28 Haziran 2019 Cuma

James C. Davis - İnsanın Hikâyesi: Taş Devrinden Bugüne Tarihimiz

Barış Bıçakçı çevirmiş.

Olabildiğince objektif. Bilinen aşamalara girmeden, ilginç detaylar üzerinden gideceğim.

Okuyucuya, ilk bölüm. "Bütün duyduklarımıza ve söylediklerimize karşın dünya epey uzun bir süredir iyiye gidiyor." (s. IX) Dünya sadece "gidiyor", günümüzden geçmişe bakarak birçok şeyin iyiye, birçok şeyin de kötüye gittiğini söyleyebiliriz, o halde sırf bir gidişten bahsetmek daha mantıklı geliyor bana. En azından sağa sola atom bombası atan deli insanlar tarafından yönetilmiyoruz, bu iyi. İnsan merkezli bakış açısından bakarsak ekolojinin içine etmemiz, eh, bu kötü. Aztek rahiplerinin atan kalpleri keserek çıkarmaları, kalbi çıkarılan insan için ve insanlık için kötü. Liste uzayıp gider, akışa odaklanıyorum. 200 ülkenin çoğundan söz etmediğini söylüyor Davis, bu ülkelerin çoğunun kötü şeyler yapmasından ötürü bu durumun onlar için daha iyi olabileceğinden bahsediyor. Bunu direkt es geçebiliriz, güdümsüz bir ülke kalmadığına göre tartışmaya açık bir iddia bu.

Yeryüzünü Dolduruyoruz. Atalarımızdan en önemlisi Homo erectus, Dik İnsan. Ereksiyondan akla gelsin. Bu ata 300000 yıl boyunca dünyanın belirli bir bölgesinde, Afrika'da ve Asya'da dolanıp durdu. Biz Homo sapiens'iz, şu an Dünya'daki tek insan türüyüz. 160000 yıl önce Büyük Sahra'nın güneyinde evrimleştik. Bir müddet başka bir iki türle birlikte yaşadık ve -muhtemelen- onları ortadan kaldırdık. Cro-Magnon 30000 küsur yıl önce ortaya çıkınca zihinsel ve fiziksel olarak günümüzdeki en yakın formumuza kavuştuk, sonra yayılmaya başladık. Ölümden sonra yaşam olduğuna dair fikirlerimiz ortaya çıktı, eşyalarımızla birlikte gömülmeye başladık.

Lascaux'daki resimler II. Dünya Savaşı'nın başlamasından hemen sonra bulundu. Tarihi bir olay, resimleri yorumlayarak geçmişimiz hakkında önemli bilgiler edindik. Resimlerini yaptığımız hayvanlara bu yolla hükmettiğimizi düşünmüş olabiliriz, büyüye dair bir mevzu olabilir. Başka yerlerde başka resimler, heykeller, figürler yaptık. Denizlere açıldık, dünyanın her yerine gittik. Kutupların belirli bir bölgesi dahil.

Irmak Boylarında Toplanıyoruz. Koyun sürüleri. Zayıfları kesip yedik, güçlüler nitelikli bir türe doğru evrimleşti. Tarımla uğraşmaya başladık, göçerlik yerleşikliğe dönmeye başladı. Dünyanın hemen her yerinde aynı anda devrim oldu, bilişsel işlemler insan topluluklarının uğraşlarını farklı zamanlara dağıtmadı. Dağılım farklı süreçlerin işlemeye başlamasıyla gerçekleşti. Neyse, Ötzi'nin üstünden çıkanlar: sırt çantası, kesici kısmı bakırdan yapılmış bir balta, bir yay ve oklar, çakmaktaşından bir kama, iki adet mantar, bir çakaleriği ve mermer boncuğu olan bir püskül. Ötzi'nin çocuğunu doğurmak için birkaç kadın gönüllü olmuş, henüz böyle bir durum yok ama binlerce yıl önce yaşamış bir adamdan çocuk yapmak süper fikir. Sonra Sümerler ortaya çıktı, yazıyı ekonomik meselelerin kolaylaştırılması amacıyla icat ettiler. Şehir devletleri ve savaşçı krallar türedi, krallar tanrı tarafından seçildiklerini söylediler. Etena nam Sümer kralı birkaç devleti birden kontrol eden ilk kral olabilirmiş, iyi. Gılgamış da bu dönemin eseri. İlk kanunlar. Aynı dönemde Mısır'da da hareketlenme var; Akrep Kral denen bir adam -Dwayne Johnson geliyor gözümün önüne- Mısır'ı birleştirmiş, kimi kaynaklarda Menes olarak geçiyormuş. Mısırlıların çok ırklı bir halk olduğu ortaya çıkarılmış yakın zamanda.

Göçerler Yerleşiyor. İbraniler olarak anılacak bir Sami topluluğu Sümer ülkesinden Fırat boyunca kuzeye çıktılar, Harran civarından tekrar güneye yönlendiler. 4000 yıl önce oluyor bu, o tarihten yaklaşık 1000 yıl sonra yazılacak olan tarih, efsane, söylence derlemesi olan Kitab-ı Mukaddes'i okursak hikâyeleriyle karşılaşırız. Davis kısaca anlatıyor mevzuyu; Avram'ın Tanrı'yla konuşması, aralarındaki anlaşma gereği sünnet meselesinin ortaya çıkması, tek tanrı olayının o zamanlar için büyük sıkıntılar doğurması, bir dünya şey. Kurgulama kolaylaşsın diye bir baba, bir oğul ve bir torun kullanılmış. İbrahim, İshak ve Yakup. Kenan diyarından Mısır'a yapılan yolculuk, firavunla girilen birtakım maceralar, hikâyeyi biliyoruz. Davut'un pek çok mezmur yazmış olabileceği fikri ilginç. "Kitab-ı Mukaddes, önceden konar göçer bir hayat sürerken sonradan Filistin'de yerleşik hayata geçerek çiftçilik yapmaya başlayan bu yoksul insanlara, Mısırlıların ve Fırat ile Dicle kıyılarında yaşayanların sahip olmadığı bir şey vermişti: Bir bellek." (s. 45) Toplumları bir arada tutan yegane şeyin hikâyeler olduğuna pek çok kaynakta rastlarsınız, en efsanevi olanı Yahudilerin hikâyeleridir. Muazzam bir kültür birikimi, toplumsal hafıza sağlıyor.

Eskiçağın İki Kenti Farklı Yollar İzliyor. Sparta ve Atina. Perslerle savaşlar. İttifaklar ve ihanetler. Herodotos'un anlattığı hikâyeler ve trajediler Atinalıların belleğini oluşturuyor. Yazgıdan daha güçlü olmadıklarını düşünüyor insanlar, yine de mücadele ediyorlar, ellerinde mitolojik kahramanlar var çünkü. Yönetim biçimleri değerlendiriliyor, Aristoteles bir orta yol bulup yönetimi orta sınıfa bırakmayı öneriyor. Kent devletlerinde yaşamayanları barbar olarak görüyor bir yandan, uygar dünya Atina'dan ve civardaki diğer kentlerden ibaret.

Çin'in Binlerce Yıllık Serüveni Başlıyor. "Bitkisel bir uygarlık", ekip biçme işleri Çin'den sorulur. Shang hanedanının varlığını ortaya koyan kuvvetli kanıtlar ortaya çıkarılmış, efsanelerin doğduğu noktada gerçeklik payının olması heyecan verici. Çin'in tarihi hanedanların yükseliş ve çöküş öykülerinden ibaret, göçebelerle yapılan savaşlar var bir yandan. Çin sülalesi bütün devletleri ele geçirerek tek bir ülke oluşturuyor, ad da buradan geliyor zaten. Konfuçyüs ortaya çıkıyor, birtakım veciz sözler söylüyor ve sonrasında ortaya çıkan despotlar bu vecizeleri ortadan kaldırmaya çalışsalar da devlet yönetimi gibi çok önemli mevzularda aksamaların başlamasıyla bu bilge insanın düşüncelerine dönüyorlar. Uzaklaşıyorlar ve tekrar dönüyorlar. Devlet adamı yetiştirilirken Konfuçyüs'ün fikirleri üzerinden sınavlar yapılıyor falan. Deniz seferleri, baharat yolları, Çinliler güzel yürüyor.

Kimimiz Cihana Hükmetmeye Girişiyor. Ariler yayılıyor, "Arilerin Toprağı" anlamına gelen "İran" adını veriyorlar fethedip yerleştikleri bölgeye. Sonrasında Persler olarak bir araya geliyorlar, amaçları sırf fetih. Kral Yolu'nu inşa ediyorlar, o zaman için büyük iş. Sonrasında İskender çıkıyor ortaya, adamları hallaç pamuğu gibi atıyor oraya buraya. İskender Persepolis'te Kserkses'in 150 yıllık sarayını yakıyor, Kserkses'in Atina'yı yakmasının intikamını alıyor. Sonra ilerliyor, Hindistan'ın içlerine. Yıllar boyunca süren savaşlardan sonra aklında ilerlemekten başka bir şey yok ama komutanları isyan ediyor, İran'a güçlükle dönüyorlar. Orada ölüyor zaten İskender. Ölümünden bir süre sonra kurduğu imparatorluk parçalanırken Romalılar çıkıyor ortaya. Etrüskleri tokatlıyorlar, Kartaca'yı hacamat ediyorlar. Sonrası Roma tarihi.

Tüm Dünyayı Saran İnançlar Edindik. Arilerin ilk Hint uygarlığını yok edip kendi inançlarını ve kast sistemlerini dayattıklarını görüyoruz, günümüze kadar gelen sistemler bunlar. "Bugün Hinduizm olarak bilinen dinin temelinde, Arilerin, Upanisad bilgelerinin ve başka bilgelerin inançları vardır, ayrıca hiçbir aman bütünüyle yok olmayan eski İndüs halkının dini de kısmen Hinduizmi etkilemiştir." (s. 114) Siddhartha geliyor, onun hikâyesi. Sonra İsa. Milattan önce doğduğu söyleniyor, en az dört yıl önce. Bir hata var orada yani. Yaşamının özeti anlatılıyor, ilginç yerlere geleyim yine. Ölümünden sonrasına bakarsak ilk Hıristiyanların kendilerini Yahudilerin özel bir cemaati olarak gördüklerini öğreniyoruz. Yahudi perhizi kurallarını uygulayıp çocuklarını sünnet ettiriyorlarmış. Sonrasında Saul/Pavlus çıkıyor ortaya, dini biçimlendiriyor. İsa'nın yaşamını bilerek feda ettiğini Pavlus söylemiş ilk, İsa'nın böyle bir iddiası olmamış. Sembolik anlamların peşinde koşmuş bu adam, aslında İsa'nın yapmak istediğini baltalayan en önemli adam olabilir. Muhammed'in hikâyesi geliyor sonra.

Avrupa Büyük Rolüne Hazırlanıyor. Roma güç kaybediyor, Germenler ortaya çıkıp at koşturuyorlar, uygar dünyayı tehdit ediyorlar. İkiye ayrılma olayı, yıkımlar, gerisini biliyoruz. Karanlık Çağ denen dönem, önemli icatlar derken gidiyor böyle.

Günümüze kadar gelen bir yolun tarihi anlatılıyor, bazı açılardan. Hikâye işte, adı üstünde, form bu olunca aşırı detaya inilmiyor, tarihimizin bizi bir arada tutan hikâyelerden oluştuğu gösteriliyor. Güzel metin, olayının biraz başka olmasına rağmen yanında İnsan Nasıl İnsan Oldu? da okunursa faydalı olabilir, olmayabilir, bilemiyorum artık. Politika kulitika benim aklım ermez, okur geçerim. Temiz.

27 Haziran 2019 Perşembe

Tahar Ben Jelloun - Bay Ahlâk'ın Çöküşü


Tahar Ben Jelloun Endonezya'ya gittiği zaman Pramocdya Ananta Toei'yle görüşmek istiyor, ev hapsi cezasına çarptırılan ve herhangi bir şey yayınlaması yasaklanan Endonezyalı büyük yazarla. Bu görüşmenin Toei için iyi sonuçlar doğurmayacağı söylenince görüşmüyorlar. Hapsedilen yazarın Fransızcaya çevrilen eseri Yozlaşma ses getirince, konu da oldukça güncel ve küresel olunca Tahar Ben Jelloun aynı konu üzerine kendi metnini yazıyor. "Anlatılmak istenen, insan ruhunun aynı musibet tarafından kemirildiği sürece, farklı bir gökyüzü altında da bulunsa, aynı canavarlara yenik düşeceğidir." (s. 5) Musibetten birkaç örnek vereyim, yoldan çıkışını izleyeceğimiz Murat üçün beşin hesabını yapmaktan bunalmış durumda. Tütünü, ekmeği, suyu, her şeyi koca koca gider kalemleri olarak büyüdükçe büyüyor. Oğlu yol kenarlarına dikilen aydınlatma direklerinin altında ders çalışıyor, Faslı pek çok yoksul çocuk gibi. Eşi doyumsuz bir kadın, her şeyin iyisini istiyor. Yolunu bulan hemen herkes iyi yaşarken Murat neden beş parasız yaşıyor? Adam çalmıyor, net. Etrafında Saddam'ın indirilmesi için muhabbetler dönüyor, adam çalmıyor. Yardımcısı Hacı Hamit pis pis sırıtarak dolanıyor ortada, paraya para demiyor, bizimki çalmıyor. Etrafta hediyelik koyunlar, paralar, eşyalar havalarda uçuşuyor, bizimki çalmaması bir yana, hiçbir hediyeyi kabul etmiyor. Önüne gelen projelerin altına imzasını atması yeterli, masa başı mühendisinin yapacağı başka bir şey yok ama atmıyor o imzayı, araya sıkıştırılmış zarfları kabul etmiyor. Hacı Hamit işe her geç geldiğinde Murat bir kağıda not alıp kayıt altına alıyor gecikmeleri, belki bir gün şikayetçi olur da kanıt gerekir diye. Böyle bir adam. İlkelerini ve ideallerini bir kenara koymak, paraya boğulmak istemiyor. Namuslu bir yaşam sürmek istiyor. Etrafındakiler -çocukları hariç- çalmasını istiyorlar, bariz. İş yerinde huzursuz bir ortam yaratıyor, evin huzurunu bozuyor, istenmeyen adam olacak neredeyse. Eşi Hlima'yla neden evlendiğini hatırlayamıyor mesela, güzellikler geride kalmış. Hlima Murat'a adam olmadığını söylemeye vardırmış işi, eşinin yaşamını kabusa çevirmeyi başarmış kısaca. Murat düşünüyor, bu kadınla üniversitede tanıştı. Kadının ailesi tutucu olduğu için kaçak göçek görüştüler. Evlenmeden sevişmedi Hlima, evlendikleri zaman da adamı kapana kıstırdı. Tipik bir hikâye. Murat tuzağa düştü, daha iyisini yapabilirdi ama ailevi travmalar yolunu hiç aydınlatmadığı için görmesi gerekenleri göremedi. Fransa'ya gidip başka bir dünyayı da görmüştü ama evinden hiç kurtulamayacağını düşünmüş olabilir. Evden ve aileden kurtuluş yok, yeterince ağır yaralar taşınıyorsa.

Kuzen Naciya bir vaha olarak duruyor. Oğluyla yalnız yaşıyor, Murat'la da ilgileniyor biraz. Hlima gibi Murat'tan çalıp çırpmasını istemiyor, dürüst olmasını istiyor hatta. Murat kırılma noktasına kadar dürüstlüğünü koruyor ama amirleri tarafından bile saldırıya uğruyor. Rüşvet işlerinin paralel bir ekonomik hamleden başka bir şey olmadığını anlatıyor amiri. İyi bir şey değil rüşvet ama gerekli, bazı işlerin bazı işlerden daha hızlı halledilmesi gerekiyor. Söylenmek istenen şu: "Bütün işler bazıdır ama bazı işler daha da bazıdır." Meşruluk temeli de kurulduktan sonra üstlerinin yaptıklarını onaylamayan Murat için soru işaretleri ortaya çıkıyor. Otobüsler de rezalet. Mesai saati bitimlerindeki metrobüsler gibi. Pis bir koku, kalabalık, leş. Abbas güç veriyor bir süre, Murat'ın en yakın arkadaşı. Liseyi birlikte okudular, Abbas avukat çıktı. Arap uluslarının sorunları ve problemleri hakkında tartışmaları kesildi, ayrı yollara çıkmışlardı. Abbas da yolunu şaşanlardan. "Meşru şiddet" uyguluyor borçlulara, böylece adli süreci oldukça kısaltıyor. Hukukun ağırlığı alternatif çözümleri de birlikte getiriyor, aynı şeyi ekonomik sıkıntılar yaşandığı zaman da görüyoruz. Aslında mevzunun Kazablanka'da geçtiğini söylersem bir şeyler aydınlanabilir, filmdeki atmosferi ve insanları hatırlarsak. Neyse, "devletin açıklarını kapatmak" için işlemleri hızlandırmak veya rüşvet almak arasında pek bir fark yok. Murat'ın geçmişine baktığımızda sicili temiz ve fakir bir babayla karşılaşıyoruz, o da devletin açıklarını devletin kapatmasını beklemiş ama öyle bir şey olmamış. Murat, babasının vefatıyla birlikte abisini de yanına alarak babasının banka hesabıyla ilgili işlem yapmak üzere bankaya gittiği zaman on dört yaşından beri çalışan babasının beş kuruşunun olmadığını görmüş hesapta, şaşırmış. İki çocuk büyütmek yeterince masraflı olmuş zaten, hesabın tamtakır kuru bakır hali normal. O zamanlardan, yirmi yıl öncesinden isyan çanları çalmaya başlamış bile, Murat duymamış sadece. Duymaya başlıyor ama; yine bir otobüs yolculuğunda iç sesini dinlemek zorunda kalıyor. İç sesi yardırıyor, Murat'tan kurtulmak için intihar ettiğini söylüyor ve susuyor bir anda. Murat, "geçişin zor olacağını sezinler" ve kendini hazırlamaya başlar, artık daha fazla dayanamayacağını düşünür.

Birkaç mesele: Otobüs yolculuklarındaki siyasi birkaç tartışma. Sadece tartışma ve patırtı, bu kadar. Murat'ın gecenin bir köründe sokakta tanıştığı öğrenci kadın, kafayı kırmasıyla birlikte bu kadında huzur bulacak. Nabiya bunun adı. Naciya'ya yakınlaşma çabaları. Geçiş sürecinde Hlima'nın çıkardığı arızalar. Adam eve uğramıyor çünkü, bir süre sonra o kadından bu kadına gitmeye başlıyor ve ilk vurgunundan itibaren bambaşka bir hayatın hayalini kuruyor. Aldığı zarfı Varlık ve Hiçlik'in arasına koyuyor, hoş bir detay. Paranın özgürlük getirip getirmeyeceği fikrinin sorgulanması, kadınlar üzerinden gelişmemiş ülkelerdeki kadınlığın sorgulanması, ataerkil dünyanın rezillikleri falan, bunlar ara ara karşımıza çıkıyor. İşlerin cortladığı noktaya geleyim. İki adam takılıyor Murat'ın peşine, üstelik Hacı Hamit cebelleziden haberdar olduğu için pis pis sırıtarak Murat'ın sinirlerini bozuyor. Adamın elinde koz var artık ve karşısında hiç yıkılmayacağını hissettiren bir adamın yıkıntısı duruyor. Yıkıntı oğluyla konuşuyor, rüşvet vermeden hocaları tarafından hiçbir kuruma önerilmediğini söylüyor. Rezil bir dünya bu, bizimkinin bir kopyası gibi. Akademide dönen rezilliklerin yanına ülkenin bakanlıklarındaki kokuşmuşluğu katın, mis gibi bir yozlaşmayla karşılaşırsınız. Utanacağım bahsetmekten ama biraz anlatmalıyım, bizde medyada allanıp pullanan bazı projeler var, o projelerden birindeki cukkalamaları görenin aklı şaşar. Korkunç bir dümen kurulmuş, ülke Hacı Hamit'ten geçilmiyor resmen. Utanacağım kısım şu ki üç kişiydik ve tek bir ses çıkaramadık. Korktuk, dilsiz şeytanlığa soyunduk resmen. Evlilikti, boktu, püsürdü diye başa bela almak istemedim. Sonradan fena yamuldum zaten, bir şekilde çıktı benden. Neyse. Naciya değirmenin suyunu soruyor bir noktada, Murat anlatıyor ve Naciya'dan tekmeyi yiyor bir güzel. Naciya, Murat'ın dürüstlüğünü ve ahlâkını beğendiği için yakınlaşmış ama yozlaşmayı görür görmez uzaklaşıyor Murat'tan. Bu bir musibet. Diğerinde yakayı ele verme olayı var, daha fena. Patlıyor adamımız. "Olaylardan her zaman önde olmuştum. İleriyi görme yeteneğim olduğundan değil, babamın söylediği gibi önceden olayların sonuçlarını kestirebildiğim için. Buna tedirginlik denirdi." (s. 86) Tedirginlik ortadan kalkınca, cep para görünce Murat rahatlıyor, parayı iade etme fikri ortadan kalkıyor, o sırada cortluyor zaten. Tabii bu cortlamanın bir hayal ürünü olduğuna dair "twist" var en sonda, okurun vereceği anlama göre değişir durumlar.

Toplumsal yozlaşmanın örnekleri ara ara veriliyor, mesela bir taksi şoförü dinden sapıldığı için ülkenin burnunun boktan kurtulmadığını söylüyor, ahlâksız insanların milletin bacısına hallenmesinden yakınıyor ama aynı haltı kendi de yiyor. Mısır dizilerinin insanları aptallaştırdığı söyleniyor bir yerde, Murat'ın gençliğindeki filmlerin güzelliğinden hiçbir şey kalmamış, diziler toplumun kökünü dinamitliyor. Bunun gibi bir sürü detay var.

Metin iyi. Ahvali anlatıyor. İnsanın kırılacağı noktayı da anlatıyor. Bir noktaya kadar hepimiz dayanabiliriz, umarım o nokta umduğumuzdan daha da uzaktadır.

26 Haziran 2019 Çarşamba

Petros Tatsopoulos - Yılın Yazarı

Tez yazacaksınız diyelim, çalışacağınız yazarı seçtiniz ve danışmana gittiniz. "Ölmüş bir yazarın metinleri üzerinde çalışırsan daha iyi olur," cevabını alabilirsiniz. Şimdi işler biraz değişmiş midir bilmem ama böyleydi bu. Neden, çünkü metinler ve muhtemelen yazar hakkında argüman üreteceksiniz ve yazar, diyelim ki argümanlarınızı değersizleştirecek bambaşka yollara girdi, değerlendireceğiniz metinlerin çok uzağına düşen metinler üretti zaman içinde, teziniz -eğer yeterince önemli biri olursanız- akademik camiada alay konusu olabilecek, tez danışmanınız da alaylardan nasibini alacak. Bu tehlikeyi daha en başta ortadan kaldırmak için ölülere yöneleceksiniz. Ölülere güvenebilirsiniz, abuk sabuk işlere kalkışmazlar. Tabii baştan çarpık bir eleştirel bakışın eleştirisini yapmaktan da imtina etmiş olacaksınız, argümanlarınızın belirli metinleri bağladığını falan söyleseniz de tartışmayı çarpıtmakta üstüne olmayan bilge eleştirmenler, akademisyenler sizi dinlemeyeceklerdir. Tatsopoulos karakterlerinden birine, "Ölüleri öldürün!" dedirtiyor, yenilik arayan kültür muhafızlarını bir iş için yaşayanlara yöneltiyor ve işlerin çığırından çıkma aşamalarını ele alıyor. Uç bir örnek üzerinden diri yazarların tercih edilmeme sebeplerini incelediği de söylenebilir. Beğendiğim bir çevirmenin elli yıldır ölü olmayan hiç kimsenin metnini okumadığını öğrendiğim zaman çok şaşırmıştım ama şaşırılacak bir şey olmadığını da çok geçmeden anladım, zaman rüşt ispatlamak için gereken payeyi kendiliğinden veriyor galiba. Belki de vermiyor, kim bilir, herkes kendi haritasını çiziyor. Yılın yazarını seçecek olsak, birkaç yazarla birlikte ortak bir harita çıkarmaya çalışsak iş çok zor olabilirdi veya yukarıdaki gibi kıstaslar kolaylaştırabilirdi işi. Metindeki edebiyat tayfasının kıstasları sağlam aslında, çevrilen onca dümene rağmen listeyi iki yazara kadar indirebiliyorlar kör topal, yine de iş ölü veya diri olmayı geçtiği noktada patlamaya hazır hale geliyor. Bu öngörülemez bir şey. Yapılabilecek hiçbir şey yok, skandala doğru adım adım ilerleyen bir süreci yakından görüyoruz, çok yakından.

İşte, yılın yazarını seçeceğiz, Frankfurt'a göndereceğiz, metinlerini yetmiş iki milletin diline çevirteceğiz ve yazarın zirzopluk yapmamasını umacağız ama yapacak, al başına belayı. Edebiyat dünyasında işler mamalamakla ve kulis oyunlarıyla yürüdüğü için birçok insan risk alacak, patlama halinde pek çoğunun koltuğu gidecek. Ulusal ve büyük bir olay olduğu için toplum nezdinde istenmeyen adam ilan edilmek de var işin ucunda. Milli Kitap Merkezi'nin müdürü Thoma Bakircis ortaya bombayı bırakıyor resmen. Bürokrat bir adam bu, kırk yaşında, Merkez'in diğer üyelerinin çoğu gibi yazar değil. "Dertsiz başını belaya sokmak için yırtınıyor. Dört tarafı kuşatılmış bir kalenin içinden, elinde süngüsüyle bir intihar saldırısına çıkmaya hazırlanıyor. Kim bilir? Belki de tekrar öz saygısını kazanmak ya da savaş meydanına şerefiyle ölmek istiyordur." (s. 6) İlia Huvarda söylüyor bunları, anlatıcı. Kırklı yaşlarını ikinci yarısında, yazmayı bırakmış bir yazar. Yirmili yaşlarının başında peş peşe yazdığı birkaç romanla ünlenmiş, "Hiddetliler" denen bir akımın öncülerinden olmuş İlia için Merkez üyeliğinin önemi ortalıktan tamamen yok olmamasını sağlaması. Sembolik bir maaş da alıyor, hovardalığının açtığı gedikleri ay sonunda kapatmaya yarayacak kadar. Babasıyla annesinin avukatlık günlerinde satın aldıkları evleri, dükkanları teker teker satıyor bu arkadaş, oradan gelen parayla geçiniyor ama sokakta kalacağı yıllar pek uzakta değil. Kurulun diğer üyelerine bakarsak Kültür Bakanlığı Edebiyat Masası Müdürü Lavrendi Kömürcoğlu'nu görebiliriz, Merkez'in hükümetle doğrudan iletişim kurabilen, belki de en güçlü üyesi. Ulusal Profesyonel Çevirmenler Birliği'nden biri var, kitapçıların temsilcisi var, yayıncıların temsilcisi var. Bunların arasında geçmişten gelen düşmanlıklar, dostluklar, kinler, sıkıntı çıkaracak bir dünya mesele var ama birbirlerini dizginleyebiliyorlar bir yandan. Bakircis arıza çıkarana kadar. İlk bölümde odadakilerin atışmalarına şahit olup kimin ne olduğu hakkında fikir ediniriz, Bakircis'e parlak fikrini veren karakteri de öğreniriz arada: Korina. Yirmilerinde bir kız, edebiyat ve felsefe eğitimi alıyor, ayrıca çok güzel. İnanılmaz güzel, herkesin dibini düşürüyor. Bakircis'le sevgililer, sonradan pek çok kişinin sevgilisi de olacak. Kısacası, bu kız edebiyat ortamını havaya uçuracak. Kültür Bakanı Diamandakis'le fotoğrafları çekildiği zaman yılın yazarı etkinliklerine gölge düşürecek, fitili ateşleyecek.

