Golding'in gemide geçen bir üçlemesi var, yolculuk boyunca İngilizlerin aristokratik gözlerinden sosyal statülerin, etiğin ve ahlakın kurulup yıkılma aşamalarını görürüz. Gemi'de buna benzer bir şey var. Geminin kaptanı, ikinci kaptanı, üçüncü kaptanı, tayfalar falan. Miço da olsaymış tam olurmuş. Kırk civarı insanın yedi yüz küsur günlük yolculuğunda onca gerginlik, kavga, gürültü arasında gördüğümüz şeylerden biri, sömürünün karasının gemisinin olmaması. İkincisi, geminin de bir nevi ormana dönüşebilmesi. Güçlü olan diğerlerini sindirebiliyor, tabii hınç büyüdükçe intikam da büyük oluyor. Bir örnek, Arıt'ın metni oluşturan kısa bölümlerinden birinde geçen matrak bir olay: Geminin sahibi olan armatör, uğradıkları bir ülkedeki demir kadar sert bir kereste türünden satın alma emri veriyor. Kızına evlilik hediyesi yaptıracak o keresteden. Kaptan da aynı keresteden almak istiyor ve masrafları tayfanın maaşından kesiyor, keresteler armatörün kızına düğün hediyesi sözde. Anlatıcımız olan Katip bu duruma karşı çıkıyor, Kaptan'la konuşuyor. Kükrüyor Kaptan, daha kötü bir muameleyle karşılaşmamak için çenelerini kapamalarını söylüyor. Katip hemen bir plan yapıyor, termit kraliçesi buluyor bir yerden, şekerli suyu kerestelerin kilitlendiği bölüme boca edip salıyor kraliçeyi. Armatörün bulunduğu ülkeye geldikleri zaman kapı açılıyor, kerestelerin yerinde talaştan başka bir şey yok. Paralarına el konan tayfa böylece intikam alıyor, haksızlık karşısında birleşebiliyorlar ama birbirlerine karşı pek de merhametli değiller. Katip'i ele alalım, tam chaotic neutral. Metinde Türkiye haricinde hiçbir ülkenin ismi verilmiyor ama bu herifin okumak için gittiği ülkenin ABD olduğunu söyleyebiliriz sanırım. Üniversite okumaya gidiyor ama siyasi işler, eylemler derken aranılan biri haline geliyor, polisler peşine düşüyor, herif kaçıyor ve limandaki gemimize sığınıyor, altmışlarındaki Kaptan'ın oluruyla katip olarak çalışmaya başlıyor. Hikâyesi bu, arka planı pek bilmiyoruz ama zamanında eşitlik, hak, adalet için savaştığını biliyoruz. Gemiye ayak basar basmaz değerlerini yeniden sorgulamaya başladığını da biliyoruz, diğer tayfaların hayatlarını kaydırması geçmişiyle çatışma yaşadığını gösteriyor. Gerçi gemide insanlığa dair bir şey görmek pek mümkün değil, daha en başta Kaptan'ın yemeğini götürmeye çalışan bir tayfanın fırtınada denize uçtuğunu, Kaptan'ın bu durumu umursamadığını görürüz. Tayfalar çıkar çatışmalarında birbirlerini satarlar, daha büyük bir kötülüğe karşı birleşmeleri dışında birbirlerinin kuyularını kazarlar. Kaotik bir ortamda hayatta kalmak için insani değerleri askıya almanın gerekli olduğunu düşünüyor Katip, böylece araya kaynayıveriyor.
Kısa bölümlerden, yolculuğun farklı evrelerini anlatan öykülerden mürekkep bir metin. Arada Katip'in ABD'de bıraktığı kırığından gelen mektupların tıpkılarına yer verilmiş, böylece Katip'in geçmişte yaşadıklarını öğreniyoruz, kişiliği hakkında da fikrimiz oluyor biraz. Kadının mücadeleye devam ettiğini görüyoruz bir müddet, sonrasında o da su koyveriyor. Bir neslin zorbalıkla mücadelesinin de resmi bu, Arıt'ın gözünden. Neyse, hemen her bölümde Katip'in sabit kalması kaydıyla farklı karakterleri görebiliyoruz. Bir tane Karadenizli var, çok matrak bir adam. Deli Tufan. Erkan Can'ın Temel'ini hatırlatıyor. Gemide'nin de etkisi var bunda. Aslında meselesi biraz daha farklı, bir de küfürsüz bir Gemide bu metin. Diyaloglar biraz daha az kurmaca havası taşısaymış benzerlik daha belirgin olurmuş ama, eh, yine de iyi. Arıt da gemicilik yaptığı için yüzlerce gün boyunca denizde oradan oraya gitmenin, yük indirip bindirmenin, kadınların ve alkolün hızını artırdığı günlerin hissettirdiklerini kanlı canlı sunmuş. Sıkıntılı bir yaşamı eğlenceli hale getirmenin sayısız yolunu da göstermiş, mesela meyhane vakası. Katip ve birkaç arkadaşı yabancı bir ülkede dolanırken bir şeyler içmek için bara giriyorlar, barın sahibi bizimkilere Türkçe bilip bilmediklerini soruyor. Türkçe bilmiyor aslında, sadece tek bir cümle biliyor, onu söyleyip duruyor. Konuştuğu dili bizimkilerin bilmediğini düşünüyor ama Katip biliyor, muhabbet ediyorlar bir süre. Mekana birileri geliyor, barın sahibinin arkadaşları. Sohbet ediyorlar kendi aralarında, konuştukları dili Katip biliyor yine ama sahibin bundan haberi yok. Atıp tutmaya başlıyor, Türkler şöyle rezil, böyle kepaze ama yola gelirler hemen. Bu tırşo geliyor, bizimkilere, "Türkçe biliyor musunuz?!" diye bağırıyor ve arkadaşlarının yanına dönüyor, hava atıyor. Katip arkadaşlarına durumu anlatıyor, bizimkiler Türklerin gücü konusunda örnek sunmak istediklerini söylüyorlar ve mekanı dağıtıyorlar bir güzel, kimse sesini çıkaramıyor falan. Böyle hikâyeler var, can sıkıntısından ve anlamsızlıktan ne yapacaklarını bilemiyor insanlar.
