçek duygularını ortaya döküyor ve korku dolu bir dünya yaratıyor. Tamamen bir başkasına odaklı dünyada her şeyin nasıl kolaylıkla yıkılabileceğini görmek metnin en sıkı izleklerinden birini oluşturuyor, aslında genel olarak PKD'nin en sıkı izleklerinden biri bu.

Klasik, on numara. PKD'nin her şeyi su üzerinde yüzdürdüğü dünyalarını seviyorum, altmış yıl öncesinin süper devletindeki yaşam algısının bizde yeni yeni ithal edildiğini söylemek belki aşırı bir yorum olur ama aynı belirsiz dünyada yaşadığımızı düşünürsek, biraz da paranoyaya müsaitsek birkaç havai fişeği de bu metin patlatacak demektir.

25 Eylül 2019 Çarşamba

John Garrison - Cam

Yüzey ve ekran, derinliği barındıran duvar, devinimi gösterip muhtelif katılımları -devinime, kendisine- imkansız kılan engel, cam bu. Çağrıştırdıklarından çok teknolojiye sunduğu olanakları ele alınıyor bu metinde, günümüzün teknolojisindeki kullanım alanları ve gelecekteki muhtemel işlevleri iki ana yaklaşımdan birini oluşturuyor, diğer yaklaşımda edebi yansımalara genişçe bir yer ayrılmış. Kısa bölümler halinde ilerliyoruz, serinin diğer metinleriyle kıyaslarsak odaklanılan noktaların daha spesifik ve homojen olduğunu söyleyebiliriz, kısacası bir başlık, bir mevzu. Felsefeden sinemaya, oradan edebiyata zıplamalar yok. Mesela önsöze bakalım, Garrison Youtube'da izlediği fütüristik bir kısa filme dikkat çekiyor. 2011'de piyasaya çıkmış bu, zamanı için oldukça eski fikirler içermesine rağmen yine de dikkat çekici tabii, bir süre sonra Black Mirror'a bağlayacakmış gibi. Michio Kaku sanırım Olanaksızın Fiziği'nde bunu ve bunun çok daha ötesindeki teknolojileri anlatıyordu, dudak uçuklatıcıydı anlattığı şeyler. Örneğin nanoteknoloji sayesinde yüzeylerin akışkan olacağından bahsediyordu ki katı olan her şeyin gerçekten de buharlaşması söz konusu burada, aniden beliriveren duvarlar, camlaşan beton, şeffaflaşan bir dünya. Neyse, camın bu biçimde kullanımı çok etkileyici olduğu için böyle bir incelemeye girişmiş Garrison, nesnenin tarihine biraz değinip Ortaçağ'ın başlarında aynayı, Rönesans döneminin başlarında kum saatini temsil ettiğini söylüyor ve meseleyi günümüze kadar getiriyor. "Uzun zamandır camı insanlarla nesneler arasında olduğu kadar insanlarla insanlar arasında da yeni etkileşim biçimleri için eşi benzeri görülmedik vaatler sunan bir şey olarak tasavvur ediyoruz." (s. 9) "En çok aşina olduğumuz gündelik nesnelerden birinin çağrıştırdığı anlamların izini sürmek" konusunda köşeleri belirgin ve güzel bir çalışma ortaya koymuş Garrison, olayı çok dağıtmadan yansıyanı ve ötede belireni anlatmış bir güzel. İkinci bölümde kısa filmi özetliyor ve birtakım çıkarımlarda bulunuyor. Dişlerini fırçalayan karakterin takvime bakarak gelecek zamanla da uğraşmasını bir eşzamanlılık olarak görüyor, bunu daha da genişletebiliriz. Geleceği takvim üzerinde belirginleştirmeye çalışırken geçmişin görüntüleri de vursun ekrana, bir yandan da diş fırçalayalım, algılarımız tam anlamıyla içinden geçilen veya geçilecek şimdilerden ibaret bir dünyayı algılamaya başlayacaktır. Hopiler bu teknolojiyle karşılaşsalar yaşamı tam olarak kendileri gibi görüp gösteren nesneden korkarlardı muhtemelen. Şimdinin hükümranlığındaki zamanların geçidi. İkinci filmde Kaku'nun değindiği bir şey: Sağlık verilerinin dünyanın öbür ucundaki bir doktor tarafından değerlendirilmesi, ekrandan. İki doktor konsültasyondalar, aslında duvarmış gibi davranan bir camda -tersi de olabilir- birbirlerini görüyorlar, konuşmaları anlık. Teknoloji bunu sağlayacak, zamanın tecimselliğini iyice ortaya çıkarıp olabildiğince tasarruf etmemizi sağlayacak.

Macbeth, ikinci başlık. Üç Cadılı sahne. Macbeth haykırıyor, bir aynadan (glass) ve iki küreden bahsediyor. I. James'in taç giyme törenindeki tasvirle aynı noktaya çıkan bir benzetme, aynanın geleceği gösterdiğini imliyor, aşırı bir yorum gibi durmuyor bu. Ardından Caroll'ın aynalı metni anılıyor, hemen sonra da The Matrix'teki aynalı sahne. Aynaya bakan Neo'nun ayna tarafından görüldüğünü de söyleyebiliriz, dokunur dokunmaz ayna vücudunun -Neo'nun? Aslında bir ayna olarak kendisinin?- bir parçası olarak belirip sonrasında bedeni ele geçirir. Bakışlar karşılıklıdır, gerçeği görmek isteyenler için aynanın kendisi bir cevaptır. Macbeth'e bir bağlantı yine, cama kendi gerçekliğimizi görmek için değil, o an için saflığı korunan geleceği görmek için bakarız, içinde bulunduğumuz dünyanın alternatif, belki de gerçek bir görüntüsünü görürüz. Bu bahisten sonra George Gascoigne'un bir şiiriyle karşılaşırız, benzer bir mesele irdelenir. "Okumak ya da aynaya bakmak yalnızlaştırıcı, narsistik etkinlikler değildir; daha ziyade, iletişime ve işbirliğine teşvik ederler." (s. 22) Ederler ama görmek istediğimiz biçimde bakmıyorsak. Okurun/bakarın niyeti bu açıdan önemlidir, ayna tarafsız bir bölgeyi temsil etse de çoktan kendi tarafımıza çekmişizdir görünenleri, ne olduklarından çok ne olmalarını istediğimiz önemlidir bu noktada. Mutlak bir tarafsızlık mümkün değildir.

Azınlık Raporu var sırada. Poe'nun öykülerindeki duvarlar, gammazlıklar ve itiraflar anımsatılır, filmdeki cam yüzeyde akıp giden yaşamların benzer bir ifşaya yol açtığı söylenir. Başka bir yaşamın görüntüleri önümüzdeki ekranda bütün çıplaklığıyla ortadadır, kimin ne yapacağını en ince ayrıntısına kadar öğrenebiliriz. Google Glass'in teknolojisi de benzer bir istikamet üzerindedir, gereksindiğimiz ve gereksinmediğimiz bilgiler o an için gözümüzün önündedir. Bir gelecek tasviri yapılır ama görünenler henüz gerçekleşmediği halde gerçekleşmiş gibi görülebildiğine göre gelecekle geçmişin ayrımı hangi kıstaslarla yapılır bu durumda? PKD'nin öyküsündeki orijinal örüntüyle filmdeki olay akışı karşılaştırılır ve bu zaman muammasına bir cevap aranır. Sonrasında mikroskobik görüşün geleceği biçimlendirme şeklini anlatan ilginç bir bölüm geliyor, Robert Hooke'un mikroskoptan gördüğü canlıların çizimlerinin yer aldığı metinden etkilenen Francis Bacon, Yeni Atlantis'te bu buluşun artçılarını ele alıyor ve Süleyman'ın Evi'ne varıyor, bilimsel bir oluşum. Kraliyet Cemiyeti'nin temellerinin bu oluşum fikriyle atıldığı söyleniyor ki edebiyatın bilimle birlikteliğinin daha iyi bir sonucu olmuş mudur, tartışılır. Cosmos'ta gördük, yolu Cemiyet'ten geçen insanlar dünyayı değiştirmiş resmen. Halka açık derslerden akıl alan deneylere kadar pek çok bilimsel hadise yaşanmış, yangını çıkaran kıvılcımın doğduğu yer bir mikroskop, geleceğin farklı bir görüntüsünü sunan minik bir alet. John Donne'un The Flea şiiri de aynı kaynaktan doğmuş, minik varlıkların içindeki dev dünyaların anlatımı "imkansız imkanların sunulması" olarak görülüyor. Teleskopla ilgili bölümde meselenin uzaklarla ilgili kısmı geliyor ki hikâyeyi az çok biliyoruz, Kopernik'in paradigmaları sarsan keşiflerinden Galileo'nun inkarına kadar bir dünya şey yaşanmış ve insanın dünyası genişlemiş. Milton'ın Galileo'yu ziyaret edip bu ünlü astronomun teleskobunu görmüş olması da ilginç bir detay.

Birkaç meseleye kısaca değineyim, fotoğraf mevzusunda Sontag'ın fotoğrafla ilgili fikirleri irdeleniyor, "birinin fotoğrafını çekmenin yüceltilmiş bir cinayet olduğu" noktasından yola çıkılarak Barthes'ın ölmüş annesine varılıyor. Camın zaman makinesi işlevi. Shakespeare'in soneleri ara ara karşımıza çıkıyor, Blondie'nin şarkılarından "camdan kalp" imgesine varılıyor, genişletilen bir mevzu daha. Deniz camı, birtakım teknolojiler, şirketlerin cam yüzeyleri kullanarak ürettikleri veya üretecekleri eşyalar, nesneler, yüzeyler, bir dünya içerik. Garrison cama çok geniş bir açıdan yaklaşarak nesnenin farklı anlamlarını kurcalıyor. Homojen bölümler var dedim ama şimdi bakınca birkaç bölüm yine karman çorman, Blondie'den Azınlık Raporu'na dönülüyor örneğin, güzel olur öyle şeyler deyip bir temiz okuyoruz, zihin açıp yolumuza devam ediyoruz.

İthaki'nin "Minima" serisi güzel bir seri, basılacak iki metinden sonra nihayete erecek sanırım ama keşke ermese, çok iyi iş.

23 Eylül 2019 Pazartesi

Cristina Rivera Garza - Tayga Sendromu

Dilin yarattığı belirsizlik coğrafyanın farklı ögeleri -dağ, tepe, bayır, çayır, hortum, Kraken vs.- içermeyen değişmezliğiyle temelleniyor. Tayga: Binlerce kilometre süren aynılık. Hiçbir uyaranın olmadığı odalarda on dakika geçirdikten sonra kendi uyaranlarını yaratan bilincin bu süreğen kısırlıkta yaratacaklarını geçmişten çekip alacağını düşünebiliriz, eldeki verilerden yararlanılacak. Masallardan örneğin, en gerilerden gelen anlatı parçalarından, insanlığın ilk zamanlarındaki korkularından temellenip gelen söylencelerden. Kurt veya genel anlamıyla yırtıcılar, ateşlerin gece boyu beslenme sebebi. Hansel ve Gretel, elde kalana sarılma isteği, yitenin yası sürerken çıkar bir yol bulma çabası. Anlatı boyunca karşımıza çıkacak izlekler bunlar, Propp'un topraklarında geçen bir arayışa yakışıyor. Mevzu basit, dedektif romanları yazan bir kadın dedektifin anlatıcılığında ilerleyeceğiz, kocasını ardında bırakıp adamın biriyle taygaya kaçan, gittiği yerlerden kocasına telgraflar yollayan bir kadının peşinden. Anlatıcı işi kabul edecek, miadı dolmuş olan iletişim biçimleriyle -mektup, telgraf, artık ne varsa- haşır neşir olan kadının izinden gitmek isteyecek çünkü, kendi yazarlığını ve kurmacaya varan kişiliğini -aynı belirsizliği kendi eylemlerinde de görebiliyoruz, anlatımındaki benlik algısı tayganın etkisiyle çarpık- besleyecek bir vaka bu. İkinci eşi bitmek bilmeyen ormanların ve düzlüklerin içinde yitip giden adamın -ilk eşinin işlevi?- iş teklifi sırasında gösterdiği telgrafta yazan: "HOŞÇA KAL DEDİĞİMİZ ZAMAN İÇERİ NEYİ BUYUR EDERİZ?" (s. 10) Kadının aradığı şey buysa dedektifin bulması gereken şey de bu, kadının kendisi değil. Adam uyarıyor en başta, tayga sendromuna tutulmamak gerekiyor. Korkunç kaygı ataklarına yakalanıyor insan, taygadan kurtulmak için yürünmesi gereken bitimsiz yolların ortasında insan çıldırabilir. As Far As My Feet Will Carry Me'yi hatırlıyorum, Sibirya'daki kamplardan kaçan bir Alman askerinin İran'a yürüyüşü. Bembeyaz bir uzam. Ağaçların varlığı perspektifteki lekelerden öteye gitmiyor, hiçlik tükenmediği için. Farklı zaman katmanları böyle bir mekanda iç içe geçebilir, anlatının düzlüğü ironik bir şekilde ortadan kalkabilir. En başta arayışın sonunu görüyoruz örneğin, ardından adamla dedektifin konuşmalarına şahit oluyoruz, araya dedektifin arayışla ilgili düşünceleri giriyor, sonra adamın dedektifi bulma anına dönüyoruz, durmadan atlayıp zıplıyoruz, tayganın dışındaki olaylarla taygadakiler arasında dilin farklılaşmasına şahit oluyoruz ki önemli bir şey bu, her şey olup bittikten sonra tayga sendromundan kısmen kurtulmuş olmayı imliyor. Bir de şu var, serbest dolaylı anlatıcının karakterle yer yer aynı çizgiye denk düşmesi bilinen bir teknik olsa da bunun tersini ilk kez görüyorum ya da gördüğümü düşünüyorum, gerçi anlatıcı serbest değil ama neyse, mesele şu ki kaçak çiftin davranışlarını öngören dedektifin yaşananları aktarma biçiminde varsayımlardan yola çıkılarak -elde belirli bir bilgi olmadan- yaratılan bir gerçeklik var ve dedektifle birlikte hareket eden çevirmen bu gerçekliğin içinde yer alıyor. Muğlaklıkla bezeli atmosferin bir kaynağı da burada, hangi gerçekliğe inanmamız gerekiyor? Anlatı doğrusal bir çizgide sürmüyor, gerçeklik akışkan, tek bir adımın bütün bir zeminde iz bıraktığını söyleyebiliriz. Kısacası bu metin tekinlik sunmuyor, zaten daha baştan uyarılıyoruz: "Bir vakanın ne zaman başladığını, soruşturmayı ne zaman kabul ettiğinizi bilmek zordur." (s. 12)

Yola çıkmadan önce kendi yazarlığından bahsediyor anlatıcı, bir polisiye yazarının gizli yaşamını yaşamaya başladığını söylüyor ve metnin biçemine ulaşan bir açıklamada bulunuyor: "Olayları oldukları, olabilecekleri ya da olmuş olabilecekleri gibi anlatmak değildi bu yöntem; hayalimizde hâlâ nasıl titreşiyorlarsa öyle yazmaktı." (s. 17) "Aşkın sona ermesi gibi sona ermesinin sonu" da araya sıkışıveriyor, sona varmanın nihai hedefi bir yolculuğa dönüşmüş gibi duruyor giden kadın için. Adam eşinin geri getirilmesini istiyor, sanki hiçbir şey değişmemiş gibi. Dedektif, adamın sakalını okşuyor, sol yanağını da okşuyor. Gece karanlık. Bu noktada bir belirsizlik, benzerlerini sıklıkla göreceğiz. Metin kısa bölümlere ayrılmış, bölümler de kendi içlerinde anlatıcının düşüncelerinden arayış edimine ve masallar dahil olmak üzere paragraflarla pek çok bölümcüğe ayrılıyor, parçalı yapı sıkı bir okuma istiyor kısaca. Yeni bölüm, zıplama, taygayla tundra arasında kalan köyün sakinleri bir zaman çifte acıdıkları için kol kanat gerdiklerini söylüyorlar. "Tayganın etkisinin bulaştığı deli bir çiftti bunlar." (s. 22) Masallar burada devreye giriyor; Grimm Biraderler'in yazdığı orijinal halleriyle modernitenin yenilediği biçimleri karşılaştırılıyor ve Hansel'le Gretel'in aslında kendi kendilerinin cadıları oldukları fikrine ulaşılıyor. Hepsi başkalaşmış kısaca, yolculukları sürerken değişim geçirmişler, Kurt aslında bir güzel yemiş insanları, kıssadan hisseye ulaşmak için kana bulandırılmış her yer. Çiftin kaldığı kulübede gezinen dedektif, kadının günlüklerinde okuduklarından ipuçları çıkarmaya çalışıyor ve çevirmeniyle birlikte arayışını sürdürmeye devam ediyor. Elde telgraflar. "UZAK, HİÇ BU KADAR YAKIN OLMAMIŞTI." (s. 26) Çevirmenle dedektifi deli çiftle aynı kefeye koyuyor köylüler, iki delinin peşinden iki deli gidiyor, masalların dönüşümü sürerken köylüler bir kurttan bahsediyorlar. Ulumaya başlamış bir zaman, önemli olmasa söylemezlerdi diye düşünüyor çevirmen, ne anlam çıkaracağını bilemiyor. Dedektif de bilemiyor, yaşadıklarını raporlayıp işverenine teslim etmek için hazırda tutuyor. Leş kokan bir kulübe, çiftin geride bıraktığı gizemin artıkları. "Gerçekten burada mıydılar diye sormaya başlamıştım, yoksa onları biz mi icat ediyorduk zihnimizde?" (s. 36) Geri dönemeyeceklerini fark edip etmedikleri de bilinmiyor, anlatıcının söylediğinin aksine. İzlendiğini düşünüyor, bölgenin ekonomik açıdan en güçlü adamıyla karşılaştığı zaman bu düşüncesinin temelini buluyor sonunda, arayışının sorgulanması gerekiyor ki sadece kendi kurgusu olan bir izin peşinden gitmediğinden emin olsun. Adam biliyor çifti, gördüğünü söylüyor, tayganın içinde silinip giden iki beden. Komik geliyor bu, kahkaha atıyor, çevirmenle dedektife bakıp gülüyor. Diğer delilerden farkları yok. Karşılaştıkları bir çocuk da çifti gördüğünü söylüyor, bölge halkının kutlama yemeğine katılan adamla kadın gerçekliklerini sabitliyorlar böylece. Dedektifin kendi gerçekliği dışında da varlar, tayga oyun oynamıyor. En azından bu açıdan.

Çocukla kurt ikili oluyorlar, biri gözlemlerken diğeri parçalıyor. Gözlem: Bir kulübede birbirlerinin üzerine çıkan iki insan. Üçüncü bir bacak, on beş veya on sekiz santimetre uzunluğunda, güdük. Kadın güdük bacağa sarılıyor, ısırıyor, emiyor. Adam bacağını kadın değdiriyor, içeride bir şey arıyor. Çevirmenin sözcükleri deli çiftin cinselliğini garip bir biçime sokuyor, çocuğun sözcükleri de olabilir bu, dedektif emin olamıyor. Kurt beliriyor ansızın, bedenleri salyayla, dışkıyla, kanla ve meniyle sıvıyor. Bunu dedektif yaratıyor, kurmacanın bu bölümünden emin olabiliriz. Belki. Taygayı yirmilik dişlerinde hisseden ve yutan dedektifin de kurtlaştığını söyleyebiliriz üstelik. Devinim durmadan devam ediyor, birbirine dönüşen insanlar, taygaya dönüşen insanlar, anlatının ögeleri birbirine girmeden sürmeye devam edecek kadar bir düzlük kalıyor elimizde, her seferinde.

Kadın bulunuyor, geride kalana iyi olduğunun haberini vermesini istiyor dedektiften, sonra yolculuğunu sürdürüyor. Kadının dönüşünden sonrasını anlatmıyorum, kalsın.

En sonda bir şarkı listesi var, dileyen okurken dinlesin diye. Bakılabilir.

Yüz Kitap'tan yine sıkı bir metin. Bu sefer bekleyemedim, Kıraathane'den kendim aldım. Ne diyeyim, tez okuna.