Sanat dünyasındaki karakterlerin ve tiplerin yoz davranışları, kişilikleri mizahi bir dille hicvediliyor, metnin temelinde bu hiciv var. Diamandakis'in geçmişini incelerken adamın ülkenin en parlak zihinlerinden biri olduğunu, herkesi şaşırtarak sosyalistlerin tarafına geçtiğini ve başbakanlığa oynadığını görürüz. Zayıf tarafı desteklerken birkaç başarı kazanır ama eleştirel tavırları çok sayıda düşman edinmesine yol açar, bir nevi sürgün olan Kültür Bakanlığı ellerinden öper. Yılın yazarı dalgası onun onayından geçecektir. Geçecek midir? Yazarların davetli olduğu bir etkinlikte bolca dedikodusu döner, sonra uyandırdığı ilgi kaybolur, sanatçılar genç kızlara yönelirler. İlia'yla Korina muhabbet eder, gelecekteki ilişkilerinin temeli atılır. Korina'ya göre İlia bir neslin kızlarını bile isteye elinden kaçırmıştır, yazmayı bırakarak iyice kaçırmıştır. Elinde bir tek Yazarlar Birliği kaldığı için herkesin suyuna gitmeye çalışan, sessiz bir adama dönmüştür İlia, eski günlerini özlemle andığını söyleyemesek de kaybolmaya yüz tutması canını çok sıkar. Bu sebeple Diamandakis'in yaşayan bir yazarın yılın yazarı olarak seçilmesini kabul edince önünde açılan yeni mücadele alanına dört elle sarılır, seçim sırasında görüşlerini sağlam temellere dayandırarak belirtir. Listeler hazırlanmıştır, insanlar onlarca ismi eleyip ikiye düşürürler: Maholi Pandazis, Andoni Manglinis. Biri eşcinseldir, diğeri alkoliktir. Alkoliğin etkinliklerde neler yumurtlayacağı bilinmediği için daha az kaotik olan eşcinseli seçerler. Manglinis'le ortak bir geçmişi olan İlia rahatsız olur biraz. Zamanında Manglinis kendisiyle ilgilenmiştir ama İlia pek yüz vermediği için aralarında konuşulanlar, yaşananlar sır olarak kalır. Öyle de kalmasını ister İlia, geçmiş günleri hatırlar. Anlatının geçtiği zaman 2000'li yılların başları, 2002 hatta. 1982'ye döneriz, İlia'nın ve şürekasının ortaya çıktığı zamanlara. Edebi tartışmalara ucundan dokunur İlia, onca yazara rağmen anlatıda edebi olana dair yegane bölüm bu olabilir. "Deneysel arayışlar! beceriksizlik, ukalalık ve tüyler ürpertici, akıllara ziyan cahilliğimize özellikle o ilk günlerimizde nasıl da meşruiyet kazandırmıştı!" (s. 84) "Hiddetliler" hareketinin isim babası olan kıdemli yazarın aslında kendileriyle dalga geçtiğini yıllar sonra anlar İlia, aydınlanma anı yaşar ve rol kesmekten başka bir halt yapmadıklarını düşünür. Reddettiği Manglinis'in kendisinden sonraki durağı olan, aynı kuşağın yazarı Luka Papulya gelir aklına. Luka da unutulma endişesi taşımaktadır, bu yüzden kışkırtıcı, spekülatif söylemlerde bulunur, röportajlarında ve yazılarında hemen hemen herkesi gömer, eleştirmediği kimse kalmaz. Sonradan karşımıza çıkacak bu adam, İlia'yla bir sebepten takışacak.

Seçimden sonra İlia'yla Manglinis'in yer aldığı bölümler ağırlık kazanır. Manglinis yaşlı, nispeten huysuz bir adamdır ve onunla ilgilenmek için en iyi tercihin İlia olduğu düşünülür. Hazırlanacak onca dinleti, ödül töreni, iş güç için sıklıkla bir araya gelirler, geçmişlerine dair konuşurlar, Manglinis'in doğduğu yerde, çocukluğunda yaşadıklarıyla alakalı anıları dinleriz. Arıza daha en başta çıkacak gibidir zaten ama Manglinis'ten bağımsızdır; cumhurbaşkanı bir törenin programı kendisinden habersiz bir şekilde değiştirildiği için küplere biner, sorumluların kellelerini ister. İlia Birlik'ten ayrılsa da komitenin işlerini yürütmeye devam etmektedir. Adam elinden geleni yapıyor, Manglinis'le uğraşıp her şeyin yolunda gitmesi için uğraşıyor bir yandan, zor iş. Başka arızalar da çıkıyor, Diamandakis'le Korina'nın manşetlere çıkmaları gibi pek çok olay etkinliklere gölge düşürecek gibi oluyor, yine de kurtarıyorlar durumları. Son olaya kadar. Manglinis, memleketindeki etkinlik için konuşmacı olarak Luka'yı çağırıyor, üstelik iletişimi İlia'nın kurmasını istiyor. Bu iki düşman yazar buluşuyorlar, atışıyorlar bir süre. Sonrasında Luka bombayı patlatıyor; Manglinis bir ortaokul çocuğuna sarmış, çocuğu öpmüş, bir sürü şey. Çocuğun babası da uyanık itin tekiymiş, her şeyi çekmiş, görüntüler varmış elinde. Bir miktar para sızdırmış Manglinis'ten, sonrasında bu yılın yazarı olayını duyunca daha fazlasını istemiş ama Manglinis reddetmiş, o günün ertesinde baba Manglinis'i arayıp televizyonu açmasını istemiş.

Facia. Yılın yazarı çok fena işlere karışmış durumda. Üstelik Merkez de ayvayı yemek üzere, zira Manglinis'in çocuğa tutulmasından dolaylı olarak sorumlu. Etkinlikler kapsamında düzenlenen bir fuara çağrılan okulların gönderdikleri öğrencilerden biri işte o çocuk. Üstelik medyaya da yansımış durumda. Her şey tepetaklak. Acı son. Rezillik. Neden ölüleri yılın yazarı seçtiklerini bu olaylar başlayınca anlıyorlar. Üstelik alkolik olmayan bir adamı seçtikleri için birbirlerini kutlarlarken düşünmedikleri tek şey gerçekleştiği için daha da pişmanlar; alkolik adamın öngörülebilir çıkıntılıkları olur ama alkolik olmayan bir adamın alkolle münasebeti faciaya daha da açıktır.

Çarpık ilişkiler, tamam. Sönük yıldızların parlamaya çalışmaları, tamam. Katakulliler, tamam. Leş sanat ortamı, o da tamam. Ari Çokona çevirisi, bu da süper. Okunası.

24 Haziran 2019 Pazartesi

Aydın Arıt - Gemi

Aydın Arıt'ı biraz araştırdım, üzücü bir hikâyesi var. Arka kapaktaki bilgilerle Arıt'ın kız kardeşi Ömür Arıt de Andrea bir röportajından topladığım bilgileri derleyeceğim. 1926'da doğuyor Aydın Arıt, babası ölünce halasının yanında yaşamaya başlıyor, kardeşi annesiyle kalıyor. Halası Aydın'a pek iyi davranmıyor, çocukluğun neşesini delik deşik ediyor. Birkaç yıl sonra Ömür Arıt dayanamayıp kardeşini eve getiriyor, aile bir araya geliyor. Robert Kolej'deki eğitimini yarıda bırakıp ABD'ye gidiyor Aydın Arıt, orada iki yıl takılıp Türkiye'ye dönüyor ve yazmaya başlıyor. Yazdığı oyunlar sahneleniyor, övgüler alıyor. Bu kadar. Yavaş yavaş unutuluyor yazar, sanat dünyasına küsüyor ve taslakların ötesine geçmiyor. Son on beş yılını sessizlik içinde geçirip 2003'te vefat ediyor. Kardeşinin çabalarıyla oyunlarının yakın zamanda tekrar sahnelendiğini görüyoruz, Ömür Arıt abisini çok sevmiş belli ki, şu röportajdan anlaşılıyor. Birçok oyun, üç roman, çok sayıda çeviri, bir hayattan geriye kalanlar bunlar. Sapıklar adlı romanının basıldığını görebilmiş Aydın Arıt, Siyamlı İkizler tefrika edilmiş, Gemi'nin basıldığını görememiş. Metin 2004'te kitaplaşmış, muhtemelen abisinin evindeki metinleri derleyip toplayan Ömür Arıt'ın ve oğlu Can'ın katkılarıyla. Oyunlarını Mitos Boyut Yayınları basmış, üç cilt halinde. Elimizdeki metinler bunlar. Yıldız Kenter'e göre "Pintervari" oyunlar yazmış Arıt, denk gelirsem gidip izleyeceğim. Bunların dışında garsonluktan benzinciliğe, gemicilikten gazeteciliğe pek çok iş yapmış Arıt, tanıdığı insanların haddi hesabı olmasa gerek. Gemi'deki karakterlerin doğallığı, olayların gerçekçiliği bu temel üzerinde biçimleniyor.

Golding'in gemide geçen bir üçlemesi var, yolculuk boyunca İngilizlerin aristokratik gözlerinden sosyal statülerin, etiğin ve ahlakın kurulup yıkılma aşamalarını görürüz. Gemi'de buna benzer bir şey var. Geminin kaptanı, ikinci kaptanı, üçüncü kaptanı, tayfalar falan. Miço da olsaymış tam olurmuş. Kırk civarı insanın yedi yüz küsur günlük yolculuğunda onca gerginlik, kavga, gürültü arasında gördüğümüz şeylerden biri, sömürünün karasının gemisinin olmaması. İkincisi, geminin de bir nevi ormana dönüşebilmesi. Güçlü olan diğerlerini sindirebiliyor, tabii hınç büyüdükçe intikam da büyük oluyor. Bir örnek, Arıt'ın metni oluşturan kısa bölümlerinden birinde geçen matrak bir olay: Geminin sahibi olan armatör, uğradıkları bir ülkedeki demir kadar sert bir kereste türünden satın alma emri veriyor. Kızına evlilik hediyesi yaptıracak o keresteden. Kaptan da aynı keresteden almak istiyor ve masrafları tayfanın maaşından kesiyor, keresteler armatörün kızına düğün hediyesi sözde. Anlatıcımız olan Katip bu duruma karşı çıkıyor, Kaptan'la konuşuyor. Kükrüyor Kaptan, daha kötü bir muameleyle karşılaşmamak için çenelerini kapamalarını söylüyor. Katip hemen bir plan yapıyor, termit kraliçesi buluyor bir yerden, şekerli suyu kerestelerin kilitlendiği bölüme boca edip salıyor kraliçeyi. Armatörün bulunduğu ülkeye geldikleri zaman kapı açılıyor, kerestelerin yerinde talaştan başka bir şey yok. Paralarına el konan tayfa böylece intikam alıyor, haksızlık karşısında birleşebiliyorlar ama birbirlerine karşı pek de merhametli değiller. Katip'i ele alalım, tam chaotic neutral. Metinde Türkiye haricinde hiçbir ülkenin ismi verilmiyor ama bu herifin okumak için gittiği ülkenin ABD olduğunu söyleyebiliriz sanırım. Üniversite okumaya gidiyor ama siyasi işler, eylemler derken aranılan biri haline geliyor, polisler peşine düşüyor, herif kaçıyor ve limandaki gemimize sığınıyor, altmışlarındaki Kaptan'ın oluruyla katip olarak çalışmaya başlıyor. Hikâyesi bu, arka planı pek bilmiyoruz ama zamanında eşitlik, hak, adalet için savaştığını biliyoruz. Gemiye ayak basar basmaz değerlerini yeniden sorgulamaya başladığını da biliyoruz, diğer tayfaların hayatlarını kaydırması geçmişiyle çatışma yaşadığını gösteriyor. Gerçi gemide insanlığa dair bir şey görmek pek mümkün değil, daha en başta Kaptan'ın yemeğini götürmeye çalışan bir tayfanın fırtınada denize uçtuğunu, Kaptan'ın bu durumu umursamadığını görürüz. Tayfalar çıkar çatışmalarında birbirlerini satarlar, daha büyük bir kötülüğe karşı birleşmeleri dışında birbirlerinin kuyularını kazarlar. Kaotik bir ortamda hayatta kalmak için insani değerleri askıya almanın gerekli olduğunu düşünüyor Katip, böylece araya kaynayıveriyor.

Kısa bölümlerden, yolculuğun farklı evrelerini anlatan öykülerden mürekkep bir metin. Arada Katip'in ABD'de bıraktığı kırığından gelen mektupların tıpkılarına yer verilmiş, böylece Katip'in geçmişte yaşadıklarını öğreniyoruz, kişiliği hakkında da fikrimiz oluyor biraz. Kadının mücadeleye devam ettiğini görüyoruz bir müddet, sonrasında o da su koyveriyor. Bir neslin zorbalıkla mücadelesinin de resmi bu, Arıt'ın gözünden. Neyse, hemen her bölümde Katip'in sabit kalması kaydıyla farklı karakterleri görebiliyoruz. Bir tane Karadenizli var, çok matrak bir adam. Deli Tufan. Erkan Can'ın Temel'ini hatırlatıyor. Gemide'nin de etkisi var bunda. Aslında meselesi biraz daha farklı, bir de küfürsüz bir Gemide bu metin. Diyaloglar biraz daha az kurmaca havası taşısaymış benzerlik daha belirgin olurmuş ama, eh, yine de iyi. Arıt da gemicilik yaptığı için yüzlerce gün boyunca denizde oradan oraya gitmenin, yük indirip bindirmenin, kadınların ve alkolün hızını artırdığı günlerin hissettirdiklerini kanlı canlı sunmuş. Sıkıntılı bir yaşamı eğlenceli hale getirmenin sayısız yolunu da göstermiş, mesela meyhane vakası. Katip ve birkaç arkadaşı yabancı bir ülkede dolanırken bir şeyler içmek için bara giriyorlar, barın sahibi bizimkilere Türkçe bilip bilmediklerini soruyor. Türkçe bilmiyor aslında, sadece tek bir cümle biliyor, onu söyleyip duruyor. Konuştuğu dili bizimkilerin bilmediğini düşünüyor ama Katip biliyor, muhabbet ediyorlar bir süre. Mekana birileri geliyor, barın sahibinin arkadaşları. Sohbet ediyorlar kendi aralarında, konuştukları dili Katip biliyor yine ama sahibin bundan haberi yok. Atıp tutmaya başlıyor, Türkler şöyle rezil, böyle kepaze ama yola gelirler hemen. Bu tırşo geliyor, bizimkilere, "Türkçe biliyor musunuz?!" diye bağırıyor ve arkadaşlarının yanına dönüyor, hava atıyor. Katip arkadaşlarına durumu anlatıyor, bizimkiler Türklerin gücü konusunda örnek sunmak istediklerini söylüyorlar ve mekanı dağıtıyorlar bir güzel, kimse sesini çıkaramıyor falan. Böyle hikâyeler var, can sıkıntısından ve anlamsızlıktan ne yapacaklarını bilemiyor insanlar.

İlginç meseleler var, birkaçına değinip bitireceğim. Bağımsızlığına yeni kavuşmuş bir ülkeye yanaştıklarında kıyıda bir dünya insan görüyorlar, çılgınca bir kutlama var, bağırıp çağırıyor millet. Bizimkiler ne olduğunu anlamıyorlar, süslü püslü bir adamın maiyetiyle birlikte gemiye çıkmak istediğini görüyorlar. Bizimkiler anlamıyorlar durumu ama seviniyorlar bir yandan, sıcak bir karşılama sonuçta. Kaptan da şıkır şıkır giyiniyor, heyeti bekliyor. Adam geliyor, hararetle el sıkışılıyor ve mesele anlaşılıyor; bizim bayrağı uzaktan Sovyet bayrağı sandıkları için kutlamalara başlamışlar. Aynı hızla iniyorlar gemiden, arazi oluyorlar ve uçuk bir liman parası bindiriyorlar. Gerçi pek koymuyor, Kaptan'ın bilgisinin dahilinde ve haricinde her türlü kaçakçılık yapılıyor, yasa dışı mallar taşınıyor, alınıp satılıyor, bir dünya illegal iş dönüyor gemide. Tam bir pislik yuvası aslında. Bizim eleman da gemideki doktoru kullanarak bir dünya para kazanıyor ama karaya çıktıkları bir gün Kaptan tarafından düdükleniyor, parası gidiyor elinden. Bir dünya katakulli var hemen her bölümde, bir dünya macera, ihanet. Ahlak kaygısı kendini zaman zaman gösterse de önemsiz bir boyutta kalıyor. Hans'ın olayını anlatmalıyım burada. Hans gemiye aşçı olarak alınıyor ve bir gün buzlukta kilitli kalıyor. Çıkaramıyorlar bir türlü, Kaptan da soğutucuyu durdurmama emri veriyor. Onca yiyeceğin bayatlaması açlıktan ölmek demek, bir tayfanın ölmesi daha mantıklı. Neyse, bir işler dönüyor ve kesiyorlar elektriği, bu sefer de içerisi aşırı sıcak oluyor, kapıyı açabildikleri zaman leş kokusu çarpıyor burunlara, Hans yarı baygın bir şekilde ve su içinde çıkarılıyor oradan. Şanslı adam, ölmeden kurtuldu ama ciddi şekilde yaralananlar veya darbe yapılan ülkelerden birinde askerler veya isyancılar tarafından öldürülen tayfalar da oluyor. Aşk hikâyeleri, parasızlık, huysuzluk, başa dert açacak milyon tane şey var, tayfalar için seçmesi kolay.

Anı derlemesi gibi gözükse de bayağı anlatı bu aslında. Yeni de bir şey, bizde böyle yolculuk boyunca değişen çok karakterli, olaylı bir metin varsa da ben bilmiyorum, ilk kez karşılaştım, çok hoş. Kesinlikle dikkate değer, okunması gereken bir metin. Aydın Arıt'a hakkını vermeliyiz. Bence.

23 Haziran 2019 Pazar

François Nourissier - Köpeğime Mektup

Yalnızlık, içe çekilmek, toplumdan uzaklaşmak, insanlara katlanamamak, kahve yapmışken sigaranın bittiğini fark etmek, duşa girince su ayarını milimetrik hassaslıkta kotarmaya rağmen bir anda soğuk suya maruz kalmak gibi sebeplerden ötürü -son iki sebebi salladım ama benim köpeğim olsa bunları kesin eklerdim- Nourissier tatlı köpeğine bir dünya mektup yazıyor. Sadece köpeğine değil, kendine de yazıyor. Yoksa metin-gerçeklik-kurmaca üçlüsüyle alakalı bir köpeğe ne yazılabilir? Belki Butor'nun Roman Üzerine Denemeler'ini okuması salık verilebilir ama mahluk ileri seviyede bir okursa o zaman Mehmet Sait Toprak'ın Talmud ve Hadis nam araştırmasına yönlendirmek faydalı olabilirdi, böylece sözlü kültürle yazılı kültür arasındaki farklara kadar geriye gider, belki de Sokrates'in sözlü kültürü sürdürme çabasına karşılık patisini uzatarak elden gelebilirdi, eğer rüyasında bir insan olduğunu gören köpeklerden biri olmasaydı. Ben gördüm, gören de vardır, kimse öyle bir şey görmedim demesin. İnsan merkezci yaklaşımdan çıkıp köpeği köpek olarak görmek bu aşırı yorumun, hatta zevzekliğin çok ötesine, metnin özüne yaklaşıldığı anlamına geliyor. Hayvan Olmak'ta tam anlamıyla bir hayvan olunamayacağı söyleniyordu, doğrudur, ileride bunun mümkün olacağını düşünüyorum ama şu an için bir kamyon empati atsak üzerimize, ormanda yatıp kalkarak hayvanlaşmaya çabalasak, ne yapsak nafile. Bu yüzden Nourissier'nin izleklerini takip ederek bir köpeğe mektup nasıl yazılır, neden yazılır, her mektup bir cevabı da içinde taşır mı, böyle sorulara cevaplar arayacağız ve kuçu kuçunun kulaklarının arkasını fış fış okşayacağız. Metin 1970'li yıllarda yazılmış, Polka ve Nourissier çoktan öldü ama sevgi yaşıyor işte, elimizdeki metnin ortaya çıkışına yol açan olay kadar rastlantısal ve doğal bir sevgi. Yazar New York'ta, köpeğini gezdiren bir adamı izliyor. Sonra olan şu: "Kitapların üzerimize garip bir saldırışları vardır. Onları çok uzakta, soyut, dile gelmez sanırız. Bir olay, onları birden, amansız, baştan çıkarıcı gerçeklikleriyle ortaya çıkarır: O sırada çok zamandır içimizdedirler. Senin öykün de öyle Pola. İçimdeydi, ama nasıl bilebilirdim? Bir işaret bekliyormuş." (s. 7) Bu çok ilginç bir durum, şu anda yaptıklarımızın ve yapacaklarımızın toplamıyız ama geleceği henüz deneyimlemediğimiz için bu toplamı eksik görürüz, henüz bir araya gelmemişiz gibi hissederiz. Neyi yazacağımı veya yazmayacağımı bildiğimi iddia etme cüretini göstereceğim şimdi, tepemde dönüp duran buluta sürekli bir şeyler atıyorum. Herkes kendi bulutuna atıyor. Sanattan, yaşamdan sayısız veriyi alıyoruz, atıyoruz yukarı. Sonra bir şey oluyor, yoğunlaşma diyeyim, aşağı bir "şey" iniyor. Aslında ne olduğunu biliyorduk ama sezgisel bir düzeyde kaldığı için biçimini kestirebiliyorduk ancak, tam bir oluşa varmamıştı. Varlığından emindik bir tek. Bu şekilde bir öykü yazdım en son, bir saat içinde on Word sayfasını doldurdum. Masadan kalktım, hiçbir şey düşünmeden direkt uyudum. Kendimi tükettiğimi hissetmiştim, sıklıkla olan bir şey değildi. Sonrasında başka bir öyküye başladım, iki aydır birkaç sözcük çıkarmak için eşeleniyorum, ilerlemiyor. Başka öykülere başladım, onları yarıda bıraktım, buna dönüp duruyorum. Konu bence çok ilginç ama biçim oluşmamakta direnirse buluta geri fırlatacağım elimdekini, belki başka bir biçimin parçası olur, belki de hiçbir şey olmaz. Bu da bilmeye dahil değil mi? Orada bir şey olduğunu biliyorum, yeterli. Neyse, Nourissier bir "parlama anında" çekip çıkarıyor metni, iki yılda tamamlıyor. İki yıl tek bir zamana sıkışmış durumda, yoğunlaşmanın zamanında.

Polka'nın davranışları, huyları, insanların davranışları, huyları, genel olarak huylar ve davranışlar üzerinden gideceğiz. Örneğin köpeğin tembelliğini ve kayıtsızlığını Nourissier'nin öğrenci hareketleri zamanındaki durgunluğuna ve kayıtsızlığına bağlandığını görünce, kalıp davranışların türler arasında benzer biçimlerde ortaya çıktıklarına dair bir şeyler okuyunca anlamın kayıp gittiğini, ortak bir zeminde buluştuğumuzu göreceğiz. Köpekleşiriz, insanlaşırlar. İnsanın merkezden çıkarılmasıyla aramızdaki fark belirginleşir ama Nourissier o kaygan alana doğru ilerler ister istemez. Köpeklerin bizi tedirgin bir biçimde dinlediklerini, konuşmalarımızın onlara müzik gibi geldiğini düşünür. Sesimizin tonundan hissettiklerimizi anlarlar, bakışlarımızdan da anlarlar, yazarın hassasiyeti hayvanlarla bu yönden bir yakınlık kurduğunu gösterir. Sokak hayvanlarını, savaşta kullanılan hayvanları düşünür, onların yalnızlıklarını ve üzüntülerini hissedebildiğini söyler. Bunların yanında pis kokularını ve şaşkın bakışlarını duyumsadığını da söyler, yine de Polka iğrenilesi bir hayvan değildir, zira hayvan iğrenilesi bir varlık değildir. Hayvan hayvandır. Yaşlanır, ölür. İnsan bu duruma üzülür. Kendi sonluluğunu düşünerek üzülür, alışkanlıklarını yitirdiği için üzülür, sevgisini paylaştığı canlıyı bir daha göremeyeceği için üzülür. Polka da yaşlı bir köpektir, atlayıp zıplamaları sona erdikten ve nefesi kokmaya başladıktan sonra sevginin niteliği değişebilirdi ama Nourissier böyle bir değişimin gerçekleşmediğini düşünür, sanki kendisi hiç büyümemiş, zaman geçmemiş, bir şeyler değişmemiş gibi. Bir canlı, başka bir canlıyı zamanın bir yerine sabitler. O zamanı hatırlayıp hatırlamamak türün özelliklerine ve zihnin durumuna göre değişir. Yazar, Polka öldüğü zaman bütün bu yazdıklarını unutmuş olabileceğini düşünür ve üzülür ama sürecin doğallığından ötürü pek de isyan etmez, sadece yeterince hakkını vererek yaşayıp yaşamadığını sorgular.

Metin kısa bölümlerle biçimlendirilmiştir, her bölümün ayrı bir mevzusu vardır. Bir bölümde romanın anarşiye kapı araladığını okurken takip eden diğer bölümde yazınsal yaşamların olağanlığı üzerinden bir metni olağanın dışına çıkarma biçimleri irdelenir, hemen ardından köpeklerin osuruklarından, fütursuzca yiyip içmelerinden bahsedilir. Hızlı geçişler baş döndürür, iyidir bu. Belirli bir odak yoktur, varsa da Polka'dır ama Polka da değildir, parıltı karma bir metin ortaya çıkarır. Yirmi yaşın düşüncesinde köpeklere duyulan sevgisizliğin kırklı yaşlarda zıt kutba ulaşmasını romanın şiirle temas ettiği noktalarda aramak, kendi sanatını sorgulayan bir sanatçının en ince duyarlılıklarını göstermek için sıkı bir yöntem. Devam edeyim, yazara göre yazmanın hiçbir soyluluk sağlamaması baş döndürücü tutkuları gidermenin yanında göze alınabilir. Yazar olarak bir soyluluğunuz olduğunu düşünüyorsanız tabii. Hırpalanmayı göze almak gerekir bir şey üretmek için, tedirgin olmayı da göze almak gerekir. Aslında sürekli bir tedirginlik hali. Etkilenme endişesinden anlatının başını alıp gitme tehlikesine kadar korkulacak pek çok mesele varken ne cüret aslında. En sağlamından. Sanatın sürerliğini cüretler toplamına indirgemek istemiyorum ama öze en yakın noktalardan biri de bu. Köpeklerle ilgili yazılmış milyon tane metin varken Nourissier neden bir tane daha yazmak istesin? Cüret edebildiği, düşüncesince köpekleri kimse onun gibi yazamadığı için. Yeterli. Bir kere Polka evi yuvaya çevirmeden çok yetenekli, sırf bu yüzden bile bu metnin yazımı için bir sebep doğmuş oluyor. Yazar ve eşi -görünürde- sıkıntılı bir hayatı paylaşıyorlar, aralarına giren mesafeyi bir türlü kapatamıyorlar, ta ki Polka bir gün eve gelene kadar. Yüz papel ödüyor Naurissier, köpeği alıp evine geliyor ve o evin havası, iki insanın yaşamı değişiyor. Süper.

Ne güzel mektup, Polka'ya yollanmışsa da cevabı çoktan elde edilmiş. Paris, New York, Fransa, Avrupa, her yerden yankıları duyuluyor, Nourissier gittiği her yerde Polka'yı ve dolayısıyla yaşamını düşünüp kendilikle ilgili sezgilerini bir araya getiriyor, bu metni adım adım oluşturuyor. Çok iyi.

22 Haziran 2019 Cumartesi

Olivier de Marliave - Hadımların Dünyası: Çağlar Boyunca Hadımlık

Lord Varys'i düşünelim. Çocukken satılıyor, yeni sahibi tarafından hadım ediliyor, sonrasında diplomasi yeteneğini geliştiriyor, istihbarat ağı kuruyor, diyarın esenliği için kralları indirecek konuma geliyor. Taraf değiştiriyor, Targaryen cenahına geçiyor ve yine diyarın esenliğini düşündüğü için öldürülüyor. Çin saraylarından Osmanlı haremlerine kadar dünyanın pek çok yerinde örneği görülen hadımlardan biri Varys, taht kavgaların körüklemesinin veya söndürmesinin sebeplerinden yola çıkarsak insanı değil, diyarı düşündüğü çok açık. Hadımların kendilerince nedenleri var, tahtı ele geçirmek isteyenler askerle işbirliği yaparak tepedekilerin kellesini uçuruyorlar ve boşalan yerlere kendi adamlarını yerleştiriyorlar. "Bizans entrikası" dendiği zaman bunu anımsayacağız, yazarın detaylarıyla anlattığı katakullileri okuduğumuz zaman Varys'in sütten çıkmış ak kaşık olduğunu görüyoruz. Aynı şekilde Osmanlı'da da devam ediyor mevzu, direkt miras almışız adamlardan bu hadım olayını. Köle ticareti de işin başka bir boyutu. Rus hadımlar meşhur, Hindistan'dakilerle birtakım ortak ritüellere sahipler. İtalya'daki ses sanatçısı hadımlar da işin içine katılmış, ortaya muazzam bir inceleme çıkmış. Detaylar yer yer mide bulandırıcı olabiliyor, coğrafyadan coğrafyaya cerrahi farklar var ama yöntem hemen hemen aynı: Takım taklavatı bir kayışla, iple, saracak bir şeyle iyice sar, sonra bıçağı al ve tek hamlede ne varsa kes. Korkunç. Tıbbın ilerlemesiyle birlikte anestezi yapılmaya başlanmış ama çok acemice, ot falan yedirmişler hadım olacaklara, sonrasında da yaraya sürmüşler falan, facia. Enfeksiyon yüzünden hadım edilenlerin yarıya yakını ölmüş, ortalamaya vurunca ortaya çıkan sonuç bu. Kaderler benzer, hadımlığın hikâyesi de benzer, dünyanın her yerinde. "Günümüzde Mumbai'nin banliyölerinde yaşayan Hintli hicralar ("hadım"), Rus Skoptzy'lerle benzerlikler gösterir çünkü hadım edilmenin her zaman dinle ve kutsallıkla yakından ilgisi olmuştur. Tüm dünyadaki hadımların en büyük ortak noktası belki de budur." (s. 11) Asur'un kraliçesi Semiramis'e dayandırılıyor hadımlığın doğuşu, savaş esirlerini hadım ettirirmiş. Cinsel organların savaşlarla ilintilenmesi aşağılama maksadıyla doğuyor, bir Mısır firavunu muydu, Mısır ordusunu dağıtan bir başka komutan mıydı, dev bir penis heykeli yaptırıyordu bir savaştan sonra. "Sizi becerdim, buna bakıp bakıp hatırlayın," demek istiyor. "Saksıya fesleğen gibi oturturum" anlamı da çıkar. Neyse, hadım etmenin başta prostat hastalıkları olmak üzere pek çok hastalığı iyileştirdiği bilindiğinden tıbbi bir uygulama olarak da görebiliriz bu işlemi ama nadirdir, yazarın niyeti daha çok sosyal, psikolojik ve tarihi açıdan hadımlığın sürdürülmesinin ve sona erdirilmesinin aşamalarını incelemek. Farklı bölümlerde farklı coğrafyaların hadımları inceleniyor, ilk sırada Çin var.

Yasak Şehir'de yaşamış son hadım, Sun Yaoting 1996'da öldüğünde imparatorların Çin'inden geriye hiçbir şey kalmadığı söyleniyor. 1911'de cumhuriyetin ilan edilmesinden ve Mao'dan sonra silinmeye çalışılan imparatorluk zamanlarından son bir kalıntı Yaoting, evlatlığıyla birlikte uzun yıllar yaşadıktan sonra Pu Yi'yle çıktığı yolculuğun, bir zamanların şanlı sarayının anılarıyla birlikte gömülmüş. Feodal Çin'den geriye hiçbir şeyin kalmaması için uğraşan Kızıl Muhafızlar Yaoting'in hazinesine el koymuşlar, adam yoksulluk içinde yaşamış. İronik bir şey, adamın hadım edilmesindeki amaç yoksulluktan kurtulmak, iyi bir yaşama kavuşmaktı. Babası Yaoting'i hadım ettirirken çocuğun saraya alınacağını umuyormuş, umduğu gibi de olmuş. Kesilen alet edevat hadımlara teslim edilirmiş, yaşamları boyunca korurlarmış organlarını. Yaoting de korumuş, az daha ölümüne sebep olan işlemin bir anısı olarak. Anı kısmı kendisini bağlıyor, ritüel aslında. "Eksiksiz bir erkek" olarak bir tek imparator kalabiliyormuş Yasak Şehir'de, hadımlar organlarını belki de eksik olduklarını hatırlamak için taşıyorlardır. Neyse, hadımların kalleş ve komplocu oldukları düşünülürmüş, bu inanç Konfüçyüs'ün öğretisine dayanıyormuş. Beden bütünlüğü anneye ve babaya saygı duymanın temeli olarak görüldüğü için hadımlar mimlenirmiş. Gerek kıyafetlerinden, gerek bedenlerindeki değişimlerden hemen ayırt edilirlermiş zaten. Kötü kokarlarmış, idrar enfeksiyonu yüzünden. Çubuk veya borumsu bir şey takıyorlarmış idrar yolu için, leş bir şey. Kana karışır o be. Kamburlaşırlarmış, göğüsleri gelişirmiş ve sesleri incelirmiş. Ses inceliğine İtalya cenahlarında rastlayacağız. Hadımlarla alimler arasında iktidar savaşları yaşanırmış, Tyrion ve Varys geliyor akla yine, ilk zamanları tabii. MÖ 1100 yılında saraya girmiş hadımlar, Zhou Hanedanlığı sırasında. İmparatorların sahip oldukları hadım sayısı iki bini bulmuş zaman zaman, çevirdikleri entrikalar muazzam olmalı. Cinsel yaşamlarına baktığımızda takma penislerle ve prostat uyarılmalarıyla idare ettiklerini görüyoruz, genelevlerin daimi ziyaretçileriymişler. Aralarından mucitler ve kaşifler çıkmış, en ünlüsü Zheng He. Amerika'yı keşfeden ilk kaşiflerden olduğu düşünülüyor.

Hicralara geldik, Hindistan'a. Hukuk mücadelesi vererek tanınmalarını sağlamışlar, büyük olay. Toplumsal baskı, kast sistemi gibi arızalar yollarından alıkoymamış. Çoğu fahişelikle geçiniyor, düzenledikleri festivallerle umacı olmadıklarını anlatmaya çalışıyorlar. Bu arkadaşların hadımlık ritüelleri biraz korkunç. Kan akıtmaları gerekiyor, bu yüzden cinsel organlarının kan toplamasını sağlıyorlar. Eh, buna tamam diyoruz ama alet kesildikten sonra kazığa oturtulmak nedir? Anüs parçalanması sonucu kadın cinsine eriştikleri düşünülüyormuş. Çekiciler bu arada, çok güzeller. AIDS'e kolaylıkla yakalandıkları için Güney Afrika'dan sonra AIDS'in dünyada en sık görüldüğü yer Hindistan, istatistiklere göre. Tek başlarına bu durumdan sorumlu olmasalar da sayıları epey tırmandırdıkları açık. Yaşadıkları özel yerleşim yerleri var, izole edildikleri söylenemez ama toplum kendilerini tam olarak kabul etmiş değil. İnandıkları tanrılara ibadetlerini sürdürüyorlar. Gazneli Mahmud'un hadımlarla yaşadıklarına dair hikâyelere geçerek tarihçelerine de bakmış oluruz. Bu hükümdar yılda en az bir kere Hindistan'ı yağmalarmış, köle toplamak için. Bir veziri çok yakışıklı bir hadıma sahip olduğu ve bunu kendisine söylemediği için evi basılmış, sonrasında işkence sehpasında öldürülmüş. Hadım doğruca Gazneli'nin odasına. İngiliz sömürgeciliği zamanlarından ilginç bir hadise de sömürü amacıyla Hindistan'a gelen ilk İngilizlerin şatafat ve görkem içinde kaybolup Hint adetlerini benimsemeleri. James Achilles Kirkpatrick nam bir yerleşik lord din değiştirerek Müslüman olmuş ve on dört yaşında bir kızla evlenmiş. Süper.

Afrika'daki köle ticareti. Osmanlı zamanında da var, Osmanlı'dan önce ve sonra da var. V. Mehmed Reşad hadımlara ve kölelere düşkünmüş, bu yüzden Afrika'daki köle ticareti Osmanlı'nın son zamanlarına kadar çok önemliymiş. Etiyopyalı köleler siyahi kölelere göre daha değerliymiş, ten renginden ve vücut yapısından ötürü. Hadım edilen köleler, edilmeyenlere göre on kat daha pahalıya satılırmış. Müslümanların köle edinmelerinin yolunu yapan dini meseleye de yer veriliyor; siyah ırkın sürgüne gönderilen Ham'dan geldiği düşünülüyor, Nuh'un oğlundan. Dolayısıyla mubah, al-sat yapıp para kazanılabilir, yolda başa bir şey gelir de para lazım olur diye bir tanesi yanda taşınabilir. Eşya gibi. Java'ya kadar gitmiş köleler, sayıları milyonlarla ifade ediliyor. Afrika'nın çektiğini başka hiçbir kıta çekmemiştir herhalde, 9. yüzyıldan kalma bir Endonezya yazıtına bakılırsa Asya'ya bile köle satılmış. Öbür yandan ABD'ye götürülen köleler var. Sağlı sollu. İnsanın insana ettiği korkunç.

Bizans ve Osmanlı zamanında İstanbul'daki hadımlar, ses sanatçıları ve Rus hadımlar sonraki başlıkları oluşturuyor. Osmanlı zamanındaki işler çok ilginç ama Bizans'ın kaotik ortamıyla karşılaştırılamaz sanırım. Osmanlı Bizans'tan olduğu gibi almış bu hadım olayını, güç kaybetmesinin bir sebebi aslında çok açık.

Güzel bir araştırma, iflah olmaz meraklılar için birebir.

18 Haziran 2019 Salı

Burhan Günel - Başka Bir Yaz

Beşiktaş'ta bir sahaftan aldım bunu, sahaf abi Burhan Günel okumamı önerdi. Hiç okumamış olmama şaşırdı, daha fazla gecikmemem gerektiğini söyledi. Günel'i kırk yıl önceki tartışmalardan biliyordum, Hayri K. Yetik'in Edebiyatta (Ç)alıntı metninde mevzuyu anlattığı bölümlerden. 1981'de Günel'in yazko edebiyat'ta çıkan bir yazısı var, Adalet Ağaoğlu'nun Bir Düğün Gecesi adlı romanının Aldous Huxley'nin Ses Sese Karşı nam eserinden esinlenilerek yazıldığını söylüyor, iki metin arasındaki benzerlikleri inceliyor. Az buz bir şey değil, ciddi bir karşılaştırma yapılmış ve Mina Urgan'dan Gürsel Aytaç'a pek çok insan Gürsel'e ciddi ciddi saldırmış, iddialar üzerinden değil de odağı saptırıcı pek çok alakasız mesele üzerinden. Sonuçta Ağaoğlu da saldırmış ama yazının içeriğini değil, Günel'in kişiliğini esas alarak. Günel'in argümanları sağlam olsa gerek, Ağaoğlu'nun süper bir yazar olduğu, Günel'in "kopya" manasında bir şey söylememesine rağmen tartışmanın bu yöne çekildiği, Türk romanının pek müthiş bir hale geldiği için böyle şeylere gerek duyulmadığı savlarının meseleyle alakasının olmaması düşündürücü. Başka bir tartışma, Pınar Kür'ün Bitmeyen Aşk'ının Günel'in Eski Desenler adlı romanıyla önemli benzerlikler taşımasından doğuyor. Yine aynı tarife, Pınar Kür hakaret ediyor ve yazın dışı gerekçeler sunuyor. Yetik'e göre esinlenmeyle yürütme arasındaki farkların ortaya konabilmesi için önemli tartışmalar bunlar ama unutulup gittiğini görüyoruz. Tartışma kültürümüzün olmadığını da görüyoruz, iş dönüp dolaşıp klik dışına atmaya veya tartışmayı sulandırmaya dönüyor. Günel gibi iyi bir yazar daha çok konuşulmayı hak ediyor, ne bileyim. Başka Bir Yaz'a baktığımda son derece sağlam bir anlatı görüyorum, anlatıcı karakterin büyümesiyle birlikte anlatım da derinleşiyor örneğin. Geçmişin şimdinin merceğinden görünüp görünmediği yer yer söz konusu olabiliyor, anlatının içine bu sorgulama yerleşmiş durumda, yine de çocukluktan gençliğe giderek serpilen, derinleşen bir dilin varlığından söz edebiliriz. Bunun dışında kronolojik bölümlemenin ardından gelen geçmişe dönük anlatı da anıların ağırlığını duyumsamaya başlayan bir gencin anılarla ne yapılacağını keşfetmesini göstermek açısından çok iyi bir tercih. Gecekondu mahallesinin anlatımı, insan ilişkilerinin ne kadar kaygan bir zeminde var olmaya çalıştığının gösterimi, çocuk kalbiyle yetişkin aklının denk düşememesinin acısı, pek çok şey gayet dengeli, olağanlığın dışına çıkmayan bir şekilde yansıtılmış, pek hoş. Günel'in bu metinle 1981 Türk Dil Kurumu Ödülü'nü aldığını da ekleyeyim.

Öyküler tek bir yaşamın etrafında biçimleniyor ya da tek bir yaşam bölümleniyor ve ortaya öyküler çıkıyor, ikisini birbirinden ayırt etmek zor. Metnin sonuna kadar anlatıcının adını bilmiyoruz ama ben en başta dile getireyim; Selçuk'un yaşamını görüyoruz. Gül Rengi adlı öyküde Selçuk okulda, sümüğünden pisliğinden yılan öğretmeni çocuğu tuvalete yollayıp duruyor ve azarlıyor ama bilmediği bir şey var, Selçuk'un mendili yok ve besin yetersizliğinden ötürü hasta olup duruyor, kronik bir problem bu okuldaki. Sevgisiz büyüyen çocuk her şeyin farkında, derslerini iyi bildiği halde neden kimsenin kendisini sevmediğini anlayamıyor. Gördüğü donları söylüyor o da, komşu kızı Fatma'nın donunu görür görmez hemen dile getiriyor ama bu kadar, çocuk o. Öğretmeni azarlayınca aklından bir ton düşünce geçen -bu düşünceler akışa kapılmış, noktalamasız sıralanıyor- ve hoşlandığı kızların önünde daha fazla haşlanmak istemeyen Selçuk fırlıyor dışarı. Gülçin'den çekiniyor özellikle, metnin sonunda -yıllar sonra- karşılaşacağı kızdan. Fırladı ve kayıp düştü, yerler yeni silinmişti ve kurumamıştı. Hademe kendi başının yanmamasını istiyor, öğretmen de öyle. Kırmızı bir iz oluşuyor yerde, Selçuk hayal görmeye başlıyor. Her cebinden mendiller fışkırıyor, her yerini silip paklıyor, her şey istediği gibi oluyor. Tabii olmuyor. Gazoz'da ve arkasından gelen başka öykülerde Selçuk'un eniştesiyle, bir de amcasıyla tanışıyoruz. Enişte ve teyze nispeten iyi durumda, çocukları Erol da iyi. Dondurmasını ara ara paylaşıyor Selçuk'la, içtiği gazozların parasını vermediği için bir karşılık olarak görülebilir. Sermaye enişteden, gazozları satması Selçuk'tan. Ne ki Gülçin'i gazozlamaktan zarar etmeye başlar başlamaz iş sarpa sarıyor. Annesi kıllanıyor, parayı nereye harcadığını soruyor, Selçuk cevap vermiyor. Anne, çocuğunu eşine benzetiyor. Eşi iş bulmak için ara ara uzaklara giden, iş bulamadığında yan gelip yatan ama çocuklarını da seven bir adam, garip bir karışım. Yoksulluğun çıkışı olmadığı için suçluluk duygusundan bunalıyor, ortadan kayboluveriyor. Bu yüzden Selçuk çalışmak zorunda, yarım bırakılan gazozların dibindeki iki yudumun değerini çocukluk pırıltısıyla anlatmak zorunda, bütün zorluklara göğüs germek zorunda.

Amca da enişteden hallice. Eczanesi var, enişte Selçuk'u kovduğu zaman çocuğu çırak olarak alıyor ve iş yaptığı doktorlara yollayarak müşteri gönderiyor. Bir gün adaş doktorları karıştırıyor Selçuk, vizitesi uçuk bir doktora garibanın tekini götürüyor. Doktor öfleyip püflüyor ama kabul ediyor hastayı, tabii amcayı arayıp paylıyor bir güzel. Amca kasıtlı bir iş olduğunu düşünüp Selçuk'u paylıyor ama garibin dünyadan haberi yok, niye azarlandığını bilmiyor. Sonra bir çırak gelip Selçuk'un sırtını sıvazlıyor, iyi ettiğini söylüyor. Hastaları yolunmuş kaza çeviren bir doktora ve eczacıya karşı saf bir çocuk. Süper öykü. Mahalleyi tanıtan öykülere geçtiğimiz zaman çocuğun mekanı anlamlandırma çabasına, büyüme sancılarına geçiyoruz yavaş yavaş. Boğulduğunu söylüyor Selçuk, çamurlu yolların ve çıkarcı insanların kendisini boğduğunu anlatıyor. Mahalleliden zenginleşenler var, fakirlerin yüzlerine bakmıyorlar. Namus belasına dayak yiyenler, sevdiği kadın için sırtında sopa kırılanlar, dedikodular, kadınların dünyası ve yoksulluk, daha çok yoksulluk. Onca Yoksulluk Varken'deki gibi bir ortam. Hayat kadınları arasında geçen bir anlatı değil, çocuk gerçekten sevgisizlikten daraldığı için yaşamın renklerine odaklanmış bir anlatı da değil, olabildiğince büyülü, zamanla genişleyen bir dünya. Sonrasında Selçuk yatılı okula gidiyor, yatılı okuldaki cumartesileri anlatıyor ve bir öyküdeki cumartesiler tek bir çocuğun olmaktan çıkıyor, ucundan kıyısından tutuluyor ve okurun cumartesi duygularını değiştirecek ölçüde güçleniyor. Müthiş.

Öyküyle uğraşanların mutlaka okuması lazım diyorum, neden, çünkü bir karakterin gelişiminin anlatıyı ve dili zenginleştirme biçimleri görülmeli. Mekan yaratımından da ders çıkarılabilir. Yan karakterlerin belirip kaybolma şekilleri yine bir ders. Zamanın geçişinin doğallığı da başka bir ders. Kısacası değerlendirilmeli. Deli tavsiye ediyorum.

17 Haziran 2019 Pazartesi

Sadık Karlı - Eski Kış

Kara Kitap'tan esinlenilmiş, şehir tanıdık bir karanlığın üzerine kurulmuş. Kazlıçeşme fareleri şehirde cirit atıyor, sokaklar daralıp uzuyor, birçok yan hikâyecik anlatıya eklenip kayboluyor hemen. Metnin bir yerinde esas oğlan Kara Kitap'taki mekanlardan bazılarında dolanıyor, aradığı şeyi bulmaya çalışıyor. "Kamil" diyeceğim, Kamil Topkapı Sarayı Müzesindeki III. Ahmet Kütüphanesinde görevli, arşivci, Saraydaki el yazmalarının transkripsiyonunu yapıyor. Buldukları arasında çok ilginç şeyler var, sayıyor hepsini. Saray şairlerinin özgün divanları, Topkapı'nın şişirilmiş mutfak faturaları, cariyelerin kaçmak için çizdikleri haritaları, II. Selim'in hamamda cariyeleri kovalarken düşüp ölmesini konu edinen, yazarı belirsiz bir hicvi elinin altında, şehrin ne kadar gizli saklı işi varsa hepsini ortaya çıkarıyor, okuyor ve arşivliyor. Küçücük odasında bir başına çalışırken müdürü bir başkasının daha geleceğini söylüyor. Yeni gelen Tahir pek çok dile hakim, çalışkan bir genç. Kıskanıyor Kamil, onca sırrı açık etmemesi için öldürülebileceğini düşünerek paranoya üretirken yeni gelenle birlikte korkusu, korkusunun hemen ardından öfkesi açığa çıkıyor. Düşmanını dostlarından daha da yakında tutmaya çalıştığı için Tahir'le içli dışlı oluyor -bu da başka bir Orhan Pamuk metninden mülhem gibi duruyor- ve adamla vakit geçirmeye başlıyor. Sohbetler, gezintiler, tozuntular. Şehir depremler tarafından tehdit ediliyor, fareler de var. Geceleri Kamil'i takip eden bir adam, yaklaşan ayak sesleri, hemen her şey Kamil için ölüme davetiye çıkarıyor. Tekinsizlikle dolu bir atmosfer, tedirginlikten yaşayamamaya başlayan bir Kamil. Korkuyu beklese, gerçekten beklese daha da başka bir metinden buraya taşınmış diyeceğim.

Sadık Karlı hakkında pek bir bilgi yok. 1991'de basılan kitabın kapağındaki bilgilere bakarsak 1966'da doğduğunu görüyoruz. Marmara Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu mezunu. Su da Yanar'da yönetmen yardımcılığı, Ali Özgentürk'le birlikte yazılan bir iki senaryo, bir yüksek lisans. Sonradan kısa bir internet gezintisi sonucunda Karlı'nın 2002 yılında hayatını kaybettiğini öğreniyoruz. Başka da bir şey bulamadım. Ölüm sebebi, 1991'den 2002'ye kadar yaptığı herhangi bir iş, hiçbir şey yok. Sadık Karlı unutulmasın istedim açıkçası. Telos zaten sessiz ve derinden ilerleyen, süper şeyler basan bir yayınevi, ben de unutulma tehlikesiyle yüz yüze kalan yazarları bulup çıkaran bir defineci olmak istiyorum, o halde Sadık Karlı unutulmamalı, okunmalı. Okudum. İyi oldu.

Tahir'le Kamil sokakta yürüyorlar, bir anda dört kişi oluyorlar, iki de gölgeleri. Aynaya baktıklarında gördükleri iki kişiden ikisi de, işte, gölge olarak yanlarında. Venedik Aynası, böyle diyor Kamil ve Tahir'in öğle vakti ortadan kayboluşlarının sebebini anlıyor; iki sevgiliyi takip ediyor Tahir. Gölgeleri değil bu kez, bir kadınla bir erkek. Hikâyeler uyduruyorlar birbirlerine, yürüyüşlerinin temelini birbirlerinin hikâyelerini dinlemek yer alıyor. Tahir Kamil'i "hikâye hırsızı" olarak mimliyor, tarihten ve Tahir'den hikâyeler aparıyor Kamil, Tahir'in notlarından, defterlerinden, transkripsiyonlarından hikâyeler çalıyor. Tahir'i bir hırsız yapıyor hikâyelerinde, çılgın bir aşığa çeviriyor. Aynadan yansıyan bu, aslında kendisini biçimliyor ve bunun farkında olduğu -ama olmadığı- için öfkesini biriktiriyor. Her odada bir televizyon ışığı, her dairede bir aile, insanlar yaşamlarını uyuşturularak sürdürüyorlar ve Kamil'e yer açmıyorlar, Kamil içeride neler döndüğünü bilmek istiyor, bilemiyor, hikâyelere başvuruyor. Kendisini var etme biçimi. Takip ediliyor o gece, Tahir'le tartıştığı gece bir adam takip ediyor kendisini, Kamil ölüyormuş gibi ölüyor, kaldırıma uzanıyor. Adam yanında bitiyor, ceketini Kamil'in üzerine serip gidiyor. Ceketin cebinden çıkan kağıt 1934 tarihli, Hopa yazıyor üzerinde, bir de isim. Kamil, Tahir'in hikâyesini yaşadığını biliyor, Tahir'in işi bu. İş arkadaşının hikâye dünyasının bir karakteri haline geldiğini fark eder etmez bir oyuncağa dönüştüğünü biliyor ve Tahir'i kendi oyuncağı haline getirmek için uğraşıyor. İki dilli bir anlatı, bir yerlerden Woolf ve Kafka sızıyor, görüşleri Kamil'in silahları haline geliyor.

Tahir'in dipnotu giriyor araya, aslında Tahir'in metnini okuduğumuzu mu anlamalıyız? Tahir, Kamil'in esas oğlan olduğu metni yazmış da bize okutuyor. Borges, Cortázar ve Chesterton başlarını şöyle bir uzatıp kayboluyorlar. Oyuna dönüşüyor metin, pek ciddi olmayan bir oyun ki oyun kendini hem ciddiye almalı, hem de ciddiye almıyormuş gibi davranmalı. Kurmacanın temeli bu, özellikle oyunlu bir kurmacanın. Karlı parodiyi andırır bir postmodern metin sunmuş ve ortadan kaybolmuş. Bu.

Güzel, kısa, çok özgün olmasa da sıkı bir metin. Sahaflarda mevcut, denk gelen kaçırmasın.

15 Haziran 2019 Cumartesi

David Eagleman - Beyin: Senin Hikâyen

Renkleri biliyoruz, inançlarımız var, iyi kötü bir vücut algımız var, nesneleri görüp anlamlandırabiliyoruz. Bunları bilincimize ne ölçüde borçluyuz? Arkada neler oluyor, beyinde kurulan bağlar dünyayı biçimlendirmemizde ne kadar etkili ya da şöyle sorayım, özgür irade diye bir şey var mı? Lehrer her şeyimizi beyindeki akışa borçlu olduğumuzu ve bunun delilik olduğunu söylüyor, aslında var bile değiliz. Var olmak nöral bağlantılardan ötesine uzanmıyor, uzanan kısım yorumlarımızdan ibaret. Düşünüyorsak varız, varsak varız, var değilsek yoktan başka bir noktada bulunmuyoruz ama nasıl ki biyolojik yapımızdan ötürü görüş açımızın tam ortasında kapkara bir boşlukla karşılaşmıyorsak beyin de var olduğumuz sanrısını yaratıp işlerliğimizi sürdürüyor. Beyin tek başına hiçliği yokmuş gibi gösterebiliyor, o halde içinde olduğumuz durum tam olarak nedir? Eagleman bu soruların cevaplarını arıyor, simülasyonda yaşıyor olabileceğimizden vücut algımızın hassas ayarlarına kadar pek çok noktaya değinerek yapıyor bunu. İnsan beyninin oluşum aşamalarından başlıyor, hayvanlardan farklı olarak biz belli bir ölçüde programlanmış olarak doğuyoruz ama potansiyelin kullanılmasında çevresel faktörler giriyor devreye. Hayvanlar -kendi ölçülerinde- şahane bir gelişim gösteriyor ve kısa sürede yaşamlarını sürdürebilir hale geliyor ama sadece bulundukları çevrede, başka bir mekanda hayatta kalmaları mümkün değil. İnsan kendini çevreye hemen uyarlayabiliyor veya zaman içinde bilişsel yetilerin ve bilimin gelişmesiyle birlikte çevreyi kendine uydurabiliyor. Beyindeki nöronların budanma işleminden öncesine döndüğümüzde bu iki olasılığın nasıl mümkün olduğunu görüyoruz. İki yaşındaki bir bebekte bir yetişkinin sinaps sayısının iki katı kadar sinaps oluşuyor. Muazzam bir oluşum, beyindeki aktivitelerin kat kat daha fazla ve daha hızlı yapıldığını düşünün. Belki de çoğu kültürdeki -ben Kelt inanışını hatırlıyorum- çocukların her şeyi bildiği inancının bilimsel temelidir bu. Neyse, zaman içinde kullanılmayan bağlantıları buduyoruz ve yaş yirmi beş olunca budama işlemi büyük ölçüde sonlanıyor. Yirmi beş yaşındayken benliğimiz oturuyor, tam bir kişilik algımız oluşuyor. "Sizi siz yapan, beyninizde gelişen değil, beyninizde yok edilen şeylerdir aslında." (s. 11) Heykeltıraş veya müzisyen olabilme ihtimalimiz iki yaşındayken hemen hemen eşit düzeyde, sonrasında birini eliyoruz. Tabii yeterli bağlantıları koruyabilirsek ikisi birden olabiliriz ama on bin saatlik uzmanlaşma süresinden feragat etmemiz gerekiyor bu sefer, eğitim ve iş gibi şeylere zaman harcamayacak kadar paramız varsa oturup çalışabiliriz ve usta bir gitarist, usta bir heykeltıraş olabiliriz. Japon bebekleri örnek veriyor Eagleman, R ve L harfleri Japonca'da birbirinden ayrılmadığı için İngilizce eğitimi sırasında ayırmayı öğrenecekler, budadıkları bağları tekrar oluşturacaklar kısaca. Buradan sosyal gereksinimlere bağlanıyoruz, beynin gelişimini sadece bilişsel eylemler belirlemiyor. "İnsan beyni, duygusal ilgi ve bilişsel uyaranlardan yoksun bir ortamda normal biçimde gelişemez." (s. 16) Birtakım testler yapılmış ve bu sonuca varılmış, sağlıklı ilişkiler beynimizi geliştiriyor. Aslında dünyayla algısal olarak kurduğumuz ilişki de geliştiriyor, tecrit cezası verilen mahkumların delirmelerine dair çok sayıda örnek var. Belli bir ölçüde uyarılmamız gerekiyor, yoksa duyu organlarımız törpüleniyor. Sonlara doğru bununla ilgili bir örnek vardı, adamın biri kırk yıl sonra görme duyusuna tekrar kavuştuğu zaman etrafındaki nesneleri "işleyemez" bir haldeymiş. Göz işini gayet iyi yapıyor ama beyindeki veri işlem bölümü yıllar boyunca kullanılmadığı, başka duyular eksik olanı tamamladığı için adam dehşete düşmüş. Şeye benziyor bu, diyelim ki foşurtma diye bir his var, yedinci his. Bir anda bu hisse kavuştuğumuzu düşünün. Kafayı yerdik, aşina olduğumuzdan bambaşka bir dünyayı deneyimlemeye başlardık, o dünyaya maruz kalırdık hatta. Korkunç. Lovecraft'in ve Cthulhu Mitosu dahilindeki bazı öykülerin konusu. Tindalos'un Tazıları mesela. Zamanın etkisini de düşünüyor Eagleman, anıları sürekli inşa ediyoruz, oluşturuyoruz ve hiçbir şeyi olduğu gibi hatırlamıyoruz. Bu mümkün değil, zira anı dediğimiz şey zaten işlenmiş bir zamanın ürünüdür. Şimdiyi bile işlemeden değerlendiremiyoruz, algıladığımız ve düşündüğümüz kadarız, ötesi elden kaçıyor. Bunların toplamıyız yani, fazlası değil. Bir araştırmanın sonuçları veriliyor mesela, insanlarda sahte anılar yaratılmış. Geçmişte gerçekleşmemiş, hiç olmamış olayların detaylarını bile verir hale gelmişler. Beyin işlenebilen bir parçamızdır, gözbağcılığın ötesinde telkin yoluyla dahi gerçekliği biçimleyebilir. Yaşamımız beynimizdeki kıvılcımların, havai fişek patlamalarının parıltılarından ibaret. Yine Lehrer'a dönüyorum, Descartes'ın ruh-beden ikiliğinin son bulgularla çökertilmesini Eagleman da ele alıyor. Gerçi beyindeki değişimleri ruhla ilişkilendiriyor, bu nokta da tartışmaya açık gibi.

Gerçekliğin neliğinin sorgulandığı ikinci bölüm pek hoş. Gözlerin bir kamera gibi çalışmadığına dair bir iki araştırmaya yer verilmiş. Kısacası etkileşimde bulunmamız gerekiyor, duyu organlarını tam kapasite çalıştırıp çevremizle sıkı bir bağ kurmalıyız. İnsanlarla da kurmalıyız bunu. İnsanlarla -en azından- benzer gerçeklikleri paylaşmamız gerekiyor. İki insanın yaşadıkları olaylar hakkında konuştuklarını düşünelim. Biri olayların yaşanmadığını söylüyor, diğeri yaşandığını söylüyor. Burada üç ihtimal ve tek bir sonuç var. Birinci ihtimal, olayların yaşandığını söyleyen adam sahte anı yaratılması için laboratuvar ortamına girmiş olmalı veya yalan söylüyor. İki, olayların yaşanmadığını söyleyen insan gerçekten unutmuş veya hatırlamadığına dair yalan söylüyor. Üçüncü ihtimal, her ikisi de yalancı. Sonuç, bir tarafın gerçekliğe bağlı kaldığını düşünürsek bu taraf kafayı yiyecektir. Namussuz Namuslu'da çıldıran karakter gibi. Çıldırmamak için kendi gerçekliğimizi sabitleriz. Başkalarına anlatırız, yazarız veya çizeriz, bir şey yaparız. Yaşamımızı sürdürebilmek için gerçekliğimizi, gerçekliği doğuran duyularımızı kullanırız. "Hiçbir canlı, nesnel gerçekliğin kendisini deneyimlemez; deneyimleyebildiği tek şey, geçirdiği evrim sürecinin izin verdikleriyle sınırlıdır." (s. 71) Gerçekliği parçalayan şey kendi bedenimizin bir parçasıysa örneğin, o parçadan kurtulmaya çalışırız. Buraya yazmıştım ama hangi metin olduğunu hatırlamıyorum şimdi, o metinde "bacağını kendisine ait hissetmediği için" dünyanın öbür ucuna gidip kestiren bir adam vardı. Adam bacağından kurtulunca benliğine kavuşmuştu, sanki kanseri atlatmış gibi. İlginç. Çok hassas bir ipin üzerinde yürüyoruz aslında, zamanında ve yerinde patlaması gereken havai fişek patlamazsa veya büyük bir patlama olursa bilincimiz tepetaklak oluyor, bir buçuk kiloluk bir parçamız yaşamımızı zindana çevirebiliyor. Beyin çok önemli bir şey. Beynin ürünü olan gerçeklik de. "Öyleyse nedir gerçeklik? Gerçeklik, yalnızca sizin seyredebildiğiniz ve kapatamadığınız bir televizyon programı gibidir. Ancak ne büyük bir şans ki, izlemeyi umabileceğiniz en önemli programdır bu: kurgudan geçmiş ve kişiselleştirilmiş bir halde, yalnızca sizin için sunulan bir program." (s. 82)

Kontrolün kimde olduğuna dair, bir de verdiğimiz kararlara dair olan bölümlerdeki deneyler oldukça ilginç, özeti vereyim ben. Bilincimizin yaşamımızı biçimlendiren yegane parça olduğunu düşünürüz ama arkada sayısız işlem yapılır ve zaten verilmiş bir kararı mantığa bürümekten başka bir şey yapmayız. Anlık olaylarda bile böyle bu, diyelim ki hızlıca bir karar alıp yaşamları kurtarmamız gerekiyor, kurtarıcıyız biz. Harekete geçmeden birkaç milisaniye önce alınan kararı davranışa dönüştürdüğümüz zaman bunu bilinçli bir şekilde yaptığımızı düşünürüz, oysa böyle bir şey yok. Çok karmaşık durumlarda dumura uğrayınca donup kalabiliyoruz ama bu başka bir şey. Beynin farklı bölgeleri çalışıyor, ahlaki normlar devreye girip biyolojik yapımızın güdümünü söndürebiliyor, birçok etken karışıyor işe kısaca. Öğrenme sürecinin bu mevzuya bağlanması ilgimi çekti, öngörü hatası denen bir nane gerçekleştiği zaman öğreniyormuşuz. Bir seçimin beklenen sonucu ortaya çıkmayınca  -zihnin dumura uğrama anı- sonucun farkı hafızaya atılıyor, beyin bedava. Mizahın temelinde de bu var, beklenmeyen bir davranış muhtemelen güldürür. Bir bağlama sahip olması lazım tabii, yoksa önemli bir toplantı sırasında, "Yaprak sarması!" diye bağırmak pek hoş olmayan durumlara yol açabilir ya da patronlarla yaprak sarması yiyip muhabbet edebileceğiniz bir durumu ortaya çıkarabilir, bilemiyorum artık. Sosyallik belirleyici.

Son olarak "şimdinin gücü" hakkında birkaç şey geveleyip bitireceğim ama bu kadar değil, daha bir dünya mevzu var metinde. Neyse, geleceği ve şimdiyi düşünüyoruz. Şimdi çok çekici, bir sürü ihtimale açık. Geleceği düşünmüyoruz ve şimdiyi onurlandırıp iş arkadaşımızla sevişiyoruz mesela, eşimizin bir şeyden haberi yok. Çok pahalı bir kıyafeti çat diye alıyoruz ve ay sonuna kadar aç geziyoruz. Bunlar gibi işler ahlak problemi olarak Martin Cohen'ın bir metninde inceleniyor bu arada, 101 Ahlak Problemi olabilir. Evet, bunları yapıyoruz ve geleceği çöpe atmış oluyoruz, bilinmeyenin içine doğru yolculuğumuz sürüyor. Ahlaki olarak çürüyoruz Eagleman'a göre, eğer böyle işlere girersek. "Odysseus anlaşması" diye bir şey ortaya koyuyor Eagleman. Odysseus Siren seslerinden kurtulabilmek için kendisini direğe bağlatıyor, tayfasının da kulaklarını balmumu ile tıkatıyor ve batmaktan kurtuluyorlar. Eh, kendimizi bir yere bağlatıp yeterli ölçüde oksitosin alırsak eşimize duyduğumuz aşk sürüyormuş, süper. Kısacası anlaşma yapıyoruz, bir başkasıyla yapsak daha etkili. Mesela bir kadın sigarayı bırakmak için arkadaşına bütün birikimi tutarınca bir çek vermiş ve eğer sigara içerse arkadaşından çeki nefret ettiği Ku Klux Klan'a bağışlamasını istemiş. Süper, bu tür şeyler işe yarar. "Odysseus anlaşmasının anahtarı, farklı koşullarda farklı insanlar olduğumuzu kabul etmektir. Daha iyi kararlar vermek için, yalnızca kendinizi değil, sahip olduğunuz bütün kimlikleri tanımanız önemlidir." (s. 146)

Neyiz, neciyiz, beynimiz neci olduğumuzu nasıl belirliyor ve belirlemiyor, bunlar var. Eagleman gayet açık, bol örnekli bir anlatı oluşturarak nörolojiyi benim gibi bilgisiz ve meraklı okurun anlayabileceği bir biçime sokmuş. Süper.

14 Haziran 2019 Cuma

David Eagleman & Anthony Brandt - Yaratıcı Tür

NASA'yla Picasso'nun ortak yönlerini belirlemeye çalışıyor Eagleman, ortalık birazdan yaratıcılık kokacak. NASA'ya bakalım. Apollo 13'ün oksiijen tankı patlamış ve uzay enkaz püskürmüş, araç ciddi ölçüde hasar almış. Jack Swigert meşhur sözlerini söylüyor: "Houston, bir sorunumuz var." Astronotları sağ salim Dünya'ya geri getirmeye çalışan bir oda dolusu insan canlanıyor gözümün önünde; herkes önündeki ekranlara eğilmiş, çözüm yolu bulmaya çalışıyor. Dünya'ya dönüş rotası planlanacak, aracın havaya uçmaması için sistemler denetlenecek, karbondioksit düzeyinin yükselmemesi için çıkış yolu bulunacak, bir dünya iş. Doğaçlama yöntemiyle birçok problem çözülüyor ve ekip gezegene dönüyor, kurtarılıyor. Marslı'da gördüğümüz yöntemlerin benzeriyle. İşlevselliğe, genel geçer yargılara takılmamanın sonucu olarak. Yaratıcılıkla. Picasso'ysa Les Demoiselles d'Avignon üzerinde çalışıyor, yenilik peşinde koşarak. Amorf bedenler, garip renkler, bütün kural dışılıklar bir araya gelerek resim tarihinin en özgün eserlerinden birini meydana getiriyorlar, Picasso'nun arayışının ürünü. Eagleman bu özgünlüğün arka planda var olduğunu, sadece onu oradan çıkarmak gerektiğini söylüyor. Jonah Lehrer'ın da benzer bir iddiası var, evreka anını yakalamak için yürüyüşlere çıkan, hobileriyle ilgilenen veya hiçbir şey yapmadan bir manzarayı izleyen insanlardan bahsediyor metinlerinde. Bilincin arkasında olup bitenleri bilemiyoruz ama çatlaklardan sızanları yakalayabiliyoruz, bilişsel işlemleri bir süreliğine asgariye indirip parlama ânını yaşayabilirsek su yüzüne çıkan şeyleri görebiliyoruz. Böyle anlar için denizi izliyorum ben, bir metin üzerinde çalışırken durakaldığım noktada sahile gidip kayalara oturuyorum, denizi izliyorum veya uyuyorum, sağlam uyuyorum ve sabahki parlak bilincimin gece topladıklarını elde ediyorum. Herkesin kendince bir yöntemi var, parlak zekaların saçtığı aydınlık bu an yakalamanın rutinleştiği veya sıklaştığı zamanların ürünü. Eagleman'a göre "şöyle olsa ne olur" fikri üzerine kurulmuş bir uygarlığımız var, soyut düşünme yeteneği çağlardır insanların en önemli niteliği olmayı sürdürüyor ve her şeyi -uygarlığı, bilimi vs.- bu niteliğe borçluyuz. Giriş bölümünde Eagleman niyetini açıklıyor, geleceğin ve geçmişin biçimlendirilmesinde aydınlanma anlarının işlevi ve bu anların ortaya çıkma süreci konusunda birtakım saptamalarda bulunacağını söylüyor. Bir dünya örnek üzerinden.

Değişim Rüzgârı ilk bölüm, insanın sürekli değişen bir varlık olduğu malum. Modalar, istekler, düşünce biçimleri, her şey akışa kapılıp geleceğe fırlatıyor bizi. Yeniliğe çok çabuk uyum sağlamamız ilk madde olarak karşımıza çıkıyor, Louis C.K.'den bir örnek; kablosuz bağlantının ilk kez uygulandığı bir uçakta seyahat ederken teknolojinin yeniliği başını döndürmüş. Kablo yok, internete girilebiliyor. Müthiş bir şey. Bağlantı gittiği zaman yandaki kadın şikayet ediyor hemen: "Olacak şey değil!" Evet, olacak şey olmayan şey bağlantının kablosu olmasıyken bir anda bağlantının gitmesine dönüşüyor. Gerçekten çok çabuk tüketiyoruz, daha da çabuk tüketmeye doğru hızla yol alıyoruz. Sıkılıyor insanlar; sevgiden sıkılıyor, emekten sıkılıyor, insandan sıkılıyor. Akıl almaz bir şey. "Öncü, yeni normale dönüşür, en yeniyse en yeniliğini kaybeder." (s. 17) Bir şeye maruz kalmakla ilgili olduğunu söylüyor Eagleman, günümüzde maruz kalacak çok fazla şey olduğu için yeterlilik oranı giderek düşüyor ve hemen bir sonrakine zıplanıyor. Bir sonraki icat, bir sonraki telefon, bir sonraki sevgili. Bauman "akışkanlık" diyor buna, yaşamlar çok hızlı akıyor, hayat da hızlı akıyor, o zaman her şeyi değiştirmeliyiz. Süper. Hızlandırılmış yaşama hoş geldiniz. Bu adam diğerinden daha iyi, diğerini bırakıp bu adama atlayınız. Aracınızı hemen değiştiriniz, daha yenisi var, dahası var, daha da var, daha daha daha. Evet. Beynin dengeyi aramasından bahsediliyor bir yerde, eh, elde edilen yeninin bir müddet elde tutulmasını sabitlik ihtiyacına bağlayabiliyoruz, sonra eldekiler paketlenip rafa kaldırılıyor ve yenileri geliyor zaten. Kaku'nun "Mağara Adamı Etkisi" dediği olgu bu şartlar altında ortaya çıkıyor, yeniyi ne kadar kovalasak da kodlarımıza işlemiş eskiyi yakında bir yerde tutmak istiyoruz. iPad'in ilk tanıtımında ahşap bir kitaplıkta duran matbu kitaplar buna bir örnek. Alışkanlıkları bir ölçüde yıkmak istiyoruz, bir ölçüde de korumak. İkisi arasında kararsızca gidip gelmelerimizin toplamına yaşam diyoruz.

Sanatın ve teknolojinin önemi bu noktada ortaya çıkıyor, süreğen arayışımızda şaşırma gereksinimini gideriyoruz bunlarla. Beyin, sahip olduğu bilgiyi, veriyi başkalaştırıyor ve şaşırtıcı bir forma dönüştürebiliyor. Eagleman mevzuyu teknoloji açısından ele aldığı noktada yine Apple'a dönüyor, iPhone güzel bir çıkış noktası. iPhone'un sahip olduğu teknolojik yenilikler aslında çok da yeni değil, önceden uygulanmış ve pek çok elektronik aletin ortaya çıkmasını sağlamış ama bu aletler ya çok pahalıymış ya da yeterince ergonomik değilmiş, sonuçta tutulmamışlar. Mesela bir mağazanın elektronik ürünlerinin bulunduğu broşürün görseli var metinde, bütün aygıtların toplam fiyatı 3000 papel. Şimdi iPhone o aletlerin yaptığı her işi tek başına yapabiliyor, üstelik çok daha uygun bir fiyata. Dolayısıyla yeniliklerden yenilik üretiyoruz, Eagleman'a göre radikal yeniliklerin uygarlığımızdaki yeri çok küçük. Steve Jobs demiş şunu: "Yaratıcılık, birtakım şeyleri birbirine bağlamaktan ibarettir." Ford örneği verilmiş bir de, seri üretim fikri 1800'lerin başlarında ABD ordusu için parçaları değiştirilebilir silahların üretiminde uygulanmış. Ford ne yapmış, bunu araba üretiminde uygulamış ve seri üretime geçerek bir dünya araba üretmiş. İşin sanatsal boyutuna uzanırsak Picasso'nun bahsettiğim resmini ele alıyor Eagleman, Cézanne'ın görsel düzlemi geometrik biçimlere bölmesi fikrini alan Picasso tekniğini de belirlemiş oluyor. Sonrasında kendisini takip eden ressamlar aynı tekniği farklı biçimlerde uyguluyorlar. Her basamakta bir sanatçı, yukarılara doğru giden sonsuz bir yol. Üstelik geçmiştekinden daha hızlı bir şekilde inşa ediliyor. Kurzweil'ın üstel ilerleyiş fikrine Eagleman da şöyle bir değiniyor ve Kurzweil'a katılıyor; hızımız korkunç bir biçimde katlanarak artıyor. Bükme, parçalama ve harmanlama tekniklerinin bu hıza etkisinin büyük olduğunu söylüyor Eagleman ve bu üç teknik için de sayısız örnek veriyor. Birkaçını sıralayacağım.

Bükmede olgunun orijinal halinin değişime uğradığı veya biçimini kaybedecek ölçüde büküldüğü durumlar var. Monet'nin Rouen Katedrali çeşitlemeleri. Hokusai'nin Fuji Dağı çeşitlemeleri. Giacometti'nin II. Dünya Savaşı sırasında mahsur kaldığı otel odasında küçültülmüş insan figürleri yapması. Alpha Centauri'ye yollanacak nanobotlar. Tersine mühendislik yöntemiyle Neandertaller'in genetik kodlarına ulaşmak. Eski Roma'da borçlarını ödeyemeyip alacaklılara kendini köle olarak sunan kişiler için söylenen "addict" teriminin zamanla kazandığı yeni anlamlar.

Parçalama, Guernica. Cep telefonlarında sinyalleri bölerek farklı hatları ortaya çıkarmak. e. e. cummings'in parçalı sözcükleri, görüntünün parçalanarak piksellere bölünmesi ve günümüzün ekran teknolojilerini doğurması, sözcüklerin kısaltılması, Bach'ın bir fügünde yer alan mikro-tekrarlar yoluyla elde ettiği örüntü, MP3 teknolojisi.

Harmanlama. Sfenks. Örümcek çiftliklerinde onca örümcekle uğraşmaktansa örümceğin ipek üretiminden sorumlu DNA parçasını bir keçinin DNA'sına ekleyerek keçi sütüne karışmış ipeği ayrıştırmak. Kemik mobilyalar. Kuş burunlu trenlerin hava akımından daha az etkilenmesi. Dijital fotoğraflar. MÖ 2500'lü yıllarda bakır ve kalayla yapılan işler, bu işlerin sonrası.

Hepsi beynin işleyiş biçimlerinin sonsuz ihtimallere yol açmasıyla ortaya çıkan icatlar, buluşlar, eserler. Einstein'ın ABD'ye kaçması Almanları pek de rahatsız etmişe benzemiyordu, zira "Yahudi bilimi"nin pek de matah bir şey olmadığı inancı yaygındı. İnanç bir formuyla yaratıcılık için şart ama ketleme özelliği de var, hiçbir şeyden o kadar emin olmamak, sadece emekten ve uğraştan emin olmak buluşların ardındaki itici güç olarak ortaya çıkıyor. Kültürel koşullar, insani duygular ve dışsal pek çok etken yaratıcılığı öldürebiliyor, metinde pek çok çarpıcı örnekle anlatılıyor bu. BlackBerry'den Beethoven'a kadar pek çok örnek bize işin iki boyutunun olduğunu gösteriyor; toplum yeniliklere hazır olmayabiliyor ya da bir yeniliğe fazlasıyla bağlanmak daha yeni yeniliklerin karşısında yok olup gitmeye yol açabiliyor. Denge unsuru olarak bitmeyen bir merak, sonsuz bir arayış gerekiyor. Ölü yatırımlar her zaman ölü olmayabiliyor bu açıdan, başarısızlığa uğramış bir projeden en kötü tecrübe edinmiş olarak çıkarız ve yeni projelerde daha başarılı olabiliriz. Hiçbir şeyi mutlak bir kayıp olarak görmemek lazım, Eagleman meselenin özeti olarak bu kanıya varıyor.

Sırf batan ve çıkan şirketlerin hikâyeleri yetecekken bir de sanat dünyasından örneklerle metnini iyice zenginleştiriyor Eagleman, şahane bir metin çıkarmış ortaya. Şunu söyleyip gideyim, Kaku'nun bahsettiği bir kıyafet vardı. Bu kıyafeti giyince kan basıncımız, şuyumuz buyumuz sürekli kontrol altında olacak, tehlikeli durumlarda sağlık birimlerine hemen haber gidecek, vücudumuzdaki su oranı azalmışsa önümüze bir bardak su gelecek, bir sürü kolaylık. Tek bir kıyafet ve kıyafetin bağlı olduğu sistem her şeyi düzenleyecek kısaca. Heh, Eagleman ve bir öğrencisi bu elbisenin prototipini üretmişler, tanıtmışlar hatta. Fikri Kaku'dan mı aldılar yoksa Kaku zaten ortaya konmuş bir yenilik üzerinden mi kurdu düşüncesini, bilmiyorum ama bu basamak olayı hoşuma gidiyor. Teker teker. Yukarıya. Sonsuz bir yol.

12 Haziran 2019 Çarşamba

Ahmet Sefa - Lavrion Öyküleri

Twitter'da birkaç anonim hesabı takip ediyorum, onlardan birinin yazdıklarına bakarken Belge'nin bastığı öykülerin iyi olduğuna dair bir şeyler okudum. Denk geldiklerimi alıyordum ama okumamıştım, nihayet birini okudum. 1980'lerin kabusundan kaçmak zorunda kalan insanların Lavrion'daki mülteci kampında yaşadıkları zorluklar, yaşama tutunma çabaları, özlemleri, dokunaklı hikâyeleri var bu öykülerde. Ahmet Sefa'yla ilgili tek bir kaynak bulabildim, yaşamını Hollanda'da sürdürdüğünü ve Felemenkçe yayınlarda birçok öyküsünün çıktığını biliyoruz, elimizde başka bir bilgi yok. Kendisi 1954'te Adana'da doğmuş, Ankara Üniversitesinde öğrenciyken 1980'den sonra aranmaya başladığı için son sınıfta okulu bırakmak zorunda kalıp yurt dışına çıkmış. Öyküleri Varlık, Eylül gibi dergilerde basılmış, yurt dışında da pek çok dergide öyküleriyle yer almış. Gözlem gücü yüksek, doğrudan sonuca varmaya çalışan, ele aldığı karakterlerin yaşamlarının belirli bir kesitini yansıtan bir öykücü olduğunu söyleyebiliriz. Öykülerinde herhangi bir oyun yok, anlatmak istediğini doğrudan anlatıyor. Konular ilgi çekici; Lavrion'un etrafında dönen öykülerde gurbetin, kapitalizmin, dostluğun ve düşmanlığın izdüşümlerini görebiliriz. Mekan hakkında biraz araştırma yaptım, Lavrion özellikle seksenli yıllarda siyasi görüşleri yüzünden Türkiye'den kaçmak zorunda kalan insanları ağırlamış. PKK'nın Avrupa'ya açılan kapısı olarak görüldüğüne dair bir şeyler okudum, Sefa doğrudan isimlere girmeden farklı örgütlere mensup insanların yaşamlarına da değiniyor arada bir. Apolitik olanların özlemleri ağır basıyor, politik karakterlerin mücadeleleri. Öyküler kısa, çok sayıda karakterle ve çok çeşitli acılarla karşılaşıyoruz.

Kaçış, Lavrion'a ulaşmaya çalışan insanların küçük bir yatta yaşadıkları kısa bir zaman dilimine odaklanıyor. Umutla geride kalanların üzüntüsü birbirine karışıyor, çocuklar can yeleklerini giymişler, yetişkinler yaşamlarını kurtardıkları için memnun olsalar da yolculuğun tehlikeleri akılları meşgul ediyor. Yunan sularına girdikleri zaman kucaklaşıyorlar, el sıkışıyorlar, yolculardan biri gözlüklerini atıyor, aydınlık günlerin geldiğini anlatan sembolik bir eylem. Ölüm Çığlığı'nda kamptaki illegal işler anlatılıyor, daha çok uyuşturucu bağımlılığı. Aşırı doz yüzünden krize giren Ahmet'in ve arkadaşlarının karanlık geleceği kamptakileri huzursuz ediyor, onları çekip çıkarmak isteyen insanlar varsa da kendileri için istiyorlar bunu, Yunan topraklarından atılmamak için. İnsanlık namına uğraşan, gençleri kurtarmaya çalışanlar da var ama sayıları çok az. Bu mesele üzerinden birtakım çekişmeler, gerginlikler gırla gidiyor. Çocuk Özlemi, adı üstünde. Çocuklarını özleyen bir babanın ülkesinden kopuş süreci anlatılıyor. Evlerin basıldığı ve insanların "ortadan kaybolduğu" zamanlarda, son anda kirişi kıran adam çocuklarına neler olup bittiğini fark ettirmemek için yüzünü şekilden şekle sokuşunu hatırlıyor. Çocukları komiklik yapan babalarına gülüyorlar ama adamın içinde bir sıkıntı büyüyor. Nihayetinde kaçmak zorunda kalıyor, bir yaşam geride kalıyor. Bazı öykülerde karakterlerin ailelerini yanlarına aldırmaya çalıştıklarını, en azından bunu istediklerini görüyoruz ama bazıları da kampın kalabalıklaşmaması için istemiyorlar böyle bir şeyi, kimsenin köylüsünü, akrabasını getirmesini istemiyorlar. Kendi çıkarına düşkün insanlar yapıyorlar bunu genelde, son öyküdeki karakter gibiler dağıtılan kumanyaları toplayıp satmanın, kampın olanaklarını kullanarak başkalarının zararına para kazanmak derdindeler. Mülteciliğin zorluğuna bir de böyle insanlarla uğraşmanın yorgunluğu ekleniyor.

Halkların kardeşliği konusu da birkaç öyküde yer buluyor, bir öyküde tarlaya çalışmaya giden üç Türkün yaşlı bir çifte yardım etmeleri işleniyor. Yunan çift yaşlı, adam eğilip doğrulamayacak noktaya geldiği zaman kendisine ayrılmış bölümü de Türkler hallediveriyor, aralarında bir dostluk doğuyor böylece. Hiç de anlatıldığı gibi olmadığını görüyorlar; ne Türkler canavar, ne Yunanlar katil. İnsani boyutta hiçbir şey dikte edilen biçime sahip değil, bir arada yaşayabilen, birbirlerinin sıkıntılarını giderebilen insanlar kendilerine anlatılanları sorgulamaya başlıyorlar böylece. Daha da hoş bir şey var, Türklerin Yunan çifte yardım ettiğini gören genç Yunanlar da bizimkilere yanaşıyorlar ve yaşlı adamı hastaneye götürmek istemeyen patrona kafa tutuyorlar, hep birlikte. Patronlara karşı hak savunmak, savunmayı öğrenmek bir olma duygusundan doğuyor. Mültecilerin çalışmaları yasak ama bulaşıkçılık, çöpçülük, temizlikçilik gibi işlerde yasa dışı yollardan çalışan insanlar var, düşük maaş alıyorlar ve her türlü kahrı çekiyorlar. Bir restoranda çalışan Türklerle Yunanlar birlik oluyorlar yine, birbirlerinin işlerini kolaylaştırıyorlar. İçlerinden biri asıl düşmanlarının tepelerindeki insanlar olduğunu söylüyorlar. Sömürü düzeninin kolaylıkla sürdürülebilmesi için halklar kullanılıyor, birbirine düşman ediliyor ve hikâyelerle nefretleri körükleniyor. Bunun eleştirisi de yapılıyor çoğu öyküde.

Çocuklarla ilgili öykülerde genellikle mutluluk anları ele alınmış, oyuncak silahlarını alan veya yapan çocuklar, "Cuntaya ölüm!" diye bağırarak hayali askerlere ateş etmeye başlıyorlar. Çok acı. Türklerin işlerini ellerinden aldıklarını söyleyen birkaç Yunana cevap yine Yunanlardan geliyor, yine patronların sömürücülüğü eleştiriliyor ve maaşların düşüklüğü, işsizlik gibi sorunların para babaları yüzünden ortaya çıktığı görüşü ağırlık kazanıyor. Cuntayla savaş konusunda da söylenenler var, 1980'lerden kısa bir süre önce Yunanistan cuntadan kurtulmuştu, üstelik bu cunta yönetimi bizimkine göre nispeten uzun sürmüştü. Aynı mücadeleyi Türklerin sürdürdüğünden bahsediyor bir Yunan, kendi babalarının, amcalarının çatışmalarının bir benzerinin Türkiye'de başlamasından ötürü mültecilere yardım edilmesi gerektiği söyleniyor. Kader ortağıyız, coğrafya ortağıyız, tarih ortağıyız. Kuru bir söylem değil bu, kardeşiz. Öyle veya böyle.

Genel olarak öyküler başarılı, Ahmet Sefa okumak lazım. Diğer metinlerini de en kısa zamanda edineceğim, hatta önümüzdeki ay tamamen Belge'ye çalışabilirim. Yayınevine ve Ahmet Sefa'ya bir göz atılmalı.