30 Eylül 2016 Cuma

Ransom Riggs - Bayan Peregrine'in Tuhaf Çocukları

İthaki'den birkaç yıldır memnun değilim. 2000'lerin başından, liseye yeni başladığım zamanlardan beri takip ederim, 2010'a kadar falan çıkardıkları bütün kitapları -birkaç fire vermişimdir, kitaplarımı geri getirmeyen dostlara sinkaflı merhaba- almışımdır ama artık hararetli bir şekilde takip etmeyeceğim. BK serisini kaçırmam, o da güncel yayın politikalarını değerlendirdiğimde yeterli. Yani kusura bakmayın, Neal Stephenson, Iain Banks gibi eserleri çevrilmeyi bekleyen seksen tane adam varken, bir kere basıldığı için fahiş fiyatlara satılan kitapları varken İthaki'nin piyasaya oynamasını beğenmiyorum, parlata parlata bir hal oldukları kitapları sevmiyorum. Marslı'da azıcık isyan etmiştim ama bu kitap son damla oldu. Keşke şirketin ikinci yayınevinden falan çıksaymış, oraya yakışan bir çoksatar.

Yenilik arıyorum, heyecanlandıracak bir kurgu arıyorum, orijinal karakter arıyorum, bulamıyorum. Aynı yayınevinden çıkan Kralkatili Güncesi -son kitabı bitirsene gebeş Rothfuss!- aksayan yanlarına rağmen gerçekten nefes kesiciydi, Kvothe gibi fantastik alemlerin zaman zaman efendi, zaman zaman uçarı çocuğundan Peter Camenzind tadı almıştım. Karakter iyi kurulmuştu; motivasyon kaynaklarına onlarca sayfa ayrılmıştı. Kısacası fantastik bildungsroman örneklerinin en iyilerinden biriydi. Bu romanda Jacob Portman nam çocuğumuz için pek iyi şeyler söyleyemeyeceğim. Kurulamamış bir karakter diyorum ve burayı dağıtıyorum.

Farklı alemlere yolculuk yapan gençleri düşünüyorum, aklıma ilk gelen Johnny. Pratchett'ın çocuğunun aileyle ilişkisi kurgu dersi gibiydi; bir türlü boşanamayan anne-babadan kaçış ve doğaüstü meselelere yöneliş birbirini oldukça sıkı bir şekilde destekliyordu. Jacob'ta mevzu sallantılı. Anne tarafının marketler zinciri var, çocuk burada çalışmak zorunda bırakılıyor. Anneye göre dünyada keşfedilmemiş hiçbir şey kalmamış. The Jacob Show olmuş bu; Truman'ın kurgusal gerçekliğinin replikası. Baba, eşinin zenginliği sayesinde bir işin ucundan tutmamış, kuş gözlemciliği falan yapıp babasına olan kırgınlığını her an yaşatan bir adam. Servet düşmanlığına eyvallah da bu para-ruhsuz dünya ilişkisi oldukça sakil. Hikâyenin esas adamlarından biri olan Abraham Portman, Jacob'ın dedesi, baştan atılmaya çalışılan, hikâyesine inanılmayan adam olmaktan öteye gidemiyor. Belki sonraki kitaplarda derinlemesine işlenmiştir, okumadan bilemem ama elimdeki ikinci ve üçüncü kitapları okur muyum bilemiyorum, zaman kaybı olacak gibi geliyor.

Ben hikâyeyi anlatayım, eleştiriler sonraya kalsın.

Dedenin anlattığı garip çocuklarla ilgili hikâyeler var, Jacob bu hikâyelere inanarak büyüyor ama başkalarıyla paylaştığı anda hayatı tepetaklak oluyor. Süper yeteneklere sahip çocuklardan bahsetmek, normal yaşamın normu tarafından bertaraf edilir, anormal bir durum yok. Sonrasında Jacob dedesinin anlattıklarını sorgulamaya başlar, annesiyle babasının adamı huzur evine yatırma planlarını öğrenir ve ne yapacağını bilemez hale gelir. Saldırı gerçekleşene kadar muallakta kalır.

Dedesinden gelen yardım telefonunun ardından adamcağızın evine gelir ve bahçede dedesinin cesedini bulur, az ilerideki ormanlık alanda kendisini dikizleyen gözleri gördüğünde aklını kaybedecek gibi olur, yanındaki serseri arkadaşı canavar falan görmediğini söyler ve çocuğumuz psikoloğa yollanır. Psikolog hemen bir tanı koyar, stresli akutlu sendrom. Jacob, dedesinden ne duyduysa olduğu gibi psikoloğa anlatır, pek bir yardımı dokunmaz bunun.

Dedenin hikâyesi: Adam Polonya doğumlu ve 12 yaşındayken Galler'deki bir yetimhaneye gönderiliyor. Peregrine'in mekanı. Orada tuhaf çocuklar var, kimi uçuyor, kimi çok kuvvetli, kimi ateşe hükmedebiliyor, bilmem ne. Geri kalanı için Harry Potter'daki dünyayı alıp buraya uyarlayın, aynı şey. Neyse, çocuğumuz II. Dünya Savaşı çıkınca yetimhaneden ayrılıp savaşa katılıyor ve sonrasında ABD'ye göçüyor. Yetimhanede aşk yaşadığı Emma için yıkım oluyor bu, mektuplaşıyorlar ama Abraham giderek daha az mektup yollamaya başlıyor, son mektupta kızıyla çekilmiş bir fotoğraf yolluyor ve olay bitiyor. Yetimhanede kalanlar hiç büyümüyor, Abraham yaşlanıyor, böyle şeyler.

Psikolog, Jacob'ın yarattığı hayali dünyayı yıkabilmek için köklere yapılacak bir seyahati salık veriyor; çocuk babasıyla birlikte Galler'e gidiyor, yetimhaneyi arıyor, buluyor falan. Sonra bu canavarlar ortaya çıkıyor. Gerisi klasik şeyler.

Eleştirilere geçiyorum.

1) Dedesinin evine giden Jacob, yolda bembeyaz gözlü bir bahçıvan görüyor ve kör deyip geçiyor, üstelik şaşırıyor dedem bu adamdan neden hiç bahsetmedi diye.

Allah Allah, acaba neden? Yani ya kitap bizde yanlışlıkla çocuk kitabı olarak pazarlanmadı, ya da okurun zekâsına hakaret ediliyor resmen. Anlatıda örüntü keşfediliyorsa bunu okurun zekâsının süperliğine değil, yazarın beceriksizliğine veriyorum.

Elde var bir.

Psikolog kardeşimiz bakalım ne olacak diye düşünerek adamları Galler'e gönderiyor. Psikolog değilim ve delicesine ahkam kesesim var; denetiminde olan bir çocuğu aklı beş karış havada olan babasıyla birlikte muhtemelen yıkık, virane haldeki bir yeri keşfetmeye gönderiyorsun, öyle mi? Yüzleştirme iyi bir yöntem olabilir ama burada yüzleştirme yok, bilinmeze gönderme var. Yani sende bir yamuk var psikolog, ama daha çok yazarda bir yamuk var.

Elde var iki.

Babayla oğul, yapılaşmanın çok uzağından geçen bir yerde, eski bir binada kalıyorlar. Meskenin nüfusu 200 falan, çok küçük bir yer zaten, kuş uçmaz kervan geçmez bir yer. Sonra bir diğer kuş gözlemcisi ortaya çıkıyor. Gizemli bir adam, ne idüğü belirsiz. Gerçekten çok gizemli, kim ki acaba? İyi biri olsa gerek.

Elde var üç.

Daha ilk adamdan alarma geçtim ve diğer ikisini bulmak hiç zor olmadı haliyle. Hele psikoloğun ortaya çıktığı an çocuğumuzun şaşkınlıktan küçük dilini yutma anı vardı, çok güldüm. Karakter için belki sürpriz ama Bay Ransom Riggs, kitabınızı o karakter yaşasın diye yazmıyorsunuz, okur için yazıyorsunuz. Olmamış.

2) Baba karakteri. Adam babasıyla oğlunun yakınlığına haset duyuyor ama bilinen mevzu; süper kahramanın halinden süper kahraman anlar. Harry Potter'da Harry'nin annesiyle teyzesi arasındaki meseleyi hatırlayın. Severus Snape'in ortaya çıktığı an.

Baba kırkyama bir karakter, çiğ.

3) Zygmunt Bauman'ın Akışkan Aşk nam kitabında kitle iletişim araçlarının, özellikle cep telefonlarının sosyal yaşam üzerindeki etkileri anlatılırken faydalarının yanında zararlarına da değinilir. Bauman için ilişkiler üzerinde her an değişim yapabilmek pek iyi değil. Eh, benim için de. Bir nebze uzak kalmak, kalabilmek çok önemli. Dünyanın genişletilmesi sağlıklı, doğal yollarla olmalı. Teknolojik gereçler pek iyi değil bu açıdan. Teknoloji düşmanı değilim, yine de çoğu alanda olduğu gibi bunda da amacından şaşıyor mevzu. Kurgusal bir metinde bağlamdan kopuk kullanım olayı rezil rüsva ediyor.

Diyeceğim şu ki Jacob kardeşimiz son derece gotik bir mekanda, yetimhanenin yıkıntıları arasında gezinirken şak diye cep telefonunu çıkartıp etrafı görmeye çalışıyor. Bilemiyorum, belki benim problemimdir ama açıkçası Poe'nun veba dostu odaya girdiğinde, "Birader bizim ilacımız var, bize sökmezsin," deyip masaya bir şişe hap koyan zıpçıktı bir karakter hayal ediyorum ve aynı sıkıntıyı hissediyorum. Cep telefonu uzamı kesinlikle bozuyor, okuru büyülü dünyadan çıkarıp poke topu atmaya, şeker patlatmaya meylettiriyor.

Karanlığı kırmak için cep telefonu ekranı kullanmak ne ya? Farklı zaman dilimindeyken babana telefonla ulaşmaya çalışsaydın bir de.

"Sonra küçük bir zekâ pırıltısıyla en yakın baz kulesinden en az on beş kilometre ötede olmama rağmen cebimdeki telefonun menü ekranına bir şeyler tuşlayarak önümü biraz olsun görebileceğimi fark ettim." (s. 129)

Arkadaşımız zekâlı ama kaportacı olmak istiyor, yoksa iyi bir mühendis olabilirdi, zira baz istasyonu olmadan telefonun çalışmayacağını(!) herkes bilebilir. Jacob beş yaşında, arkadaşları ona Oppenheim diyor.

Mevzu daha çok su yürütür de bu kadar yeter.

4) Çeviri hatası olabilir, orijinal metinle karşılaştırmak lazım gerçi de ben söyleyeyim: İnsan başlı atın eli olabileceğini sanmıyorum. Yani başı insan, gerisi at. Atın eli olmuyor, mutasyonla yeni bir tür ortaya çıkardıysanız o başka. Mevzu sayfa 167'de.

5) Tarihi gerçeklere mevzu yedirmece. Bayat bir iş, hakkıyla yapılmayınca sırıtıyor. Cadı Avı zamanlarında bu tuhaf kardeşlerimizin öldürülmesi, romanın kötü adamlarının yaptığı deneyin sonucu olan patlamayla Sibirya'daki Tunguska Olayı'nın eşleştirilmesi... Meeh, von Daniken şarlatanı çoktan yaptı bunun kralını, hoş değil.

Bu işte en başarılı adamlardan biri olarak Gaiman'ı görüyorum; zerre kılçık bırakmadan yedirir yahut bildiğimiz dünyadan tamamen soyutlar öbürlerini.

6) Jacob'ın mevzuya bir türlü girememesi. Çocuğun dedesi öldürülmüş, mekana gidip elemanları bulunca olayı anlatsana direkt! Yok, kitabın sonlarına doğru söylüyor her şeyi. Saçma. Ha, dedesinin eski sevgilisi Emma'yla kırıştırmaktan aklı karışmış olabilir tabii. Bu kadar abuk bir şey çok az görmüşümdür. Araya ergen aşkı sıkıştırmasalar kitap satmaz, mantık belli. Saçma olayların yanında gereksiz ilişkiler kitabı şişirmiş, örneğin başta Ricky diye bir kabadayı var. Adamın canavarı görmemesi dışında başkaca bir rolü yok, Jacob'ın dünyasını anlamamızda yardımı dokunsa da gereğinden çok yer kaplıyor. Lüzumsuz.

7) Esinlenmeler... Tuhaf çocukların sirk olayı Heinlein'ın Yaban Diyarlardaki Yabancı'sında var. Mağaradan, çukurdan vs. başka alemlere geçmeler Lovecraft'tan Gaiman'a birçok yazarda var. Zaman döngüleri olayı keza. II. Dünya Savaşı'nda çocuk karakterlerin bombalardan kaçınması benzer bir şekilde Terry Pratchett'ta var. Fotoğrafların övülecek tek yanı konuya müthiş bir uyum sağlaması. Onun dışında yeni bir şey değil; aklıma gelen ilk örnek bizden Özen Yula. Dışarıda daha fazladır.

Yenilikçi olmasa da parlak bir fikir olarak Enoch adlı çocuğu gösterebilirim. Bayan Peregrine, zaman döngüleri yaratıp tuhafların ölmesini engelleyebiliyor ama her ütopyada olduğu gibi burada da bir sıkıntı var; Peter Pan misali yaşayan çocukların mutlak iyilikten delirmelerine ramak kalmış. Bu yüzden bazıları köye baskın yapıp insanları yaralıyor, hayvanları öldürüyor falan. Bayan Peregrine'in haberi nasıl olmaz, anlaşılır gibi değil. Mutlaka vardır, buna göz yumuyor olabilir. Her şey görüldüğü kadar süper değil yani.

Eh, diğer iki kitabı yakın bir zamanda okuyacağımı sanmıyorum. Kafamı dağıtayım derseniz alıp okuyun, fazlasını beklemeyin. Hatta kafa dağıtmak için televizyon izleyin, paranız cebinizde kalır. Tim Burton'a da teessüf ettim, her hıyarım var diyene tuzlukla koşarsan itibarın giderek düşer. Edward Scissorhands kessin saçını sakalını senin.

28 Eylül 2016 Çarşamba

Brian Herbert & Kevin J. Anderson - Dune: Makinelerin Seferi

Cihat'ın başlamasından 20 yıl sonra, eski bir köle-efendi olan İblis Ginjo'nun politik oyunları birçok masum insanın ölümüne sebep oldu. Makineler için casusluk yaptığını düşündüğü politik düşmanlarını, kurulmasına önayak olduğu Cihat Polisi "Cipol" yardımıyla ortadan kaldırdı ve Yüce Patrik ünvanını kullanarak Cihat'ın devam etmesinde Serena Butler'a yardımcı oldu. Serena, oğlunu kaybettikten sonra bütün enerjisini makinelerin ortadan kaldırılması için kullandı ama yetkilerinin, politik gücünün İblis Ginjo tarafından yavaş yavaş ortadan kaldırıldığını göremedi. İblis, cogitor denen kadim beyinlerden birini kendi amaçları için kullandı ve elindeki güç büyüdü. Devlet içinde devlet oldu adeta.

Agamemnon, Dünya'nın atomiklerle bombalanmasıyla birlikte spermlerinden oldu ve tek oğlunun ihanetiyle yıkıldı. Saçma değil mi? Teknolojinin deli geliştiği bir evrende spermlerin kopyalanıp onlarca gezegende saklanmamış olması garip.

Milyonlarca insan öldü, milyonlarca makine yok oldu, savaş devam ediyor. Savaş alanı çok geniş, cephe savaşlarında kazanılan zaferlerin anlamı yok. Makineler çok daha çabuk çoğalabiliyor, insanlarda durum biraz daha sıkıntılı. Anne yetiştirecek de, o ellere yollayacak da... Tleilaxular kayıp uzuvların, organların yerine yenilerini üretebiliyor olsalar da -ki sonradan öğreneceğimiz üzere mevzu öyle değilmiş, pis işler dönüyormuş bu olayda- can kayıpları arttıkça birliğin köleler üzerindeki baskısı artıyor, Zensünnilerin Arrakis'e gitmesine yol açılacak. Başarısızlık, haksız uygulamaları beraberinde getiriyor, günümüzde olduğu gibi.

Ginazlı paralı askerlerin ortaya çıkışından da bahsedeyim, bu arkadaşlar kadim teknikleri modern yöntemlerle geliştirerek bir yakın dövüş sınıfı oluşturuyor. Orijinal seriden bildiğimiz Duncan Idaho, Ginaz kılıçustalarının yetiştirdiği süper bir adam mesela. Bu kitapta Zon Noret ve evladı Jool Noret'le tanışıyoruz, baba katlinin mitini robotla insan arasında görüyoruz. Asıl evlat Jool, Chinox adlı antrenman robotunun zorluğunu en üst seviyede bırakınca babasının robot tarafından öldürülmesine yol açar. Bu robot, eğitimin en önemli adımlarından biridir ve bizzat Zon Noret tarafından tekrar programlanmıştır. Yaratıcısını öldürürken doğasına uyar, hiçbir duygu belirtisi göstermez, gösterecek bir mevzusu yoktur zaten. Evlat Jool, acısıyla çok iyi bir iş becerir ve Ginaz'ın görüp göreceği en büyük savaşçı olur, zorla kabul ettiği öğrencilerine pek faydası dokunmasa da yeteneğiyle herkesin hocası haline gelir. Yenemeyeceği kimse yoktur, yaşam dışında. Dev bir tsunami kendisini yeryüzünden siler, efsaneler arasına karıştırır. Gereksiz bir yan karakter gibi gözükse de bu kılıçustaları meselesinin anlatılmasında kilit rollerden birine sahiptir.

Solucansüvarisi Selim... Arrakis'in has adamı, yamağı Cafer'le birlikte haksızlıklara karşı koyarken köle isyanıyla birlikte Arrakis'e gelen Zensünnilerle bir olup ilk fremenlerin temel taşı olacak. Fremenler de bu kitapla birlikte ortaya çıkmış oluyor böylece. Baharat hasadını bitirmek için yaptıkları saldırılar daha büyük boyutlara ulaşacak, böylece Arrakis'le ilgili büyük planları olan Lonca'nın da başına bela olacaklar. İsmail burada çok önemli. Tio Holtzman adlı mucidimiz, teknolojik ürünlerin yapımında büyük köle gruplarını çalıştırarak robotlara ve simeklere karşı yürütülen savaşa büyük katkı sağlarken kölelerin ayaklanma ihtimallerini, daha doğrusu işin çarpık ahlakını görmezden geliyor. İsmail'in eşi ve çocuklarının ölümüyle birlikte isyan fikri giderek yayılıyor ve bum! Holtzman kalkanı ve lazer silahının etkileşimiyle ortaya çıkan atomik patlamada gezegenin yarısı falan havaya uçuyor, İsmail ve tayfası da yürüttükleri gemiyle birlikte Arrakis'e gidiyor. İyi bir amaç uğruna yapılan kötülük de cezasız kalmıyor.

"Esirlere göre Poritrinli köle sahipleri de makineler de iblisti - yalnızca farklı türlerde." (s. 85)

Erasmus, ilk mentat olan Gilbertus Albans'ı yetiştiriyor, insanları anlamak için büyük bir şans ama özellikle yaratıcılık hakkında hiçbir şey bilmediği ve bilemeyeceği için robotların sonu gelecek, bu en başından belli. Zaman meselesi.

Norma bağımsızlığını kazanıyor, Aurelius Venport'un ölümüyle birlikte yalnız kalıyor ve uzay-bükücülerin üretilmesi konusunda baharatın yardımıyla yeni bir başlangıç yapıyor. Tüm uzayı beyne sıkıştırmak için baharat şart, böylece büyük bir ticaret ağı da ortaya çıkmış oluyor.

Agamemnon cogitorları yok etmeye and içmiş bir halde yeni gezegenler fethediyor, büyük fedakarlıklarla durdurulabiliyor. Tek bir gezegene sıkışmış halde sonunun gelmesini bekleyecek, yapacak fazla bir şeyi kalmadı.

850 sayfa, bir sene önce okudum ve çok az ayrıntı verebildim ama durum budur, Dune muhteşem bir sagadır.

Jonathan Evison - Kayıp Şeylerin Bakım Kılavuzu

Formül tutmuş ama neticede formül; kullanıla kullanıla sürprizini kaybediyor. Kısa bölümlere ayır, bölüm sayısını yüksek tut, şimdinin anlatısıyla geçmişinkini ayır ama bölümden bölüme arka arkaya gelecek şekilde diz, deja vu yarat, araya ana hikâyeyi desteklerken olabildiğince bağımsız görünen bölümler at, hayatını batırmış bir adamı yolculuğa çıkart, yanına üç beş ilginç karakter koy ve oldu sana zamane romanı. Vallahi güzel, bu kadar sık kullanılmasaydı daha güzel olurdu gerçi.

Esas oğlanımız Benjamin Benjamin, Johnny Depp'e benzetilen bir adam. Yakışıklılığıyla belli bir yere kadar yürümüş ve felaketler başına gelinceye kadar iyi idare etmiş. Yetmeyecek, hayatını toparlamak için bir şeyler yapmak zorunda. Hasta bakım kursu alıp Trevor'la karşılaşana kadar iki buçuk yıl boyunca içiyor, avare avare dolanıyor ve sıfırı tüketmeye yakın gerçekten bir çıkış yolu bulmaya çalışıyor. Trevor adamımıza yardım ederken kendi meselelerini de çözecek, yolda karşılaştıkları insanlar da öyle. Bir yol filmi olabilirmiş; başrolde Johnny Depp. Little Miss Sunshine'a Depp'i koyun, aşağı yukarı bu roman ortaya çıkar. Yapımcıların parası yetmediği için başka bir aktör koymuşlar gerçi. O adam da iyi oynar, severim.

Hasta adam-sağlıklı adam ilişkisinden yamuk çıkmaz, böyle izledik. Intouchables böyleydi, bizde de Tamam Mıyız? var. Bunların özü kısaca sağaltmadır, birinde eksik olanı diğeri tamamlar, eksikliği özünde gören diğerine ıstırap vermeyi keser falan. İnsan bir başkasıyla bulanır, daha başkasıyla berraklaşır, mesele budur. Kitapta berraklaşan berraklaşana, ben baştan alayım bir.

İki farklı zamanın anlatısı var dedik, birinde Benjamin'in eşi ve çocuklarıyla olan ilişkisi var. Benjamin olabildiğince iyi bir baba ve eş olmaya çalışıyor ama bahtsız. Eşi veteriner, kendi geçici işlerde çalışıp sanatla uğraşıyor. Sinek ısırıklarının müellifi sendromu. İdeal bir baba olduğu söylenemese de idare ediyor işte, çocuklarının ölümü dışında. Bakıcılık yaptığı sırada çocukları kaza geçiriyor ve ölüyor, sonrası yıkım. İki buçuk yıl. Eşi Janet boşanmak istiyor ama Ben buna hazır değil. İşte tam hazır olmadığı noktada başlıyor olay, Trevor'a bakıcı oluyor ve muhteşem hatalar yapmaya devam ediyor. Yeni tanıştığı bir kadına aşırı hisli bir mektup yazıp işi rezil diyor, Trevor'ın annesine sarkıyor ve şamarı yiyor, böyle şeyler. Janet'ın babası Bernard'la arası çok iyiyken kazadan sonra dışlanıyor, en sonunda Bernard Ben'i görmek istemediğini, herkesin yaşamına devam etmesi gerektiğini söylüyor. Kitapta beş baba oğul ilişkisine şahit olacağız, biri bu. Ben'in babası sosyal yaşamda son derece başarısız, Ben için Bernard gerçek bir baba oluyor ve sonunda çocuğunu dışlıyor. Kısacası babasız bir çocuk Ben, yaptığı hatalar için kendisini uyaracak kimse olmadığı için kendi kendiyle yüzleşmek zorunda.

Trevor'ın babası Bob. Aileyi Trevor doğmadan terk etmiş, ülkenin öbür ucunda yaşarken ara ara tavuk kızartmalarıyla ortaya çıkıyor. Bir açıdan Ben'e benziyor ama Ben kadar başarılı değil, çocukluktan hiçbir zaman kurtulamamış. Kendi kararlarını uygulayamayan, uyguladığı zaman da pek iyi sonuçlar almayan bir adam. Trevor tarafından affedilmemiş, durmadan çabalıyor. Trevor da babasız büyümek zorunda kalmış, üstelik yirmili yaşlarının ortasını bile göremeden ölecek. Affetmeye henüz hazır değil. Ben'le Trevor'ın ortak bir noktası bu baba meselesi, ne var ki Ben için affedecek bir baba yok. Var aslında, kendi.

İyi anlaşıyorlar, Trevor'ın kendine has bir mizahı ve libidosu var; çocuk duygusal bir deneyim yaşamadığı için kadınlara takmış durumda. Bunaltıcı bir durum yok, sadece kadınlar hakkında diğer çocuklardan biraz daha fazla konuşuyor, bu. Ben'in kadınlar hakkında pek iyi deneyimleri yok, bu da başka bir ortak nokta.

Trevor'ın bir haritası var, ABD'nin yerel ilginçliklerini raptiyeliyorlar. Misal, Utah'ta dünyanın en büyük hamburgeri, Houston'da dev bir maden. İş sadece harita yapmakla kalmıyor, Trevor ülkeyi dolaşmak istiyor ve annesine bu fikrin Ben'den çıktığını söylüyor. Amacı anneyi peşinde sürüklememek, Ben'le çok daha güzel ve kolay bir şekilde yolculuk edebilirler. Başta kovuluyor Ben, zira yolculuk çocuğun sağlığı için hiç iyi bir fikir değil ve bir bakıcının yapması gereken en son şeylerden biri, böylesi tehlikeli bir fikri çocuğun aklına sokmak. Ne var ki Bob trafik kazası geçirip birkaç kemiğini kırınca yola çıkmak için bir bahane bulunuyor. Baba ziyaret edilecek, minibüsle ülkenin öbür ucuna. Anne, Trevor'la Ben'i onlarca nasihatten sonra yolluyor.

Yolculuk başlasın.

Yolda bir araç kendilerini takip ediyor ve Ben, Janet'ın peşlerine bir dedektif taktığını düşünüyor, zira boşanma kağıtlarını imzalamayı reddettiği için başka uygulamalar devreye girebilir. Janet inatçı bir kadın. Dot'la tanışıyorlar, kız tam bir erkek fatma. American Beauty sendromu diyelim buna da. Babası bir türlü büyüyemeyen bir adam, sıkıntı aynı. Dot, tayfaya katılıyor. Yolda hamile bir kızla sevgilisini de araca alıyorlar. Kadro tamamlanıyor.

Ben birkaç kez takipçi aracın şoförünü yakalamaya çalışıyor ama beceremiyor, üstünü başını parçalıyor falan. Şoför, Dot'ın babası çıkıyor. Adam kızının peşini hiç bırakmamış meğer, yüzlerce kilometre boyunca takipteymiş. Konuşuyorlar ve kız mevzuyla yüzleşip babasının aracıyla birlikte gidiyor. Trevor babasıyla yüzleşiyor ve elde var iki. Ben boşanma kağıtlarını imzalıyor ve elde var üç. Mutsuz -hiçbir şeyin geri alınamayacağını fark etmek- ama mutlu -yeni başlangıçların varlığından haberdar olmak- son.

Yolculuk faslı süper, yazar sinemayla alakalı bir şeyler okuduğu için film gibi akıyor her şey. Keyifli.

Filmi pek tutmadım, Ben'i kendi düşüncelerinden izlemekle dışarıdan izlemek arasında dünya fark var. Romanı daha iyi, böyle bir hikâyeyi anlatıcının ve kahramanın ağzından dinlemek isterim. Tercih meselesi.

Domingo böyle kitaplar basıyor genelde, iyi. Çeviri de oyun çubuğu gibi garabetler dışında iyi.

23 Eylül 2016 Cuma

Julian Barnes - Oklukirpi

SSCB'nin nalları diktiği zamanlarda -birkaç yıl öncesi de olur- bağımsızlığını kazanan ülkeleri rejim belirsizliği gibi on numara bir sürpriz bekliyordu. Diktatörler tahtlarından indirildi, kurşuna dizildi, hapislerde yıllarını geçirdi ve özgürleşen(!) ülkelerinin sevincini ya toprak altından ya da parmaklıklar ardından izledi. İnanç yerini teslimiyete bırakmadı, insanlarını en iyi şekilde yönettiklerini düşündüler ama sıkıntı tam olarak bu noktadaydı zaten; kendi kendini lağvetmesi gereken kurumlar varlığını sürdürdü ve sömürü farklı bir isim altında devam etti. Kanımca dinler ve bazı yönetim şekilleri insanlara birkaç boy büyük geliyor, kolektif bir yönelim var olmuş olsa bile mevzu bir süre sonra yozlaşıyor. Barnes, bu yozlaşmanın romanını yazmış. En kötü kitabı olduğu söyleniyor, bütün kitaplarını okumadım ama gerçekten diğerlerine göre bir tık altta.

Başsavcı Peter Solinsky, Diktatör Petkanov'u yargılayacak ve böylece eski rejimin yol açtığı tıkanıklık giderilecek ama yargılayan da eski rejimin bir ürünü olduğuna göre kim kimi yargılıyor? Mülksüzler'dekine benzer bir durum; ilerlemeye açık bir toplum kendi içinde yozlaşmış olabilir ve muhafazakar bir toplum daha açık bir politika yürütmeye başlayabilir. Ortaya konan ürünler üzerinden neler döndüğü açığa çıkar sanıyorum ve bir olay anlatıyorum: Senesini hatırlamıyorum, İTEF kapsamında Karga'da etkinlik düzenlenmişti ve zamanın komünizmle yönetilen -şunu yazmak bile garip geliyor- ülkelerinden bir yazar gelmişti. Çocukluğunda yaşadığı olumsuz olayları anlatırken bir genç ayağa kalktı ve komünizmin süper olduğundan bahsetti, bir tövbe et, demediği kaldı. Adamın acı bir gülümsemesi vardı, aklımdan hala çıkmaz. O zamanlar Elçin'in Ölüm Hükmü'nü yeni okumuştum, Stalin'in paranoyaklığını ve insanları nasıl harcadığını da o sıralarda öğrenmiştim galiba. Diyemedim ki gerçek komünizm bu değil dostum, kağıtta yazdığı gibi yürümedi o işler. Keşke yürüseydi.

Neyse, başsavcının yeni ve aydınlık bir toplumun temsilciliğine karşı diktatörün mutlak bir yıkıma uğraması gerekir ama çatışma bu noktada ortaya çıkıyor zaten; rejim değişikliği sırasında ekonomi politikaları değişiyor, denetimli ekonomiden serbest piyasa ekonomisine geçişte büyük sıkıntılar doğuyor ve temel besinleri bulmak zorlaşıyor. Bu sadece bir örnek, işin sosyal boyutu yan hikâyeciklere, eski rejimi destekleyen nineyle özgürlüğü kutlayan torun arasındaki ilişkilere kaydırılmış durumda. Sancılı bir süreç, yine de sorumluluğu kabul eden yok. Diktatör, başını kesmek isteyen çocuklarını suçluyor ama demir elini on yıllar önce masaya vuran ta kendisi. En başta faşistlere karşı verdiği mücadele belki iyi bir amaç uğrunaydı ama dünyanın geri kalanına entegre olamayan bir sistem yarattığı için suçlanıyor. Aslında yeni-eski dünya mücadelesi bu; kapitalizmi sınırlarından içeri sokmayan bir rejimin yıkımını izliyoruz, iktidar mücadelesini en çok paraya/bilgiye/güce sahip olanın kazandığı bir dünya. Petkanov uzun yıllar mücadeleyi sürdürdü, kişisel servetinin keyfini çıkarmaktan da geri kalmadı. Gördüğüm kadarıyla namuslu bir şekilde ülke yöneten iyi yöneticiler dünyanın bu tarafında pek yok. İnsanoğlunun bug'larından biri olarak yazmak lazım bu durumu.

Meydanlarla açılıyor anlatı, zamanında kalabalıkların liderlerini selamlamak için toplandığı meydanlarda özgürlük için bir araya gelenlerden sonra protestocular beliriyor, kıtlıktan ötürü yeni yönetim protesto ediliyor. İşçi kızlar her şeyi televizyon başında izliyor, nineyle atışıyorlar. Kuşak çatışması oldukça derin. Anlatı iktidar mücadelesi, sosyal çatışmalar ve bu çatışmaların bir kurum olarak aileye yansıması üzerinden yürüyor. Sosyal çatışmalara bir örnek: Askerlerle öğrenciler karşı karşıya geliyor ve Ganin adlı bir askerin kameralar önünde gerçekleşen uğraşıyla büyük bir facia yaşanmadan olaylar diniyor, Ganin çok delikanlı bir adam olduğu için halk onu bağrına basıyor ve özel servisin başına getiriliyor, Solinsky'nin has adamı gibi bir şey oluyor sonunda. Bu ikisinin dalavereleri sonucu belirleyecek, daha var.

Mahkeme sahneleri oldukça ilginç. Solinsky yeni politikaları savunurken Petkanov elbet yanlışlarının olduğunu ama bu yanlışların dönemlere göre incelenmesi gerektiğini söylüyor. Yabancıların yatırım için geldiğini söyleyen Solinsky'ye cevabı da oldukça iyi: "'Ha, öyle mi!Daha büyük bir miktarı dışarıya çıkarabilmek için ülkemize küçük bir tutarda para koyuyorlar. Kapitalizmin ve emperyalizmin usulü bu işte. Buna izin verenler de yalnızca hain değil, aynı zamanda ekonomiden anlamayan birer budala.'" (s. 69) Taşeron işçilik bir yana, tüketim ürünleri de inanılmaz paraların ülke dışına akmasına yol açıyor. Üretemeyen toplumlar, üretenlerin işçisi konumuna geliyor. Diktatör bu çöküşü hücresinde etraflıca ele alıyor, Gorbaçov'un açılımları ve ekonominin deri değiştirmesini düşünüyor. SSCB çöktükten sonra kendi ülkesi Bulgaristan gibi küçük ülkelerin hiç şansı yok. Zamanında Brejnev'in reddettiği gibi Gorbaçov da Pletkanov'un SSCB'ye dahil olmasını istemez, petrol fiyatlarının yükselmesi bunun gizli sebebidir. Küçük evlat daha başta terk edilmiş.

Mahkeme sürüyor, başsavcımızın eğitim için İtalya'ya gönderildiği sıralarda harcadığı paralar ve birlikte olduğu kadın ortaya çıkıyor, Solinsky'nin eşi adamı terk ediyor. Özgürlüğe giden yolda büyük bir kayıp. İşin bu derece çirkinleşmesi, geçmişe dayanan bir nefrete dayanıyor. Solinsky'nin babasıyla Petkanov dava arkadaşıymış, baba ortadan kaybolunca suçlunun Petkanov olduğunu düşünen Solinsky her cepheden saldırıya geçer geçmez böyle bir atakla karşılaşıyor.

Adaletin haklıyı koruyacağı, haksızı cezalandıracağı söylenir, tabii eldeki kanıtlara göre. Suçlu olduğu bilinen bir adamın ceza almaması mantıklı mı? Elde kanıt yoksa, evet. Kanıt yoksa adamın suçluluğu nasıl bilinebilir? 12 Angry Men çıkmazı diye bir şey uyduruyorum ve tersini ele alıyorum: Tümgeneralliğe yükselen Ganin, Pletkanov'un kızını öldürdüğüne dair bir belge bulur. Belgenin üzerindeki imzanın Pletkanov'a ait olduğu şüphelidir. Yine de işleme konur ve devrik diktatörün ipi çekilir. Başsavcının karısı Maria, davanın tamamen bir şov olduğunu söyleyip Solinsky'yi temelli terk eder. Dalavereden sıkılmıştır, sakin bir hayat ister. Solinsky, yediği haltla bir başına kalır. Uydurmasyonu için temel: "Belge düzmece olsa bile gerçek. Gerçek değilse bile, gerekli." (s. 124) Yakın zamanda örneklerini ülkemizde de gördük, gerekli belgeler oradan oraya uçuştu, insanlar haksız yere hapis yattı. Adalet haklının değil, güçlünün yanında.

İdamından önce diktatörün aklından geçenleri son kez görürüz. Bir-iki nesil içinde toplumun değişeceğini düşünmek saflıktır. Sam Amca her zaman sigaralarıyla gelir ve her şeyi düzer. Faşizm güçlü olsa da tam tersinin geçerli olduğunu da görmek ona yeter.

Dünya liderleri basın yoluyla Bulgaristan'ın yanında olduklarını söyler. Perde böylece kapanır.

Nine meydana yürür, diktatörün yıkık heykelinin başında ağlar. Yitirilenlerin tazmini yoktur.

Güzel bir dönem romanı aslında, meraklı okur için ders kitabı niteliğinde.

Bitirmeden önce şunu paylaşmam lazım, normalde hiçbir şey için benzerleri arasında en iyisi diyemem ama enstrümantal şarkılara gelince iş, en iyisi budur:


Grubun şusu da pek hoştur:


Başında After Words'ten bir bölüm çalınır, sonrası tipik bir Camel yolculuğu. Eloy, Camel ve Can, üçünü deli seviyorum.



Uzun geceler.

Aslı Erdoğan - Kırmızı Pelerinli Kent

Her kentin kendine has yalnızlığı bilinir, bilmeyenler de bunu en kısa zamanda öğrenir. Dönüştürücü yalnızlık: Günler bir insanın yokluğundaki gibi birbirine bağlanır. Her bir gün ayrı ayrı hatırlanır ama köşedeki parçalar -küçük olanlar- eksiktir, bu yüzden tamamlanmamış resimlerin boşlukları gibi, bu günlerin eksilticiliği hemen sezilir. Yerine doldurulanları boyamak için vurulan fırça darbeleri her zaman gereğinden fazla renkli olacaktır, bu durumda resimlerdeki çiğlik de hemen sezilir. Kurtuluş bazı kutsal kitaplarda, bazı denizlerde ve sıklıkla bir şey yaratma sancısındadır, insan yaratan bir varlıktır ve acısının üstesinden yaratarak gelecektir.

Ya da kafasına bir kurşun yiyerek.

Aslı Erdoğan, Boğaziçi Üniversitesi'nde süper şeyler okuduktan sonra doktora için Rio'ya gidiyor ve eğitimini tamamlamadan dönüyor. Rio güncelerinin parçalarına kentin kaosu karışınca kent kırmızı bir pelerin kuşanıyor. İsa'nın sırtına sıcak bir rüzgar, pelerin kentin üzerine. Kelimeler elinize eriyor, koca kent sıcaktan göğe yükseliyor. Bir tek Özgür kalıyor aşağıda, bilmediği türden bir yalnızlığı tek başına yaşıyor, kentlerin yalnızlığı kendine has, insanınki de öyle. Avrupa'dan gelen diğer gezginler, serüvenciler bir süre sonra vazgeçiyor, tutunamayıp memleketlerine dönüyorlar, artlarında ruhlarının bir parçasını ve enerjilerinin büyük bir bölümünü bırakıyorlar. Her şeye rağmen Özgür orada kalıyor ve mücadele ediyor ki bir süre sonra ne için mücadele ettiğini hatırlayamayacak kadar yorgun düşüyor. Sinekler, sıcak, zenofobik Riolular, çalışmayan buzdolapları ve insanı yeniden yaratacak yoğunluktan oldukça uzak cinsel deneyimler dışında yeni bir şey yok. Belki tek bir şey; ölümün her gün yenilenen sağaltıcılığı. Tekdüze zamanın biricik orijinalliği. Epigrafta bir Celan: "SEN ölümümdün/seni tutabildim,/her şeyi yitirirken."

Metin iki farklı anlatının sarmallığı üzerinden ilerliyor. İtalik bölümler için Özgür'ün günce benzeri anıları diyebiliriz. Diğeri üçüncü tekil, kahramanın roman yazma çabaları ve şehirle örülmüş. Aslında bir türlü yazılamayan bir metnin yazılmış hali diyebiliriz. Daha açık bir ifadeyle roman yazamamam romanı. Örnekleri var ama Erdoğan'ın sıkıntısı biricik, kesinlikle dikkate alınması gereken, kendine özgü bir bunaltı. Dünyanın öbür ucunda, favelalardan gelen silah sesleri eşliğinde ölümün biçimlerini düşünen aydın bir zihin.

Rio hakkında çok şey okuduk, izledik. Aklıma ilk gelen elbette Cidade de Deus, sonra Trash ama ilki kan dondurucu. Lisedeyken izlemiştim ve neye uğradığımı şaşırmıştım. Şöyle bir göz atmak isterseniz:


Rocket'in başına gelen şu tavuğun başına gelmez. Horoz mu yoksa? Tavuk. Şu da devamı:


Böyle bir ortamda yaşamamak için paranızın olması gerekiyor ama Özgür akademiden ayrılıp İngilizce öğretmeni olarak çalışmaya başladıktan sonra maddi durumu kötüye gidiyor, annesinin baskılarına rağmen Türkiye'ye dönmeyi düşünmüyor. Hiçliğin ortasında, gidebildiği yere kadar. Alabildiğine özgür. "Bana gereksinim duyan tek bir kişiden, hatta bir gözlemciden bile yoksun olmanın mutlak, dört başı mamur, cehennemsi özgürlüğü... İstediğim yalanı savurabilir, kendime canımın çektiği geçmişi biçebilir, en günahkâr fantezilerimin peşinde koşabilirim." (s. 17) Günahkâr fantezi kısmı dikkatimi çekti. Günah, inanan insanı kısıtlayan en önemli etken, buna rağmen sınırsız bir özgürlükle birlikte üstesinden gelinebilecek bir engel. Günahla ahlakın çok yakın bir ilişkisi var, kabaca toplumun hoş görmediği davranışlar günahsa ve Özgür'ün davranışlarını yargılayacak bir toplum olmadığı müddetçe her şeyi yapabilir, tabii öz denetiminden sıyrılabildiği müddetçe. Başka bir bölümde Eski Dünya cenderelerinin özleminden bahsediyor Özgür, insanın özgürlüğü tarafından tutsak alınması ilk adım, sonrasında işin toplumsal boyutu geliyor. Cinsel deneyimlerinden bahsederken her şeyin olabildiğince uçucu ve tatminkârlıktan uzak olduğunu söylüyor, sosyal ilişkileri de bu bağlamda temelsiz. Kara bir şehir; insan ilişkileri dahil hiçbir şey sabit kalmıyor, sürekli eriyor. Tepede güneş. Kazanımlar yok değil; geç keşfedilmiş kadınlığın doyulmaz seyriyle kendine bakıyor Özgür, memlekette farkına varamadığı, belki de en çok özlediği şeylerden biri. Sonsuz bir yazın, sonsuz bir gençliğin şehri hiç tadılmamış deneyimlerin kapısını açıyor ama kim sonsuza kadar yaşamak ister ki? Bir filmden çorluyorum: Sonsuzluk ne kadar sürer? Özgür'ün tıkıldığı sonsuz bir şimdiden daha kısadır herhalde.

"Eli, eli, lama sabakhtani?" (s. 75)

Jesus Christ Superstar'da ve Chop Suey'de geçer, hatta hatıra defteriyle ünlü delimiz Poprişçin'in annesine seslenişlerinde bir parça aşırı yoruma kayarak bundan faydalandığını düşünüyorum, Mother Russia kavramı o zamanlarda var mıydı bilmem ama bir serzeniş sezmek mümkün. "Baba, beni niye terk ettin?" şeklinde çevriliyor. Rio'nun tepelerindeki dev İsa insanlarını gözetler ve geçmişi düşünür. Kolları açıktır ama iki milenyum önce ölüme öylesi yaklaştığında ağzından sitem sözcükleri dökülür. Anlatının leitmotifidir bu cümle, Özgür'ü bu bağlamda değerlendirirsek daha iyi bir şey uğruna kendini feda etmektedir, sonuç hiç istemediği bir şekilde ortaya çıksa da. Yalvaç, kendi kitabını kendi yazarken babası tarafından bir kez daha terk edilir ve kafasına sıkılan tek bir kurşunla öldürülür. Acısız son ama bu kez gerçekten son.

Aslı Erdoğan çok iyi bir yazar. Kendisine yapılan büyük bir ayıp.


18 Eylül 2016 Pazar

William Poundstone - Taş Kağıt Makas


Öngörülebilirseniz Sabretooth abinizden sopayı yersiniz, bahisleri arka arkaya kaybedebilirsiniz, taş kağıt makas oynarken hacamat olursunuz, borsada dalgaya kapılıp beş parasız kalırsınız, neler neler. Bu kitap kadere madik attırmaz belki ama diğer bahisçilere karşı bir adım önde olmanızı sağlar.

Bilinebilecek Kadarını Bilme Sanatı alt başlıklı kitapta sadece şansa güvenilmemesi gerektiğinden, mevzuyu her yönüyle anlayarak ona göre strateji kurmanın öneminden bahsediyor. Bu stratejileri sihirbazlardan tutun borsa simsarlarına kadar çoğu insan uyguluyor ve görülüyor ki piyasadaki çoğu vurgunun çıkış yeri psikolojik manipülasyon, kısacası basit oyunlar. Çocukken oynadığımız oyunların küresel çapta nasıl kullanıldığını örnekleriyle görüyoruz.

Rassallık mevzusunun ne olduğuna dair çok akıllı adamların yaptıkları deneylerle açılıyor mevzu. Caltech, MIT gibi yerlerde çalışan bilim insanları, 1950'li yıllarda sadece artı ve eksi butonundan ibaret bir elektronik zımbırtı tasarlıyorlar. Bu alet, oyuncu tercihi yapılmadan önce tahmin etmeye çalışıyor ve yüzdeye vurulduğunda her seferinde kazanıyor. Olayı şu; tercihlerde belli bir örüntü bulmaya çalışıyor ve bulduğunda bunun üzerinden yürüyor. Bulamazsa hepimizin yaptığı şeye dönüyor ve rassal tahminlerde bulunuyor. Bu aleti yenmek için alet gibi düşünmek lazım, dolayısıyla sadece mucitleri kazanabiliyor.

İşin mistisizm boyutu Zen ve I Ching'ten doğuyor. Her şeyin içindeki güç dile gelmese de hissedilebilir ve kendini çeşitli alet edevatla gösterebilir. Burada rassallığın aynası durumundaki zarlar, bozuk paralar önem kazanıyor. Rassallıkla alakalı John Cage'in deneysel işleri meşhur, I Ching'le ortaya çıkardığı işler var. Bu onlardan değil, yine de rassallık hakkında bir fikir verebilir:


Cage'in hareketlerinde bir örüntü ortaya çıkarabilirseniz bahislerin efendisisiniz demektir. Rassallığa boyun eğenlerin denemeleri de çok hoştur, örüntü üzerinden tekrarlarla yaratılan müziğin güzelliği insanı olduğu yere çakar. Uzun şarkılardır bunlar, bir tanesi şu:


Örüntüsüz bir seri oluşturmakla alakalı, işin babası olan J. J. Coupling'in söylediği: "Bir yöne ağırlığı olmayan ya da birbiriyle bağlantısı olmayan bir sayı dizisi meydana getirmek insan gücünün ötesindedir." (s. 5) Bu, borsadan çocuk oyunlarına geniş bir yelpazeyi içeren büyük bir olay. Rastgeleliğimizde bizi ele veren takıntılarımız, kültürel izlerimiz var ve bunlardan kurtulmak için makine gibi düşünmek gerekiyor, insanın kendinden kurtulması gerekiyor bir anlamda. Poe'nun çalınan mektupla alakalı öyküsünü hatırlayın; cevap olabildiğince ortadadır ama en gizli köşelerde aranır. Bir tane de benden: 2001, 2002 civarlarında ben ortaokul çocuğuyken abim modemi saklardı, aileyi iflasa sürükleyecek faturalardan bıkmıştı artık. Adamın kafasının nasıl çalıştığını bildiğim için en olmayacak yerlere bakardım, kafayı çalıştırmam ve abim gibi düşünmem gerekirdi. Her neyse, bulurdum çok vakit geçmeden. Oysa o kadar uğraşmasa, mesela üstünü bir gazeteyle örtse veya apartmana saklasa bulmamın imkanı yok. İnsanların nasıl düşüneceğini bilirsek ne düşündüklerini de bilebiliriz, kitabın özeti bu. Laplace'ın olasılıklar ve evrenle ilgili fikirleri birey bazında hayata geçiyor. Trajik örnekler var; ABD'de bir adamın bilgisayarında kondom reklamları belirir, adam firmaya telefon eder, "Bu ne saçmalık kardeşim, siz takın kondom," der. Sonradan kızının hamile olduğu ortaya çıkar falan, meğer kız hamilelikle alakalı mevzulara bakmış falan. Günümüzün reklam stratejisi. Kitabın son bölümleri bu olaya ayrılmış, size özel indirimler, uygulamalar, neye para harcayacağınız önceden kestirilebiliyor. Daha da korkuncu tüketime yönlendirilmeniz. İhtiyaçlarınız yaratılıyor. Nasıl bir hayat yaşamanız gerektiği sanal zeka tarafından belirleniyor. Tatilleriniz, arabanız, çocuğunuzun gideceği okul, tercih hakkınız kısıtlanıyor. Her yönden kuşatma altındasınız.

Taş Kağıt Makas için kısayol: Taş erkekliği simgeler, erkeklerin çoğu taşla başlar. Kadınlar makasçıymış ama oyuncular genelde erkek olduğu için stratejinizi bu yönde geliştirmeniz gerekiyor. Buradan rassal dizilere ulaşıyoruz, üç seçenekli bir oyun yerine sıfırdan dokuza kadar olan rakamlarla bir rassal dizi üretmeniz istenirse muhtemelen öngörülebilir bir seri ortaya koyacaksınız. İlk ve son sayıların kullanımı oldukça az, diğer sayılar da çift ve tek sayılara yaklaşımınız gibi pek çok etkene bağlı olarak belirli bir örüntü oluşturacaktır. Kısa serilerde bunun ortaya çıkması zor, yüz rakam yazdığınızda kişiliğinizin bir parçasını ortaya çıkarmış oluyorsunuz.

İlk ve son rakamlar pek kullanılmıyor, tekrar da pek size göre olmadığı için rakamları arka arkaya yazmayacaksınız. Mesleğiniz sayılarla ilgiliyse ve sizden uydurma veriler isteniyorsa yandınız, zira uydurma verileri gerçek verilerden ayıran bir formül var, her türlü hesap kitap işlerinde kullanılabiliyor. Rakamların kullanılma sıklığı üzerinden iş gören bir şey bu, oynadığınız veriler şak diye ortaya çıkarılabiliyor. Bizimki gibi tırışkadan memleketlerde istediğiniz gibi vergi kaçırabiliyorsunuz ama başka ülkelerde iş ciddiye alınıyor, şak diye ışıklar altında bulabilirsiniz kendinizi.

Çoktan seçmeli testler, sıcak el fenomeni, piyango, teniste servis yönü seçimi gibi mevzular etraflıca incelenmiş. Kısaca şunu diyor Poundstone, öngörülebilirliğinizi azaltmak için başka bir nesneden yardım alın, aklınızı kullanmayın. Saate bakın, saniye çift rakamsa sağa, tek rakamsa sola vurun. Penaltıcılar, işinize yarar bu.

Determinizm soslu güzel bir kitap, alınır.


Sezin'imle canımız üç gündür çok sıkkın. Tarık Akan'ı çok seviyoruz, canımız çok yanıyor.

13 Eylül 2016 Salı

Francesco Alberoni - Aşık Olma ve Aşk

Aşık olma nedir, nerelerde bulunur, bulununca ne olur, işin ideolojik yanı nedir, doğası gereği devrimci olan aşk sayesinde/yüzünden yıkıcı/yapıcı hangi eylemler ortaya çıkar, bunlar hakkında iyi bir kitap. Aşkı tanımlara sığıştırmaya çalışmak yerine açımlayıcı bir anlatım var, bu iyi. Aşk büyük büyük laflara gelmez, burada büyük laflar yok, bu da iyi. İyi yani.

Barnes'ın meşhur dünya tarihinde buçukluk bölüm aşka ayrılmıştır, aşkın bölücülüğü ve birleştiriciliği, tarihi pek çok mevzuda irdelenir. Bomba bir kitaptır o, bu da benzer bir bakış açısıyla olaya yaklaşır. Aşk bir devrimdir, yıktığının yerine yenisini koyar. Alberoni, aşkı İslamiyet, Reform, öğrenci eylemleri gibi kolektif işlerle bir tutarak temellendirir ve bu bağlamda inceler.

Cinsellik açısından bakıldığında insanın biyolojik olarak cinsel olduğu bir dönem yoktur, mevzu içkindir ve her an orada bir yerdedir. Bunu devrimci kılan yan, sadece aşkla olağanüstü bir özellik kazanması. "Yeme, içme gibi doğal cinsellik, saatin düzenli işleyişi gibi sürüp giden, sıradan, tek düze yaşamımız sırasında bize eşlik eder. Olağanüstü cinsellik ise yaşam çizgisinin yeni ve değişik yollar aradığı zamanlarda ortaya çıkar." (s. 13) Burası önemli. Zaman ve enerji kaybı olacağını düşündüğünüz için sevişme teşebbüsünü bertaraf ettiğiniz oldu mu? Yoğun, tutkulu bir seks olmayacaksa bunu yapmak makuldür. "Cinsellik arzuya, zekaya, fantaziye ve tutkuya bağlıdır ve onların bir karışımıdır. Ama kendisinden önce var olan bağları yıkmak, kesmek, doğasının bir özelliğidir." (s. 13) Böyle bir tecrübe yaşanmayacaksa, eh, "Ben almayayım ya," denir. Başka bir amaç varsa denmez tabii, kimi seksle muktedir olmak ister, kimi özgürlüğünü bu yolla sağladığını düşünür. İnsan çeşit çeşit aziz dostum.

Başka, yıkıcılık. Davut, Mevlana, Dante, Neruda, Quasimodo, hepsinde kurumları biçimlendiren, yeni biçimler oluşturan bir aşk anlayışı vardır. Bu aşkın doğması Alberoni'ye göre mevcut kurumlar aşıkların bir araya gelmesini engellediği içindir. Beatrice ölür, düşman ailelerin aşık çocukları ayrı dünyalara hapsolur, ortada yıkılması gereken bir engel belirir. Bizde kavuşamayınca aşk olmasıyla aynı durum. Doğuş evresidir bu, Koruyucu -tanrı, baba vs.- terk edilir, bendini çiğneyip aşan bir varlık ortaya çıkar. Hayırlı olsun, aşıksınız. Boku yediniz.

Aşk her şeyi siler, yeni bir başlangıçtır. Arkada kalanlar için yıkımdan başka bir şey yoktur bunda, oysa aşık olan için yanan gemilerin küllerinden kurtulma çabasıdır. Tercihtir nihayetinde, bir anda ortaya çıksa dahi kişi farkına varmadan kendini aşık olmaya hazırlamış olabilir, tam tersini düşünüyor olsa bile. "Aşık olmanın tarihi, seçmeyi reddetme ve seçmeyi öğrenme tarihi olacaktır." (s. 23) Yaşam durur, gündelik hayatın sıradanlığı yıkım anlarında hiçlik gibi gelir. Betona gömülmüş, havasız kalan acılı ruha sorun, nasıl güvendiğini, hiç düşünmeden kendini bıraktığını kişisel tarihi içinde, sanki kayda değer başka hiçbir şey yokmuş gibi anlatacaktır. Aşık olduğu kişinin biricikliği bir zamanlar kendi biricikliğiydi, şimdi kendini dahi yitirdi ve nerede bulacağını bilemiyor. Tehlikelerle ve mutlulukla dolu bir yolculuktaydı, şimdi başkaları için yaşıyor.

İki insana aynı anda aşık olunamayacağını söylüyor Alberoni, birinin diğerine duyulan aşkı yıkmadan ortaya çıkamayacağını belirtiyor. Tartışmaya açık bir hale geldiğini düşünüyorum, gelecekte duygusal ilişkilerin bürüneceği biçimler bildiğimizden çok daha çeşitli olabilir. Hormonlarımız, salgı sistemimiz, sinir sistemimiz değiştirilmeye hazır, insanoğlunun her şeye açık olması gerekiyor. Neyse, artık "ben" yerine "biz" varsa, problemlerin birlikte çözülebileceği inancı yerleşmişse aşk budur. "Problemlerini çözmeden gelme" mantığı varsa o aşk değil. Bence makul bir yaklaşım, kendini verdikten sonra kim kendini düşünebilir ki? Büyük bir kopma lazım.

Alberoni, maddi ve manevi koşullarından tamamen hoşnut olan insanların aşık olmasının çok zor, hatta imkansız olduğunu söylüyor. Aşk, gündelik yaşamın zorluklarından doğuyor, yukarıdaki ayrı dünyaları hatırlayın. Yitirecek bir şeyi olmayanlar aşık olabilir, varlığını zenginleştirmeye çabalayanlar değil. Daha iyi yenilmek, dibe batmak lazım.

Teoloji ve dinler tarihiyle kurulan bağlantılar, biyolojik yaklaşım vs. gibi pek çok farklı pencereden güzel bir aşk değerlendirmesi. Lazım.

Philip Roth - Sokaktaki Adam

Neden? Yirmili yaşlarımın başından beri en büyük korkum, yaşadığım son anın büyük bir pişmanlıktan ibaret olması. Bundan kurtulmamın tek yolu o son anı yaşamak. O zamana kadar aynı kaygıyı hayatımın her yerine yaymak zorunda mıyım? Anlık bir parıltı halinde gelen mutluluk bu düşünceyle gölgelenmek zorunda mı?

Dünya ağrılarını bir kendimde duyarım ama başkalarının da aynı şeyleri düşündüğüne adım gibi eminim. Edebiyat, müzik, ne olursa takip etmem bundan: İnsan bir kendi yaşasa da milyarlarca yaşıyor. Bunu görebilmek için kendime ayırmadığım her anı başkalarına, kitaplara ve şarkılara ayırıyorum. Sokaktaki Adam, ne yaşayabileceğime dair aşağı yukarı bir yol gösterdiği için severek okuduğum bir kitap oldu.

Roth, yaşayan en büyük yazarlardan biri olarak görülüyor. Seksenlerinde, ömrü yeterse Nobel'in en büyük adaylarından. Hayalet Yazar'ını okumuştum ama askerdeydim. Okumuş sayılmıyorum, tekrar okumam gerekecek. Askerdeyken beyin normal işlevlerini yerine getirmemeye programlanıyor, o yüzden.

Hikâyeyle anının ayrıldığı bir nokta yok, geçmişle şimdi arasında gidilecek bir zaman kalmayınca, mezardayken her şey aynı zamanda yer alıyor. Kahramanımız mezarında yatarken abi, çocuklar, herkes orada ve adamın arkasından söylenecek birkaç söz var. Kötü bir baba, daha kötü bir eş, duyarsız bir kardeş, bir sürü şey ama her şey yaşamın içinde erir, kaybolur. Adamımız istediği hayatı yaşamıştır ve sorumluluğu sadece kendine aittir, başka kimseye hesap vermek zorunda değildir. Bu yüzden bütün duyguları kendinedir, duygularını başkasıyla paylaşmak zorunda değildir, paylaşmaz da. Kızı konuşurken gerçekliğin yeniden yaratılamayacağını, her şeyin olduğu gibi kabul edileceğini söyler ve bir avuç toprağı mezara atar. Kızından babasına son bir armağan, babanın kırık bir hayattan daha fazlasını vermeyişine yıllanmış, yekten bir cevap.

Howie, abi. Babalarının mücevher dükkanında çalışan küçük çocuğu hatırlıyor. Küçük kardeş baba için güvenilirdir, ötesi bilinmez. Babanın cenazesinde şahsi eşyaların kefene doğru düzgün konması dışında küçük kardeşin başka bir duyarlığını görmeyiz, babanın düzenden başka bir anlamı yoktur.

Sıradan bir cenaze törenidir, adamımıza özel hiçbir şey yoktur. Bir hayat sona erdi, başka bir yerde başladığı zaman potansiyel vadediyordu. Burjuvanın tam kalbinde bir Yahudi aile, sevgi yoksunluğu biraz sıkıntı yaratabilir ama yine de ödünleme yoluyla üstesinden gelinebilecek bir problem. Adamımız ameliyat olmak için hastanede yatarken yanda yatan çocuğun ölümüne şahit olur, ölümle tanıştığı andır bu. Babasından ameliyat konusunda cesaretlendirici bir şey duymaz, "Oğullarımın ikisi de müthiş!" gibi bir cümle dışında. Babanın oğluna en yakın olduğu an, yetersiz bir cümle. Ardından gelecek yakın an, babanın mezarda toprağa boğulduğu andır. Adamımız, babasının canlı olduğunu ve gözlerine, ağzına toprak dolduğunu hayal eder, sanki gömme işlemi sonsuza kadar sürecekmiş gibi.

Oğlan büyür, ödüllü bir sanat yönetmeni olur ve başarısız bir evlilik yapar. Aradığı şeyi bilmeyen bir adamdan mükemmel bir hata. İkinci eşi Phoebe hayatının en büyük şansıdır, tabii bunu da yerle bir eder ve kendisine kin güden iki erkek çocuğu da ardında bırakarak acil bir durumda adeta kendisi bir risk teşkil eden genç ve ahmak bir kadınla evlenir, üçüncü ve son kez. Üçüncü yüzük, babasının pırlanta dolu geçmişiyle bağdaşınca oldukça anlamlıdır. Baba, işçilere krediyle yüzük satar ve ödemesini yapmayanların peşinde koşmaz, onun için ölümlü insanların dünyanın yok olmayacak bir parçasına sahip olmaları, heyecansız bir yaşamın daima süreceğine dair en kuvvetli inançtır. Geri ödenip ödenmemesi mühim değildir, ödenenler zararını çokça karşılamaktadır. Bizim adamımıza gelince, her bir yüzükle dünyada yerini bir parça daha sağlamlaştırdığını düşünür ama kârı zararından azdır; yaşamı her geçen gün sona yaklaşır ve elinden kayıp gidenler bir türlü geri gelmez.

Sağlık sorunları baş gösterir; stent takılır, anjiyo falan derken hastane seferleri başlar. "Üç defa evlenmişti, metresleri, çocukları ve başarıya ulaştığı ilginç bir işi olmuştu ama şimdi ölümden kurtulmak hayatının ana meşgalesi, vücudunun çöküşü de bütün öyküsü haline gelmiş gibiydi artık." (s. 45) 11 Eylül faciasından sonra Florida civarlarına taşınır, yaşlılar sitesi diyebileceğimiz bir yere. Resim kursu açar, insanların sanat uğraşı altında dertlerini dinlediği bu işle uğraşır. Gerçekten yetenekli bir öğrencisi olur, yaşlı kadın bir müddet sonra aldığı ilaçların doğurduğu sefilliğe dayanamaz ve intihar eder. Bütün bunlar olurken "tek zamana bağlı" olaylar ortaya çıkar, kızı Nancy'nin kalça kemiğini incittiği zaman yaşanır. Kızın cenazede kendisi için söylediklerinin aynını söyler: Gerçeği olduğu gibi kabul etmek gerek. Aldatan bir babadan kötü bir hayat dersi. Bir de eski iş arkadaşları var, parlak günleri çok gerilerde kalan bu insanlar ölür veya intihar eder. Adamımız ölüm tarafından kuşatılmaktadır ve buna hiç hazır değildir.

Ölümün yaklaşmasıyla birlikte gerçeğin katılığı başarısızlık olarak görünmeye başlar, böylece etrafındaki insanlara kin güder. Abisinin sağlıklı olması büyük problemdir, çocuklarının görüşmek istememesi de öyle. Kendine bir sürü soru sorar ve hepsini cevaplar: Tanıdığı hiçbir insana kötülük yapmamış, gerektiğinde onların yanında olmuştur. "Kimse herkese yetecek kadar mutsuzluk olmadığını veya kendi hayatının hikâyesini korumaya kalkıştığı bu sorular fügünü harekete geçirmeye yetecek derecede büyük bir pişmanlık duymadığını söyleyemezdi." (s. 58) Kimse söyleyemez, kendinden başka. Yüzleşmesi gereken kendidir, ölmeden bir an öncesine kadar vakti vardır ve bu vakte güvenmektedir. Ölümün aşamaları birer birer atlatılmaktadır, öfke safhası sona erdiğinde kabullenme kendini gösterir ama yüzleşilecek daha çok şey vardır, Phoebe'yle olan rüya evliliğinin sona ermesi belki de en büyük hesaplaşma olacaktır.

Elli yaşına kadar uslu durmuş olan adamımız, yolun sonunun gelmekte olduğunu fark ettiği zaman maceraya atılır, ajansta tanıştığı güzel bir kadınla Paris'e gider ve Phoebe'ye yakalanır. Phoebe'nin bir tiradı var ki yalan söylemekle ilgili okuduğum en güzel tirat olabilir. Öfke patlaması, pişmanlık, üzüntü, bir dünyanın dağılması. Kısaca birinin bir başkası üzerinde yalan yoluyla egemenlik kurmasıyla ilgili, bir hiç uğruna.

Sonlara doğru hesaplar kapatılır, özür dilenecek insanlardan özür dilenir, tabii cüret edildiği kadar. "Yaşlılık bir savaş değildir; yaşlılık bir katliamdır." (s. 93) Son yenilgisinden önce aile mezarlığına gider, mezarları kazan adamla konuşur. Hüzünlü bir an. Adama yüklüce bir miktar para verir ve bir sonraki çukurun iyi kazılmasını ister. Kabullenme tamamlanmıştır.

Adamımız son ameliyatı sırasında korktuğu gibi, ne olduğunu anlamadan hiçliğe sürüklenir. Bir an, bir göz kırpması. Toprağa verilişinden ölünceye kadar yaşamıştır, bir karıncanın adımı kadar.

İyi yazardan iyi kitap.

İyi gruptan iyi şarkı.

Jean-Dominique Brierre & Jacques Vassal - Leonard Cohen

Leonard Cohen Kendi Ağzından. Çeviride problem var, dizgi sıkıntılı, hatası çok. Yine de yayınevine çok teşekkürler.

Cohen'ın iki hayranının yıllar boyunca yaptıkları görüşmeler, araştırmalar sonucunda bu kitap ortaya çıkmış. Kendi ağzından kısmı doğru değil, röportajlardan ve birebir görüşmelerden sıkça yararlanmışlarsa da kurgulanmış bir hikâye anlatılıyor. Yarı otobiyografik denebilir. Kitabı Cohen'la birlikte yazmak mümkün olmamış, adam çok yaşlı.

Bölümlere ayrılmış modüler bir anlatı. Sarmal bir yapı; Montreal'e tekrar tekrar dönüp şehri farklı anlamlarıyla görürsünüz. Hydra'daki yıllar Cohen'ın romanları ve şarkılarına farklı biçimlerde yansır.

Önsözde iki kafadarın Cohen tecrübeleri var. Aynı dönemde Columbia'dan çıkan Dylan veya Simon&Garfunkel'dan çok daha farklı bir sesle karşılaştıklarını söylüyorlar, tanrısal bir anlatının yalvacı. Kendisine basılı olmayan bir kitap gönderilmiş olabilir zira insanlığın kolektif bilincini dile getirir. Eski Ahit'in ozanıdır, şu siteyi bulmadan önce adamın ruhani altyapısını çözebilmek için kafayı yiyordum, siteden sonra kitabı da okudum, her şey yerine oturdu.  

Montrealli: Cohen huzursuzluğu diye bir şey varsa kaynağı Montreal'dir. Cohen'a göre Fransızlar, İngilizler, Yahudiler, kaç topluluk varsa hepsi mülteci gibi hissediyor Kanada'da. Herkes kanından, kökeninden endişe ediyor, ister istemez suçluluk duyuyor. Kar, fırtına ve Winter Lady. Başka hiçbir yerde hissetmediği kadar evinde Cohen, her zaman sırılsıklam ve kabullenilmiş bir melankoliyle birlikte huzurlu. Tanıdık acılar tanınmayanlara göre daha mutluluk verici. 

Yahudiler birbirine bağlı, küçük bir topluluk. Cohen çocukken İbranice kursu alıyor ve üniversiteye kadar İbrani okuluna devam ediyor. McGill Üniversitesi'ne gittiği zaman yaşadığı kapalı ortamdan kurtuluyor ve her gencin yaptığını yapıp kız peşinde koşuyor. İki romanında da şehir ve gençlik yılları sıkça kendini gösteriyor. 

Beautiful LosersGüzel Tutunamayanlar diye çeviren çevirmen, n'aber?

Bülent Somay da Montreal'e gittiği zaman Suzanne'in izini sürer, Şarkı Okuma Kitabı'nda bulabilirsiniz. 

Yahudi: 2009'daki Tel-Aviv konserinden: "Mevcut tek zafer, kalbin intikama, umutsuzluğa ve nefrete karşı kazandığı zaferdir." (s. 31) Cohen seyircilere Sayılar Kitabı'ndan bir bölüm okur, seyirci Cohen'ı kutsar ve konser sona erer.

Yom Kippur Savaşı sırasında Cohen İsrail'dedir, yaralı askerlere şarkı söyler. İlerleyen bölümlerde kötü giden ilişkisini bir nebze unutabilmek için bu yolculuğa çıktığını söylese de savaşın orta yerine gitmesinin sebebi kardeşlerine saldırılırken sorumluluk hissetmesidir. Lover, Lover, Lover böyle ortaya çıkar. Filistinli gruplar sanatçıdan İsrail'in politikasına destek vermemesini ister ama Cohen, sanatın birleştirici olduğunu, Filistinlileri çok iyi anladığını ama iki cemaat arasındaki diyaloğu teşvik edecek temel etkinliklere ödenek sağlamak üzere yaratılan fonu desteklemek için konser vereceğini söyler. Sonraki röportajlarından birinde, mevzuya bir dünya vatandaşı olarak baktığını ve savaşın sona ermesinin herkesin sorumluluğunda olduğunu belirtir. 

İşin politik yanı bir yana, Cohen'ın esin kaynağının büyük bir kısmı Yahudilikten gelmekte. Dünyayı tamamen kapsayan bir inanç, sanatçının karakterinin bir parçası. Olmak istediğim şeyin formu şiirdir diyor Cohen, inancının şiirselliğiyle bütünleştiği söylenebilir. Edip Cansever geliyor aklıma, Selçuk Baran'a kutsal kitapları mutlaka okuması gerektiğini söylemişti. Tanrı kelamı şiire en yakın form olabilir.

Jewish Telegraph adlı bir gazete, Cohen'ın dini bilgisini ölçmek için sanatçıyla röportaj yapar ve her soruyu kutsal metinlerden alınan cümleler takip eder. Her şey Cohen'ın hafızasındadır, o iyi bir Yahudidir ve onun için iyi Yahudilik, evrenin mükemmelliğini keşfetmekten geçer. Keşfinde bütün kutsal metaforları öğrenir ve şarkılarında bunları kullanır. The Stranger Song'tan şiirlerine, eserlerinde pek çok kutsal mevzu mevcuttur. Dance Me to the End of Love'daki yanan keman/viyolin olayını açıklıyor mesela, çok etkileyici. Şarkıyı önce Berlin şehri için yazmış, kötülüğün kökleri için ama sonrasında fark etmiş ki şarkı aslında aşk ve evlilik üzerineymiş. Almanlar Yahudileri katlederken yaylı sazlar dörtlüsüne konser verdirtirmiş, olay bununla alakalıymış falan. Hallelujah'taki Davud meselesi de kendi hikâyesiyle dini hikâyelerin kesişiminde önemli bir rol oynamış.

Oğul: Unutkanlığım zirve yaptı, az önce okudum ama nerede okuduğumu hatırlamıyorum. İnsan, babasına benzediğini anlayınca yaşlanmaya başlarmış. Ortada benzeyecek bir baba olmadığı zaman? Cohen, enerjisini ve hüznünü büyük ölçüde babasızlığından alıyor. Annesini sever ama onu terk etmek ister, amcalarına babasına karşı vefasız oldukları için dargındır, pek çok röportajında oğulluğuna dair açıklamalar yapar. Yalnız bir çocuktur ve yalnızlığını her gittiği yere götürecektir.

Şair: Dünyayı sözle oluşturma yeteneği Cohen'ı çok etkilemiş. Yalnız çocukluğunu göz önüne alırsak kitaplara sığınması doğal. Lorca'ya hayran olur, sözcüklerdeki yaşam enerjisi onun için çok anlamlıdır, öyle ki kızına Lorca adını koyacaktır. Yeats, Kavafis, Pound ve Eliot gibi şairlerin yanında Yahudi şairleri de ayrı bir yere koyar. Bu şairlerin söyledikleri artık bütün dünyayı ilgilendirmektedir, zira günümüzde yok oluşun kıyısında olan sadece Yahudiler değil, bütün dünyadır. Bütün dünya, Yahudilerin acısını -nihayet- anlayabilecek durumdadır. 

Şairliği hakkında söylediği bir şey var, bunu şiirle ilgilenen herkesin mihenk taşı ilan etme cüretini gösteriyorum: "Sizi etkileyen her şiir, cevap gerektiren bir çağrı gibidir. İnsan kendi hikâyesiyle cevap vermek ister." (s. 75) Cevap verir ama sadece ustalarına. Onlar için yazdı, popüler kültürün kıyısından geçemedi ve bu yüzden şarkıya yöneldi. Ailesinin maddi durumu oldukça iyiydi, akrabaları ve cemaati ondan da iyi para kazanmasını bekledi ama maddi bir kaygısı yoktu, istediği gibi yazdı. Montreal'de küçük bir sanatçı grubuyla birlikte çalışmalarına başladı ve Beat Kuşağı şairlerini pek tutmadı. "Biz taşralı radikaller onların bu özgür-doğaçlama tarzlarıyla doğru yolda olmadıklarını ve bizim geleneklerimizi onurlandırmadıklarını düşünüyorduk!" (s. 80)

Cesareti olsaydı birçok kitabını atacaktı, olmadı. Artshop'tan şiirlerinin bir derlemesi çıktı, dilerseniz edinebilirsiniz.

Müzisyen: Gençliğinde flamenkocu bir İspanyoldan iki veya üç ders alır, bir sonraki dersi beklerken adamın intihar ettiğini öğrenir. Muhteşem bir başlangıç.

Woody Guthrie ve Pete Seeger gibi babalardan, bir de çağdaşlarından etkilenmiştir. Roy Smeck metoduyla ukulele çalmayı öğrenmek ister, country ve folk sever, Yunanistan'da yaşadığı dönemlerde rebetikoyu sever, dini müziklerle zaten haşır neşirdir, çok iyi bir gitarist olamayacağını anladığında elindekiyle yetinir. Gitarının akordu da ilginç: ilk iki tel kalın mi, son iki tel ince mi.

Albümlerinin kayıt aşamaları, çalıştığı sanatçılar falan bu bölümde.

Sevgili: Hah, burası mühim.

Cohen iyi bir aşık, kötü bir eş ve baba. Çoğu şarkısında maceraları yer alıyor, teker teker vermeyeyim, kitapta çoğu incelenmiş. Joni Mitchell'la kısa bir ilişki, meşhur Chelsea Hotel'da Janis Joplin'le unutamayacağı bir macera, evlilikler, ayrılıklar. Neler neler.

Hasta: Kendi hastalığının yanında diğer hastaları da sever Cohen, onların yanında rahat olduğunu söyler. Şarkılarının doğuşunda yaşadığı süreçle hastalık arasında bağ kurar, sanki aynı kaynaktan doğmaktadırlar. Annesinin rahatsızlığı yüzünden daha çocukluğunda tanışır hastalıkla, kendine bir duruş geliştirir ve bunu üretim için kullanır. Kendisi de spleen şairidir; uyuşturucu, kadınlar, alkol ve anti-depresanlardan sonra Zen'i keşfeder ama bunların hiçbiri onun için bir çözüm olmadığı için durmadan yazar, tek tedavi yazmaktır. Her zaman daha derine inmeye çalışır, depresyonun taşa çeviren sertliğini ancak bu yolla yumuşatabilir.

Gezgin: Montreal, New York, Hydra, İsrail, dünyayı içinde taşıyan bir adam. Yükü ağır ve her zaman yabancı

Savaşçı: Konserlerine kamuflaj benzeri giysilerle çıktığı olmuştur ve savaşı büyük bir olay olarak görür, insanın elinden geleni yaptığı tek yer savaş alanıdır onun için. Metafor olarak da değerlendirebilirsiniz bunu ama gerçek bir yanı olduğunu unutmadan.

Romancı, Avcı, Söz Yazarı gibi pek çok başlık var, Cohen'ı birçok yönüyle tanıyorsunuz. Sevenleri mutlaka okumalı.

10 Eylül 2016 Cumartesi

Peter Handke - Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi

Yer yer patafiziğe varan nesne oyuncusu bu kitap, çokça dendiği gibi Beckettvari bir uzlaşmamacılığı deniyor. Nesneler etki altında kalmadan da var olabilir, dönüşebilir ve her şeyin ortasındaki kalecinin nesneleri, dünyayı dille kurması şart değildir. Gol yememek için harekete geçebilir ama epigrafta dendiği gibi, topun yuvarlanıp çizgiyi geçişine bakacaktır. Atlayacağı köşeyi düşünen kaleci, vuruşu yapacak olan futbolcunun topu diğer köşeye atacağını düşünür ve ilk kararından cayar. Ya penaltıcı da aynı şeyi düşünüp kararını değiştirdiyse? Kalecinin penaltı anındaki endişesi, bu sürgit huzursuzluk, kitabın anlattığı şey. Gözden kaçırılansa penaltıcının, bu durumda yaşamın diyebiliriz, içkin huzursuzluğu. Bu ikisi arasındaki bağlantıyı dil kurar ama görüldüğü üzere dil kaygan bir zemindedir, zaman zaman ikisine karşı dürüst olsa da kitapta kimseye dürüstlükle yaklaşmaz. Böylece topun tıngır mıngır kaleye yuvarlanışını, adamımız Bloch'un algı-dünya bağlantısını kuramayışını, kendi dünyasını oluşturan transandantal -kelimeyi kes- dile hapsoluşunu izleriz. Nesnelere bir ad, bir fiyat, bir gösterge lazım olur ama Bloch için bunların bir işlevi yoktur. Birbiriyle bağlantısız şeylerle dolu yaşamı, dış dünyayı da ele geçirir ve adamımız anlamdan yoksunlukla hareket eder, bu durum insanlarla iletişimsizlik kurmasına yol açar. Hemen Pirandello'dan çarpıyorum: "Siz o sözcükleri bana söylerken kendi anlamlarınızla dolduruyorsunuz; ben de kavrayamıyorum onları, kaçınılmaz olarak, kendi anlamımla dolduruyorum. Birbirimizi anladığımızı sandık, oysa gerçekte birbirimizi anlamadık."

Yanlış anlamlar, bağlantısız olaylar... Neler oluyor?

"Hiçbir şey tek bir şey değildir ve eşzamanlıdır / Bir motosiklet ses çıkarır ve annem bir yerdedir. / Saat sabahın altısı ve saat sabahın üçü. / Siz eşzamanlı ne yapıyorsunuz?"

Alıntı The Complete Poem'dan. Jung'tan eşzamanlılıkla ilgili biraz daha bilgi: "Eşzamanlılık ilkesi nedensel olarak ilişkisiz olguların karşılıklı bağlantısı ya da birliği olduğunu var sayar. Böylece de varlığın bölünmez bir yönü olduğunu kabul eder. Bu yön unus mundus (bir dünya) olarak betimlenebilir. Bu ilke derinliği ölçülemeyen bir uçuruma köprü kurar. Söz konusu uçurum tini doğadan, gövdeden ayırmaktadır."

Beckett'ın Belacqua'sı kendini sandalyeye bağlayıp sallanır, o sırada Bloch ne yapar? Yürürken denk geldiği bir kavgaya karışıp dayak yer, bir kadın öldürür, ölü çocuğun yerini söylemez, bir sürü şey. Bunları yapıp yapmadığı zamanların seyrini pas geçer, seçim yapmak istememesine rağmen her hareketi, alternatiflerini de içeren bir başka seçimdir. Sosyal yaşamından bir örnek: Arkadaşıyla diyaloğunda söylediğinin yol açtığı tepkiyi ironi olarak ele alır, ona göre cevap verir ve sonrasında duyduğu her şeyi bağlamından koparıp kendi bağlamına ekler. Benmerkezci bir dünya; olabildiğince çarpık. Gözleri açıkken nesneler batar, gözlerini kapadığında nesnelerin isimleri batar, içinde durmadan kemiren bir fare sürüsü vardır adeta. Bilişsel çarpıklığı algılarıyla da oynamıştır; kaynar suyu döktüğü çay yaprakları yerine karıncalar görmüşlüğü vardır.

Bir diğer mevzu da eşzamanlılığın aşırı yorumlanmasıdır.

"Bir tarla üstünde daireler çizen bir doğan gördü. Sonra doğan olduğu yerde kanat çırpıp dalışa geçince, kuşun kanat çırpışıyla dalışını değil, tarlada kuşun inmesini söz konusu yeri gözlediğini fark etti; doğan dalışını yarıda kesmiş, yine yükselmişti." (s. 28)

Mezbaha 5'te bilişsel zaman yolculuğu sonucu, kahramanımız kişisel tarihinin her bir anına bağlantı kurup kronolojik tarihi tarumar ediyordu, bunu yaparken basit bir gözlemciden farkı yoktu. Kaleciyse peşin hükümlerinin etkisinde kalmazsa ihtimallerle birlikte logaritmik artış gösteren sonuçlardan sadece birine ulaşır ve ona göre hareket eder. Süreci izlemez, sonuca odaklanır.

Onunki sembollere indirgenmiş bir yaşamdır, son tahlile hep arka kapıdan ulaşır ve anlatının bir bölümünde görme duyusu sembolleştirilmiş bir şekilde metne aktarılır. Gözlerini açar, isimler silinir ve nesneleri biçim olarak görür/görürüz. Bisiklet yerine bisiklet sembolü kullanılır. Her şey birbirini etkiler, Bloch'un anlam problemi ampirik düzensizliğe yol açar ve basit çözümle son cümlede karşılaşır: "Sarı bir eşofman giymiş olan kaleci hiç kıpırdamadan durdu, öteki de topu avuçlarına gönderdi." (s. 96) Hiçbir şeyin tercihi ancak belli kuralların, belli sınırların var olduğu oyunlarda mümkündür, yaşam için bu sadece bir yanılsamadır. Oyunlarda bile yanılsamadır gerçi, topu tutmak da bir tercihtir ve her kaleci tutmayı tercih eder, şike gibi daha kazançlı -kazanca birçok farklı anlam yüklenebilir- bir mevzu olmadığı sürece.

Bir yanlış anlama sonucu işten atıldığını düşünen adamın meşrebi, annesinin ölümünden pek etkilenmeyen, bir sabah kendisini böcek olarak bulan veya böceklerle dolu bir küvete uzanan diğerlerinden ayrı değildir. Aynı çıkmazın türevi olan Bloch'a: "A man is very intense and also a complete jerk."

6 Eylül 2016 Salı

Herman Melville - Veranda Öyküleri

Bu öykülerde Thoreau'nun doğaya dair sezgisini bulmak mümkün. Biraz macera da var işin içinde; Melville yolculuklarını öyküleştirirken yaşamı olabildiğince bozmadan işler, tayfaların haykırışları, rüzgarlar falan olabildiğince gerçektir. Mevzuyla alakalı olarak In the Heart of the Sea'yi izlemenizi tavsiye ederim, kısmen Melville hakkında bir filmdir. Hikâye peşinde bir yazar olarak görürüz kendisini ama hayatının önemli bir bölümünü yolculuklara ayırmıştır, sonrasında Jack London'ın da yapacağı gibi. Esin verici bir adamdır Melville, öykülerinden yazım dersi çıkarılabilir.

Veranda: Anlatıcımız Thoreau'nun yolundan gider, kendine bir kulübe ayarlar ve bütün zamanını gözleme ayırır. Verandasını inşa ettikten sonra müthiş bir manzaraya kapı açar, periler vadisini izler. "Gerçek bir yolculuk; ama kabul etmek gerekir ki uydurulmuş kadar ilginç..." (s. 11) Yürümeye başlar ve bireysel özgürlüğünün sınırlarında gezinir, her adımıyla birlikte periler ülkesine bir adım daha yaklaşır ve uzaklarda zorlukla seçebildiği eve yaklaşır, Marianna'yla tanışır. Marianna da anlatıcı gibidir, sihrin içinde yaşarken uzaklardaki evde oturan kişinin ne kadar şanslı olduğundan bahseder. Perileri en iyi gören yer o evin bulunduğu alandır, yaşamın en keyifli olduğu yerdir orası. Anlatıcı o evde yaşadığını söyleyerek sürpriz yapar ve uzun zamandır birbirlerinin cennette yaşadıklarını düşündükleri ortaya çıkar. Doğanın içinde, insanın kendiyle kalabildiği ve kendinden daha yüce bir şeyin varlığını hissettiği zamanlar... "Zaten büyülenmiş olanlar yemekten içmekten kesilirmiş. En azından, bilgelerin bilgesi Don Kişot böyle demiş." (s. 15)

Bartleby: Bu ayrı bir başlıkta incelenmeli. Burada şunu söyleyeyim; Everyday Rebellion'ı izledikten sonra katibin hareketlerinin kasıtlı olduğunu düşünüp büyük keyif aldım.

Benito Cereno: Hah, bu müthiş bir öykü işte. Güvenilmez anlatıcı denen nane, üçüncü tekil anlatıcı kılığındadır, hatta denebilir ki anlatıcı öylesine tarafsız bir anlatıcıdır ki olayların arka yüzünü sezdirse de gerçeği bildiği halde hiçbir ipucu vermemektedir.

Kaptan Delano, San Dominick'e rastladığında bir şeylerin ters gittiğini anlar ama olayı tam olarak çözemez. Geminin yan tarafında "liderini takip et" yazmaktadır, olayın ironisini artıran bir mevzu. Ancak öykünün sonunda çözülebilen bir bulmaca. Delano, Kaptan Benito Cereno'yla tanışır, gemisine çıkmak için izin ister ama Cereno bu konuda isteksizdir, bir an önce yoluna gitmek ister gibidir. İlginç bir şekilde oldukça yorgun ve pespaye bir haldedir, Delano neler döndüğünü anlamaya çalışır ama kaptanın konuşmaktaki isteksizliği, tayfaların suskunluğu içinden çıkılmaz bir hale gelir. Anlatıcı daha çok Delano'nun huzursuzluğuna, çıkarımlarına ve bu çıkarımların yıkılmasına dayalı bir yol izler, gerilimi adım adım yükseltir. Bir bölümde tayfalardan birinin elindeki pala, Delano'yu neredeyse sinir hastası yapar. Deli gerildim burada, pala inecek miydi? İnmedi.

Çok başarılı bir öykü, şahsen Melville'e saygılarımı sunuyorum.

Paratoner Satıcısı: Fırtınalı havalarda insanların korkularını kullanarak onlara paratoner satan adamı hacamat eden akıllı anlatıcının kısa öyküsü. Anlatıcı, satıcı tarafından kafir ilan edilir ve sonuçta paratoner almaz. Oysa satıcı hala oralardadır, insanların korkuları onları mükemmel bir alıcıya çevirir. Korkulara karşı kendini paratonere çeviren bir satıcı fikri de pazarlama açısından son derece başarılı.

Efsunlu Adalar: 10 kısa öyküden oluşan bir derleme. Çok kabaca; deniz ve insanlık halleri. Sevdiklerini kendi eliyle gömmek zorunda kalanlar, fırtınadan sağ kurtulan gemiler, bir sürü olay. Dünyayı kavramlara sığdırmaya çalışan beyaz adamın gerçekle dolu yolculuğu, ilkel dediği insanların yaşamlarına şaşkınlık dolu bir bakış.

Çan KulesiBurada iddia edildiğine göre edebiyat tarihinin ilk robotu bu öyküdeymiş. Aşırı bir yorum olduğunu düşünüyorum, Robottan kasıt yapay zekaya sahip makineyse hayır, böyle bir şey yok. Yorumlama sonucu kısmen bilinçli olduğundan bahsedilebilecek bir otomatın belli belirsiz gölgesinden bahsediliyorsa, evet; böyle bir durum var. Metafizikle pek ilgisi olmayan mimar Bannadonna, inşa ettiği kulenin çanını çalması için kendi tabiriyle bir bey üretiyor, adı Hamas. Kendisini robot konseptinden -haliyle- haberi olmayan anlatıcının güvenilmez bilgisine dayanarak yorumlamak zorundayız, kimyasal bilgi ve mekaniğin yardımıyla ortaya çıkarılan bir varlık var ama ne olduğu hakkında tam olarak bir şey söylemek mümkün değil. Yoruma son derece açık bir mevzu. Makine, Talus gibi olarak geçiyor öyküde, bu makine Frankenstein'ın canavarına konsept olarak daha yakın diye düşünüyorum.

Özü şudur ki tanrıyı oynamaya çalışan insanların başına bir musibet gelir. Evet.

Moby Dick'i yazmaya nefesim yetmiyor, en azından bu güzel öyküleri yazmış olayım. Alın bence, pişman olmazsınız.

4 Eylül 2016 Pazar

Selçuk Baran - Kış Yolculuğu

Şehirde yalnızlaşanların yanına şehirden kaçıp yalnızlığından kurtulamayanlar ekleniyor bu kez. Baran'ın sık kullandığı bir leitmotif; doyurmayan ilişkilere dayanamayıp şehri terk eden entelektüelin kendiyle hesaplaşması. Doğanın yalınlığını kendine ayna kılan karakterler için büyük bir sınav. Baran, kırılmaya yakınken bir dünyalık esneyen kabukların yazarı. Bunaltının yoğunluğu azaldıkça her şeye bulaşıyor, kolay bir çıkış yok.

Türkân Hanımın Ölümü: Tanıyanlar Türkân Hanım'ı anlatıyor. Anlatıcı, öykünün oluşumunda birçok kişiyle görüşüldüğünü, net bir çözümleme yapılamadığını, yine de ortaya çıkan veriyi paylaştığını söylüyor ve hanımefendinin ölüm olgusuyla yüzleşip ona hayat gibi sarılmasının nedenlerini satır aralarına yerleştiriyor. 

Diş Hekimi Oğuz Karan, hanımın herkesle görüşmediğini, seçkin bir insan olduğunu belirtirken hanımefendinin evindeki eşyalarla sözcüklerinin yerini değiştiriyor, fiilinin yerini daima kapalı perdeler alıyor, evin tesirini anlatıyor. Türkân Hanım kolaylıkla anlaşılamayan, anlaşılmak gibi bir kaygısı da olmayan kadınlardan biridir. 

Safiye Günel, hanımın iyi bir hikâye anlatıcısı olduğunu pek de memnun olmayarak anlatıyor. Güya hanım, Günel'in eşinin ölümünü evine gelen herkese bire bin katarak anlatırmış. Olabilir, gerçeklik yoruma son derece açıktır. Yorum gerçeğe açık değildir, bu yüzden Günel'in söylediklerinin doğruluk payını bilemesek de kendisine inancımız, söz gelişi bir çiviye duyduğumuz inançla birdir. Safiye Hanım, etrafınıza kişileri toplayınız da kendi gerçeğinizi anlatınız.

Sait Coşkun, hanımın ölümle dolu hikâyelerinden bıkmış bir tanıdık. Ölse belki bu kadar bıkmayacak. Kısmet değilmiş.

Macide Köker, hanımın gençlik dönemlerini bilen bir arkadaşı. Yokluktan gelen küçük bir kızın ölümün doğurduğu hiçliğe hayran olmasını garip bulmuyor. Zaten bakınız, hanımın dediği: "İnsanları haklı çıkaran bir tek durum saptadım: ölüm. İnsanlar öldüklerine, ölüp gittiklerine göre haklı olmalıydılar. Bu yüzden ölümlerine ilgi gösterdim: Aptallıklarını, kıyıcılıklarını, adam sendeciliklerini, cimriliklerini aklayan tek özürlerine senin anlayacağın..." (s. 267) 

Altuğ'la yaşanan bir macera, hanımı evinden uzaklaştırır ve yenilmiş bir şekilde dönmesine yol açar. Gençliğini tekrar yaşamak istemiştir belki, Altuğ gibi yakışıklı ve kafası karışık bir gençte özlediği heyecanları bulmuştur. Yine de kurtuluş değildir bu; canına kıyar. Kronolojik sırayı çorba edelim; başkalarının hikâyelerine dönüştüğü için gerçekliğin peşinde koşmasının sonucu mudur ölüm? Hanım için belki.

Temmuz, Ağustos, Eylül: Baran'ın en hüzünlü öykülerinden biri, bitince ağızda toprak tadı bırakıyor.

Turhan Engin iyi bir tiyatro yazarıdır ama sanat dünyasıyla arası pek iyi değildir, kodamanlar arasında kendine yer bulamaz ve Kanlıca taraflarında küçük bir kasabada oda tutar, yerleşir. Kitaplarını yanında getirmiştir, çoğunu okumuşsa da onlardan kopamaz. "Beceremedim, diye düşündü; hiçbir şeyi beceremediğim gibi bunu da beceremeyeceğim demektir. Öyleyse gerçekten kurtulmayı istemiyorum, kim bilir?" (s. 292) Kurtulmak isteyip istemediğine karar vermeden önce sahilde bir kadınla tanışır ve hayatını değiştirmek istediğine karar verir. Kadın oldukça çekicidir, özellikle yeni bir başlangıç için. Edibe Hanım, Engin için yeni bir yaşama açılan kapıdır. Birlikte zaman geçirmeye başlarlar, kasabalı dobralığıyla kenti hesaplılığının çatışmaları da böylece ortaya çıkar ama Engin için hiçbir şeyin önemi yoktur, ne istediğini bilir.

Bilmez aslında.

Mutlulukla ilgili bir bölüm: Edibe Hanım birikimlidir, yaşam sezgisi de oldukça kuvvetlidir bir yandan. Mutlu olup olmadığını hiç düşünmediğini söyler. Kasabada büyük bir dünyayı yaşatır ve Engin'i dünyasına dahil etmeye meyillidir. Bu bir kenarda dursun, bir olay anlatacağım. Akademiden tiksinmeme yol açan olaylardan biri. Önce alıntıyı bırakayım şuraya: "Mutluluk bir yirminci yüzyıl hastalığıdır, diye ileri sürerdi bir zamanlar Turhan da. Bir batı hastalığıdır aynı zamanda. Osmanlılıkta mutluluk düşüncesi yoktur, Anadolu halkında da." (s. 299) Sonrasında Sartre'lar falan giriyor devreye, bu kadarı yeter. Şimdi bu tabii ki bilimsel bir gerçeklik değil ama bir bakış açısı. Olay da şu: Yüksek lisansta Karabibik'i inceliyoruz, şimdilerde profesör olan bir hocamız, adını hatırlayamadığım esas oğlanın toprağıyla hayvanlarıyla falan mutlu olduğunu iddia ediyor. Bir arkadaşımla birlikte karşı çıkıyoruz. Mutluluk yoktur o tür bir anlatıda. İzi bile yoktur. Ne ki derdimizi bir türlü ifade edemiyoruz, son derece takıntılı bir insan olan hocamızın lafının üstüne laf söylediğimiz için de kara koyun oluyoruz. Sınavdan düşük notlar, bilmem ne. Neyse ya, bu öykünün olayı da mutluluk değildir aslında; ters köşe son dışında her şey bellidir. Engin, izini kaybettiği mutluluğu eline geçen bir dergiyi okuduktan sonra İstanbul'da bulur. Tiyatroda Shakespeare'in bir oyunu sahnelenecektir, adamımız her şeyi bırakıp şehre döner. Tanıdığı onca insan çok normal karşılar bu durumu, şehirlilerin uçarılıklarını bilirler. Edibe Hanım'ı son sahnede görmeyiz ama ona da doğal bir şey gibi gelmiş olabilir. Koca bir kalp ağrısı da cabası.

Kış Yolculuğu: Yine bir kaçış. Siyasi mahkum hapisten çıkıyor, yayınevi sahibi olduğu zamanların anılarıyla baş etmeye çalışırken ailesinin esip geçen bir rüzgardan farksız olduğunun farkına varıyor. O zaman ne yapacak? Evet, kasabasına dönecek. Ana rahmine dönmek gibi. Huzurlu, mutlu hissettiği zamanlara dönmek isteyecek ama ne o zamanı, ne de kasabayı bulabilecek. Her şey değişiyor, adamımız kasabasında kendine yeni bir kimlik yaratsa da yenilgisinden kurtulamıyor.

Nefis.

1 Eylül 2016 Perşembe

Tadeusz Borowski - Taşlaşan Dünya

Zeyyat Selimoğlu çevirisi, 1981 baskısı. Belgesel öykü diyorlar, belki kurguyu yıkmaya çalışacak kadar gerçeklikle dolu olduğu için. Borowski'nin dediği: "Evet, edebiyata tanınmış çok eski bir çareye başvurulabilir. Gerçeği söylüyorum görünümü içinde yalan da söyleyebilirdim, ne var ki buna yetecek düş gücünden yoksunum." (s. 6) Savaşın başında kamplara sürüklenmiş bir ari o, yine de işgal edilen bir ülkenin vatandaşı ve katliamın her bir aşamasını görmeye lanetli. Sanatçı duyarlılığı, dehşet dolu yılları olanca gerçekliğiyle canlandırıyor. Borowski öykülerin çoğunu yirmilerine gelmeden yazmış, sıcağı sıcağına. Vonnegut savaş anılarını yazmak için yıllar boyunca beklemişti, Borowski'nin öyle bir şansı yok. Kamptan kampa sürükleniyor, her an kafasına bir kurşun yiyebilir, böyle bir hiçliğin ortasında var olmak için yazmaktan başka şansı yok. Kuru bir anlatı da değil onunki, zengin çağrışımlı imgelerle süslü. Misal: "Geceden incecik bir perdeyle ayrılmış pencerenin dibinde, çenesinin altında kemanıyla kederli, gençten bir adam duruyor." (s. 13) Geceden incecik bir perdeyle ayrılmış pencere, müthiş. Herta Müller'in vardır buna benzer cümleleri, keyif verir.

Maria'dan Ayrılış: Kronolojik öyküler, Polonya'nın işgalinin ilk günleriyle başlıyor. Tadek nam sanatçı kahramanımız, batmaktan beter olmuş ülke ekonomisi can çekişirken arkadaşlarıyla birlikte ipe sapa gelmez işler yaparak hayatını idame ettirmeye çalışıyor. Umutsuzluk, gri üniformalı askerlerin sokaklarda boy göstermesiyle tavan yapıyor. "'Bizlere yardımcı olacak şey, sadece kendi şaşırtıcı deneyimlerimiz, düş kırıklığına uğratan, kendi serüvenlerimiz. Hiç de elverişli olmayan bir ölçü!'" (s. 12) İnsanların ortadan kaybolmaya başlamasıyla birlikte şehir huzursuzluğun başkenti oluyor, Tadek'i de yakalıyorlar. Öğreniyor ki Maria melez olduğu için gazlanmış. Sabun olmuştur çoktan, kim bilir? Ortadan kaybolanlardan bir daha haber alınamıyor, ölüm kamplarının kurulmaya başlamasına biraz daha var.

Öyle Bir Gün: Çalışma kampı, Almanların estirdiği terör son derece yalın. Kiev'in alındığı sıralar, 1941. Ruslar geri gelecek ama daha zaman var, yapılması gereken ölmemeye çalışmak. Enternasyonal'i ıslıkla çalan Tadek, ölümün eşiğinden dönüyor, babasından yadigar kalan saati almak isteyen komutana karşı çıkıyor ve saatinin parçalarını yerden toplamak zorunda kalıyor. Kampta her gün eleme yapılıyor, çalışamayacak durumda olanlar bir mermiyle bu durumlarını garantiliyorlar. Sonraları mermi zayiatı olmaması için büyük, geniş odalarda gaz banyoları yapılıyor, malum. Aklıma geldi de, bu katliamların yapılması için alınan kararlarla ilgili müthiş bir film var, izlemenizi tavsiye ederim: Conspiracy. HBO çekmiş filmi, yavrum HBO. Neyse, esir Yunanlar için üzülmemek elde değil; kampın en açları. Yemek paylaşımı esas, esirler birbirlerine yardım ediyorlar ama gözlerden uzak olmaları lazım, yoksa elenebilirler, en hafif ceza olarak tekmelenmekten kendilerinden geçerler.

"Yaşlı, saçı başı ağarmış Yunanlı, iki kolunu göğe doğru kaldırıyor: 'Ey Tanrım, ne sefil insanlarız!'
Mavi, soluk gözler göğe dikilmiş. Gök de öyle, mavi ve soluk." (s. 83)

İncil Okuyan Çocuk: Yahudilerin toplanmasına dair. Devlet kademesindeki çoğu insan hapis, kart oynuyorlar. Koğuşa küçük bir çocuk getiriliyor. Durmadan okuyor, kimseyle konuşmuyor. Kitabını ödünç vermiyor da. Kurşuna diziliyor. Sessizliği sürüyor.

Bayanlar Baylar, Buyurun Gaz Odasına!: Remarque'ın adını hatırlayamadığım bir romanı var, isimlerini yitirip numaralara dönüştürülmüş insanların gaz odalarına alınmalarından önceki süreci anlatır. Bir de neydi, bakıp geleyim, İnsanın Anlam Arayışı. Bu kitapta da gaz odalarından kurtulan Victor E. Frankl'ın yaşadıklarını görürüz. Varlığın anlamını yitirdiği noktada kendi anlamını yaratmış bir adamdır Frankl, saygı duyulasıdır ama sanıyorum en, en, en çarpıcı gaz odası maceraları bu öyküdedir. Sağlam sinir gerektiren bir öyküdür, saf kötülüğün eline düşmüş insanların yaşadıklarını anlatır.

Ulan yine kalbim sıkıştı, özet geçip bitireyim. Vagonlara ziplenmiş insanlardan boğulmayanları ve açlıktan/susuzluktan ölmeyenleri indirilir, odalara alınır. Yürüyemeyen çocukların kafaları patlatılır, ölü çocuklar annelerine fırlatılır. Odalarda öldürülen insanlar altın dişlerine kadar soyulur ve yakılır. Böylesi bir acıya karşı kurgu dinamiklerini kaybeder, anlamsızlığın içinde okur kör topal ilerlemeye çalışır. Korkunç.

Birçok öykünün yanında fragmanlar da mevcut; kısa öyküler farklı saçmaları, acıları anlatır.

II. Dünya Savaşı'na dair yazılmış en sert metinlerden biri.