21 Eylül 2019 Cumartesi

Gerhard Köpf - Borges Yok

Borges yoksa yapılacak tek bir şey vardır, Borges'in yaratılış biçimini anlamaya çalışmak. "Yaradılış" ilahi rayihasıyla inancı varlık üzerinde sabitliyor, nesneye dair bütün soruları tek bir cevaba çıkarıyor: Her şey yaradılmıştır ve aynı kaynağa sahiptir. Borges'ten yaklaşırsak icat edilmiş bir ögeyle karşılaşacağız, o zaman "yaratılış"tan devam edip eylemin niteliğine odaklanmak gerekecek. Köpf uğraşıyor bunun için, Borges'in yaradılış ve yaratılış süreci arasındaki bağları ortaya çıkarmaya çalışıyor. Epigrafta bir şiir, John Edward Lovelock'tan. Kim olduğumuzu söylemeyiz, yaşamımızı onu yaşadığımız gibi anlatmayız, onu anlatacağımız gibi yaşarız, aşağı yukarı bu. Yaşamı anlatıya çevirmek ama anlatıya çevrilecek bir yaşamı sürdürmek, anlatmaya değer bir şeyler oluşturmak. Oluşumun oluşumu, iç içe geçmiş çemberler, aynalar, labirentler, nihayetinde Borges. Anlattıklarının arasından seçebilecek miyiz kendisini, kimliğinin akışkanlığından yola çıkarak bir kimlik biçebilecek miyiz ona, öylesi bir uğraşa girmek ister miyiz? Sanatın uçlarına varmak için bunu yapacağız. Ben yaptım, bana Twitter'dan Eve Sığmayan Oda önerdi bu metni. Mutlaka okumalıymışım, o zaman neden okumayayım dedim ve iki yıldır bana baktığı köşeden aldım. Sonunda. Bakın, küçük odamın duvarlarına tavana kadar raf monte ettim, okumadıklarımın bir bölümüyle odayı doldurdum. Hiçbiri okunmadı bunların, kimi on küsur yıldır okunmayı bekliyor ve hepsi üzerime ağırlığını bırakıyor, bu odada huzursuzluk kol geziyor, elimi çabuk tutmam için iyi yerleştirilmemiş birkaç kitap düşüyor arada sırada. Diğer oda da aynı şekilde çevrili ama yarısına yakını okumuş olduklarım, o yüzden rahatlar ama yine de mutlak bir huzurdan söz etmek mümkün değil, çünkü tekrar elime almayacaklarım arıza çıkarıyor bu kez, ben de üçe beşe satıyorum, öğrencilere veya arkadaşlarıma hediye ediyorum veya kütüphanelere bağışlıyorum. Yaşamın bir parçası, bu şekil. Neyse, metin üç bölümden oluşuyor, ilk bölüm "Yükseklerde". Anlatıcının aşkı bitmiş, işi alay konusu olmuş, annesi ve babası ölmüş, bütün arkadaşları sırt çevirmiş. Kapı ve pencereler sürgülü, bir tek kitaplar var artık derken bir konferans davetiyesi geliyor, son bir kez yola düşmek için bahane. Surabaya'ya gidilecek, Hitler'in mezarının olduğu yere. Başka, Joseph Conrad'ın bir metninde geçen Almayer'in de Suraba'yla bağlantısı var, büyük yazarın ilk romanının kahramanı Almayer bir mekan biçimleyici, başka pek çok metinle birlikte. Anlatıcı, coğrafyayı sanatla belirliyor, uçakta. Her şey Conrad'ın betimlediği gibi, yukarıdan bakınca. "Ben, gerçeği hep kitaplardan aldım ve eklenen bütün gerçekleri oyunun gösterimiyle ilgili, kendisi ile ilgili olmayan bir mizansen buluşu olarak kabul ettim. Dünya yüzünde hep okuyarak hareket ettim, çünkü benim için hayallerden daha kesin bir şey yoktu. Yaşamımı ve dünyayı kitaplar sayesinde açıkladım ve bunu yaparken de hiç hayal kırıklığına uğramadım. Benim için genellikle sanıldığı gibi kitaplardaki bilgi ikinci elden değil, gerçek sanılan şey ikinci eldendir. Kitaplarda yazılanlar hep doğru çıktı." (s. 12) Almayer anlatıcının yanında, okunan sayfalardan çıkıp yandaki koltuğa oturuyor ama o koltuk dolu, yaşlı bir adam var Almayer'in yerinde. Borges'ten bahsetmeye başlıyor adam, adı Christofari. Borges'in var olmadığı çok açık. Anlatıcı 1982'de imzalattığı kitabı anımsıyor. Münih, Güzel Sanatlar Akademisi, Borges bütün somutluğuyla önünde duruyor, imzasını atıyor ve varlığını sürdürüyor. Öyle mi? Chris hemen metinlere uzanıyor, Borges ve Ben'de dünyanın kopya edilerek görüntülenmeye çalıştığı ele alınıyor örneğin, o halde dünya Borges'i yarat(d)mıştır, görünür olmak için. Bir ele ihtiyaç var, Borges orada. Gizemleri kitaplarda aradı, yaşama pek az eğildi. Lugones'ten mecazı öğrendi, böylece her şeyi her şeyle denklemeyi bildi. Ama yoktu, Borges diye biri var olmadı hiç. Chris, Adolfo Bioy Casares'e odaklanıyor hemen, Borges'in 10 yaş küçük can dostu, yazar arkadaşı, birlikte kalem salladığı adam. Biorges = Bioy+Borges! B harfi iki ismi de karşılıyor, anlam aynı noktaya ulaşıyor. İlk denemelerden üçünü "gençlik hatası" gerekçesiyle reddetmiş Biorges, öykülerini ikinci eldenmiş gibi anlatması da ilk elin Bioy olmasından kaynaklıymış, Morel'in Buluşu nam metninde Bioy aslında kendi icadını anlatmış: Borges'in Biorges'ten ayrılıp şahsiyet kazanması. "Bu romanı okuyun, Bayım, çok açık bir biçimde anlamaya başlayacaksınız: Jorge Luis Borges, Adolfo Bioy Casares'in buluşudur." (s. 29) Octavio Paz'dan alıntılarla, Borges'in roman -varlık sebebi, yaşamın en sağlam kurgusu- yazmamış olmasıyla desteklenen bir görüş. Yarad(t)ılış bir buluşun sonucu, insana dair. Gerçeklerin yaradılışla bir ilgisi varsa gerçeklik Tanrı'ya ait, mevzu bahis durumda iki eylemin ortasında bulunan ayrıksı bir edim mevcut.

Derken bir türbülans, uçağın burnu yeryüzünü gösteriyor, bir karmaşa, anonslar, gerçeğin kurguya akışı, anlatının kesilişi. Eldeki romandan bölümler, Almayer'in yaşamıyla uçaktaki durumun iç içe geçmesi, çarpma anının hayali, ardından Chris'in iddialarının devamı. İsveç Akademisi'nin üyeleri bir şeylerden şüphelendikleri için Nobel ödülü konusunda kararsız kalmışlar. Bioy'un bulduğu aktör, Borges'in somutlaşmasını sağlayan aktör ne ölçüde rol yapabilir, büyük organizasyonlarda başarılı olabilir mi, bu tür kuşkular Borges'in yaşamın dışında bir noktada gösterilmesine yol açmış. Kendisini kütüphaneye kapatan, okumaktan gözlerini kör eden bir adam "Sartre'ın yakınmalarıyla karşılaştırılınca" körlükle ilgili akılsızca sözler ediyor, büyük bir yazarın söylemeyeceği sözler. Borges ve A, B, C kişileri arasındaki farksızlık da bir başka mesele, Ben denen şeyin herkesçe paylaşılan bir kavram olduğunu belirtiyor Borges, herkes aynılığı yaşıyor, Benlik açısından. Maria Kodama, Ernst Jünger, Elsa Astete Millan, hepsi oyunun bir parçası. Çalıntı bir yazın, çalıntı bir yaşamın en büyük eseri. "Ama: çalınmamış olan yaratılmamış demektir." (s. 47) Uçak iniyor, yollar ayrılıyor, Borges'in aslında pek bir kimse olmadığı, hiç kimse olduğu, hatta herkes olduğu fikri öylece duruyor, yaratılan bir yazarın yaratılan bir insanlık, yazın ve yaşam olduğu kabul görüyor. Doğrudan değil. "Kendi kendimi, atına atlayıp, dört yöne birden uzaklaşan biri gibi gördüm." (s. 48)

İkinci bölüm, "Patates Soymak". Cakarta'ya uzun bir yol gidilecek, yeni dünyaların keşfi. Anlatıcının konferansta konuşacağı konu, Don Quixote'u Cervantes'in değil, Shakespeare'in yazmış olması. Bir de bu mesele var, Borges yetmiyormuş gibi. Shakespeare'in bir Cervantes metnini tiyatroya uyarlama olay var, metinde yer almamış ama Shakespeare'in Cervantes'i ayıla bayıla okuduğunu biliyoruz. İkisi de 1616 yılının Aziz George yortusunda ölmüş. Don Quixote'nin özlediği "çelişkisiz gerçek" bütün edebiyatı peşinden gitmeye zorladı, sağduyuyu deliliğin gözleriyle aramak için arayışın esas kaynağı mevzuya bütünüyle kanalize edildi. Unamuno'ya göre Cervantes, Don Quixote'nin yazdığı bir karakter. Belki de Shakespeare'le aynı kişi, iddia bu yönde. Borges'le bir bağlantı daha: Pierre Menard'ın Quixote'nin yazarı olduğu iddiasını Borges atıyor ortaya. Bir öykünün gerçeklik iddiasında bulunabileceği kadar iddialı, öyleyse, bütün bunların ulaşacağı anlam nedir? Karanlıkların arasında belli belirsiz görülen, belki sadece sezilebilen bir noktada insanın tek bir görüntüsünü mü bulacağız? Her sözcüğün tek bir sözcüğe indirgenebileceği düzlem. Edebiyatın bir parça yaklaşabildiği. Tam orada.

Bu tür anlatıları sevenler için kaçırılmaması gerek, tek bir anlatının çeşitlenmesi fikrinden düşülen dipnotlarına kadar ilgi çekici. Okunsun lütfen. Eve Sığmayan Oda'ya sonsuz teşekkür.

18 Eylül 2019 Çarşamba

H. G. Wells - Ağrı Dağı Yolcusu Kalmasın

Wells'in son numarası, 1941'de basılmış. Tarihten satire pek çok türde kalem oynatmış bir adamın Kipps'le birlikte işçi sınıfının belini doğrultamamasından kapitalist düzenin sömürü araçlarına kadar pek çok meseleyi ele aldığını görmüştük. Bay Kipps gereken ilgiyi neden görmedi bilmiyorum, belki de Wells'in bilimkurgudan başka okunası bir şey yazmadığı düşünüldüğü içindir ya da bilimkurgu metinlerinden başka bir şeyi bilinmediği içindir, bilmiyorum, sonuçta kendi çağının toplumsal problemlerine eğilen metinleri de var, üstelik çok sayıda. Neyse, her şeye baştan başlanırsa dünyanın daha iyi bir yer olup olmayacağına dair merakından yola çıkarak bu metne varıyor Wells, modern bir tufan yaratıyor, modern bir Tanrı ve peygamber de cabası. Yehova ve Tanrı diyelim, iki dinin de yaratıcısı olarak konuşuyor adam, deli biraz. Nuh Lammock tam anlamıyor olayı başlarda, zaten ikinci savaş çıkmış, dünya yanıyor, tepesine bombalar düşüyor falan, o zamana kadar daha iyi, ideal bir dünya düzeninin hayalini kurarken Nazi uçaklarıyla karşılaşıyor. "Tahayyülündeki Cesur Yeni Dünya" tuzla buz oluyor, Huxley'ye ilerleyen bölümlerde de göndermeler var. Sonuçta insanlar akıllarını kullanamadılar, hayvanlar gibi davrandılar ve kendi sonlarını getirmek üzereler artık, yine de bir şeyler yapılabilir, dünyanın düzeni değiştirilebilir. Bay Lammock kendi kendine düşünürken uşağı geliyor ve kapıdaki adamın kendisiyle görüşmek istediğini söylüyor, Yüce Tanrı olduğunu söyleyen adamın. Gözleri masmavi, sakallı biri. En yakın tımarhanenin aranmasını istiyor Lammock, adamı da merak ettiği için gelmesini istiyor. Sonrası genişçe bir diyalog. Lamek oğlu Nuh ve Tanrı arasında görülmemiş hesaplar var, konuşma uzun sürecek. Tanrılık zor zanaat, kendini evrene bağlayan varlık her şeyi bitirebileceğini söylüyor ama uzay-zamanda var olduğu ve yenilgiyi sevmediği için evrenin süreğenliğini koruduğunu belirtiyor. Kime karşı bir yenilgi bu, üzerinde düşünülmesi gerekiyor. Şeytan'a karşı değil muhtemelen, kendi bilincini evrene dahil ederek düşünen varlığın yenilgisi yine kendisine karşıdır diye düşünüyorum, bir nevi intihar fikrinden kaçış. Kudreti de var, neden baştan başlamasın? Nuh'a ihtiyacı var, o yüzden geldiğini söylüyor ama Nuh'un çocukları yok, eşi de yok. Tanrı'ya göre Nuh yine de bir baba, yazdığı eserlerden ötürü. Samimiyetle dolu metinleri çocuk olarak görmek, eh. Sonrası kozmogonik ve teolojik bir muhabbet. Tanrı evreni yaratınca öngörüden feragat ettiğini söylüyor, seksen iki ilim birden yüce güce dönüşüyor bir anda, Tanrı bilimin diline dönüşüveriyor. Teologların Tanrı eleştirilerini saçma buluyor bir yandan, sağduyuya aykırı hiçbir şeyi yapamayacağını belirtiyor, tam olarak kendi nefesine dönüşüyor aslında. Azizlere, azizelere, çatlak parazitlere prim verilmemesi gerektiğini, sadece kendi sözlerine önem verilmesini istiyor bir yandan. Dünyayı MÖ 4004'te yarattığını söylemesi de ilginç, o zamanlarda Dünya'nın yaşı biliniyor diye hatırlıyorum. Neyse, Şeytan'ın bir gölge olarak tasviri hoş, bu gölgeyle gölgenin sahibinin çatışmaları yüzünden Cennet'ten kovulanlar, helak olanlar, ateşlerde yananlar derken cezalandırılan bir dünya insan çıkıyor ortaya. Düzeltilmesi için kitaplarının geri gönderilmemiş olduğunu söylemesi tartışmaya değer, insan daha çok tefsir üzerinde durup değişimi düşünmemiş olabilir, düşünenler heretik diye yakılmıştır veya kafir diye kellesini yitirmiştir ama bunun için bir yol olup olmadığını nereden bileceklerdi ki? "Tanrı, bunda tashih var," mı diyeceklerdi, külli çılgınlık. Bir de yayıncılara, düzeltmenlere ve çevirmenlere sallamaya başlıyor, hepsini Şeytan'ın ele geçirdiğini söylüyor, Nuh'tan kendisine yancı olmasını istiyor bu konuda, onun da kitapları var diye.

Bildiğimiz söylenceler. Avram, İbrahim, Midyan, Yakup, İsrailoğulları. Kronolojik olarak diziliyorlar, günümüze dek gelen hikâyeleri bir de Tanrı'nın ağzından dinliyoruz. Nuh'un karşısına çıktığı için sözünü nasıl bitireceğini biliyoruz, Nuh'tan bir gemi inşa etmesini istiyor. Gemiye bineceklerin listesi kabarık, öncelikle hiçbir lider olmayacak ki insanlar liderlerin etrafında toplanmasınlar, fikir ayrılıkları doğmasın. Babil Kulesi'nin tamamlanamamasına bağlanan mesele Tanrı'ya geri adım attırır gibi oluyor, sonuçta ikinci bir yolculuk için pek istekli değil Nuh, aynı şeylerin tekrarlanmasını istemiyor, tekrar alkolik olmak istemiyor mesela, hayatının rezilliğe bulanmasını istemiyor. Tanrı'nın işi zor, bazı sorulara cevap veremiyor ve Nuh'tan kendisine inanmasını rica ediyor. Uzay-zaman yine, her şey dengesiz olduğu için Tanrı kendi dengesizliğini mimarı olduğu bu yapıya bağlıyor. Eh. Sorular ve cevapların çıktığı nokta inşaat ama öncesinde Nuh'un uyuyakalıp odasında uyandığını göreceğiz. Tanrı'nın işi, tımarhaneye götürülmeden önce adamı uyutup deli gömleğini giymiş en sonunda ama deliliğini Nuh'a da bulaştırmış bir kere. Bildiri yazıyor adam, bütün insanlığa. İşçiye, patrona, komüniste, kapitaliste, suçluya, suçsuza, herkese. Bu bölümde Marx'tan Huxley'ye pek çok düşünür ve kitlelerin eğilimleri ele alınıyor, fikirlerin doğurduğu toplulukların nasıl bir araya gelebilecekleri, geldikleri zaman teskin edilip edilemeyecekleri, bu tür şeyler. Nuh bir noktada kesin bir cevap istiyor, düzenin yenilenmesi mi yoksa her şeye baştan başlamak mı? Tanrı her şeye baştan başlamak istiyor, o yüzden çok büyük bir tufan çıkacak işte, her yer su olacak, batacak ortalık. O karışıklıkta heba olmasın diye kitaplar gemiye yerleştirilecek, Marx'ın sosyalizmi geciktiren, felç edici kısıtlamaları dahil. Tanrı kendini bir devrimci olarak gördüğünü söylüyor arada, yaşayan bir devrimin Tanrı'dan farkı yok ona göre. Rusya'nın ve ABD'nin durumu, ideolojilerin niteliklerinin kıyası derken geminin aslında küçük bir Dünya olduğunu görüyoruz, yani bütün problemler geminin içinde sürmeye devam edecek. Uzay-zamanın varlığı devam ettiği için Tanrı neye güveniyor, bunu bilemiyoruz. Kendi yaratılarının aralarındaki anlaşmazlığı çözebilecek gücü yok, zira başka bir tanrının ürünleri onlar. Psikanaliz ve Davranışçılık insanların anlaşmazlıklarını çözümlemeye çalışan araçlar olarak inceleniyor sonrasında, mürettebat ve yolcular için kesin çözümler sunup sunamayacakları tartışılıyor. Geniş kapsamlı bir hazırlık süreci yani, yola çıkılmadan önce her ihtimal düşünülüyor, insanın sonsuz potansiyeli meseleye her açıdan bakılmasını gerektiriyor.

Son bölümlerde bir araya geliş, yola çıkış ve Poe'nun Kuzgun'u var. Kuzgun ne iş, edebiyat. Wells'in Poe hayranlığı araya dereye sığışıyor, pek hoş. Yolculuk bitmiyor, başlamasıyla birlikte anlatı bitiyor. Hâlâ süren bir serüven, tufanlar gelip geçiyor ve Dünya aslında o kadar yeni olmasa da yeni başlangıçlar yapıyor, farklı görünen benzer hataları yapmak için. Bizi Tanrı bile kurtaramayacak gibi bir şey.

Evet, Wells'in son dönem eserlerinden biri, güzel bir spekülatif kurgu. İthaki güzel işler yapmaya devam ediyor, yapışkanı da değiştirmişler sanırım. İyi olmuş.

Ek: Wells kendisini de koymuş anlatıya, iyi niyetli ve anlaşılamamış bir adam olduğunu söyletiyor Nuh'a. Tanrı'ya belki de. Hatırlamıyorum.

17 Eylül 2019 Salı

Pedro Antonio de Alarcón - Üç Köşeli Şapka

Borges'in seçkisinde yer alıyor Alarcón, söylencelere dayanan öyküleri Latin folklorunu anlatının olanaklarıyla derinleştiriyor bir güzel, okura da tertemiz korkmak ve gerilmek kalıyor. İspanyolların hikâye anlatıcılarından biri olarak görülebilir, Üç Köşeli Şapka'dan sonra böyle düşündüm. 1946'da Remzi basmış, kapakta "don pedro antoniode alarcon" yazıyor. Çevirmen Cezmi Tahir Berktin. Öyle bir dil kullanılmış ki sanırsınız Ahmet Mithat anlatıyor, okura sesleniyor, Tanzimat romanlarından birini okuyorsunuz adeta. "Muhterem kari! Bu işe başlarken senin sıhhatli hükümlerinden ümidimi kesmiyorum. Estabanillo Ganzalez'in kendi eserinin başlangıcında dediği gibi, 'onu sen okuduktan sonra ve şeytanı görmüş gibi birkaç kere istavroz çevirdikten sonra eser tabedilmiş olmuya hak ve kıymet kazanacaktır." (s. 11) 1874'te yazılmış bu, Ahmet Mithat'ın da o sıralarda yazdığını biliyoruz, Ahmet Mithat'ın da söylencelerden yola çıkarak yazdığı metinler var, karşılaştırmalı bir okuma lazım aslında ama Ahmet Mithat'ın metinlerini okumak istemiyorum, makale kukale çıkarmak isteyenler bu meseleye eğilebilirler. İmzasız bir giriş yazısı var, orada şöyle deniyor: "Anadolu köylerinde söylenen yanık havalı türkülerin her biri bir roman ve bir hikâye mevzuu olmak kabiliyetini gösteren hadiselere ve vak'alara bağlıdır. Yurdumuzda on binlerce mevzu işlenmemiş, dokunulmamış bir halde dilden dile dolaşmaktadır. Muhakkak olan bir şey varsa Türk romancılığının bir Alarcon'a ihtiyacı vardır." (s. 7) Sonradan çıktı bu aranan yazar tipi, aklıma gelen ilk örnek Yücel Balku, şahane öyküleri var. Neyse, bu giriş yazısında söylenceyi olabildiğince edebileştirerek anlatan Alarcón'un hayatına yer veriliyor, söylenceyi düzyazıya aktarma tekniğine değiniliyor biraz, bu kadar. Alarcón'un giriş yazısına bakalım, bu halk hikâyesini bilmeyen pek az İspanyol olduğunu söylüyor, milli bir değer bu. Yazar bunu doğduğu çiftlikten dışarı çıkmamış, kaba bir keçi çobanından dinlemiş, pikareskin ta kendisi. "O millî edebiyatımızda Picaros ismi altında mühim bir rol oynıyan cahil fakat neşe ve hikmet sahibi olan taşra halkından biriydi." (s. 9) Çobana hikâyeyi tekrar tekrar anlattırırmış dinleyenler, kızların yüzü kızarırmış, anneler açık saçık hikâyeler anlatan bu adama bilenmişler ama aslında bir iffet anlatısıymış bu, insanlar ders çıkarmak için daha fazla dinlemek isterlermiş. Ne hoş.

İlk bölümde olayların yaşandığı zamanın sosyopolitik yapısı anlatılıyor. 1800'lerin ilk yarısı, 1830 civarı olabilir, hatırlamıyorum şu an. Napolyon, IV. Don Carlos'u başa geçirip uydu devletini edinmiş, içeride ihtilaller kopuyor, insanlar İtalya, Almanya gibi evlerinden uzak ülkelerde savaşarak öleceklerini bilmeden Napolyon'u tutuyorlar. Dış dünyada olanlar bunlar, bizi bir köy ve kasaba ilgilendiriyor. Haftada iki gazetenin geldiği, dünyadan birkaç gün geride yaşayan bir mekanda birkaç memur, bir vali, bir zaptiye müdürü var. Halktan pek kimseyi bulamayacağız, pikaresk anlatı gereği dönemin çarpıklıklarının gözler önüne serilmesi için devlet adamlarının yediği herzeleri göreceğiz, dolayısıyla bu tiplerin ağırlık merkezi olması normal. Değirmenci Lukas ve eşi Mistress Frasquita mutlu mesut yaşıyorlar bir yandan, çok zengin değiller ama iyi kötü idare ediyorlar. Birbirlerini seviyorlar, Frasquita yörenin en güzel kadını olduğu için etrafında pervane olanın haddi hesabı yok ama sallamıyor hiçbirini, çirkin ve kambur Lukas'ı seviyor. Lukas delikanlı adam, eşi karşısında herhangi bir eziklik yaşamıyor, kadını kendince seviyor diyebiliriz. Bazen hoyratça davranışlarıyla karşılaşıyoruz ama iş kalp kırma noktasına varmıyor hiç, Frasquita'yı bu davranışların etkilediği ortada. Kadının güzelliği: "Etekliği yarım adım değilse bile bir adımdan daha geniş değildi. Ve adamakılllı kısa idi. O kadar kısa idi ki küçük ayaklarını ve asîl bacaklarının baharını teşhir ederdi." (s. 21) Lukas'ın da bir portresi var, kendisi askerlik hizmetini yerine getirip onca kahramanlıktan sonra ülkesine dönüyor, Frasquita'yla evleniyor, mutlu mesut yaşıyor. Ruhunda cesaret, sadakat, şeref, aklıselim ve öğrenme arzusu var, eşi için asıl çekici özellikler bunlar. Çocukları yok, tek sıkıntıları bu ama birbirlerini deli gibi sevdikleri için büyük bir sorun değil aslında. Zaptiye müdürü denen zırtapoz ortaya çıkana kadar. Bu adam kırk sekiz yaşında, evli ve çocuklu bir zampara. Frasquita'ya takıyor bir güzel, onu görmeye geldiği zaman Lukas meyve topladığı ağacın tepesinde gizlenerek olup bitenleri görüyor ve bir anda yere atlayıp müdürün ödünü koparıyor, korkarak gidiyor müdür. İkisi konuşuyorlar sonra, Frasquita kendisine aşık olan adamların hepsini bildiğini, Lukas'ın kendisini niye sevmediğiniyse bilmediğini söylüyor. Lukas, Frasquita'ya çirkin olduğunu söylüyor falan, bu şekilde bir diyalog. Birbirlerini kışkırtıyorlar, çok ileri gitmeden iğneliyorlar ve o gerginlikle de sevişiyorlar mı, öpüşüyorlar mı, bir şeyler oluyor. Bu biçim bir birliktelik yani, süper.

Frasquita müdüre yüz vermese çok daha iyi olurdu ama yapıyor bir hata, Lukas ağacın tepesindeyken adama yeşilleniyor, eğlencesine. Adam takık, hemen ağa düşüyor ve Lukas'ın ağaçtan inip ödünü koparmasıyla birlikte kadına kinleniyor, intikamını alacağını söylüyor. Ertesi gün Lukas'ı almaya geliyor bir memur, vali tarafından yollanan davetiyeyi veriyor, yola düşüyorlar. Lukas anlamıyor mevzuyu, sonradan jeton düşüyor. Müdürün işi bu, kendisini evden uzaklaştırıp eşiyle birlikte olmaya çalışacak. Yerleştirildiği ahırdan kaçıyor Lukas, evine gidiyor. Bu sırada Frasquita'nın yanına gidiyoruz, eve girmek üzereyken su kanalına düşüp boğulmak üzere olan müdürü kurtarmasını, adamla tartışmasını ve adamın bayılmasıyla birlikte doktor çağırmak için kasabaya gittiğini görüyoruz. Yolda karşılaşıyorlar ama birbirlerini tanımıyorlar, biri kaçak olduğu için gizlenerek gidiyor, diğeri de acelesi olduğu için umursamıyor. Eşekleri birbirini tanıyor oysa, anırıyorlar ama hayvanların tepkisini anlamıyor bizimkiler.

Lukas'ın aklına şüphe düşüyor, kendi eksikliklerinden ötürü Frasquita'nın kendisini aldatabileceğinden korkarken eve gelip yatak odasına baktığında orada uyuyan müdürü görüp şüphelerinde haklı olduğunu görüyor, intikam almak için müdürün evine gidiyor, amacı adamın çapkınlıklarını eşine anlatmak. Bu sırada doktorla birlikte dönüyor Frasquita, müdür kendine geliyor ve yardımcısının uyarısıyla hemen yola düşüyorlar, yardımcının söylediğine göre Lukas gelmiş, durumu görmüş ve hızla yola çıkmış, müdürün kıyafetlerini giyerek. Müdüre de Lukas'ın eski püskü kıyafetlerini giymek kalıyor, işler iyice karışacak demektir bu. Sonuçta müdürün evine gidiliyor, Lukas'ı eşi zanneden kadın kapı önünde çıngar çıkaran tipleri evine almıyor önce, bas bas bağıran kocasının sesini tanımıyor. Halk söylencesi işte, böyle detaylara pek dikkat etmemek lazım. Lukas iniyor, müdürlük yapıyor gerçekten. Sonuçta her şey ortaya çıkıyor, müdür iyi bir papara yiyor, Lukas'la Frasquita da mutlu mesut yaşamaya devam ediyorlar ama ilginç bir şekilde sonlanıyor bu anlatı, savaş çıkınca anlatıdaki karakterlerin çoğu savaşa gidiyor ve çoğu ölüyor, onların ölümleriyle finale varıyoruz.

Yerdeniz diye bir yayınevi 2006'da basmış metni, sahaflarda denk gelinemezse o baskı alınabilir. İspanyol halleri, toplumsal bir gülmece, güldürmece.

14 Eylül 2019 Cumartesi

Henry David Thoreau - Walden

Filyos'ta biraz yukarılara çıkınca binaların kökü kuruyor, ağaçların altına çöküyorum, denize bakıyorum. Işıl ışıl, masmavi bir kumaş. Mandaların boyunlarındaki çanların sesi. Rüzgar esince hışırtılar. 11 Nisan 2015, İstanbul'a dönmeyi düşünüyorum, tayin isteyeceğim. Niye isteyeceğim, orada öylece durmak varken ben yola düşmek istiyorum, dönmek istiyorum. Dönerek iyi bok yiyorum ama zaten en fazla bir yıl daha kalabilirdim, neyse, dört gün boyunca ormanda bu metni okuyorum, bitince ara sıra ağaçların altına gitmeye devam ediyorum ama zamanım doluyor, İstanbul'a dönüyorum. Yıllar geçiyor, ben aynı ağaçların altına her yıl gidiyorum ama aklımda başka şeyler var artık, duymam gerekenleri duyamıyorum. Sonra bir gün bir düzeltme işi için yollanan metne bakıyorum: Walden. "Ah," diyorum, yazın ortası, benim için mutluluk veren bir anımsayış. Ormanda bir evde bir Thoreau/anlatıcı, hemen yanında şehir, bir geyik geliyor ama yanlış metinde olduğunu fark edip Erlend Loe'nunkine gidiyor, Thoreau yalnız. Walden Gölü'nün kıyısında, Massachusetts'in Concord kazasında, Dünya'da bir yerde. Nasıl bir imge uyanıyor, diyelim ki Thoreau gezegenin herhangi bir yerinde o iki yıl boyunca, bir başına yaşasa da yürüyüşçülerle, kendisi gibi yabanlarla, yetiştirdiği ürünleri satın alanlarla irtibat kuruyor ama sıkı bir ilişki yok aralarında, kendisiyle kurduğu ilişkiden başkasına pek rastlamayacağız. "Kendim kadar iyi tanıdığım başka biri olsaydı kendim hakkında bu kadar çok konuşmazdım." (s. 12) Kendiyle alakalı konuşurken Bahtin'in "kendinde-olan-ben" olarak tanımladığı anlatıcıyı kullanacak, gerekirse estetiği baltalayıp kendine bakışını olabildiğince berraklaştıracak. Gerçi metnin anlatıcının kendisinden yola çıkarak bir haz sağlamasına lüzum yok pek, doğa bu işi yeterince üstleniyor. Doğayla birebir ilişki kuran benliğin sırf kendine dönük olabileceğini düşünemiyorum, düşününce bu durumun patolojik bir vakaya varacağını seziyorum. Thoreau bu noktadan çok çok uzakta, bizimkinden bambaşka bir galakside. Walden'ın kenarında bir yerde, yanlış hatırlamıyorsam iki yıl boyunca kaldığı kulübe günümüzde müze benzeri bir yere dönüştürülmüş, ziyaretçilere açıkmış. Ne hoş. İki yüzyıl önce adamın biri vergi borcu yüzünden hapse giriyor, hapisten çıkınca çeşitli mekanizmalarla denetlenen medeniyetin denetiminin dışına atıyor kendini, üstelik balık tuttuğu, toprağı işlediği ve yürüyüşlere çıktığı yerler görülebiliyor bugün. Ucuza temin edilen tahta parçaları, hizmet sektöründe saatlerini harcayıp aslında çok da gerekmeyen eşyalar için harcadığı parayı yetiremeyen insanlar, yalvaçlıkta Thoreau'nun altında kalmayan gezgin, bunlar döngüye karışıp yok oldu ama ruh yürümeye devam ediyor.

Transandantal işlerde daha üst bir gerçekçilikle karşılaşırız, insanın özünden başka bir şeyi düşünememesini sağlayacak ortamlar gerekir bunun için. Yollar dönüp dolaşıp insana çıkmalı yine, üretimden tüketime, yaşamdan ölüme pek çok yol. Düşünce ve sanat da oralarda bir yerlerde. Hint felsefesinden Ovidius'un dizelerine kadar pek çok kaynaktan alıntı yapan Thoreau, anlatısına zihnini beslediği kaynakları da katıyor. Kendi durumuna yonttuğu sözler var, o anla doğrudan bağlantılı sözler var, karışık. Sonuçta insanın arayışıyla ilgili hepsi. Thoreau metnini iki yılın ardından kaleme alıyor, istediğini bulduğunu ve başka bir yaşamda başka bir şeyi aramaya başladığını söyleyebiliriz, nokta konmuştur: "Başlarının üzerinden arkalarına taşlar atıp bunların nereye düştüğünü görmeyen sakar kâhinler için bu kadar kör itaat yeter." (s. 15) Kölelikten insanın içindeki gizli mutsuzluğa kadar döneminin pek çok çarpıklığını ele alıyor Thoreau, İç Savaş'ın öncesinde kölelikle ilgili düşünsel temellerden birini attığı söylenebilir. Köleliğin farklı türlerini eleştiriyor aslında, düşüncelerini tüketim bağımlısı insanların köleliğinden bahsederken garip argümanlar üzerinden açıyor. Hayvansal gıdalar gerektiğini söyleyen bir adamı bilimsel verilerle haksız çıkartıyor örneğin, böyle pek çok örnek mevcut. Bir işçi ailesiyle yaptığı konuşmalar da ilginç bu açıdan, ailenin babasının aklını bir an çalacakmış gibi oluyor, ormanda yaşamın kentteki kölelikten daha iyi olduğunu anlatınca baba ciddi ciddi düşünmeye başlıyor ama anne karşı çıkıyor, Thoreau gibi yarı meczup bir adamı dinlediği için eşini paylayacak duruma geliyor. Üzücü, adam lüzumundan fazlası ve azı konusunda mantıklı şeyler söylüyor oysa, Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisi henüz ortada yokken güvenlik, barınma, beslenme gibi gereksinimleri bir sıraya koyarak şehir yaşamının sunduğu olanakların yanında insanı köleleştirdiğini savunuyor. İnsanın sınırlanmış edimlerinden çok daha fazlası olduğunu düşünerek aşkıncı bir yaşamı destekliyor, Antik Yunan filozoflarına varan bir düşünce akışında yalnızca teorik değil, pratik bilgeliğin de gerektiğini belirtiyor. Pratize edilmiş bilgiye kavuşmak için ormanda yaşamaya başlaması coşumu artırıyor, derinde bir yere gizlenen anlamı bulduruyor. Augustinusçu zaman anlayışına sahip olduğunu söyleyebiliriz, kaynakları farklı olsa da iki sonsuzluğun arasındaki şimdiki zamanı ikisinin de duyumsadığı bariz, Thoreau sonsuzluğu yakaladığını ve dilediğince yaşayacağını anlatıyor. Hızlı geçişlerle bağlantılı konular üzerinde duruyor, örneğin bu bahisten zaman birimleriyle bölünmüş gündelik yaşama geçerek çalışmak için gereken nesnelere odaklanıyor. Uzun vadede birçok eşya satın alıyoruz: kıyafetler, aksesuarlar, ayrıca bunların yanında endüstriyel eşyalar, bir sürü şey. Oysa hiçbirine gerek yok, Thoreau kendi besinini nasıl ürettiğini anlatırken balık tutmaktan toplayıcılığa kadar pek çok yöntemden bahsediyor. Walden'da tutulan balıkların türleri, ağırlıkları, lezzetleri gibi özellikleri detaylarıyla anlatırken patates üretiminin inceliklerinden bahsedebiliyor, dört mevsim için farklı teknikler. Şu hoşuma gitti, alayım: "Az sayıda insan tanırken birçok ceket ve pantolon tanırız." (s. 34) Şapkalar, kraliçelerin giyimleri, toplumun peşinde sürüklendiği modalar, giyimle ilgili eleştirilebilecek hemen her şeyi eleştiriyor Thoreau, ardından barınaklara geçiyor ve insanların israf ettikleri kaynaklara üzülüyor. Muazzam evlerin muazzamlığını sorguluyor, elde edebileceğimiz her şeyi elde etmenin yol açacağı çarpıklıkları anlatıyor. Baltasını alıyor, malzemelerini toparlıyor ve yaşayacağı evi inşa ediyor, ne hoş. Üçün beşin hesabını yaparak bir evin inşası için ne kadar zaman ve para harcadığını görmek için liste yapıyor, ev satın almaktan çok daha pahasız olduğunu söylemeye lüzum yok. Bir yandan kereste imalatı, bir yandan İlyada'nın sayfalarında kaybolmak, şahane bir yaşam.

İnsanın kendi kendine yetebileceği fikrinin unutulması yüzünden şiirden kopulduğu fikri üzerinde durmaya değer, inançlar da aynı şekilde sekteye uğradığı için insanın manevi dünyasından parçalar kopuyor yavaş yavaş. Materyalizm hedefte: Eşyalar insanların değerini bildirir hale getirilmiş, klişe tabirle sahip olduklarımız bize sahip olmaya başlamış, aslında zamanımızı satarak elde ettiklerimiz kadar varmışız. Var mıymışız, var bile değiliz bu açıdan. Herhangi bir nesne benim varlığımın kanıtıysa o zaman bu biçim bir var oluşun yaratacağı doyumsuzluktan neye sığınırım bilemiyorum. Thoreau gibi doğaya mı varacağız, varamayız. En fazla sahile ineriz işte, denizi izleriz ve bir şekilde var olmadığımızın söylendiği zamanları hatırlayıp gülümseriz. Thoreau okurken de gülümseriz, bize beyhude ömürlerin inşa edildiği malzemeyi sunar, edimleri üzerinden geçirdiği değişimi anlatarak evine bizim için bir oda daha yapmış kadar olur. Thoreau insanları davet eder, coşkusunu somut örneklerle verdiği kent kapanından kurtulma yollarını aktarır. Revize etmek gereklidir belki, belki bir ölçüde Into the Wild'da yenilenmiştir ama herhangi bir örneğe ihtiyacımız yok, kendimizce bir ev inşa edebiliriz ve durmadan tüketmenin uzağına düşebiliriz. İstersek.

"There's those thinking more or less less is more
But if less is more how you're keeping score?"

12 Eylül 2019 Perşembe

Zafer Şenocak - Atletli Adam

Zafer Şenocak uzaklarda yazıyor, Mustafa Türel ve Vedat Çorlu Almancadan Türkçeye çeviriyor, biz de okuyoruz. 1961'de Ankara'da doğmuş Şenocak, 1970'te Almanya'ya göçmüş, sonrasında felsefe, edebiyat eğitimi, ABD üniversitelerinde misafir öğretim görevliliği, şiirler, öyküler, ödüller gelmiş. YKY'den çıkan şiirlerinin yanında Kabalcı'nın bastığı düzyazıları var, bir de Alef'ten çıkan bir metni var bende ama gözüme çarpması dışında bir bilgim yok açıkçası. Yurt dışında yaşayıp başka dillerde yazan Türk yazarları merak ettim biraz, Özdamar'la birlikte Şenocak'ı en öne aldım. Bu okuduğum ilk metni, öykülerden mürekkep. İlk öykü Uçmak, bir dedektifin kayıp bir kızı arayışını anlatıyor, belki de Şenocak'ın en "açık" öyküsü diyeceğim. Gerek karakterlerin, gerekse anlatıcının çıkarımlarının olay örgüsüyle kurduğu bağlantılar öykülerin alametifarikası diyesim geliyor, en önemli özgünlüklerden biri. "Görünmezlik: Çoktandır çözmeyi istediğim bir bilmece. Sonra, bir de şu birkaç yerde aynı anda görünme olgusu var. Görünmezliğin bir başta türü. Aslında her görünme, görünmezliğin bir başka türüdür. Gerçekten var olan ise, kocaman bir delik olarak görünmezlik. Bu delik, şu anda, uçağın gitmekte olduğu şehrin de içinde bulunduğu delik." (s. 7) "Çocukluğun uzak yıllarına", geçmişte bir zaman yaşanmış eski bir şehre inen uçak Bernhard'ın da kara bir boşluk olarak nitelediği geçmişe/çocukluğa dönme eylemini gerçekleştiriyor. Kayıp kızın fotoğrafı elde, kızın kaçırılmış olduğu fikri akılda, Türklerle Almanlar arasındaki bilişsel farklar dilde. Biz geleceği planlayamıyoruz, onlarsa planlı bir mutsuzluğu yaşıyorlar. Bu tür çıkarımlar sık sık karşımıza çıkacak. Neyse, dini grupların eylemleri gözden geçiriliyor. Kuran kursuna giden kızların kaçırılması, devrimci-islamcı örgütlerde çeşitli biçimlerde kullanılmaları da geçiyor akıldan. Din ve cinsel organların sürekli bir ilişki içinde olduğundan bahsediliyor, "Din, cinsiyeti ya iğdiş ediyor ya da dizginlerini çözüyor." (s. 10) Sonrasında İstanbul manzaraları. Gazeteler alınıyor, haberler okunuyor, üçüncü sayfadaki cinayetler, yaralamalar gözden geçiriliyor, Sirkeci'den Karaköy'e geçiliyor, vapur. Araştırılacak üç adam var, adı Arif olan İstanbul'daki bütün cesetler hakkında bilgi sahibi, görüleceklerden biri Arif. Bunun yanında karakterin doğum yeri olan İstanbul'da şöyle bir kolaçan edilecek. Adamımız İstanbul doğumlu ama memleketini İstanbul olarak görmüyor. Memleket kavramı yok, göçmenlerin vatan kavramının olmadığını söylüyor. Arayışı boşa çıkıyor bu arada, aradığı kızı bulamıyor, İstanbul'da kendine dair hiçbir şey bulamamasıyla denk. Almanya'dan geri dönmesine dair emir geliyor, uçağa atlayınca hosteslerden biri tanıdık geliyor. Aradığı kız. Babasına mektup yazdığını, durumu anlattığını ve babasıyla dini kişi/kurum/kuruluş etkisi olmadan da bir yaşama sahip olduğunu hatırlamak için kaçırılışını kurgulayıp kaçtığını söylüyor. Gizem çözülünce anlatıcımız tüye döndüğünü, rahatladığını söylüyor. Çözülmeyen vakanın ağırlığı olmadan şehir bir anı olarak kalıyor. İyi bir öykü bu, arayışın farklı biçimlerinin birbirlerini etkileyişi üzerinden hoş bir anlatı.

Ev'den itibaren yabancı bir ülkedeki müphem mahalleler, karakterler ve tipler ortaya çıkmaya başlıyor. Anlatıcının yeni komşuları evin anlamını da değiştiriyor ister istemez, kız arkadaş Michaela'nın huzuru kaçıyor, yeni komşular tekinsiz tipler. Üç karanlık tip yüzünden anlatıcıyla Michaela arasındaki ilişki de sekteye uğruyor, korkuları büyümeye başlıyor. En sonunda komşuların eşek yetiştirip sucuk yapmak istediklerini öğreniyorlar, hayal ettikleri gibi korkunç tipler değiller, sadece kim olduğunu ve nereden geldiğini unutan anlatıcının benzerleri. Almanlaşan anlatıcı için aslında aynı topraktan geldiği insanlar yabancı olarak niteleniyor, bu da kimlik üzerine hoş bir öykü. Sahipsiz Bölgedeki Lisa'da tersi bir durum var, sahipsiz bölge denebilecek gettoda kimliklerin bir önemi yok, herkes aynı yoklukta var olmaya çalışıyor, kenar mahallelerin kendine özgü mutsuzluğu ortaya çıkıyor. Lisa'nın karşısına bir anda çıkan adam aşk istiyor ama ortadan kayboluyor birden, Lisa adamı bulamıyor ve karnındaki çocuğun büyüdüğünü hissederek yaşıyor, kenti mutsuzluğun kaynağı olarak göremiyor, kaynak kendisinden dökülen ve her yana yayılan bir su gibi çağlıyor. Altın Arayıcısı Lisa'ya geliyoruz ve anlatıcının ilk öyküdeki dedektif olduğunu anlıyoruz, aslında ikinci öykü bir devam öyküsü olarak değerlendirilmeyebilir ama bu öyküde ortaya çıkıyor ki öyle, değerlendirebiliriz. Bu da gündelik yaşamın içinde kaybolup giden insanlara dair, Lisa kentin havasını solusa da anlatıcı ve birkaç insan dışında orada olmayan biri. Fahişelik yaparken bazı erkekler tarafından görünür hale geliyor, sonrasında tekrar kayboluyor. Bir cinayet vakasını araştıran anlatıcının kısa bir Almanya tasviri geliyor finalden önce. İkiye ayrılmış olan şehir giderek büyüyor, Doğu ve Batı arasındaki sınır giderek belirsizleşiyor ama duvarın yıkılmasına daha var. Çözülecek vakanın zamana ihtiyacı olmaması gerekiyor, anlatıcı cinayeti aydınlatıyor ama başarısız olma pahasına bırakıyor işin ucunu, Lisa'ya ve kendine küçük bir kıyak, pişmanlığı uzun sürecek. İkisi arasında derin bir şeyler yaşanabilirdi ama Lisa engelliyor bunu, anlatıcıyı pek yanaştırmıyor. Acısını vermemek için belki.

Kısa olsun bu yazı, sonraki öykülerde Lisa'nın farklı zamanları ve eylemleri yer alıyor, birkaç öykü Lisa'yla anlatıcının yaşadıklarına odaklanıyor. Kentlerle, vatansızlıkla ilgili öyküler geliyor ardından, onlar da başarılı. Şenocak tasarruflu, parlak ve büyük büyük anlatmıyor, yitik insanları usul usul yaşatıyor. Sağlam öykücü, okunmalı.

10 Eylül 2019 Salı

Halil Turhanlı - Bir Erdem Olarak Sapkınlık

Hira Doğrul ve Halil Turhanlı, bu ikisi müzik ufkumu genişlete genişlete bir hale yola koydular. Bahsettikleri grupları ve adamları dinledim, müzik yazılarını sürdürseler diye bekliyorum ama yazsalar nereye yazacaklar, mesela bu metin basılmamış bir daha, tek baskıda kalmış. Nadir'den alacağız veya sahaflardan kovalayacağız, başka çare yok. Doğrul için de aynı şey geçerli. Çeviri yapıyor ve permakültürle uğraşıyor sanırım, onun dışında başka bir uğraşı varsa bilmiyorum. Bir tanecik kitabı var, yetmez ki. Turhanlı'ya yöneleceğiz bu halde. Son zamanlarda ilginç işler yapmış gerçi, Çanakkale'de evinin alt katındaki kafeyi mi, barı mı, neyse onu gürültü yüzünden şikayet etmiş, istediği tepkiyi alamayınca belediyeyi şikayet etmiş sanırım, kayyumlara karşı çıktıkları için. Karar'da yazısı çıkmış, bir şeyler olmuş. Taraf olmuş yani bir şekilde, sadece gürültü yüzünden olduğunu sanmıyorum ama neyse ne, incelemelerine ve fikirlerine saygıda kusur etmeden bu ufuk açıcı makalelerini okumak lazım. Çeşitli mecralarda söylendiğine göre yöneldiği alternatiflerden medet umuyormuş, umsun, bizim buralarda farklı işler çıkması için dünyada olup biteni kültürümüze uydurmaksızın değerlendirmek gerektiğini düşünüyormuş, düşünsün. Hiç önemli değil, Halil Turhanlı alt kültürleri takip ederek dünyadan haberdar olmamızı sağlıyor, başlı başına bir iş bu, minnet duymalık iş. Ömer Madra'nın yazdığı önsöze bakıyorum, Turhanlı'nın sık sık kapanıp yazdığını söylüyor. Cıvıl cıvıl bir günde perdeleri çekmiş, müzik dinliyor, bir şeyler okuyor, bir şeylerle uğraşıyor ve hepsinin arasında yazılarını kaleme alıyor. "Kesikler, kırpıntılar, ses parçaları... Sonuçta, bu 'organize kaos'un içinden bize gönderdiği yarı şifreli birtakım yazılar çıkıyor ortaya." (s. 11) İzleklerden bir kolaj bu kitap, Madra için heterodoksinin bizdeki yansıması, farklı duruşların açığa çıkarılması, başkaldıran soylu insanların hikâyeleri ve devletin kokuşmuş kurumlarının köküne dökülen kibrit suyu, sapkınlar galerisi, radikal insanların başlı başına sanat olan yaşamları, bir sürü şey. Yirmi yıl öncesinden sesleniyor Madra, Açık Radyo'da birlikte program yaptıkları arkadaşını güzellediği kadar var gerçekten.

Farklı bölümler, her bölümde birkaç yazı. İlk bölüm "Öncesi ve Sonrasıyla Modernizm ve Kozmik Karamsarlık". Yazıların başlıklarını almadan ortaya karışık yapıyorum: "Yeni ilkellik" ilk konumuz. Bunu kitapsız şairlerin büyüklerinden olan Ercihan'dan duymuştum ilk, Yolcu olan. Fikret Otyam'ın bunu başardığını, Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun başaramadığını söylemişti falan, neyse, "toprağa dönmek" olarak adlandırıyordu bunu. Gary Snyder'sa "yeryüzünün arkaik değerlerini yaşatmak" olarak görüyor. Adorno'nun eleştirdiği barbarlıktan farklı olarak yeni bir kabilecilik, barbarlıkla flört etmiş modernizmden farklı olarak direnişçi postmodernizm söz konusu. Bireyselliğin imha edildiği bir komün değil bu, komünitenin ortak değerlerini sorgulayıcı, gerekirse yenilerini yaratıcı bir görüş. Şairin şamanlığını hatırlaması, yazının söz üzerindeki hükümranlığını ortadan kaldırması gerekiyor, belki de tek bir "om" bütün şiirleri kapsayıcı bir hale gelecek böylece. "Ve söz, pıhtılaşmayan kan gibi akacak, rüzgarın önüne kattığı yaprak gibi savrulacak, aşkınlaşacaktır." (s. 21) Sonrasında komüniteryen düşüncenin ABD'deki varlığı üzerine kısa bir bölüm geliyor, Walt Whitman'ın şiirlerinden doğup günümüze kadar akan bir kaynağın Amerikan toplumunun yüreğinde giderek büyüdüğünü söylüyor Turhanlı, belki de eleştirilen aşırı iyimserliğinin kaynağı bunun gibi düşünceleridir, bilemiyorum ama bu iddiası tartışmaya açık. Kolektif vicdan ve ceza ritüellerini de ele alıyor, Durkheim'dan alıntı yaparak ceza adaletini gerçekleştirmeye yönelik ritüellerin kolektif vicdanı somutlaştırdığını söylüyor, Foucault'nun ceza ve hapishane üzerine fikirlerine başvuruyor bir yandan. Ortaçağ'dan 17. yüzyıla kadar açık infaz uygulanırken, hatta halk infazın bir parçası olabilirken kamudan kopan bir infazın yarattığı değişiklikleri inceliyor ve devletin ceza mekanizmasını sorgulamaya başlıyor. Şu: Kutsal iktidar bu kapalılığı ortadan kaldırıp infazlarını toplum nezdinde meşru kılarak bir nevi Ortaçağ adaleti yaratıyor, örneklerini bugün de görüyoruz. Osman Kavala'ya özgürlük be kardeşim, bu ne saçma sapan bir ülke oldu ya. Yemin ediyorum böğrüme her gün ayrı bir öküz oturuyor, bıktım. Neyse, Izzy Stone'la ilgili iki kısa yazı var. Stone sıkı muhalif olmasının yanında Sokrates'in demokrasi karşıtlığından ötürü cezalandırıldığını söylüyor. Gerçi o zamanın demokrasisiyle günümüzünki arasında dağlar kadar fark var ama özünde aynı, belli bir kliğin yarattığı demokrasi illüzyonu dışında ideal bir demokrasiye rastlamak zor. Ayrıntıları almayacağım, özet geçeyim: Sokrates Atina'yla savaşan Spartalıları destekliyor, içerideki İrlandalı yani.

Cioran hakkında uzunca bir bölüm var, atlıyorum bunu. Pessoa'nın personaları ve personalarının şiir anlayışları var, bunu da atladım. Allen Ginsberg, atladım.

"Cinsel Roller, Cinsel Personalar". Cixious'un Freud'dan yola çıkarak çözümlediği fallusmerkezcilik ilk sırada. Derrida'nın merkezlerle olan sıkıntısından yapıbozuma girişip sözü askıya alma girişimlerinden beslenen Cixious, sözmerkezci bilgiyle fallus merkezli cinsellik arasında kalan kadınların söylemsel ve cinsel açıdan kurtuluşlarını sağlamaya çalışıyor, bu çalışma kendi terimlerini üretmiş: "His/History" olsun, "M/other" olsun, logosu tekrar düzenlemek için nirengi noktalarını oluşturuyor. Camille Paglia'ya baktığımızda "feminizm yuvasında bir casus"la karşılaşıyoruz. Sağın dile getirdiği görüşleri tekrarlıyor Paglia, bu yüzden de feministliği doğal olarak sorgulanıyor ama o dönemde feministlerin pornografiye ateş püskürmelerini haksız bulan Paglia'nın onlara göre daha solda yer aldığını söylüyor Turhanlı. Bunun yanında Paglia'nın erkekleri üstün görme gerekçeleri tartışmaya açık, erkek iktidarına dayalı bir cinselliğin yaşanması gerektiğini söylüyor kısaca. Biliyorum, oluyor ama lütfen böyle bir şey olmasın. AIDS'in cinselliği ketlemek için bir silah olarak kullanılması ve Susan Sontag'in bu hastalığı bir metafor olarak kullandığı metni -bizde galiba Agora bastı- ele alınıyor, iktidarın cinselliği denetim altına almak için sebep olduğu çarpıklıkların yanında işin mültecilere şiddet uygulanmasına kadar varabildiği anlatılıyor. Lezbiyen yazın, Max Ernst ve Leonora Carrington arasındaki ilişki, feminist performans sanatı gibi konular da bölümdeki diğer yazılarda inceleniyor.

Daha bir dünya mesele var, Crumb'dan Lorca'nın tiyatrolarına kadar pek çok insanın ve eserin iktidara kafa tutma biçimleri inceleniyor, çok hoş. Performans sanatlarıyla ilgili bölümler özellikle okunmalı, insan bedeninin nasıl bir zincir kırıcı olduğu görülmeli. Bulursanız alın bunu, şahane.

9 Eylül 2019 Pazartesi

Marcel Proust - Kayıp Zamanın Etrafında

İzini sürdüğü kayıp zamanın ilk cildini yazdıktan sonra bu parçaları yazmış Proust, sonraki ciltlerde parçaların yavaş yavaş açıldığını, genişlediğini ve büyüdüğünü görüyoruz, yani bu parçaları yola çıkış noktaları olarak görebiliriz. Combray nam kurmaca şehirdeki kilisenin uzun uzun tasvir edildiği bölümün prototipi bu parçalarda var örneğin, Gilbert var aynı şekilde, Proust'un çocukken aşık olduğu kız olarak ortaya çıkıyor, adı verilmiyor başta, sonradan Gilbert olduğu anlaşılıyor. Sekiz kısa parça, son dördü Le Figaro'da yayımlanmış. Soluklanmak için mi diye düşünüyorum, onca sayfayı yazmaya girişmeden önce bir deneme belki, izlenimleri sabitleme çabası, çok şey. Onca cilt bittikten sonra Proust'tan veya Proust'a dair hiçbir şey okumak istemedim, dinlenmek için kendime zaman ayırdım, sekiz aydan sonra zamanın geldiğini hissedip elime aldığım ilk metinde tekrar o ciltlere dönmüşüm gibi hissediyorum, kısacık bölümlerde bile ânın can havliyle kavranmaya çalışıldığını görebiliyoruz, şahane bir şey. 

Önsözde çevirmen Didem Nur Güngören'in Roza Hakmen'e teşekkür ettiğini görüyoruz ilk, hoş bir jest. "Marcel Proust, aslında ömrü boyunca Kayıp Zamanın İzinde'yi yazdı. Lisede yazdığı ilk kompozisyonlardan, gençliğinde yayınlanan gazete yazılarına, ilk roman denemelerinden mektuplarına dek, sonunda Kayıp Zamanın İzinde'de bir araya getirerek devasa bir yapı inşa edeceği bir harcı, senelerce yazıp yazıp bozdu." (s. 9) Illier-Combray, Venedik, şehir, taşra, kısacası mekan birikti, onca nesne, duyular, her şey birike birike ciltlere dönüştü sonunda. Merleau-Ponty için "görünürle görünmez arasındaki ilişkiyi saptama" işini Proust'tan daha ileri giden kimse yok, yaşamı olduğu gibi aktarma konusunda bilincin işleyip işleyemediği onca veriyi ondan daha iyi kimse aktaramadı. Doğayla temasında bunu sezebiliriz, onca çiçeğin arasında bir duyguyu arıyor Proust, her şeyi görüyor, anlıyor ama her şeyin duygusunu çözmek için durmadan deniyor, araya bir bulut ekliyor ve manzara değiştikçe arayışı başka bir boyut kazanıyor. Kollarıyla deli dolu beslenen su. Sınır yok, bu dehşete düşürüyor. Kendisi sınır olan insan, bu da rahatlatıyor. Proust yaşadığını yazdı, ne yazmak hem de. Bu metinlerde de pırıltıları görülebilecek şey. Güngören'e göre farklı bir nokta, edebi eserlere göndermeler ve güncel olayların irdelenmesi ama bunlar o ciltlerde de yok mu, mesela Dreyfus'la ilgili bitmek bilmeyen bölümler, yazarlara göndermeler, büyük bir fark yok aslında. Gazeteci Proust'un Romancı Proust'tan farklı olduğunu söylemek güç. En başta deniyor zaten, yazdığı her şey tek bir anlatının parçaları olarak değerlendirilebilir diyeceğim ama yazdığı her şeyi de okumadığım için bilemiyorum, gerçi mektuplarında da aynı hava var, sanat yazılarında da var, işin içinden çıkamayıp hepsini tek bir metnin parçaları olarak görmeye meyilliyim. 

Bölüm başlıklarını vermeden ilerliyorum, gençlik mektupları. Gökyüzü tasvirleri. Akşamın ilk saatlerinin uykusuzluğundan bahsediyor Proust, sanki az sonra uyumaya çıkıp annesinin iyi geceler öpücüğünü bekleyecekmiş gibi. Yemekte kokusunu aldığı çiçeklerin ve çayın kendisini bir bahçeye sürükleyeceğini, bahçede babasının arkadaşlarıyla karşılaşacağını ve yazdığı son metinden bahsedilince kızaracağını düşünüyorum, oluyor bu. Uykuya dalınacak, ay izleniyor, yastıklarda bir baş. "Yatağın içi yumuşacık... Uyuyorum." (s. 22) İki sayfada uyuyor Proust, oysa şaheserinde uyumadan öncesi için genişçe bir yer ayırdığından yetmiyor bu, eksik geliyor ister istemez. Daha fazla anlatması için adamı uykusundan etmek gerekiyor ama dokunmuyoruz, sonraki bölümde bulutlara geçiyoruz, rüyasını anlatır gibi Proust. Erguvaniler ve yaldızlar. Akşam vakti güneşin alçalmasıyla birlikte ortaya çıkan yıldızlar, sessizlik, doğanın hışırtıları, bu. Beyaz illüzyonlar gökyüzünde salınıyor ama her zaman değil. "Zira insanoğlu gönlünde onu doğanın bütün yapılarına bağlayan, öylesine gizli, öylesine sağlam bir halat taşır ki, doğaya ait bir şey gördüğünde, sonsuz sayıda farklı biçimlere bürünen ama yine de daima var olagelmiş duyguların hükmünde olduğunu hisseder." (s. 24) Proust gönlündeki acıları bir ırmağa fısıldadığını, bir kuşa kuğurduğunu söylüyor, karşılık olarak onların da şiire benzer teselliler sunduklarını söylüyor. Şair ya da filozof olabilir bu tür insanlar, Proust'un iddiasına göre hal buyken kendisi hakkında ne düşünüyordu acaba, yüzünün kızarması dışında? Normandiya kıyıları yine bir berraklık ânı yaratıyor, melankolik bir haz doğuyor Proust'un içinde, denizin müzikle denk olduğunu söylüyor, bir metni beşinci kez okumak için girdiği Norman evlerinin güzelliğinden bahsediyor. Beşinci kez. Kendisinin aynılığını bulmaya çalışıyor belki, bir duyguyu tekrar yakalamaya çalışıyor veya. Paskalya zamanı için düşündüklerini doğayla karşılaştığı her an için dile getirebilir: İnşa edilen geçmişi Nehir Roman olarak düşünmek. 

İki ana bölümden ilkindeki dört parçadan sonra Le Figaro'daki yazılar geliyor, yine dört parça. İlkbaharın eşiğinde yumuşak bir kış, sona ermek üzere. Şubat ayında akdikenler açmış, Proust kendini kaybetmiş. "Ne zaman akdikenlere baksam, onları ilk kez gördüğüm çağı, o akitler sahip olduğum yüreği yeniden buluyorum hâlâ." (s. 39) Kendini bulmuş aslında, kaybetmemiş. Bir kurabiye, bir çay, bir akdiken, geçmişte yer alan ne varsa tekrar görüldüğü zaman yolculuk başlıyor. Proust kadar yolculuk yapmış biri azdır herhalde, uzamın uçları arasında sayısız kez gidip geliyor, keyif alıyor bundan. Kendisi de anlamıyor bazen, geçmişin ay ışığıyla şimdinin çiçek kokularının nasıl aynı zamanda ve mekanda bulunabildiğini merak ediyor. En sonunda akdikenleri bırakıp Paris'e gideceğini, davetlere katılıp türlü saçmalıkları dinleyeceğini, kırlara gidip açan ilk akdikenleri göreceğini söylüyor. Bir sonraki görüşünde de okuduğumuz metni yazdığı zamanı hatırlamıştır muhtemelen, çok olası. 

Diğer bölümlere değinmeden bitiriyorum, Proust'un yazarlarla, zamanla ve edebiyatla ilgili düşüncelerinin temel noktalarını Twitter'da paylaştım, dursun orada.

Proust'un kallavi metnini bitirip umutsuzluğa düşenler üzülmesin, tadımlık bir parça var burada. Kısa kısa Proust işte, aslında Kayıp Zamanın İzinde'ye girişmeden önce bu okunabilir, okurlar neyle karşılaşacaklarını bilirler böylece.