İlginç meseleler var, birkaçına değinip bitireceğim. Bağımsızlığına yeni kavuşmuş bir ülkeye yanaştıklarında kıyıda bir dünya insan görüyorlar, çılgınca bir kutlama var, bağırıp çağırıyor millet. Bizimkiler ne olduğunu anlamıyorlar, süslü püslü bir adamın maiyetiyle birlikte gemiye çıkmak istediğini görüyorlar. Bizimkiler anlamıyorlar durumu ama seviniyorlar bir yandan, sıcak bir karşılama sonuçta. Kaptan da şıkır şıkır giyiniyor, heyeti bekliyor. Adam geliyor, hararetle el sıkışılıyor ve mesele anlaşılıyor; bizim bayrağı uzaktan Sovyet bayrağı sandıkları için kutlamalara başlamışlar. Aynı hızla iniyorlar gemiden, arazi oluyorlar ve uçuk bir liman parası bindiriyorlar. Gerçi pek koymuyor, Kaptan'ın bilgisinin dahilinde ve haricinde her türlü kaçakçılık yapılıyor, yasa dışı mallar taşınıyor, alınıp satılıyor, bir dünya illegal iş dönüyor gemide. Tam bir pislik yuvası aslında. Bizim eleman da gemideki doktoru kullanarak bir dünya para kazanıyor ama karaya çıktıkları bir gün Kaptan tarafından düdükleniyor, parası gidiyor elinden. Bir dünya katakulli var hemen her bölümde, bir dünya macera, ihanet. Ahlak kaygısı kendini zaman zaman gösterse de önemsiz bir boyutta kalıyor. Hans'ın olayını anlatmalıyım burada. Hans gemiye aşçı olarak alınıyor ve bir gün buzlukta kilitli kalıyor. Çıkaramıyorlar bir türlü, Kaptan da soğutucuyu durdurmama emri veriyor. Onca yiyeceğin bayatlaması açlıktan ölmek demek, bir tayfanın ölmesi daha mantıklı. Neyse, bir işler dönüyor ve kesiyorlar elektriği, bu sefer de içerisi aşırı sıcak oluyor, kapıyı açabildikleri zaman leş kokusu çarpıyor burunlara, Hans yarı baygın bir şekilde ve su içinde çıkarılıyor oradan. Şanslı adam, ölmeden kurtuldu ama ciddi şekilde yaralananlar veya darbe yapılan ülkelerden birinde askerler veya isyancılar tarafından öldürülen tayfalar da oluyor. Aşk hikâyeleri, parasızlık, huysuzluk, başa dert açacak milyon tane şey var, tayfalar için seçmesi kolay.
Anı derlemesi gibi gözükse de bayağı anlatı bu aslında. Yeni de bir şey, bizde böyle yolculuk boyunca değişen çok karakterli, olaylı bir metin varsa da ben bilmiyorum, ilk kez karşılaştım, çok hoş. Kesinlikle dikkate değer, okunması gereken bir metin. Aydın Arıt'a hakkını vermeliyiz. Bence.
Kısa bölümlerden, yolculuğun farklı evrelerini anlatan öykülerden mürekkep bir metin. Arada Katip'in ABD'de bıraktığı kırığından gelen mektupların tıpkılarına yer verilmiş, böylece Katip'in geçmişte yaşadıklarını öğreniyoruz, kişiliği hakkında da fikrimiz oluyor biraz. Kadının mücadeleye devam ettiğini görüyoruz bir müddet, sonrasında o da su koyveriyor. Bir neslin zorbalıkla mücadelesinin de resmi bu, Arıt'ın gözünden. Neyse, hemen her bölümde Katip'in sabit kalması kaydıyla farklı karakterleri görebiliyoruz. Bir tane Karadenizli var, çok matrak bir adam. Deli Tufan. Erkan Can'ın Temel'ini hatırlatıyor. Gemide'nin de etkisi var bunda. Aslında meselesi biraz daha farklı, bir de küfürsüz bir Gemide bu metin. Diyaloglar biraz daha az kurmaca havası taşısaymış benzerlik daha belirgin olurmuş ama, eh, yine de iyi. Arıt da gemicilik yaptığı için yüzlerce gün boyunca denizde oradan oraya gitmenin, yük indirip bindirmenin, kadınların ve alkolün hızını artırdığı günlerin hissettirdiklerini kanlı canlı sunmuş. Sıkıntılı bir yaşamı eğlenceli hale getirmenin sayısız yolunu da göstermiş, mesela meyhane vakası. Katip ve birkaç arkadaşı yabancı bir ülkede dolanırken bir şeyler içmek için bara giriyorlar, barın sahibi bizimkilere Türkçe bilip bilmediklerini soruyor. Türkçe bilmiyor aslında, sadece tek bir cümle biliyor, onu söyleyip duruyor. Konuştuğu dili bizimkilerin bilmediğini düşünüyor ama Katip biliyor, muhabbet ediyorlar bir süre. Mekana birileri geliyor, barın sahibinin arkadaşları. Sohbet ediyorlar kendi aralarında, konuştukları dili Katip biliyor yine ama sahibin bundan haberi yok. Atıp tutmaya başlıyor, Türkler şöyle rezil, böyle kepaze ama yola gelirler hemen. Bu tırşo geliyor, bizimkilere, "Türkçe biliyor musunuz?!" diye bağırıyor ve arkadaşlarının yanına dönüyor, hava atıyor. Katip arkadaşlarına durumu anlatıyor, bizimkiler Türklerin gücü konusunda örnek sunmak istediklerini söylüyorlar ve mekanı dağıtıyorlar bir güzel, kimse sesini çıkaramıyor falan. Böyle hikâyeler var, can sıkıntısından ve anlamsızlıktan ne yapacaklarını bilemiyor insanlar.
İlginç meseleler var, birkaçına değinip bitireceğim. Bağımsızlığına yeni kavuşmuş bir ülkeye yanaştıklarında kıyıda bir dünya insan görüyorlar, çılgınca bir kutlama var, bağırıp çağırıyor millet. Bizimkiler ne olduğunu anlamıyorlar, süslü püslü bir adamın maiyetiyle birlikte gemiye çıkmak istediğini görüyorlar. Bizimkiler anlamıyorlar durumu ama seviniyorlar bir yandan, sıcak bir karşılama sonuçta. Kaptan da şıkır şıkır giyiniyor, heyeti bekliyor. Adam geliyor, hararetle el sıkışılıyor ve mesele anlaşılıyor; bizim bayrağı uzaktan Sovyet bayrağı sandıkları için kutlamalara başlamışlar. Aynı hızla iniyorlar gemiden, arazi oluyorlar ve uçuk bir liman parası bindiriyorlar. Gerçi pek koymuyor, Kaptan'ın bilgisinin dahilinde ve haricinde her türlü kaçakçılık yapılıyor, yasa dışı mallar taşınıyor, alınıp satılıyor, bir dünya illegal iş dönüyor gemide. Tam bir pislik yuvası aslında. Bizim eleman da gemideki doktoru kullanarak bir dünya para kazanıyor ama karaya çıktıkları bir gün Kaptan tarafından düdükleniyor, parası gidiyor elinden. Bir dünya katakulli var hemen her bölümde, bir dünya macera, ihanet. Ahlak kaygısı kendini zaman zaman gösterse de önemsiz bir boyutta kalıyor. Hans'ın olayını anlatmalıyım burada. Hans gemiye aşçı olarak alınıyor ve bir gün buzlukta kilitli kalıyor. Çıkaramıyorlar bir türlü, Kaptan da soğutucuyu durdurmama emri veriyor. Onca yiyeceğin bayatlaması açlıktan ölmek demek, bir tayfanın ölmesi daha mantıklı. Neyse, bir işler dönüyor ve kesiyorlar elektriği, bu sefer de içerisi aşırı sıcak oluyor, kapıyı açabildikleri zaman leş kokusu çarpıyor burunlara, Hans yarı baygın bir şekilde ve su içinde çıkarılıyor oradan. Şanslı adam, ölmeden kurtuldu ama ciddi şekilde yaralananlar veya darbe yapılan ülkelerden birinde askerler veya isyancılar tarafından öldürülen tayfalar da oluyor. Aşk hikâyeleri, parasızlık, huysuzluk, başa dert açacak milyon tane şey var, tayfalar için seçmesi kolay.
Anı derlemesi gibi gözükse de bayağı anlatı bu aslında. Yeni de bir şey, bizde böyle yolculuk boyunca değişen çok karakterli, olaylı bir metin varsa da ben bilmiyorum, ilk kez karşılaştım, çok hoş. Kesinlikle dikkate değer, okunması gereken bir metin. Aydın Arıt'a hakkını vermeliyiz. Bence.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder