17 Eylül 2019 Salı

Pedro Antonio de Alarcón - Üç Köşeli Şapka

Borges'in seçkisinde yer alıyor Alarcón, söylencelere dayanan öyküleri Latin folklorunu anlatının olanaklarıyla derinleştiriyor bir güzel, okura da tertemiz korkmak ve gerilmek kalıyor. İspanyolların hikâye anlatıcılarından biri olarak görülebilir, Üç Köşeli Şapka'dan sonra böyle düşündüm. 1946'da Remzi basmış, kapakta "don pedro antoniode alarcon" yazıyor. Çevirmen Cezmi Tahir Berktin. Öyle bir dil kullanılmış ki sanırsınız Ahmet Mithat anlatıyor, okura sesleniyor, Tanzimat romanlarından birini okuyorsunuz adeta. "Muhterem kari! Bu işe başlarken senin sıhhatli hükümlerinden ümidimi kesmiyorum. Estabanillo Ganzalez'in kendi eserinin başlangıcında dediği gibi, 'onu sen okuduktan sonra ve şeytanı görmüş gibi birkaç kere istavroz çevirdikten sonra eser tabedilmiş olmuya hak ve kıymet kazanacaktır." (s. 11) 1874'te yazılmış bu, Ahmet Mithat'ın da o sıralarda yazdığını biliyoruz, Ahmet Mithat'ın da söylencelerden yola çıkarak yazdığı metinler var, karşılaştırmalı bir okuma lazım aslında ama Ahmet Mithat'ın metinlerini okumak istemiyorum, makale kukale çıkarmak isteyenler bu meseleye eğilebilirler. İmzasız bir giriş yazısı var, orada şöyle deniyor: "Anadolu köylerinde söylenen yanık havalı türkülerin her biri bir roman ve bir hikâye mevzuu olmak kabiliyetini gösteren hadiselere ve vak'alara bağlıdır. Yurdumuzda on binlerce mevzu işlenmemiş, dokunulmamış bir halde dilden dile dolaşmaktadır. Muhakkak olan bir şey varsa Türk romancılığının bir Alarcon'a ihtiyacı vardır." (s. 7) Sonradan çıktı bu aranan yazar tipi, aklıma gelen ilk örnek Yücel Balku, şahane öyküleri var. Neyse, bu giriş yazısında söylenceyi olabildiğince edebileştirerek anlatan Alarcón'un hayatına yer veriliyor, söylenceyi düzyazıya aktarma tekniğine değiniliyor biraz, bu kadar. Alarcón'un giriş yazısına bakalım, bu halk hikâyesini bilmeyen pek az İspanyol olduğunu söylüyor, milli bir değer bu. Yazar bunu doğduğu çiftlikten dışarı çıkmamış, kaba bir keçi çobanından dinlemiş, pikareskin ta kendisi. "O millî edebiyatımızda Picaros ismi altında mühim bir rol oynıyan cahil fakat neşe ve hikmet sahibi olan taşra halkından biriydi." (s. 9) Çobana hikâyeyi tekrar tekrar anlattırırmış dinleyenler, kızların yüzü kızarırmış, anneler açık saçık hikâyeler anlatan bu adama bilenmişler ama aslında bir iffet anlatısıymış bu, insanlar ders çıkarmak için daha fazla dinlemek isterlermiş. Ne hoş.

İlk bölümde olayların yaşandığı zamanın sosyopolitik yapısı anlatılıyor. 1800'lerin ilk yarısı, 1830 civarı olabilir, hatırlamıyorum şu an. Napolyon, IV. Don Carlos'u başa geçirip uydu devletini edinmiş, içeride ihtilaller kopuyor, insanlar İtalya, Almanya gibi evlerinden uzak ülkelerde savaşarak öleceklerini bilmeden Napolyon'u tutuyorlar. Dış dünyada olanlar bunlar, bizi bir köy ve kasaba ilgilendiriyor. Haftada iki gazetenin geldiği, dünyadan birkaç gün geride yaşayan bir mekanda birkaç memur, bir vali, bir zaptiye müdürü var. Halktan pek kimseyi bulamayacağız, pikaresk anlatı gereği dönemin çarpıklıklarının gözler önüne serilmesi için devlet adamlarının yediği herzeleri göreceğiz, dolayısıyla bu tiplerin ağırlık merkezi olması normal. Değirmenci Lukas ve eşi Mistress Frasquita mutlu mesut yaşıyorlar bir yandan, çok zengin değiller ama iyi kötü idare ediyorlar. Birbirlerini seviyorlar, Frasquita yörenin en güzel kadını olduğu için etrafında pervane olanın haddi hesabı yok ama sallamıyor hiçbirini, çirkin ve kambur Lukas'ı seviyor. Lukas delikanlı adam, eşi karşısında herhangi bir eziklik yaşamıyor, kadını kendince seviyor diyebiliriz. Bazen hoyratça davranışlarıyla karşılaşıyoruz ama iş kalp kırma noktasına varmıyor hiç, Frasquita'yı bu davranışların etkilediği ortada. Kadının güzelliği: "Etekliği yarım adım değilse bile bir adımdan daha geniş değildi. Ve adamakılllı kısa idi. O kadar kısa idi ki küçük ayaklarını ve asîl bacaklarının baharını teşhir ederdi." (s. 21) Lukas'ın da bir portresi var, kendisi askerlik hizmetini yerine getirip onca kahramanlıktan sonra ülkesine dönüyor, Frasquita'yla evleniyor, mutlu mesut yaşıyor. Ruhunda cesaret, sadakat, şeref, aklıselim ve öğrenme arzusu var, eşi için asıl çekici özellikler bunlar. Çocukları yok, tek sıkıntıları bu ama birbirlerini deli gibi sevdikleri için büyük bir sorun değil aslında. Zaptiye müdürü denen zırtapoz ortaya çıkana kadar. Bu adam kırk sekiz yaşında, evli ve çocuklu bir zampara. Frasquita'ya takıyor bir güzel, onu görmeye geldiği zaman Lukas meyve topladığı ağacın tepesinde gizlenerek olup bitenleri görüyor ve bir anda yere atlayıp müdürün ödünü koparıyor, korkarak gidiyor müdür. İkisi konuşuyorlar sonra, Frasquita kendisine aşık olan adamların hepsini bildiğini, Lukas'ın kendisini niye sevmediğiniyse bilmediğini söylüyor. Lukas, Frasquita'ya çirkin olduğunu söylüyor falan, bu şekilde bir diyalog. Birbirlerini kışkırtıyorlar, çok ileri gitmeden iğneliyorlar ve o gerginlikle de sevişiyorlar mı, öpüşüyorlar mı, bir şeyler oluyor. Bu biçim bir birliktelik yani, süper.

Frasquita müdüre yüz vermese çok daha iyi olurdu ama yapıyor bir hata, Lukas ağacın tepesindeyken adama yeşilleniyor, eğlencesine. Adam takık, hemen ağa düşüyor ve Lukas'ın ağaçtan inip ödünü koparmasıyla birlikte kadına kinleniyor, intikamını alacağını söylüyor. Ertesi gün Lukas'ı almaya geliyor bir memur, vali tarafından yollanan davetiyeyi veriyor, yola düşüyorlar. Lukas anlamıyor mevzuyu, sonradan jeton düşüyor. Müdürün işi bu, kendisini evden uzaklaştırıp eşiyle birlikte olmaya çalışacak. Yerleştirildiği ahırdan kaçıyor Lukas, evine gidiyor. Bu sırada Frasquita'nın yanına gidiyoruz, eve girmek üzereyken su kanalına düşüp boğulmak üzere olan müdürü kurtarmasını, adamla tartışmasını ve adamın bayılmasıyla birlikte doktor çağırmak için kasabaya gittiğini görüyoruz. Yolda karşılaşıyorlar ama birbirlerini tanımıyorlar, biri kaçak olduğu için gizlenerek gidiyor, diğeri de acelesi olduğu için umursamıyor. Eşekleri birbirini tanıyor oysa, anırıyorlar ama hayvanların tepkisini anlamıyor bizimkiler.

Lukas'ın aklına şüphe düşüyor, kendi eksikliklerinden ötürü Frasquita'nın kendisini aldatabileceğinden korkarken eve gelip yatak odasına baktığında orada uyuyan müdürü görüp şüphelerinde haklı olduğunu görüyor, intikam almak için müdürün evine gidiyor, amacı adamın çapkınlıklarını eşine anlatmak. Bu sırada doktorla birlikte dönüyor Frasquita, müdür kendine geliyor ve yardımcısının uyarısıyla hemen yola düşüyorlar, yardımcının söylediğine göre Lukas gelmiş, durumu görmüş ve hızla yola çıkmış, müdürün kıyafetlerini giyerek. Müdüre de Lukas'ın eski püskü kıyafetlerini giymek kalıyor, işler iyice karışacak demektir bu. Sonuçta müdürün evine gidiliyor, Lukas'ı eşi zanneden kadın kapı önünde çıngar çıkaran tipleri evine almıyor önce, bas bas bağıran kocasının sesini tanımıyor. Halk söylencesi işte, böyle detaylara pek dikkat etmemek lazım. Lukas iniyor, müdürlük yapıyor gerçekten. Sonuçta her şey ortaya çıkıyor, müdür iyi bir papara yiyor, Lukas'la Frasquita da mutlu mesut yaşamaya devam ediyorlar ama ilginç bir şekilde sonlanıyor bu anlatı, savaş çıkınca anlatıdaki karakterlerin çoğu savaşa gidiyor ve çoğu ölüyor, onların ölümleriyle finale varıyoruz.

Yerdeniz diye bir yayınevi 2006'da basmış metni, sahaflarda denk gelinemezse o baskı alınabilir. İspanyol halleri, toplumsal bir gülmece, güldürmece.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder