31 Ekim 2012 Çarşamba

Bram Stoker - Drakula'nın Konuğu ve Diğer Hikâyeler

Drakula'dan bildiğimiz adam Bram Stoker, dahil olduğu edebiyat çevresinin bütün o romantik ve büyülü ortamını paylaşmaktadır. Shelley'ler, Sheridan Le Fanu, Arthur Conan Doyle, böyle adamlarla yatıp kalkınca doğal. Dolayısıyla bu romantik gotik ortamın izleri hikâyelerde de var, bir de korkunun tabii.

Kapak biraz cort, onu geçelim.

Dracula'nın Konuğu: Romanda yokmuş bu, sonradan eklenmiş mi ne olmuş. Ben olduğunu hatırlıyorum, benim okuduğumda varmış demek ki. Adamımız kontun kalesine giderken ecinnili falan bir gece geçiriyor, Walpurgisnacht. Kurtuluyor falan. Öyle.

Yargıcın Evi: Stoker'ın en bilinen hikâyesidir zannediyorum, lise düzeyi okuma kitaplarında mevcuttu. Gencimiz ders çalışmak üzere bir ev kiralar, ev de ölmüş bir yargıcın evidir falan. Gotiks, korkunçs.

Çingene'nin Kehaneti: Çingenelere dair süper bir öykü, büyüye ve geleceği görmeye meraklı arkadaşları son derece tatmin eder. İki arkadaş bir çingeneye gidiyorlar, çingene bir kehanette bulunuyor. Bu kehanete göre adamlardan biri çok sevdiği karısının kanını akıtacak bıçakla falan. Harbiden de akıtıyor ama mevzu başkaymış aslında. Ters köşeye yatıran, okuyucuya pffrt dedirten bir hikâye.

Abel Behenna'nın Gelişi: Abel'e dikkat edelim, önce can dostu, sonra can düşmanı olan Eric Sanson -Cain de diyebiliriz- ile aynı kızı severler, sonra yazı tura atarlar -kız için yazı tura atıyorlar lan, efsane- ve Abel kazanır, ardından Abel 10 yıllığına gemiye çıkar. Eğer 10 yılı bir gün geçirirse kadın Cain'in olacaktır. 10 yıl sonra fırtınalı bir havada Abel gelir, gemisi batar ve Cain onu kurtarmaya gider kayalıklara. Devamını bilir gibiyiz.

Böyle güzel efsaneler de mevcut hikâyelerde. Güzel bir gönderme daha: "Eric Sanson ve Abel Behenna yüz yüzeydiler. Kendilerinden başka hiç kimse bu karşılaşmayı bilemezdi. Ve tabii Tanrı'dan." (s. 88)

Sıçanların Cenazesi: Lovecraft, Innsmouth Üzerindeki Gölge'yi yazarken bu öyküden etkilenmediyse ben de bir şey bilmiyorum.

Fransız İhtilali sonrasında Paris'in arka sokaklarına giden bir adamımız var, Notre Dame'ın Kamburu'nda bir Paris imajı vardır, bildiniz mi? Daha doğrusu Paris'in arka sokakları, sefaletin kol gezdiği yerlerin betimlemesi. Aynısı, daha beteri hatta. Adamımız yüzükle, kolyeyle falan gidiyor ortama, bir eve girip birileriyle konuşuyor. Meraktan. Sonradan bir de bakıyor ki evin etrafı sarılmış, baltalı birileri var. Fırlayıp canını kurtarmaya bakıyor. Bir kovalamaca var, nefesiniz tutulur. Böyle bir şey olamaz.

Bunların dışında fiks bir gotik-korku öyküsü ve insanoğlunun ne kadar delirebileceğini gösteren şiddet dolu bir öykü var, daha da var aslında ama üşendim. Stoker lan işte, türü sevenin kaçırmayacağı bir yazar. Ve kitap.

Şebnem İşigüzel - Öykümü Kim Anlatacak

Romanı bilmiyorum da, hikâye keşfi çok önemli bir hadise. Keşfedilen her hikâyeci, insana farklı bir dünya sunuyor. Romandan daha geniş, daha öznel bir dünya. Hikâyeyi bu yüzden seviyorum; yazarlar kendi dünyalarını küçük parçalarla açtıkları için.

Şebnem İşigüzel'i pek geç keşfettim ben; o 21 yaşındaydı, ben 24. Yazar, okuduğunuz kitabı kaç yaşında yazdıysa o yaştadır. O yüzden 21. 40 yaşındaki halini bilmiyorum, onu da bileceğim, çünkü İşigüzel deli sardı.

Bu kitap Küçükyalı'dan Göztepe'ye giderken hastaneye gelmeden önce solda rahatlıkla görülebilecek kitap tezgahından 3 TL'ye alındı.

Şimdi öncelikle bir okuyucu olarak çıkmıyoruz kitabın karşısına, ya da en başta okuyucu olarak çıkıyoruz ve görüyoruz ki yazarın okuyucuya biçtiği rol okuyuculuk değil, bir çeşit şahitlik. Anılara ve insanlara şahit olma hadisesi. Biz bunu istemesek bile anlatıcının görevi bizi şahit etmek. Dolayısıyla edilgen bir okuma olmuyor yapılan, insanın kendisine bir rol biçmesi oluyor. Anlatılanlar arasında neredeyiz, nelere şahit oluyoruz ve daha fazlasını isteyebilir miyiz? İşigüzel'in bu sorulara doğrudan bir cevabı var bir hikâyesinin sonunda:

"(...) Hayır size o adamı nasıl öldürdüğümü anlatmayacağım. Ama isterseniz geri kalan yaşamımın tüm perşembelerini anlatabilirim." (s. 107)

Konseptin aksine, bodoslamadan okumadım bu kitabı, bana biçtiği rolü oynadım ve son hikâyeden sonra anlatıcıyı selamlayıp sahneden indim. Çok mutluydum, iyi bir kitabı bitirip kendi kendine, "Ee, şimdi ne okuyacağım?" demeyen insanlar kadar.

Devinimler: Epigrafını buraya yazıp ziyan etmeyeceğim, öylesi güzel. Aşk acısından cortlayan bir hanımın hipnozla önceki hayatına kadar gitmesi, aşkların aslında bir çemberin kapanan iki ucu olması, karakterin anlatıcıya dönüşümü. Nefis.

Öykümü Kim Anlatacak?: Katman katman üstüne. Zaman geçişleri arasında bir aileyi inceliyoruz, bir de küçük bir kızı.

Klişe Hayatlardan: Benim için kitabın ağır topu bu oldu. Bir boya ustası, apartman boyayacak. Apartmanın sahibi bir ressam, bu yüzden çok çılgın renkler giriyor işin içine ve apartman boyandığında çok acayip bir şey çıkacak ortaya. Tabii ki belediyeyle uğraşmak yok, çünkü bu bir hikâye ve bir hikâyede -eğer yazar istemiyorsa- belediyelerle uğraşılmaz. Hikâyenin ruhuna aykırıdır bu. Belediyeler, hikâyeyi bozar.

Şu cümle de bir anda vurdu beni: "Bu apartmanı boyarken yaşlı ressamın dediği gibi yeryüzünün tüm renklerini kullanacağım. İsimsiz apartmanın adı da 'Yeryüzü' olacak." (s. 69)

Böyle şeylere hazır olmakta fayda var, her sayfada karşınıza çıkabilirler.

Apartmandaki daireler giriyor işin içine, bir de boyacının insan oyunları. Yüzlerden karakter tahlili, akıl hastası bir anne. Perec'in ruhunu görmek mümkün, daire sakinleriyse Perec'inkiler gibi gölge değil, kanlı canlı.

Bir bu kadar, hatta daha fazla öykü var ve hepsi çok güzel. Derin bir hayal gücü, vurucu bir gerçeklik. Kaçmasın.

30 Ekim 2012 Salı

Refik Erduran - Yağmur Duası

Refik Erduran bir değişik insan. Hayatı bir yana, romancılığı da öyle. Domuz'unu okumuştum; bir katakulliler,  bir kimin eli kimin cebinde vaziyetleri, mafya, gazeteciler, bürokrasi. İçinden çıkılmaz bir hal alıyordu durumlar. Kendisi böyle işleri pek iyi bildiği için romanlarındaki karakterleri de kördüğümlere sokarken komik durumlar yaratmada usta. Bu kitap da böyle. Aynı kurgunun, aynı üslubun müjdelenmesi burada.

Bir köy romanı ama bildiğiniz gibi değil. Önsözden: "(...) Ve susuzluk gibi sayısız derdin temelinde bugün de çözümlenmemiş olan büyük sorun yatıyor: emekçi kitlelerin aydınlarla ilişkilerini toplum çıkarları uyarınca düzenleyebilmiş değiliz hâlâ.

Yağmur Duası'nın yazıldığı dönemde (1950'li yılların başı oluyor) okuyucularımız dövüşken ve çapkın dedektif tiplerine pek merak sarmışlardı. Bütün hasımları birer yumrukta devirip bütün dilberleri birer öpücükle tavlayıveren bu itlik şampiyonlarının roman piyasamızdaki görülmemiş başarısını izlerken şu soru takılmıştı aklıma:

- Öyle bir tipten olumlu yönde de yararlanılamaz mı?

İşte Yağmur Duası o düşünceyle köy kalkınması konusuna en çok sayıda okuyucunun dikkatini çekmek için girişilmiş bir denemeydi." (s. 2)

Yaban'da aydınla aynı ölçüde suçlanır gibi gözüken köylülere burada da rastlıyoruz, 25-30 yıl sonra bile, inkılapların arka arkaya patladığı, kalkınmanın şaha kaldırılıp sonra tırısa indirildiği zamanların sonucu, onca yıldan sonra yine aynı, hep aynı. Küçük Ağa'daki kucaklayıcı tavır yok, yine de iki tarafın penceresinden de yaklaşabiliyoruz ve karşımızdaki Anadolu da o dağları çiçeklerle süslü, yemyeşil kırlarında çobanların kaval çaldığı Anadolu değil. Bir şiirle başlayıp yine bir şiirle bitireceğim:


"Kardaş, senin dediklerin yok,
Halay çekilen toprak bu toprak değil.
Çık hele Anadolu'ya,
Kamyonlarla gel, kağnılarla gel gayrı,
O kadar uzak değil."

Fazıl Hüsnü Dağlarca

Heh, şimdi kağnılarla gitmese de av merakı sayesinde Anadolu'yu gezmiş, görmüş Erduran. Oturduğu yerden Anadolu hakkında yazmamış yani. Bu yüzden bu ne sallıyor lan demek biraz cesaret istiyor. Girişek artık pamps.

Ferhat Gürz, dünyayı gezerek kadınlarla maceralarını yazmak yoluyla hayatını kazanan bir gazeteci. Bunun yanında dostları çok, düşüp kalktığı kadınlar da çok. Bir gün patron çağırıyor bunu, Avusturya'dan Mayer adlı bir gazetecinin geleceğini, ona İstanbul'u dolaştırmasını söylüyor. Bizimki de Galata'ya, Beyoğlu'na falan götürecek tabii, şehrin güzelliklerini gösterecek ya. Amaç bu. Burası süper:

"Yemekte arkadaşlara Avusturyalı muhabirden bahsettim; adamı İstanbul'un 'düzgün ve temiz' yerlerine götürmek istediğimi söyledim. Birisi güldü, 'Hava meydanından çıkarma,' dedi. Bir başkası da denizde gezdirmemi tavsiye etti." (s. 22)

Dsfd, lan en süper şehrimiz ne kadar süper ki köylerimiz de süper olsun, değil mi? Değil, böyle şeylerin en alttan başlaması lazım, tabandan. Hatta ve hatta bütün dünya buna inansa, birlik olsa. Dgfgg.

Ankara'dan Gonokok adlı fotoğrafçı arkadaşını da çağırıyor Ferhat, Mayer'i karşılamaya gidiyor havalimanına. Mayer'in amacı İstanbul'u görmek değilmiş meğerse, 1. Dünya Savaşı sırasında bulunduğu Anadolu'nun köylerini gezmek, Orta Doğu temalı araştırmasında bu köylerin onca yıldan sonra kalkınıp kalkınmadığını görmek. İstikamet Ankara, oradan da jiple bozkır.

Ya Erduran bizi -bizi diyeceğim, daha uygun bir şey gelmedi aklıma- inceden inceye öyle bir eleştiriyor ki gülmemek elde değil. Uçakta oluyor:

"Ciddiyetle gözlüğünü düzeltip aşağısını uzun uzun tetkik ettikten sonra, 'Şu beyazlıkları, ilerideki şu pembe damarları görüyor musunuz? Antimon ve bakır bulunduğunu gösterir.'
Adamın söylediğini Gonokok'a tercüme ettim. 'Bunlar böyledir birader,' dedi. 'Kasımpaşa lağımını göstersen suni petrol yapmak için bu servet kaynağından niçin yararlanmıyorsunuz diye şaşarlar.'" (s. 28)

Şuna gel, böyle güzel bir tespit daha önce yapılmış mıdır?

"Pırrnk pırrnk diye yolun kenarından birkaç keklik kalktı. Sert ve usta kanat darbeleriyle havayı döverek süzülüşlerini seyrederken, köy türkülerinde, 'Bir kuş olup uçsam gitsem' veya 'Kuşlar, şu dağları aşın da yârime haber götürün' kabilinden lafların neden o kadar sık geçtiğini anlar gibi oldum. Bunlar, toprağa mağlup insanın havaya hakim kuşa bakıp bakıp içlenmesiydi. Öyle bir dertti ki bu, sahiden toprağa, suya ve havaya hakim olmaktan başka davası yoktu." (s. 31)

Mükemmel. Türküler bu açıdan hiç incelenmiş midir? Elbette incelenmiştir, bilen ve bunları okuyan biri çıkarsa beni kaynağa yönlendirsin, çok mutlu olurum.

Bunun dışında din ve kadın içeren filmlere rağbet, toprağın insanlara eziyeti, susuzluk, köy yaşamları... Her şey hakkında biraz biraz tokat yiyorsunuz. Şehirli bir çocuk olarak az çok biliyorum; büyük sıkıntılardır onlar. Annemin memleketinde yağmur bekleyen insanlar vardı hâlâ ben çocukken. Her daim mutsuzlardı ve dünyaları çok küçüktü. Açlık belası vardı, borca batmış insanlar vardı. Anasını alıp gitmesi istenenleri ne yazık ki görüyoruz. Köylüler; çok şey yazılıp çizildi haklarında, daha fazla devam etmiyorum.

Erduran'ın "okumuş" tarafının ortaya çıkardığı nefis benzetmeler de mevcut:

"Hizasında bulunduğumuz tepelerin en yükseğine muazzam bir insan kalabalığı tırmanıyordu. Alçalan güneşin önüne düştükleri için tepenin ve insanların yalnız siluetleri görünüyor, pembe ufkun üstünde ağır ağır hareket eden siyah gölgeler bütün manzaraya bir kabus havası veriyordu. Buna bakarken Dante'nin Cehennemini hatırlamamak imkansızdı: ebedi azaba mahkum edilmiş milyonlarca ruh, güneşe yalvarmak için yeraltının meçhul karanlıklarından göğe doğru tırmanıyorlardı sanki." (s. 47)

Mü-kem-mel.

Bundan sonra bir köyde duruyorlar, Ferhat köydeki bir kıza aşık oluyor ve yaptığı onca geziden tiksiniyor, İstanbul'a dönünce ülkenin en büyük yardım kampanyasını düzenliyor gazete aracılığıyla. Çok büyük bir yükün altına giriyor, mesleği, itibarı pamuk ipliğine bağlı. Başarısız olursa boku yer. Parayı tehditle, banka yardımıyla, gazetenin açtığı kampanyayla bir şekilde toparlıyor ve köyün yanındaki ırmaktan su pompalamak için baraj yaptırmaya kalkıyor, yanında hastane ve okul da var. Bir de yolu yeniletecek. Gerisi bildiğimiz hikâye; köydeki dinsel ağlar olaya razı gelmezler, katakulliler, köylüleri din yoluyla kandırmalar, entrikalar, bilmem ne. Ferhat dayak yiyor, tehdit ediliyor, bir sürü olay. En sonunda pes ediyor, gazetesinde yayımlamak üzere yazdığı yazıdan bir parça:

"Şu anda anlamış bulunuyorum ki bu şartlar içinde köyü sırf üstten gelen bir teşebbüsle tutup kalkındırmak mümkün değildir. Muhakkak aşağıdan yukarıya doğru da bir itiş, bir kalkınma şuur ve isteği gerek. KÖY DAVASI, HERKESTEN EVVEL KÖYLÜNÜN DAVASIDIR. Köylü kendi davasına sahip çıkmazsa hiçbir şey yapılamaz. Köylüye aydın ancak yol gösterebilir; kolundan tutup çekemez." (s. 226)

Böyle, değişik bir köy romanı gibi. Son olarak Ferhat'a dikkat. Kelime olarak. Rahatlık anlamı var, ele geçirme anlamı var. Gürz de var peşi sıra. Zorla rahatlık olmaz diyor, iyi günler diliyoruz. Tepeden inen hiçbir devrim uzun süreli olmaz.


"köylüleri niçin öldürmeliyiz?
çünkü onlar ağırkanlı adamlardır.
değişen bir dünyaya karşı
kerpiç duvarlar gibi katı
çakır dikenleri gibi susuz
kayıtsızca direnerek yaşarlar.
aptal, kaba ve kurnazdırlar.
inanarak ve kolayca yalan söylerler.
paraları olsa da
yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır.
herşeyi hafife alır ve herkese söverler.
yağmuru, rüzgarı ve güneşi
birgün olsun ekinleri akıllarına gelmeden
düşünemezler...
ve birbirlerinin sınırlarını sürerek
topraklarını
büyütmeye çalışırlar.

köylüleri niçin öldürmeliyiz?
çünkü onlar karılarını döverler
seslerinin tonu yumuşak değildir
dışarıda ezildikçe içeride zulüm kesilirler.
gazete okumaz ve haksızlığa
ancak kendileri uğrarsa karşı çıkarlar.
karşılığı olmadan kimseye yardım etmezler.
adım başı pınar olsa da köylerinde
temiz giyinmez ve her zaman
bir karış sakalla gezerler.
çocuklarını iyi yetiştirmezler
evlerinde kitap, müzik ve resim yoktur.
birgün olsun dişlerini fırçalamaz
ve şapkalarını ancak yatarken çıkarırlar.

köylüleri niçin öldürmeliyiz?
çünkü onlar yanlış partilere oy verirler
kendilerinden olanlarla alay edip
tuhaf bir şekilde başkalarına inanırlar.
devlet; tapu dairesi, banka borcu ve hastanedir
devletten korkar ve en çok ona hile yaparlar.
yiğittirler askerde subay dövecek kadar
ama bir memur karşısında -bu da tuhaftır-
ezim ezim ezilirler.
enflasyon denince buğday ve gübre fiyatlarını bilirler.
onbir ay gökyüzünden bereket beklerler,
dindardırlar ahret korkusu içinde
ama bir kadının topuklarından
memelerini görecek kadar bıçkındırlar
harmanı kaldırdıktan sonra yılda bir kez
şehre giderler!...

köylüleri niçin öldürmeliyiz?
çünkü onlar köpekleri boğuşunca kavga ederler
birbirlerinin evlerine ancak
ölümlerde ve düğünlerde giderler.
şarkı söylemekten ve kederlenmekten utanırlar
gülmek ayıp eğlenmek zayıflıktır
ancak rakı içtiklerinde duygulanır ve ağlarlar.
binlerce yılın kabuğu altında
yürekleri bir gaz lambası kadar kalmıştır.
aldanmak korkusu içinde
sürekli birbirlerini aldatırlar.
bir yere birlikte gitmeleri gerekirse
karılarından en az on adım önde yürürler
ve bir erkeklik işareti olarak
onları herkesin ortasında azarlarlar.

köylüleri niçin öldürmeliyiz?
çünkü onlar otobüslerde ayakkabılarını çıkarırlar
ayak ve ağız kokuları içinde kurulup koltuklara
herkesi bunalta bunalta, yüksek perdeden
kızlarının talihsizliğini ve hayırsız oğullarını anlatır,
yoksulluktan kıvrandıkları halde, şükür içinde
bunun, tanrının bir lütfu olduğuna inanırlar.
ve önemsiz bir şeyden söz eder gibi, her fırsatta
gizli bir övünçle, uzak şehirdeki
zengin akrabalarından sözederler.
kibardırlar lokantada yemek yemeyi bilecek kadar
ama sokağa çıkar çıkmaz hünküre hünküre
yollara tükürürler...
ve sonra şaşarak temizliğine ve düzenine
şehirde yaşamanın iyiliğinden konuşurlar.

köylüleri niçin öldürmeliyiz?
çünkü onlar ilk akışamdan uyurlar.
yarı gecelerde yıldızlara bakarak
başka dünyaları düşünmek gibi tutkuları yoktur.
gökyüzünü, baharda yağmur yağarsa
ve yaz güneşlerini, ekinlerini yeşertirse severler.
hayal güçleri kıttır ve hiçbir yeniliğe
-bu, verimi yüksek bir tohum bile olsa-
sonuçlarını görmeden inanmazlar.
dünyanın gelişimine katkıları yoktur.
mülk düşkünüdürler amansız derecede
bir ülkenin geleceği
küçücük topraklarının ipoteği altındadır
ve bir kaya parçası gibi dururlar su geçirmeden,
zamanın derin ırmakları önünde...

köylüleri söyleyin nasıl
nasıl kurtaralım"

Şükrü Erbaş


29 Ekim 2012 Pazartesi

David Eddings - Kell Kâhinesi

Seri bitti, rahatladım ama böyle boktan bir bitiş olamaz. Dün gece oturdum, bir gazla giriştim. Taze bitti. Uyuz etti beni. Lan... Neyse, bir şey demiyorum. Sana laflar hazırladım, en sona sakladım.

Düalizmle alakalı bir şeyler yazacaktım, çok üşendiğim için yazamıyorum. Bu karanlık-aydınlık meselesini merak edenler Jeffrey Burton Russell'ın Şeytan'ına bakabilirler, Kabalcı'dan çıktıydı. Serinin olayı bu olduğu için bakın diyorum, teolojik felsefeyi merak edenler yani. Ben açıp burada onlarca kelime yazıp şu şudur, bu budur diye karşılaştırma yapmayacağım, çünkü amele miyim lan ben. Gider makale yazarım onun yerine. Burada kitapları olabilecek en malca şekilde incelemeye çalışıyorum.

Kell'e gidiliyor, Cyradis'i alıyorlar yanlarına. Peşlerine bir kurt takılıyor ki her taşın altından bir şey çıktığı için bu kurtla ilgili sürprizler de düşünülünce çıkan şey pek sürpriz olmuyor. Çok sürpriz var, gökyüzüne bakıp kendi kendine, "Öff kadınlar," diye, "Pöff erkekler," diye mırıldanan çok insan var, sürekli bir tekrar var ve bir süre sonra gerçekten sıkıyor. Hele şey, geçen kitapta hani toplanıyorlardı memlekette kalanlar. Yola çıkıyorlardı falan bizim gruba doğru. Lan kitap boyunca bekliyorsun acaba nereden çıkacaklar diye, kitabın sonunda, o da bok gibi bir rolle çıkıyorlar arkadaş. Hele Salmissra'lı bölümler var, facia. Usta, kurguyla alakası olmayan şeyleri sen niye sokuveriyorsun araya. Ne gerek var. Şişiriyorsun, başka bir şey değil.

Bir adaya çıkıyorlar, Mimbreli kardeşlerin adası, hepsi soylu şövalye. Saçmalığa gel; adamlar yüzlerce yıl önce bir deniz kazasından sağ kurtulup adaya ulaşıyorlar, orada kök salıyorlar. Memleketlerini o kadar çok özlüyorlar ki kalelerinin duvarlarını bile memleketlerindeki kalelerin duvarlarıyla aynı renge boyuyorlar. Bu arada gemiler gidip geliyor, memleketten haber işitiyorlar. Doğdukları toprakları düşününce ağlıyorlar falan, bir kişi de çıkıp demiyor ki biladerler, yürüyün, ağlayıp dövünmeyek, atalarımızın topraklarına gidek. Oğlum o kadar çok özlüyorsun, gitsene lan. Manyak mısın nesin. Eddings sen ne yapıyorsun?

Burada bizimkilerin şerefine bir ziyafet veriliyor, bir de kralı etkisi altına alan bir kral yardımcısı var: Nadramas. Zandramas'ın yardımcısı. Bizimkileri geciktirmek için yok ejderha var, gidin ona dalın diyor, yok bilmem ne diyor. İki saat bunları okuyoruz bir de. Sonra buluşmanın gerçekleşeceği kayalıklara gidiyorlar, Zandramas da oraya gelecek de, Cyradis ışığı veya karanlığı tercih edecek hani. Gerçi olayı bozan en önemli şey bu seçim hadisesi olmuş sanıyorum. Neye göre seçecek mesela. Bunu seçecek olan da bir insan. Şimdi sen de insansın sevgili kari, ben de insanım. Diyecekler ki sana, ya karanlık ya aydınlık. Gidip karanlığı seçer misin? Samimi ol. Karanlığı seçersen dünya boku yiyecek bar bar bağırıyorlar bir de. Deli kıçlı bir insan değilsen seçmezsin. E o zaman ne heyecanı kaldı olayın?

Bir de Zandramas'ın tertiplediği katakulliler var, onlar daha komik. Bir yerden cehennemin kralı çıkıyor, bir yerden bilmem ne çıkıyor. Kardeş, senin adamları geciktirmen bir işe yaramıyor ki, aynı anda orada olmalısınız? Sözde Zandramas mızıkçılık yapıp bizimkileri hacamat etmek istiyor ama hacamat ederse daha kötü bir şeye yol açacak, kendi de boku yiyecek söz gelişi. E o zaman?

Fiks son: İyi olan kazanır. Böyle bitiyor. He, bizim memleketten gelenler olaylar bitince katılıyorlar gruba, o da herkesi evine bırakmak için. Koskoca "heroic" adamlar servis çekmek için dünyanın öbür ucuna gelmişler lan. Ben onların yerinde olsam tanrılara bir küfrederim, yirmi yıl yıldırımla çarparlar beni anasını satayım.

Evren hakkında iki güzel bilgi var; biri cehennemin ayrı bir kainat olduğu bilgisi. O ifritlerin dünyası falan demek ki bizim dünyayla bir değil. Başka bir evren o. Bir de kainatta başka bir sürü dünyanın olduğunu, tanrıların oralara gideceğini öğreniyoruz. Bunlar bildiğimiz anlamda tanrı değil aslında, öyle olmayabilirler. Bunlar görevlendirilmiş ve süper güçlerle donatılmış varlıklar. Yine tanrıya çıkıyor hadise ama bildiğimiz manasıyla değil.

Pkfmpf, son olarak hayatımda bir insanın aşağılanmasını okurken böylesine gülmemiştim. Mandorallen söylüyor: "'Beyim,' dedi soğuk bir edayla, 'sizin çehrenizi şebeğe benzetiyorum, vücudunuz da çarpıktır. Dahası sakalınız edebe bir tecavüz sayılır; bir insan çehresi için makul bir süs olmaktan ziyade kırma bir itin arka kısmını tezyin eden düğüm düğüm olmuş kılları andırıyor. Acaba valideniz çılgın bir şehvet müptelalığı esnasında, mazide, azgın bir keçiyle eğleşmiş olabilir mi?'" (s. 360)

Lan öldüm oğlum ya.

Sonunda Polgara hamile kalıyor... Ha bir de şey; Toth adlı bir ayımız vardı grupta. Durnik'in yakın arkadaşı, Cyradis'in her şey yeni başlarken tayfaya ödünç verdiği bir adam. Böyle Allah Allah, boyu beş metre, kasları üç metre bir yarmamız. Şimdi gruptan biri ölecek, bunu kâhine söylemişti. Gruptan bir elemanımız da Garion'a ben öleceğim falan diyordu. E Toth öldü? Ya seni yalancı piç, çok affedersiniz, seni yalancı kutsal karı, o masumun ne günahı vardı lan? Adamın ağzı var dili yok, tam bir görev adamı. Yani aklım almıyor ya, ne kadar ayıp.

Evet, sonunda Polgara doğuruyor, Ce'Nedra doğuruyor, herkes doğuruyor ya da evleniyor. Beldin aşık olup uzuyor diyardan. Her şey duruluyor. Bir de o bütün olayların tekrar etme meselesi vardı ya, hani serinin okuyucuları tarafından beğenilmeyen. Yazar ona sonda bir çözüm bulmuş. Diyor ki bütün bu kovalamacanın sebebi olan iki yazgının çözülüp birleşmesi, evrenler arasındaki kırığı kapattı ve geleceğin önünü açtı. Aslında yaşanan her şey bir çeşit tekrardı, gelecek zincirlenmiş olduğu için geçmişte yaşanan her şey bir daha yaşanıyordu, farklı şekillerde de olsa. Böyle diyor valla.

Sonuçta Garion'a, İpek'e, Ce'Nedra'ya, Polgara'ya, Belgarath'a, Beldin'e ve diğer dostlara veda ettik, seri bitti. Bir ayda binlerce sayfa okuduk, on kitabı tamamladık. Üzgünüm dostlar, sizi geride bırakıp bambaşka alemlere gitmeliyim, gitmeliyim bebekler, gitmeliyim can dostlar...

28 Ekim 2012 Pazar

Truman Capote - Yerel Renkler

Capote'den bir seyahatname/anı/öykü.

Capote şehirlere şöyle bakıyor: Şehirler. Bu tamam zaten, seyyah gözünden şehir. İkinci adımda şehrin insanlarıyla birlikte değerlendirilmesi var, veya tam tersi. Yaşadığı şehrin kimliğine bürünen insanlar. Üçüncüsü de öykücü Capote. Şehri gezmiyoruz da bir öykü öğesi olarak görüyoruz. Bildiğimiz Capote öykülerine dönüşüyor şehirler bazen. Süper. Bir iki örnek hemen.

New Orleans: Panayır gibi bir yer, tarihi çok eski. Capote'nin çocukluğu burada geçtiği için onca şehir içinde Capote'nin en çok benimsediği, dolayısıyla rahat, keyifli bir anlatımla okuyucuya sunduğu şehir. Verandalarında akşamı eden insanlar, barlar, şehre has gürültüler.

Bayan Y.. "'Bazı insanlar yaşlı doğar; ben, örneğin, her türlü nitelikten yoksun, iğrenç bir çocuktum. Ama yaşlı olmak hoşuma gidiyor. Bana sanki daha' -sustu, loş odayı gösterdi eliyle- 'uygun olduğum hissini veriyor.'" (s. 11) Bayan Y. için New York taşra sayılıyor mesela. Bazı insanlar için yaşadıkları yerin dünyadaki en büyük şehir gibi gelmesine şaşmamak lazım. Dünyadaki en büyük şehir, hayatın boyunca bulunduğun en büyük şehirdir ve daha büyük şehirler görmediysen dünyanın en büyük şehri, sahiden de dünyanın en büyük şehri değildir.

Şöyle bir dönüşüm de var; 1946'da bu bölümü yazıyor Capote, 22 yaşındayken. Mesela şöyle bir şey diyor: "Hep kullanılan o 'eski cazibe' deyiminden öyle ya da böyle nefret ediyorum. Siz onu, sanırım buradaki mimaride ve (tam yeri olan) antikacı dükkânlarında ya da Fransız Marketi'nde duyacağınız şive karışımlarında bulabilirsiniz. Ama New Orleans diğer güney kentlerinden daha büyüleyici değildir; daha da az büyüleyicidir aslında, çünkü onların en büyüğüdür. Bu kentin asıl kısmı, manevi ovasından, turistik kuşağın oldukça dışındaki sokaklarından ve mahallelerinden oluşur." (s. 12) İki şey diyor yani: Arka sokaklara bakın ve geçmişe mazi. İkincisi biraz daha silik, yine de o tutum kendini belli ediyor biraz. Bir şehrin geçmişi, gençler için çok şey ifade etmeyebiliyor. 1959'daki Brooklyn yazısında bambaşka bir Capote göreceğiz, buram buram geçmiş kokan bir yazı. Değişiyor insan.

New York: Bu da 1946'da yazılmış. Kentin bir mit olduğunu söylüyor Capote, sonradan o mitin ekmeğini de çokça yiyecek zaten.

Ünlüleri görüyor, ünlüler hakkında yapılan dedikoduları işitiyor. Romanlarında, hikâyelerinde kullanacağı malzemeleri o zamandan biriktirmeye başladığı söylenebilir. Tutunmaya çalışan yetenekli insanlar da var, biraz da onların şehri New York. Partiler, yerel delilikler, tam Capote'nin kalemi. Bir de bu yazının penceresinden bakmak lazım Capote'nin romanlarına.

"New York'u terk edersem herhalde çok daha fazla iş yapmam gerek. Ama büyük olasılıkla da doğru değil bu. İnsan belli bir yaşa gelinceye dek taşra sıkıcı görünür ve zaten ben doğayı genel olarak değil, özel olarak severim. Yine de insan ya âşık, ya halinden memnun, ya da hırsların güdümünde, veya meraksız, ya da kendiyle barışık (ki mutluluğun eşanlamı haline geliyor bu laf) değilse, kent hiç durmaksızın zaman tüketmek için tasarlanmış, illüzyonları yiyip bitiren, anıtsal bir makine gibidir." (s. 23)

Kısanın kısası, böyle.

Haiti: Holly Golightly'nin prototiplerinden biri var burada: Estelle.

Seyyah Capote burada.

Bir de Avrupa gezisi var, iki yıl boyunca Sicilya'da yaşıyor Capote. Napoli, Roma, Venedik, böyle yerleri geziyor. Afrika'ya 120 kilometre, yazın deli sıcak, kışın rüzgarlı ve soğuk. Bir de Lola diye bir bölüm var, bir kuzgun hakkında. Birçok Capote hikâyesinden güzeldir. Bitirince gülümsedim.

Böyle. "Şehirli" Capote'nin şehirleri. Eserlerine aldığı yerel renkleri görebilirsiniz, dikkatli okuyucular iyi bir okuyucu olurlarsa diğer kitaplarda tanıştıkları karakterleri bile görebilirler.

27 Ekim 2012 Cumartesi

David Eddings - Darshiva Büyücüsü

Olaylar ne biçim oldu ya. Çok acayip yerlere geldik. Şunun en az Belgariad kadar güzel olduğunu iddia ediyorum. Politik hadiseler yeter.

Girizgah bölümünde Mallorya'nın tarihine yakından bir bakış. Üç ırkın Torak etrafında birleşmesi, Torak'ın ölümüyle dağılma aşamasına gelmeleri, Zakath'ın imparatorluğu bir arada tutmak için çabalamaları, böyle şeyler.

Bizim memlekette kalan arkadaşlar; Barak, Porenn, şu, bu, hepsi Mallorya'ya geçip arkadaşlarına yardım etmek için toplanıyorlar, bir plan lazım sonuçta. Gidemiyorlar, çünkü kahin Cyradis demişti ki giderseniz boku yiyecekler, kendi başlarına halletmeleri lazım. Bizimkiler yine de ya olaylara atlamasak da koruyuculuk yapsak falan diye düşünüyorlar. Muhtemelen son kitapta ortaya çıkacaklar bir şekilde, seriye veda ederken bütün kahramanları da göreceğiz. Süper.

Zakath kızgın gibi. Sonuçta Garion ve grubu kaçıverdi. Zakath'ın da öyle kadere, yazgıya çizgiye pek inancı olmadığı için kızgın, kırgın. Garion'la iyi dost olduklarını düşünüyordu ama kaçışına bir anlam veremiyor. Veriyor da işte, inancı yok. Kaçış sebebi saçma geliyor.

Küçük bir şey: Eddings İpek için de ayrı bir kitap yazmalıymış bence. Kurnaz, dalavereci biri. Gambit'i çağrıştırıyor. Bunların dışında Garion'a gönülden bağlı. Neden öyle olduğu belli değil. Yani tamam, memleketlisi hepsi ama... Yetmez lan, adam tam kaotik. Hayata felsefisi derin bakışıyla fark yaratan bir kardeşimiz. Mesela Belgarath. Tam bir yaşlı osuruk. Beldin, daha beter. Polgara, tam teyze. İpek farklı, İpek çok farklı. İpek'in, yani Prens Kheldar'ın birçok kimliği var; tüccar oluyor, kaçakçı oluyor, daha birçok şey oluyor. Bu konuda:

"Garion'un aklına garip bir fikir geldi. 'O halde Prens Kheldar da en az Ambar ve Radek kadar hayali biri, öyle mi?'
'Tabii ki öyle.'
'İyi ama gerçek İpek nerede?'
'Söylemesi çok zor garion.' İpek içini çekti. 'Bazen onu seneler önce kaybetmişim gibi geliyor.'" (s. 83)

Can İpek, canan İpek.

Bu kitapta iki şey önemli: Ashaba Vahiyleri'nin bozulmamış bir nüshasından Artık Olmayan Yer'in nerede olduğunu bulmak. Son savaş orada olacak, dolayısıyla nerede olduğunu öğrenmeleri gerekiyor ama bu vahiylerin üç nüshasından birine ulaşılabiliyor, o da bir topaldaymış. Bu topalı buluyorlar, kendisi Melcena Üniversitesi'nde bir simyacı. Büyüyü kendi kendine bulmuş, tanrılar öğretmemiş. Bu sebeple Belgarath ve Beldin adamı sorguya çekiyorlar. Ara ara olurmuş öyle şeyler. Alıyorlar o nüshayı, yeri öğreniyorlar. Bu sırada Zandramas kendi ifritini çağırıyor, Urvon'un zaten ifriti vardı. Bir de Zakath geliyor Mallorya'ya, bizimkilerle buluşuyor ve zorla da olsa gruba katılıyor. Orduyu morduyu arkasında bırakıyor, kehanete göre hareket ettiği için ordudan yardım alamayacak. Urvon'la Zandramas savaşıyor, ifritlerden birini Durnik öldürüyor ve Belgarath'ın kardeşi yapılıyor Aldur tarafından. Böyle. Şimdi gidecekler, o meçhul yeri bulacaklar ve ne olacağına bakacağız. Çok heyecanlı lan. Yarın biter umarım.

26 Ekim 2012 Cuma

Hikmet Temel Akarsu - Yenik Ordunun Subayları

Hikmet Temel Akarsu'yu Can'dan çıkan Kaybedenlerin Öyküsü'yle biliyordum, İstanbul Dörtlüsü'nün ilk kitabı. 90'lı yılların sonunda, daha bu film olayları falan yokken Kaybedenler Kulübü'yle alakalı ortaya çıkan ilk eserdi, 6 45 olayından bağımsız. Şimdilerde Roman Kahramanları'nın yayın koordinatörüymüş. Ne güzel.

Bebekus'un Kitapları da yazarın kendi yayınevi, akıbetini bilmiyorum. 1000 adet basılan bu kitaptan bende 218 numaralı olanı var. 2006'da bir sahaftan almıştım, lise sondaydım. Okumak şimdiye nasip oldu, neredeyse yedi yıl sonra.

Dört arkadaşın mücadelesi. Dördü de zamanında siyasi olaylara katılmış, kimi hapis yatmış, kimi hapisten çıkınca okulunu bitirip sıkıntılı şartlarda yaşamaya çalışmış, kimi okulu bitirmeyip ticarete atılmış dört insan: Okan, Mustafa, Ersin, Ahmet. Yazarın izinden gidip o yolda tanımaya çalışalım bu insanları.

Şimdi bir anlatıcımız var, bu anlatıcımız olaylara bazen meddah gibi yaklaşıyor, bazen hiç karışmıyor. Bu noktada bir sıkıntımız var. Romanın başında bir "oda" toplantısına gidiyoruz. 25-35 yaşlarındaki yüzlerce davetli, zamanında devrim yolunda büyük dertler çekip sonradan işlerine güçlerine dalan, davayı bir anlamda satan yüzlerce insan. Mühendis bunlar, mühendis odasının düzenlediği bir toplantıda, Bebek'teki bir gazinoda eğlenmeye çalışıyorlar. Bu noktada anlatıcının kabare yaklaşımı on numara, gayet iğneleyici. Çünkü bu adamların sonradan büründükleri kimliklerle öğrenci oldukları zamandaki kimlikleri gayet açık, kara mizah unsuru. Öldürülen dostlara dökülen birkaç gözyaşı, devrimci şarkılar, türküler çalarken verilen tepkiler, ardından bulundukları mevkilere göre davranan, dini imanı para olmuşların davranışları. Büyük bir ironi, büyük bir zıtlık. Anlatıcının tutumuyla bu çarpıklığı iyice görebiliyoruz, ardından gelen olayların örgüsü bir anlatıcıyı gerekli kılmıyor. İlk bölümde aktif olan anlatıcı, sonradan pasif duruma düşüyor. Sıkıntı burada.

Toplantıdayız, dörtlüyle tanışıyoruz. Okan bulunduğu ortamdan tiksiniyor, agresif biri. Ersin sessiz. Mustafa yatıştırıcı, Ahmet de öyle. Mesela Okan'ın dediği: "'(...) Ne idik ne olduk ey gazi hünkar, eşek silahtar oldu katır mühürdar...'" (s. 23) Okan'ın sinirinin kaynağını göreceğiz, biraz var.

Mekanın çatısı patlayınca davetlilerin devrim damarı kabarıyor, mekan sahibiyle atışmalar, bir şeyler. Bizimkiler çıkıyor mekandan, bir de Neriman var yanlarında. Bir arkadaş. Yolda polisle dalaşıyorlar, Okan yine kabarıyor ve polislerle dövüşüyor falan. Arabadaki herkesi kodese götürecekler ama ortak olan Mustafa'yla Ahmet'in işleri var, Mustafa Okan'a bir tane patlatıyor ve polisler de Mustafa'ya sempati duyup yolluyorlar adamı, Neriman'ı da. İş, arkadaşlıktan daha önemli tabii. Geri kalanlar doğruca nezarete.

Nezarette Ersin bir oyun uyduruyor, başlarına gelene kadar hayatlarını anlatacaklar. Okan anlatıyor ilk. Genel şeyler: Başarılı bir öğrencilik, sonra hocaların yönlendirmesiyle ilerlemeyip farklı bir yol çizme kaygısı, güncel olaylar, politika derken öğrenci olayları. Çokça okuyan insanlar önder olarak buluyorlar kendilerini, Okan da bunlara dahil.

"Kısacası: Saygınlık tamam, kahramanlık tamam, mutluluk tamam, teori tamam, pratik tamam, ilaveten kitle de tamam, o halde üç beş dakika sonra devrimi yapıp, insanlara saadet saçmaktan başka bir şey kalmamış geriye." (s. 79)

Öyle değilmiş. Takip etmeyen insanlar, hapis, şaşırmış bir toplum, yitik değerler, yaşama belası. Okan'ın ağzından konuşuyorum. Onca yıl emek harcanan, inanılmış görüşleri bir anda bırakmak kolay değil. Sonu şu: Bir büroda yalvar yakar iş bulup günde sekiz saat amirin ağız kokusunu çekmek. Öyle bir hayattan böylesine. Yaşanmıyor, ölünmüyor, bir acayip hadise. Okan, hayat görüşünü egzistansiyalist anarşizm olarak dile getiriyor sonra, bütün agresifliği bundan.

Ahmet anlatıyor ama pek de bir şey anlatmıyor, anlatıcı da buraları almıyor zaten kitaba. Gayet orta yolcu bir insan Ahmet. Kendini riske atmayan, çıkıntı insanların yanında barındırmayan, zirveye oynayan biri. Tam bir politikacı. Ersin de anlatmıyor bir şey, yazıyor sadece. Daha sonra yazdıklarını okuyacağını söylüyor, Okan'ın görüşleriyle kendi görüşlerinin çok yakın olduğunuysa söylemiyor. Okan'la Ersin arasındaki dostluk böyle başlıyor. Aldatılmış hissediyorlar kendilerini, bir şeylerin yanlış gittiğini, ama kendilerinin hep doğruyu yaptıklarını düşünüyorlar. Durum bu.

Hapisten çıktıklarında Mustafa bunları yemeğe götürüyor, Neriman'ın uzaktan bir arkadaşı olan Süeda da geliyor yanlarına. Arada 10 yaş fark var, 24 yaşında Süeda. Pek tanınmamış bir yazar olan dayısı Mesut Bey'le yaşıyor ki bu Mesut Bey'in bizzat Hikmet Temel Akarsu olduğunu düşünüyorum. Neyse, Süeda'yla arkadaş oluyorlar ve o gece Mesut Bey'in evine gidiyorlar. Ersin orada yazdıklarını okuyor. Çok küçük bir bölümünü alacağım, genelde zaten hayatın bokluğu falan var.

"(...) Orduları düşünün... Ordunun erleri ve subayları vardır. Savaş kazanıldığında erler ve subaylar coşku içinde, bir arada girerler zafer meydanına. Oysa yenik orduda erler terhis olur. Yenik ordunun subaylarının kavgası ise hep devam eder..."

"(...) Yenik ordunun subaylarının içine düştüğü bu durum nihilizm değildir. Bu, ahlaki ve anlaşılır bir insanlık durumudur..." (s. 137)

Ya, durum bu Sonra bizim yazar dayı içeriden kendi yazdığı bir kitabın taslağını getiriyor, üstüne de Yenik Ordunun Subayları yazıveriyor oracıkta. Şunu bir okuyun bakayım, sonsöz bölümünü okuduktan sonra vereceğim diyor. Gidiyor bizimkiler. Sonrasında odanın kongresine katılıyorlar, bir seçim mevzusu var. Okan yine bok ediyor ortalığı, kavga çıkıyor, sonra bomba ihbarı yapılıyor ve herkes dışarı çıkıyor. Götürülenler arasında Süeda da var, Ersin'in notları Süeda'daydı ve o notlardan şüpheleniyor polisler. Anarşik manarşik bir şeyler yazıyor. En sonunda dayının evine gidiyor bizimkiler biz bir bok yedik diyerek. Dayı da sakin olun beyler, kızı gece getirirler buraya diyor. Polisler kızı getiriyor, dayı da diyor ki aslında sonsöz yoktu, sizi nihilizmden çıkardım, siz artık sevmeyi bilen gençlersiniz falan. Çünkü Süeda'ya hafiften çarpılma durumu var. Böylece bitiyor.

Güzel kitap, evet. Dönekler, umutlar, yok olan geçmiş ve gelecek, falan. Bu tarz. Konuyla alakalı bir şarkıyla bitirip iyi günler diliyoruz.

David Eddings - Karanda'nın İfrit Beyi

Mallorya'nın iç işlerine iyice girdik artık. Üç krallık var ve bu üç krallığın Torak'la birlikte bir araya gelmesi, sonra ayrılması, sonra entrikalar derken ortamın karışması. Evet.

Öncelikle şu var; embesil olmadığına emin olduğumuz bazı karakterlerin saçma şeyler söyleyip ayarı yiyince, "Bunu düşünememiştim," demeleri can sıkıcı bir noktaya geliyor bu kitapla. Önceden de vardı, lakin bu kadar göze batmıyordu. Mesela Garion gemi kaçıracak gitmesi gereken yer için, gemideki düşman askerlere ne yapacağını soruyor Belgarath. Garion düşünmemiş onu. Eddings, yirigit.

Şu seriyi şıpıt diye bitiremediysem kapaklar yüzündendir; her gördüğümde gülüyorum lan. Okuma keyfi kalmıyor.

Evet, bizimkiler yakalandıydı. Önceki kitabı pek çabuk geçtiydim, düalizm hakkında bir şeyler yazacaktım ama sıkılmıştım. Serinin son kitabında yazacağım hepsini. Tipik bir düalist bakış açısı var, karanlık-aydınlık. En büyük iki güç bu. Neyse, son kitapta. Devam: Yakalandılar ve gemiyle Kal Zakath'a doğru yola çıktılar. Kehanetlere pek gerek kalmıyor, olaylar yürüyüp gidiyor çünkü, bir de kehanetlik bir mevzu kalmadı; kahinler falan da işin içine girince her şey yolunda yürüyor. Garion'un iç sesi de pek çıkmıyor ortaya. Paralel bunlar.

Ce'Nedra, oğlunun hasretiyle kafayı yiyecek noktaya geliyor. Yolda bir iki sıkıntı çıkarıyor, Polgara'nın yardımıyla iyi oluyor ama asıl iyiliği Kal Zakath yapıyor; bir şifacı buluyor kendisine. Kal Zakath aslında o kadar fena bir insan değilmişmiş, ona geliyoruz.

Ashaba'ya gitmeye çalışırlarken bambaşka bir yere geliyorlar: Hagga'daki Kal Zakath'ın ortamına. Zakath yönetmekten yorulmuş, genç, yakışıklı bir kardeşimiz. Onca kitapta adı geçiyordu, en sonunda karşımıza çıktı.

Harita da kıç gibiymiş ama idare eder. Hagga Military District'teyiz. Zakath diyor ki arkadaş, ben sizin neci olduğunuzu biliyorum, dolayısıyla sizi salamam. Kaçmayacağınızı düşünüyorum, bunun için ekstra bir önlem almıyorum. Bizimkiler de iyi diyorlar, tabii dıştan. İçten içe bir arazi olma planı var elbette, zaman azalıyor ve Zandramas hızla yol alıyor. Bebeği öldürecek piç kadın. Çok affedersiniz. Bebek lan, sen de bir anne olacaksın ileride. Ayıp ya.

Güçle alakalı güzel de bir bölüm var, güç ve özgürlükle. Belgarath'la Zakath konuşuyorlar, Zakath Belgarath'a neden dünyayı yönetecek bir güç elde etmediğini soruyor. Çünkü Belgarath'ın öküz gibi bir büyücü olması.

"'Bütün erkler güç peşindedir. Bu insan tabiatında var.'
'Elindeki bütün güçler seni mutlu etti mi?'
'Belirli tatminleri var.'
'Beraberinde getirdiği bütün o ehemmiyetsiz rahatsızlıklara değecek kadar mı?'
'Bunlara katlanabiliyorum. En azından kimsenin bana ne yapmam gerektiğini emredemeyeceği bir konumdayım.'
'Bana da kimse ne yapmam gerektiğini emretmez, üstelik ben bütün o can sıkıcı sorumluluklara bağlı da değilim.'" (s. 39)

Belgarath istediği zaman dünyayı yönetecek güce sahip, o zaman gerek yok böyle bir şeye. Onca sorumluluk, sıkıntı, Belgarath gibi rahat bir adam için çekilecek dert değil.

Zakath da kendi açısından olayları anlatıyor. İşte üç ırk var Mallorya'da: Dalasyalılar, Karandlar, Melceneler. Bunlar Mallorya Birliği oluşana kadar çekişiyorlar. Biri daha savaşçı, biri bürokraside daha başarılı falan. Bunların tarihini eşelemiyorum, çok uzun. Urvon'un yeni tanrı olarak Torak'ın yerini aldığından bahsediyor Zakath ve Grolimlerden nefret ediyor, onları gebertmek için elinden gelen her şeyi yapacak konumda. Sardius vardı, diğer taş. Karanlığın taşı. Zandramas da onu ele geçirmeye çalışıyor. Agachak da onu ele geçirmeye inanıyor. Diplomatik olayların önem kazandığı nokta da burası; kötüler arasında da savaşlar sürüyor ve Garion bu savaşlardan kendine pay çıkarmak istiyor, mesela Zakath'a diyor ki, sen buradaki, Cthol Murgos'taki işi boşver, Mallorya'ya dön ve bütün o karışıklıkları engelle, yoksa imparatorluğun elden gidecek. Ama Zakath'ın da güttüğü bir kan davası var; Taur Urgas'ın kökünü kurutmak istiyor. Taur Urgas, Belgariad'ın son kitabında öldürülmüştü, oğlu Urgit'in de kendi oğlu olmadığı, Kheldar'ın, yani İpek'in kardeşi olduğu geçen kitapta ortaya çıkmıştı. Neyse, Taş'ın yardımıyla Garion, Zakath'a gerçeği gösteriyor ama Zakath buna inanmıyor. Kendisi büyüye dair hiçbir şeye inanmıyor, inandığı tek şey güç. Birilerinin kendisini memleketten uzakta tutmaya çalıştığına da inanmıyor, Nadaras, Zandramas'ın adamı tarafından zehirlenmesine ramak kalmasına rağmen. Belgarath'ın tek isteği, Garion'un Zakath'ı gitmek için ikna etmesi. Zaman azalıyor çünkü.

Zakath inançsızlığıyla iyice can sıktığı zaman Cyradis adlı kahin geliyor ve adamı ikna etmeye çalışıyor, adam, "Neden ben?" diye bağırınca pkfmpf diye gülüyor Garion. Kulübe hoşgeldin dese de olurmuş. Sonunda Zakath kabul ediyor olanları, Mal Zeth'e, Mallorya'ya dönmeyi de kabul ediyor. Garion'la birlik kuruyor. Bu bölüm böyle.

Mal Zeth böyle ökküz gibi bir şehir, inanılmaz kalabalık ve bok gibi. Rahatlıkla İstanbul'a benzetebiliriz. Zakath'ın krallığı burada. Bu bölümde bir de Game of Thrones'un babası sayılabilecek bir diyalog var, nefis. Zakath ve İpek arasında:

"(...) 'Siyaset dünyadaki en büyük oyundur Garion ama yerini korumak için sürekli oynamaya devam etmek zorundasın.'
İpek güldü. 'Aynı şeyi ben de ticaret için söylemiştim,' dedi. 'Arada görebildiğim tek fark ticarette, insan oyundaki puanlarını kazandığı parayla tutabiliyor. Politikada puanlama nasıl hesaplanır?'
Zakath'ın yüz ifadesi garip bir biçimde karışıktı - biraz eğleniyor, biraz da aşırı ciddi gibiydi. 'Çok basit Kheldar,' dedi. 'Eğer günün sonunda hâlâ tahttaysan kazandın demektir. Eğer öldüysen, kaybetmişsindir, ve her gün yepyeni bir oyundur.'" (s. 107)

Bu konuşmadan sonra İpek, Garion'u dikkatli olması yönünde uyarıyor. Zakath her ne kadar güler yüz gösteriyor olsa da aslında içinde son derece farklı, kendi planlarını kuran biri. Yaa. Burada olanlar şunlar: İfritleri çağıran bir adam var, Mengha. Bir de İfrit Beyi var, Nahaz. Dünyanın karanlık yüzü bu. Tanrılarla bu ifritlerin ilişkisini, daha doğrusu ifritlerin geldiği dünyanın ilişkisini bilmiyoruz. Keşfedilmemiş tek alan belki, bir de Mallorya'nın doğusundaki denizin öteleri var. Neyse, bu ifrit ordusu her yeri yakıp yıkıyor, çünkü ifritlerle kimse başa çıkamıyor, Belgarath bile korkuyor heriflerden. Bu ordu hızla Mal Zeth'e doğru ilerliyor, Zakath'ın ordusu Hagga'da kaldı. Gelmesine üç ay var. Durum kritik, bizimkiler kaçmayı düşünüyorlar iyiden iyiye. Bir de izleniyorlar, sarayda o kadar çok güç dengesi var ki kimin kimin ajanı olduğu belli değil.

Garion'un memleketini anımsaması da duygulandırdı. Zakath'ın Garion'un becerikliliğini övmesinden sonra Garion'un cevabı: "'Ben Senderya'da yetiştim Zakath,' diye hatırlattı Garion. 'Beceri orada bir dindir. Bir krallığı idare etmesini Faldor isminde bir adamdan öğrendim. Aslında bir krallık, bir çiftliğe çok benziyor. Ciddiyim; herhangi bir idarecinin ana amacı her şeyin dağılmasını önlemeye çalışmaktır; hünerli astlar ise yabana atılamayacak kadar kıymetlidir.'" (s. 157)

Zort diye araya sokuyorum ama kıvrık bir sayfada gördüm; yazım hataları var kitapta. Bir iki harfin eksikliği çok can sıkıcı değildir, ama dilbilgisi açısından sıkıntı varsa o kötü. "Hepsi onun bıçaklarını ne kadar büyük bir süratle kullandığını öğrendiler." Hepsi varsa çoğulla bitiremiyoruz. Emin olmak için Necmiye Alpay'ın Türkçe Sorunları Kılavuzu adlı kitabına baktım, bulamadım. Böyle diye hatırlıyorum, yanlışım varsa iki tane çakın.

Yarblek geliyor, önceki kitaplarda tanıdığımız dansçı kız Vella geliyor ve bir de soytarı Feldegast katılıyor tayfaya. Yarblek, İpek'in ortağı, ticari işler üstünde çalışıyorlar ama kaçmaları esnasında hep beraber hareket edecekler. Planlar yapılıyor, sarayda kargaşa çıkartılacak. Üç-dört gün içinde kaçılacak saraydan. Zakath izin vermediği için kıç gibi ortada kalacak, Garion dostluk kurduğu bu adam için üzülüyor ama yapacak bir şey yok, Dünya boku yemek üzere. Üstelik kehanete göre Zakath onlara yardım etmezse ölecek. Yardım etmiyor yine de. Geber o zaman.

Heh, vebaya geldik. Kariler, bir veba yayılıyor, oy anam oy. Öyle böyle değil. Biriyle aynı ortamda bulunursan anında kapıyorsun. Çok fena. Bu veba Mal Zeth'e de ulaşıyor tabii, kuzeyden geliyor sanırım. İfritler de güneyden geliyor. Kısılı kalıyor bizimkiler, şehrin kapıları falan kapatılıyor ama kaçmak için bir yol buluyorlar. Zakath bir de veba belasının ortasında buluyor kendini. Bu Feldegast var, ilginç bir aksanla konuşuyor ve Belgarath bu herifin sözünü dinliyor. Aslında başkasıymış bu Feldegast, sonradan ortaya çıkıyor ama dikkatli okuyucular daha ortaya çıkar çıkmaz kim olduğunu anlayabilirler. Bariz.

Ashaba'da olanları kısa keseceğim; bizimkiler atla uzuyorlar, sonra gemiye biniyorlar. Torak'ın Evi'ne geliyorlar ve orada ifritli ayini bölüyorlar. Zandramas Garion'u büyüyle kandırıyor, sanki bebeği o ayinde öldürülecekmiş gibi bir hologram tarzı. Garion basıyor mekanı, Mengha'nın Harakan olduğu ortaya çıkıyor. Harakan mortluyor, Nadraz Urvon'u da alıp kaçıyor. Takip esnasında Zandramas'a da yetişiyorlar, Ce'Nedra kontrolsüzce Zandramas'a saldırıyor. Kehanete göre gruptan bir kişi ölecekti, bu sebeple Ce'Nedra'ya küfrediyoruz. Harbiden de ölümün kıyısına geliyor ama araya Polnedra giriyor, Belgarath'ın ölü bilinen karısı. Sardius'un çok yakınında bir yerdeyken bitiyor kitap.

Böyle, heyecan dorukta lan. Gerçi ben sıkıldım, son iki kitabın arasına bir iki kitap koyacağım. Hatta koydum, biri bitti ve diğeri de bitmek üzere. Bugün en az birisini eklerim. Süper seri lan bu, Belgariad gibi değil.

Son bir şey: Bazı cümleler var ki embesil macera kitaplarıyla bu tür kitaplar arasına çok güzel bir sınır koyuyorlar:

"'Biliyor musun İpek,' dedi demirci. 'Her şeyi şakaya vurmaya kalkmasan, daha iyi bir yol arkadaşı olurdun.'
'Bu da benim kusurum. Hatırı sayılır bir zaman önce dünyaya bakıp, eğer gülmezsem, büyük ihtimalle ağlayacağımı fark ettim.'" (s. 328)

22 Ekim 2012 Pazartesi

David Eddings - Murgoların Kralı

Kuzeydeki savaşın tatava olduğu ortaya çıkınca bizimkiler biraz morardı. Garion'un oğlu orada değildi, meğersem kehanetin gerçekleşmesi için Zandramas tarafından öldürülmek üzere güneye kaçırılmış. Aylar kaybedildi, moral bozukluğu çok büyük. Ce'Nedra oğlu kaçırılınca kafayı yedi. Garion sinirli, Belgarath adlı yüce büyücü kerizin liderliğinde güneye iniş başladı.

Nyissa'ya gidiyorlar, çünkü bebeği kaçıran gemi bir Nyissa gemisi. Yolda Ulgoland'e uğruyorlar, kehanet gereği bir şey olması lazım. Burada Emanet'in asıl adının Eriond olduğu ortaya çıkıyor, UL böyle demiş. Biraz da Eriond'u tanıma kitabı bu. Çocuk konuşmaya da başlamıştı, tabii yıllardan sonra genç oldu artık. Akıl falan okuyor. Süper.

Garion, öfkesinin kontrolü ele geçirmesinden korkuyor. Elinin altında büyük bir güç var, bunu acımasızca kullanmaktan çekiniyor. Kahramanın güçle savaşı. Önce kendisini yenmek zorunda, yoksa kimseye faydası olmaz, aksine grubu yakalatır, boku yer.

İpek'in dostu Delvor diye bir adamla görüşüyorlar. Zandramas hakkında bilgi veriyor bu adam. Sonradan görülüyor ki rastladıkları herkes Zandramas'ı bir şekilde tanıyor, kadın bütün dünyayı savaşa sürüklemek için olmadık entrikalar üretiyor ve piyonlarını işleri bitince öldürüyor. Diplomatik bir bayan.

Kısaca şu: Murgo kralı Urgit tayfaya katılıyor, bir süre beraber gidiyorlar, maceralar, savaşlar, bilmem ne. Sonra yakalanıyor tayfa ve Kal Zakath'a götürülüyorlar. Bayağı kısa kestim. Böyle. Belgariad'tan daha çok sevdim ben bu seriyi. Game of Thrones'un atası desem derim yani. Öyle entrikalar.

18 Ekim 2012 Perşembe

David Eddings - Batının Muhafızları

Malloryon'un ilk kitabı. David Eddings'in kendini tekrar etmesi diyorlar, doğru. Belgariad 2 diyorlar, kısmen doğru. Bir devam serisi olduğu için çok farklı bir şey beklememek gerekiyor. Kitapların kapakları yine rezil mesela dsdf. Dünya aynı, bir tek Torak'ın bir sinir buhranı sırasında dünyayı ikiye yarması sonucu ortaya çıkan denizin öbür tarafındaki kıta daha çok giriyor işin içine. Fark bu. Önceki seride yer alan kadro burada var. Ölenler falan oluyor bir tek. Yaşlılık kötü şey.

Emanet büyüdü, Garion kral oldu, diğerleri memleketlerine döndüler. Belgarath, yanına Emanet'i alıp Aldur Vadisi'ne döndü. 'Zakath'ın öküz gibi bir ordusu var, uzun vadede bir savaş daha patlak verecek gibi. Zaten ilk seride Torak öldü ama 'Zakath falan hayattaydı hâlâ. Bunun yanına kehanetlerden çok baba bir düşman daha yaratın, yeni serinizi güle güle kullanın. Urvon var bir de. Urvon, Ctuchik ve Zedar'la birlikte Torak'ın müridiydi. Torak ölünce serseri mayın gibi kaldı ortada. Çokça zamanı olduğu için eski kehanetleri toparladı, Grolimler bunlara Vahiy diyormuş. Bunları kullanarak yeni müritler buldu kendine. Uzaktan yol yapıyor kendine.

Emanet bir süre sonra Durnik'le Polgara'nın yanına gidiyor, onlarla kalıyor. Bu ikisi evlenmişti, ev yapıyorlar kendilerine. Sonra Riva'dan haber geliyor ki Garion ve Ce'Nedra aylardır konuşmuyorlarmış. Kavga etmişler. Toparlanıp Riva'ya gidiyorlar. Pol Teyze olayı çözüp bu ikisini barıştırıyor ama başka bir şey oluyor orada: Emanet'le Garion bir ses duyuyorlar ve Aldur Taşı'nın yanına gidiyorlar gecenin bir körü. Taş dikkat etmelerini söylüyor. Zandramas diye de bir isim ekliyor. Olayı Belgarath'a iletiyorlar, Belgarath araştırmaya başlıyor. İlk seride Kitab-ı Mrin vardı, burada Kitab-ı Darine çıkıyor ortaya. Yani diyeceğim şudur ki bu ortaya yeni yeni çıkan yazmalardan iki seri daha çıkartırmış Eddings. Yine bir taneyle ucuz kurtarmış okuyucularını. Neyse, bu Zandramas Karanlığın Çocuğu'ymuş, Garion'un bir de bununla savaşması lazımmış. Esas Problem Sardion diye bir şey ama; bir taş bu yanlış hatırlamıyorsam. Zıt taş.

Bir de bu Ayı Mezhebi problemi var. Ayı Mezhebi, Tanrı Belar'ın sözlerini çarpıtarak doğudaki krallıkları cortlatmaya çalışırken batının barışını bok eden bir mezhep. Garion'la Ce'Nedra'nın çocuğunun olmamasını Ce'Nedra'nın Tolnedralı olmasına bağlıyorlar ki Tolnedra'dan nefret ediyorlar. Bir de giderek güçleniyor bu adamlar. Sonradan ortaya çıkıyor ki bunların esas adamı olan Harakan, Urvon'un adamıymış. Kendisi büyük sıkıntılar çıkarıyor bir de; Ce'Nedra'ya suikast düzenletiyor, kraliyet ailesini öldürtecekken yanlışlıkla Brand'i öldürüyorlar, en sonunda Garion'un çocuğunu kaçırtıyorlar. Ha, Garion'un çocuğu oluyor en sonunda, Pol Teyze el atıyor ona da. Bir erkek oluyor ve bu çocuğa iyi bakmaları lazım, çünkü kehanete göre başka çocukları olmayacak. Lakin kaçırıyorlar çocuğu işte, Garion da bu Ayı Mezhebi'nin güçlendiği bir şehre saldırıyor arkadaşlarıyla birlikte. Alıyorlar şehri, Harakan ölüyor. Sonra çocuğu kaçıranların gemisi bir Nyssia gemisi olduğu için Garion ve arkadaşları güneye, baba büyücüler araştırma yapmak için doğuya.

Büyünün dünyayla kusursuz etkileşimini gösteren bir bölüm var, on numara. Ben bir iki kahkaha attım. Çünkü komikti. Bu Garion biraz düşüncesiz, alık bir kardeşimiz. Bir mevzuda fırtına falan kopartıyor, bildiğin Nuh tufanı sanki. Sonra ilerleyen günlerde Belgarath Riva'ya geliyor, hışımla Garion'un bulunduğu salonun kapılarını açıyor. Garion heyecan ve sevinçle dede falan diyor, Belgarath'ın cevabı şu: "Kapa çeneni ve otur oturduğun yere!" Dsdf. Meğer o fırtına dünyanın bütün hava olaylarını etkilemiş, neredeyse buzul çağı başlayacakmış falan. Altı ay boyunca uğraşmış Belgarath fırtınanın etkilerini geçirebilmek için. Ama öyle böyle azarlama değil ya, Garion'u, çok affedersiniz, sıçırttırıyor oraya Belgarath. Fdf.

Bir de çeviri gudiklikleri var. "Oh maşallah," deyip gülüyor Garion bir yerde ahashd. Acayip uzun cümleler, bir şeyler. Eksik harfler, satır sonlarında kelimeyi yanlış yerden bölmeler, sıkıntısı çok.

Bir de kurgusal bir saçmalık var. Ben gerçi bok gibi okurum kitapları, öyle leş okurum ki bir bok hatırlamam kısa bir zaman sonra. Dolayısıyla dediğim gibi bir şey olmayabilir ama var lan sanki. Olay şu: Önceki seride Kitab-ı Mrin var demiştim. Bu kitapta Garion'un Karanlığın Çocuğu'nu yeneceği yazıyormuş. E ne diye onca tatava koptu lan o zaman? Zaten kitapta yazıyor Garion'un yeneceği? He? O kadar heyecan yaptırdınız?

Bir de bu Garion'n iç sesi devam ediyor, Emanet de duyuyor bu sesi. Ha en büyük olay da Emanet'in Aldur'un oğlu gibi bir şey çıkması. Tanrının oğlu lan. Süper. Neyse, bu sesin dediğine göre ses aydınlıkmış, karanlıkla aydınlık bir mücadele içindeymiş ve vasıtalar yardımıyla bu mücadele sürüyormuş. Vasıtalar da haliyle bizimkiler. Evet.

Sonuçta Garion yola devam ediyor ama Barak, Mandorallen gibi dostları yanında olamayacak, çünkü ortaya çıkan bir kâhine öyle dedi. Onlarla giderse savaşını kaybedermiş. Kemik kadro duruyor ama, İpek falan var. Yeni birileri katılacak. Valla çok heyecanlı, ilgiyle okuyorum ama tez danışmanım da asıl kitaplarını oku dedi, nasıl olacak bilmiyorum. Muhtemelen seriyi bitirmeden teze başlamam. Bana ne lan.

14 Ekim 2012 Pazar

Manuel Puig - Bu Satırların Okuruna Sonsuz Lanet

Edebiyatı oyunlaştıran metinler, aynı zamanda edebiyatı yenileyen metinler. Oulipo'nun oyunları bir yana, tamamen farklı işler peşinde koşan adamların kaygı gütmeden, programsız, veya programlı, ve üstüne basa basa bozmaları, düzeltmeleri, çekmeleri, itmeleri, bebeklerin arka arkaya doğmalarını sağlıyor. Pat pat pat. Makine gibi. Bunlar büyüyorlar, doğuruyorlar veya doğurtuyorlar. İnsanın soy ağacıyla edebiyatın soy ağacı bir.

Yeni oyunlar türetmek eğlenceli. Şifreler çözülüyor, beri sayfalarda geçen ayrıntıları ardıllarda da yakalanıyor, tamamen başka bir şeye mercek tutuluyor olsa da. Oynuyoruz ve son sayfayı bitirip kitabı kapadığımızda yorulmuş oluyoruz, çünkü beyin yanıyor bazen, bazen hayranlıktan tekrar okuyasımız geliyor ama o serüveni bir daha yaşamayı göze alamıyoruz. Acıdan dolayı bazen de.

Bu Satırların Okuruna Sonsuz Lanet, diyaloglardan ibaret. Diyalog, bu kadar. Ne kadar zor bir iş olduğunu düşünün. Tahlil yok, tasvir yok, sadece konuşma. 12 Angry Men'i izlemeden öyle film mi olur la diyen kardeşler, onun bir de görüntüsüzünü ve sadece iki kişilik olanını düşünün. Biçemin diğer ucunda da sürdürülen yalanlar, yalanlarla tamamlanan gerçekler, veya tam tersi, gerçeğe bürünmüş yalanlar ve daha birçok benzeri var. Mükemmel bir uyum ortaya çıkmış. Müthiş.

Bende Mitos'tan çıkmış ilk baskısı var, 1990. Bu Can'ınkini sevmedim. Gerçi Mitos'un kapağı daha facia. Neyse. İki adamın konuşmaları. Yaşlı Ramirez bir huzurevinde ömrünü tamamlamaya çalışıyor. Geçmişi yıllar boyunca kaldığı hapishaneden çıkınca silinmiş. Kendisi siyasi suçlu, ailesi Arjantin'de öldürülmüş ve insan hakları komitesi gibi bir şey, Ramirez'i New York'ta gizliyor. Mavi köşede dövüşecek olan adamımız Larry. 60 kilo, 36 yaşında, orta sınıftan gelen bir eski akademisyen. Tarihçi, sosyolog. Dünyaya sırtını çevirmiş bir adam. Bahçıvanlık, garsonluk, öğretmenlik, bir sürü işe girip çıkmış. Sonra hastabakıcı olarak Ramirez'i haftanın iki üç günü gezdirmeye başlıyor, olaylar da böylece başlıyor.

En baştan söyleyeyim; bu kitabı harbiden anlamamış olabilirim. Yani anladığım kadarıyla bir halüsinasyon olayı var, sürdürülen yalanların bir noktada gerçeğe dönüşmesi hadisesi var. Tamamen kendi uydurmalarım da olabilir ama edebiyat da böyle bir şey. "Ya  adam burada şunu demek istiyo aslında." Dsfd.

Ramirez her şeyi unutmuş, baba olmayı hatırlamak istiyor mesela. Aşık olmanın nasıl bir şey olduğunu hatırlamak istiyor. Larry önce pek bulaşmıyor adama, işimize bakak dayı diyor. Ramirez bir şekilde Larry'nin hayatına sızmaya çalışıyor. Hayat hakkında bazı gevezelikler. Koşuya çıkmış bir kadın hakkında. Ramirez'in anlamını unuttuğu bazı kelimeler hakkında. Sonra küçük bir çatlak beliriyor Larry'de. Baba konusunda. Babalar da sıkıntılı, annelerden daha sıkıntılı hatta. Larry'nin babası işçi, basit bir adam. Sendikayla işi olmamış, bazen çok sert, bazen sevgi dolu, düz bir insan işte. Anne güzel bir kadın. Oğlan anneye aşık. Ödipal kompleks. Bunlar daha sonradan ortaya çıkıyor, başlarda Ramirez'in duyduğu iç ses var.

"'Sadece bir tek ses duyuyorum. İki tarafın da birbiriyle konuştuğu zaman bile. Ama bu benim sesim değil... Bu genç bir ses. Kulağa hoş geliyor; kararlı, güçlü ve insanın içine işleyen. Oyuncu sesi gibi. Ama bir hemşire ya da herhangi birini çağırdığımda kendi sesimi duyuyorum. Çatlak ve titrek. Hoşuma gitmiyor.'" (s. 35)

İnsan düşünüyor, acaba Larry, Ramirez'in iç sesi mi? Tahminim şu yönde; Larry yanında olmadığı zaman Ramirez'in geçmişini hatırlamasının bir yolu yok. Kitaplarına çıkardığı bazı notlar var ama onlar da pek bir şey ifade etmiyor. Dolayısıyla gece olduğu zaman kendi Larry'sini yaratıyor. Bu yüzden kitabı okurken bu iki farklı Larry birbirine girebiliyor ki yazarın yapmaya çalıştığı da bence buydu. Birbirini tamamlayan insanlar.

Sonradan Ramirez'in Larry'nin babası olduğu bölümler, Larry'nin Ramirez'in oğlu olduğu bölümler, gerçekle gerçek olmayan arasındaki çizginin ortadan kalkması, Ramirez hakkındaki gerçeğin ortaya çıkmasıyla yaşlı adamın ölmesi. Yalanlar içinde yaşıyor ve kimliğinin ortaya çıkması her gün biraz daha yaklaşıyor, o zaman korunmayı da bırakıyor. Bir bölümü düş ürünü olduğu düşünülen Larry kalıyor bir tek, kitabın sonundaki bazı yazışmalardan anlaşılan bu.

Derin bir okuma gerektiriyor, yolda molda okunmaz. Oyunlara açık olanlar için.

Hamiş: Eklememişim, yazarken bunu dinliyordum. Tolgahan Çoğulu. Böyle adamlar çıkıyor ya bizden, çok seviniyorum. Helal.


13 Ekim 2012 Cumartesi

Charles Bukowski - Kadınlar

Postane sonrası Chinaski dönemini anlatan ve en çok gömüşmenin yaşandığı roman. Chinaski'nin hayatını zaten biliyoruz. Dolayısıyla bilmeyen biri için bol içmeli, affedersiniz, bol potur potur sıçmalı, bol işemeli, bol yarıklı, bol kamışlı, iğrenç bir roman bu. Odun gibi yazılmış, doğru düzgün bir kurgusu yok, karakterlerinin derinliği yok, bu yüzden bok gibi bir roman. Evet, sahiden de götüm gibi bir roman, gerçekten çok özür diliyorum. Ama çok güzel bir göt. Bukowski'yi insanları iğrendirebildiği için seviyorum, basit yazdığı için, kendi deyimiyle "ciddi" olmadığı için.

Kadınlar, postaneden sonraki dönem. 50-56 veya 58 yaş aralığını anlatıyor. Postane'nin yazılışını görmek mümkün ilk sayfalarda; bolca viski, bolca puro, bolca klasik müzik ve bir gecede yazılan sayfaların hesabı. Chinaski kendini yazarlığa vermiş. Şiir yazıyor, roman yazıyor, at yarışlarına devam, kadınlar zaten bir dünya. Bukowski'nin romanlarında bunların hepsine rastlarız ama her bir romanda da ana bir izlek olur. Tayfalı romanda at yarışlarıydı, barlar da vardı. Postalı romanda postane ve saçmalıkları. Factotum'da bir dolu iş ve iğrenç iş hayatı. Burada da kadınlar. Kadınlar üstünden Bukowski'nin yazarlığı, içişleri, sıçışları, seksleri, yolculukları, geçmişi, sevdiği yazarlar, her şey.

Kişi: Lydia Vance. Chinaski'nin aşık olduğu kadın. Lydia da Chinaski'ye aşık. Manyak bir hanım. Heykeltraş. Chinaski'nin büstünü yapıyor. Ayrıldıkları zamanlarda büst kızın evine gidip geliyor. Arıza bir ilişkileri var, hanım tam şirret.

Kişiler: O'Keefe ailesi. Yaşlı bir karı koca. Chinaski'nin ev sahipleri. Pek yer alamasalar da Chinaski'ye oğul muamelesi yapıyorlar. Chinaski 50 yaşında adam, insan garipsiyor. Demek ki yalnız ve sefil bir hayat süren herkese çocuk gözüyle bakılabilir. Bunlara göre.

Chinaski, Lydia'ya kadar dört yıl boyunca kimseyle sevişmemiş. Lydia oluyor ve bir anda patlıyor kadın mevzusu. Lydia aşırı kıskanç, delirdiği zaman ne yapacağı belli olmayan bir kadın. Dans etmeyi çok seviyor, erkeklere yükselmeyi çok seviyor, gömüşmeyi çok seviyor. Chinaski'nin etrafında bir dünya yeni insan olduğu için de ne zaman patlayacağı belli olmayan bir saatli bomba gibi Lydia. Şuna gel: "'Evi tertipli bir erkek tanıdığımda bir sorunu olduğunu bilirim. Çok tertipliyse i.nedir zaten.'" (s. 22)

Şiir dinletileri genişçe yer tutuyor gömülecek hanım bulma konusunda. Chinaski artık yavaştan bilinmeye başlanan bir şair, şiir dinletilerine çağrılıyor yayınevleri ve üniversiteler tarafından. Gidip bol bol içiyor, şiir okuyor, seyirciyle küfürleşiyor ve bulduğu kadınlara yumuluyor. Arada Lydia arıyor tabii, kontrol amaçlı. Bir de mektuplar var, adama çıplak fotoğraflı mektup yolluyor kadınlar. Oradan da hanım buluyor Chinaski. Mektupla kız buluyor adam. Saygı göstermeliyiz.

Bir dinleti ertesinde bir profesörün karısı olan Selma'ya sarıyor: "Saat onda kahvaltı etmek için yukarı çıktım. Pete ve Selma'yı buldum. Selma harika görünüyordu. İnsan nasıl bir Selma edinirdi? Bu dünyanın köpekleri asla bir Selma edinemezler. Köpeklere köpekler düşüyordu. Selma kahvaltıyı hazırladı. Harikuladeydi ve bir erkeğe aitti, bir üniversite profesörüne. Haksızlıktı, bir şekilde. Eğitimli kaypak balonlar. Eğitim yeni Tanrı'ydı, eğitimli erkekler de yeni toprak ağaları." (s. 32)

Eğitime geçirmece bir yana, bir de Chinaski'nin her kadını aynı görmediğinin de kanıtı bu. Bir düdüklenecek kadınlar var, bir de düdüklenemeyeceği için uzaktan bakılan kadınlar.

Kişiler: Bobby ve Valerie. İki blok ötede oturan evli çift. Chinaski'nin arkadaşları. Bobby karısını Chinaski'ye sunuyor, birçok kişiye de sunmuştur zannediyorum. Acayip insanlar, Bobby de bulduğu kadınla sevişiyor. Özellikle Chinaski'nin yazdığı kadınlarla. Chinaski adama değil, kadınlara kızıyor. Kendisi de gençliğinde Bobby'den farksızdı çünkü. Köpekler köpeklere ses çıkarmıyor.

Bir cümlede varoluşla zamanın ilişkisini süper bir şekilde anlatıyor Bukowski: "Varoluş nabız gibi atan dayanılmaz bir şeye dönüştüğünde zaman geçmek bilmez." (s. 42) Lydia'nın kafayı yiyip durmadan Chinaski'yi aradığı, evini basıp içki şişesini kırdığı bir gecede Chinaski içki dükkanının açılmasını beklerken böyle düşünüyor. Alkol, adamın benzini.

Dee Dee giriyor sonra Chinaski'nin hayatına, Lydia'yla yine kavga gürültü ayrıldıkları bir dönem. Dee Dee adamı yazarların takıldığı bir bara götürüyor. Yazarlardan nefret ediyor Chinaski.

"İlk görüşte uyuz oldum hepsine, orada oturmuş zeki ve üstün görünmeye çalışıyorlardı. Sıfırlıyorlardı birbirlerini. Bir yazar için en kötü şey başka bir yazarla görüşmek, ondan da kötüsü, çok sayıda yazar tanımaktır. Aynı bok parçasına konmuş sinekler misali." (s. 55)

Şu paragrafın daha sonra deli bir şekilde açıldığını göreceğiz. Şimdi Lydia dönmeye karar veriyor, Chinaski de Dee Dee'yi çok sevmesine rağmen kadını terk ediyor, çünkü Lydia'ya aşık. Sonrasında Nicole'le tanışıyor mektup yoluyla. Yine bir Chinaski edebisi:

"'The New Yorker okur musun?' diye sordu. Çok iyi öyküler basıyorlar.'
'Katılmıyorum.'
'Neden?'
'Fazla eğitimliler.'" (s. 69)

Lydia Nicole'ün evine bira şişesi fırlatıyor, kafayı yiyor. Aynı felaketler, bunları geçiyorum. Chinaski'nin dağda kaybolduğu bir bölüm var. Lydia ve Lydia'nın kız kardeşiyle pikniğe gidiyorlar, salak Chinaski kayboluyor. Saatlerce yürüyor, kimseyi göremiyor. Umutsuzluğa kapılıyor falan. Sonra Lydia buluyor bunu. Chinaski'nin dediği: "'Hayır, cehaletim ve korkaklığım yüzünden kayboldum. Tam bir insan değilim -gelişmesi önlenmiş bir kent insanıyım. Sunacak hiçbir şeyi olmayan başarısız bir bok yağmurundan başka bir şey değilim.'" (s. 92)

Chinaski'nin bütün hayatı kocaman bir kent eleştirisi. Nefret ettiği insanları kullanıyor, onları düzüyor, onları dövüyor -arada dayak yediği de oluyor tabii- ve evine dönüp horul horul uyuyabiliyor. İnsanın olmadığı yerde küçük bir çocuk kadar çaresiz. Her şeyin farkında. Aslanın güçlü olduğu yeri bilmesi, güçsüz olduğu yerden uzak durması demektir, dolayısıyla ormanda Chinaski'yi bırakırsanız garanti ölür ama şehirdeyken kız arkadaşınızı yanında iki dakika bırakmayın.

Kadınlara da hiç girmeyeceğim artık, o kadar çok var ki. Gömüşmelerden bıktım. Chinaski'nin dediklerinden gidiyorum.

Katherine adlı süper bir hatunla beraber boks maçına giderler.

"Tuhaf bir duyguydu Katherine'le orada olmak. İnsan ilişkileri tuhaftı. Demek istediğim, bir süre biriyle birlikte oluyor, onunla yiyor, yatıyor, sevişiyor, konuşuyor, geziyor, hayatını paylaşıyordun. Sonra bitiyordu. Bir süre kimseyle birlikte olmuyordun, sonra bir başka kadın çıkıyordu karşına, bu sefer onunla yiyor, onunla düzüşüyordun ve her şey çok doğal görünüyordu; siz hep onu, o da hep sizi beklemiş gibi. Hep eksik hissettim kendimi yalnızken; iyi hissettiğim de oldu, ama hep eksik." (s. 106)

Ne eksik ne fazla, kitabın olayı bu. Bir de Bukowski'nin yazarlığa yaklaşımı var aynı sayfalarda:

"İlk dövüş sıkıydı, bol kan ve cesaret. Boks maçlarına ve hipodroma giderek yazmak hakkında bir şeyler öğrenebiliyordun. Mesaj açık değildi ama bana yararı oluyordu. Önemli olan da buydu zaten: Mesajın açık olmayışı. Sözsüzdü, yanan bir ev gibi, deprem gibi, sel gibi, arabadan inerken bacaklarını sergileyen bir kadın gibi. Başka yazarların neye gereksindiklerini bilmiyordum; merak da etmiyordum, okuyamıyordum onları zaten. Kendi alışkanlıklarımın ve önyargılarımın tutsağı olmuştum. Nedeni sadece kendi cehaletinizse hiç de fena değildi aptal olmak. Bir gün Katherine hakkında yazacağımı ve kolay olmayacağını biliyordum. Fahişeler hakkında yazmak kolaydır, ama iyi bir kadın hakkında yazmak zor." (s. 197)

Okuyucusuna biçtiği rol de belli değil Bukowski'nin; bir "siz" diyor, bir "sen". Yine de okuyucuya yakın hissettiği söylenebilir, zaten okurları da ya gömdüğü kızlar, ya da hiç sallamadığı erkekler. Hepsi aynı. Bir yerlere sürüklenen ve buldukları tahta parçalarına sarılan, bazen onları düzen insanlar. Chinaski'nin kaybolma deneyiminden sonra bu duruma dikkat etmeye başlaması son derece doğal, anlatıcının kendini çözmeye başlaması da kayboluştan sonraya rastlıyor: "(...) Beni boks maçlarındaki ve hipodromlardaki insanlarla özdeşleştirdiğini biliyordum; ve doğruydu, onlarla birdim, onlardan biriydim. Sağlıklı insanların olduğu anlamda sağlıklı biri olmadığımın farkındaydı Katherine. Hep yanlış şeylere meyletmiştim: içmeyi seviyordum, tembeldim, tanrım yoktu, siyasetim yoktu, fikirlerim yoktu, ideallerim yoktu. Hiçliğe razıydım; yoktum aslında, ve bunu kabullenmiştim. Bu ilginç kılmıyordu beni tabii ki. İlginç olmak da istemiyordum zaten, fazlasıyla zahmetliydi. Tek isteğim yumuşak ve puslu bir yerde bir başıma, rahatsız edilmeden yaşamaktı. Diğer taraftan içince nara atıyor, sapıtıyor, kontrolden çıkıyordum. Genel halimle sarhoş halim çelişiyordu. Umursamıyordum." (s. 110) Umursamıyordu, umursadığı zaman düşüncelerini aklından şöyle bir geçirip içkiye devam ediyordu, basit ve güzel olan oydu çünkü. Fikirler de güzeldi ama zordu, yaşamaksa kolay. İçkiyle.

William Burroughs içeren bir bölüm var, süper. Kendisi Beat yazarlarının krallarından biri. Neyse, yine bir şiir dinletisi vermeye gidiyor Chinaski, işleri ayarlayan adam da Joe. Burroughs'u görüyorlar odanın penceresinden. Ertesi gece o şiir okuyacakmış. Chinaski, Burroughs'la tanışmak istemediğini söylüyor, Joe tanışmaya gidiyor.

"Joe Washington döndü. 'Burroughs'a yan dairede senin kaldığını söyledim. 'Burroughs,' dedim, 'Henry Chinaski yan dairede.'
'Oo,' dedi, 'Öyle mi?' Seninle tanışmak isteyip istemediğini sordum. 'Hayır,' dedi." (s. 198)

Dsdf, iki yazarın gerçekten de konuşacak neleri olabilir ki?

Alıntı yapmayacağım; Chinaski en sevdiği iki yazar olarak Fante'yi ve Céline'i gösteriyor. Fante: Dugusallıktan korkmayan, cesur bir adam. Céline: Bağırsaklarını deştiler ve güldü, onları da güldürdü. Çok cesur bir adam. Hemingway'i sevmiyor. "Fazla ciddi. İyi bir yazar, cümleleri güzel. Ama onun için hayat kesintisiz bir savaştı. Hiç bırakmadı kendini, hiç dans etmedi." (s. 216)

Bukowski'nin bütün tanıştığı kadınları düzmediğini biliyoruz; bazıları gerçekten çok iyi kadınlar. İnsan olarak. Erkeklere aynı gözle bakmasa da kadınların iyi olanlarını da ayırt edebiliyor kendisi, bir et manyağı değil. Zaten kendisi de belirtiyor, duygusuz, makineleşmiş seksten nefret ediyor. Onun için öpüşmek başta olmak üzere duygu dolu bir seks önemli. Böyle diyor ama köklüyor, makattan düdüklüyor, bütün ayrıntıları da veriyor yani ayıcık. Oh. İnsanlık için hissettikleri belki de en belirgini: "İnsanlık, baştan kokuşmuştun zaten. Budur benim düsturum." (s. 241)

Bir bunun kadar daha yazılacak malzeme vardı ama sıkıldım, bitiriyorum. Bukowski işte.

11 Ekim 2012 Perşembe

Saki - Kaderin Tazıları

Saki'ye Karanlıkta 33 Yazar'da rastladım ilk. Sonra Taksim'de bir sahafta İnsanlar Hayvanlar ve Yırtıcı Hayvanlar'ına rastladım, onu da aldım. Son olarak geçtiğimiz yaz Ayraç Yayınevi'nin seçme öykülerini gördüm, onu aldım. Nerede görülürse alınmalı, zira pek bilinen bir yazar değil Saki ve haliyle de pek basılmıyor.

Hector H. Munro, a.k.a. Saki, valla nasıl diyeyim, öykü olayına yeni bir soluk getirmiştir. Bierce'ın İngiliz şubesi gibi ama tam da değil. Saki'nin taşları kafa yarma konusunda daha başarılı. Eleştiriler daha acımasız, özellikle kadın başlı başına, her yönden bir eleştiri konusu Saki için. Borges şöyle demiş: "Saki, bir türk alçakgönüllülükle acımasız ve acıklı öykülerine önemsiz bir hava verir. Bu incelik, hafiflik ve vurgu eksikliği Wilde'ın tadına doyulmaz komedilerini anımsatıyor." Sahiden de birkaç dakika içinde gerçekleşen olayların gelip geçiciliğinden besleniyor Saki'nin öyküleri; birkaç dakikada kahramanlar hayatlarına devam ederler -ölürler veya- ama o iğneleyici üslup, acayip olaylar okuyucunun aklına kazınır. Böyle de süper bir yazar Saki. Bir iki öyküsüne bakalım, fikir versin.

Alışveriş Yapmayan Cins: Kadınların alışveriş manyaklığına dair bol gülmeçli, şakaçlı bir öykü. Ağır giydiriyor.

Tepelerdeki Müzik: İşte en kral Saki öykülerinden biri. Ormanlık bir alanda yaşamaya başlayan bir çift var, Sylvia adlı hanım tanrılara falan inanmıyor. Eşiyle şöyle bir konuşma geçiyor aralarında:

"'Böylesi bir yerde, Pan inanışının tamamen ölmediğine inanası gelmiyor insanın.'
'Pan inanışı asla ölmedi ki,' dedi Mortimer. 'Sonradan ortaya çıkan diğer tanrılar ona inananları zaman zaman gölgede bırakmıştır, ama o her şeyin kendisine döneceği doğa tanrısıdır. Ona bütün Tanrıların Babası denmiştir, ama çocuklarının çoğu ölü doğmuştur.'" (s. 44)

In the Mouth of Madness diye bir film var, türü sevenler çok iyi bilir. Orada şöyle bir şey var ki hangi inanç sayıca insan üstünlüğüne sahipse o inanç gerçektir. Zihin gücüyle. Burada da benzer bir şey var; orman civarında yaşayanlar Pan'a inanıyor. Bizim hanım inanmıyor ve inanmamasının sonucunu da görüyor.

Kutlama Programı: "Roma Tarihi'nde Kayıtlara Geçmemiş Bir Olay" alt başlığını taşıyan bu öyküde Placidus Superbus adlı Roma imparatoru için bir şenlik düzenleniyor, şenliğin ilk bölümünde araba yarışları var, ikinci bölümünde bir sürü vahşi hayvan dövüşecek. Lakin bir haber geliyor ki kadın hakları savunucuları ilk bölümü sabote edecek diye. Gerçekten de iniyorlar arenaya, koşturuyorlar falan. Yarışlar yapılamıyor. İmparator da gösterilerin yerlerini değiştiriveriyor, arenaya hayvanlar salınıyor. Sonuç süper.

Bu tarz. Arada ters köşeye yatırmalı, güldürmeli şeyler de var. Müthiş. Öykü sevenler için Saki süper bir yazar.

10 Ekim 2012 Çarşamba

David Eddings - Efsuncunun Son Oyunu

Önce ganimetler. Kariler, ara ara burada ucuza kitap bulabileceğiniz yerleri söylüyorum. Çünkü aranızda benim gibi ağır fakirler olabilir. Onlara bir el etmek, bir yardım etmek lazım. Gidip bir kitaba 20 TL verecek durumum bir tek üniversitenin ilk senesi burs aldığım zamanlarda oldu, onda da içim kan ağlaya ağlaya veriyordum parayı. Lovecraft'ın Dost'tan çıkan bütün öykülerini aldım işte, bir daha da öyle paralar vermedim kitaplara, veremedim daha doğrusu. Bir yandan da okuma tutkusu var. Ne yapacağız? Korsan kitap bir çözüm olarak var, daha iyisiyse kitaptan anlamayıp kitap satan insanlar. Kim bunlar? Eskiciler, ikinci elciler, bu tarz kişiler.

Hazine bulma duygusundan bahsetmiştim; onca çöp kitabın arasından süper bir kitap çekersiniz ve dünyalar sizin olur. Geçen yüzyılın başlarında pörtleyen altın arama deliliğini anlayabiliyorum, çünkü nerede bir ikinci el dükkanı görsem kendimi o dükkanın önünden geçerken buluyorum, kapının önünde üstünde kitaplar olan bir tezgah var mı diye. Böyle bir yer daha buldum, paylaşayım. Küçükyalı'da Fenerium var bir tane, İdealtepe taraflarında, cadde üstünde. Girin solundaki caddeden. Yukarı marş marş. Sağda bir market var, geçtiniz. İleride bir ikinci elci. Yumulun, tanesi 2 TL. Bir de Yalçın Tosun'un kitabını anlatırken söylediğim yer var Kadıköy'de, inanılmaz bir yer. Lan yazayım da anlayın ne kadar inanılmaz olduğunu:

Kemal Tahir - Sağırdere (4 TL, Kadıköy)
Kemal Tahir - Büyük Mal (4 TL, Kadıköy)
Nedim Gürsel - Resimli Dünya (4 TL, Kadıköy)
Charles Bukowski - Kadınlar (5 TL, Kadıköy)
Yevgeni Zamyatin - Biz (2 TL, Küçükyalı, Ayrıntı'da birinci basım)
Latife Tekin - Sevgili Arsız Ölüm (2 TL, Küçükyalı)
Boris Vian - Kızlar Farkına Varmıyor (2 TL, Küçükyalı)
Nilüfer Göle - Modern Mahrem (2 TL, Küçükyalı, birinci basım)
Korkunun Bütün Sesleri (2 TL, Küçükyalı)

Özellikle sonuncusunu BK severler görmüşlerdir; Metis'in toplama işi. Dört beş kitaptan oluşuyor yanlış bilmiyorsam. Lem, Heinlein, Ellison gibi kral BK yazarlarının öyküleri. Bir günde bunlar çıktı. Valla kitapçılara hiç para gömmeyin, serüvene çıkın derim ben. Serüvene çıkın ve bulduğunuz defineyi evinizin baş köşesine koyun. Çok keyifli. Şimdi Eddings.

Saga bitti, her şey sevgiyle çözüldü. Bence biraz boktan bir sondu, çünkü o ne lan öyle. Anlatacağım.

Serinin son kitabının giriş bölümü Torak'ın ağzından. Mevzuyu karşı taraftan ilk kez dinliyoruz. Torak da kendince haklı. Olayları daha farklı yorumluyor, kendine göre. Haksızlığa uğradığını düşünüyor. Efendilerin efendisi olduğunu iddia ediyor, çünkü süper bir tanrıymış. Daha iyisi Şam'da kayısıymış. Egoya gel.

İpek, Garion ve Belgarath, Torak'a doğru yol alırlarken bir kervancıya takılıyorlar. Burada Garion hâlâ kaderini sorguluyor. İşte ben istemedim bunların olmasını diyor, omuzlarımdaki yük çok fazla diyor. Harry Potter'da Dumbledore mu diyordu ya, biri diyordu Harry'ye, işte başa oynayan adamların en kusursuzu başa oynamak istemeyen ve vicdanı temiz adamdır diye. Burada da aynı durum var. Garion, bu tür hadiseler için çok temiz bir genç ama yapacak bir şey yok, kaderi çizilmiş.

Bir de ihtiyarın teki çıkıyor karşılarına yolda. Garion'un büyüyle dikkat edilmez kıldığı kılıcı görüyor falan. Bu da Tom Bombadil'in her şeyi görmesine benziyor. Bazılarının her şeyden haberi var, lakin konuşmuyorlar. Belgarath bu yaşlı hakkında şöyle diyor: "'Hayatında hiçbir şeyi unutmamıştır o,' dedi. Sonra gözleri daldı. 'Dünyada onun gibi birkaç kişi var, başkalarının işleriyle hiç ilgilenmeyen insanlar. Belki de fena bir özellik değildir bu. Eğer dünyaya yeniden gelseydim, böyle yaşamak isteyebilirdim belki.'" (s. 32)

Gar Og Nadrak'ta yürüyorlar, düşman topraklar. Malloryalılar barları falan basıp asker topluyorlar zorla, bizimkiler kıl payı kurtuluyorlar bir baskından. Sonra o memleketin kralı Drosta bunları yakalıyor ve İpek'le bir anlaşma yapmak istiyor. Kötü adamların da kendi aralarında savaşabileceklerini söylemiştim. İşte bu Drosta arada sıkışıp kalmak ve ülkesini kaybetmek istemiyor, bu yüzden çift taraflı oynayıp bizimkilerle de anlaşma yapıyor ama bizimkilerin kaybetmesi durumunda karşı tarafa geçeceğini de açıkça söylüyor. Delikanlı adam. İpek, arkadaşı Yarblek'i başka bir arkadaşına yolluyor, o arkadaş da Kraliçe Porenn'e anlaşmanın haberini iletecek. Porenn, Rhodar'ın eşi. Rhodar da iyi tarafın ordusunun başındaki adam. Gizli bir müttefikleri oluyor kısaca, bu da ilerideki savaşta çok işe yarayacak.

Dünyanın bir denge üstüne oturtulduğunu söylemiştim. Bu dengeye göre karşılaşacak taraflar eşit olmalı. Bu yüzden şu yüce taş, Torak'ın kör gözünü açacak, kehanet böyle diyor. Bir taraf daha avantajlı olmayacak. Tamamen eşitlik. Bu da mücadelenin sonucunu öngörülemez kılıyor.

Bu sırada ordu yürüyor, gemileri karadan yürütüp denize indiriyorlar falan. Bildiğin İstanbul fethediliyor. Sonra bin kişilik küçük bir ordu ortaya çıkıyor, bizimkiler hacamat ediyorlar bu orduyu. Meğersem tuzakmış. Belgarath da ordunun savaşacağını duyunca çok sinirlenmişti, çünkü bu Ce'Nedra'nın toparladığı ordunun amacı sadece gürültü çıkarmak olacaktı, Garion da olayı içten bitirecekti. Böyle olmadı. Taur Urgas, seferin çok ciddi olduğunu gördü ve önemli bir şehri ele geçiren bizim ordunun karşısına muazzam bir kuvvet çıkardı. Doğan güneşle birlikte Taur Urgas'ın ordusunu gören bizimkilerin götleri uçukladı çok affedersiniz. Bir de bu orduların büyük bir kısmı gemiyle taşınmıştı, dolayısıyla aradaki büyük engeli aşmak için zaman da yok. Ordunun bir yarısı karşıya geçiyor, bir yarısı öbür tarafta kalıyor. Sıkıntı büyük. Bunun nedeni ne? Bir komutanın yanlış çıkarım yapması. Bu sahte saldırı vardı ya bin kişilik, işte o bizim ordunun gerçekten savaşıp savaşmayacağını anlamak içinmiş. Bunu anlamıyor çok büyük bir savaş stratejisti, "Pardon, yanılmışım," diyor. İnandırıcı değil, serinin en zayıf halkası bence bu noktaydı. O kadar büyük komutansın, adın dünyanın her yerinde saygıyla anılıyor, küçük bir katakulliyi göremiyorsun. Eddings orada hafiften batırmış bence.

İşte savaş çıkıyor, ulu büyücüler Grolimlere karşı savaşıyor, kılıçlar iniyor, kalkanlar kalkıyor. Epik bir savaş beklenmesin ama, karşıda deli kenetlenmiş, deli kuvvetli bir ordu yok. LOTR savaşlarının kıyısından geçmiyor, farklı bir olayı var. Tolnedra lejyonerleri de bildiğin phalanx. Tam o tarz savaşıyorlar.

Sonunu da yazıp bitiriyorum eeyh. Torak uyanıyor, Garion da Torak'ın karşısına geçiyor. Garion Torak'ın süper gelecek yalanlarına kanmıyor, Torak da sevgi, aşk gibi insani hisleri bilmiyor, Garion bunları düşünerek saldırıyor Torak'a. Torak da Garion'u kandıramadığı için kaybediyor. Bir inanma/inanmama savaşı yani, kılıç kalkan falan hikâye.

Böyle, seri bitti, Malloryon var sırada ama ona başlamadan önce üç beş küçük şey okuyacağım. Belgariad için hoş bir seri derim, dedim. Okunmalı da derim ama geniş bir zaman varsa. Tabii bir ayda okuyacaksanız hiç okumayın zaten, başka şeylere yönlenin. Benim hoşuma gitti ama. Güzel.

Hamiş: Bir saçma şey daha var; sonda Durnik Torak tarafından öldürülüyor. Polgara deliye dönüyor, kendini yerden yere atıyor falan. Ama kehanette herkesin özel bir adı var, Durnik'in de iki kere yaşayan mı ne. E neyin tatavasını yapıyorsun o zaman, adam zaten dirilecek? Bir de Polgara'ya biçilen rol pek neydi öyle ya. Polgara güçlerinden vazgeçiyor Durnik dirilsin diye. Sonradan güçlerini hiç kaybetmediği ortaya çıkıyor.

Ya aslında bu seri okunmasa da olur, türe yeni başlayacaklar için ideal. Öbür türlü yavan.

8 Ekim 2012 Pazartesi

David Eddings - Büyülü Şato

Sona pek bir şey kalmadı, kitabın temposu bu yüzden biraz düşük. Yani kitaptan kitaba bir yükseliş yok. Onca olayın bir raya oturması var, bir soluklanma kitabı.

Ctuchik ölmüştü, bizimkiler yıkılan kuleden kaçmaya çalışıyorlardı. Relg'in katkıları büyük oluyor bu konuda, kendisi Ulgo diyarından olduğu için taşın toprağın sesini çok iyi yorumlayabiliyor. Bir koridor çökecekse oraya sokmuyor grubunu. Taiba'yı da göçükten kurtarıyor. İkisi arasında bir ilişki başlayacak ama Relg ağır yobaz. Tanrısına dualar ediyor, yakarıyor ki meme, kıç falan hiç etkilemesin kendisini çok affedersiniz. Tam olarak böyle: Meme ve kıç etkilemesin. Ama aşık oluyor Taiba'ya. Pol Teyze için bu olması gereken bir şey. Zaten bu dünyada ağır bir nedensellik hüküm sürdüğü için gerçekleşen hiçbir şeye dokunmamak lazım. Ne olacaksa olsun, yeter ki kitabına göre olsun. Dünyanın mantığı bu.

Garion da tütüşlerde. Mekan yıkılırken aklına yaşadığı maceralar geliyor, kokular üstünden hatırlıyor maceraları. Şuradaki yanık kokusu, buradaki bok kokusu diye. Aklında kalan en ayırt edici koku ise Ce'Nedra'nın saçlarının kokusu.

Taşı geri alıyorlar bu arada, taş Garion'u tanıyor. Bir ağ kuruluyor aralarında. Geri dönüş yolculuğu da sıkıntıyla başlamış oluyor.

Son savaşta Belgarath ağır yaralanıyordu, uzunca bir süre kendine gelemiyor. Yokluğunda tayfayı Garion yönlendiriyor, bu onun ilk hükümdarlık denemesi aynı zamanda. Vereceği kararlar hakkında İpek'in çok yardımı oluyor. Bu İpek acayip bir adam. Prens Kheldar yani. Yalan dolancı, yüzünün şeklini değiştirebilen, kumarbaz, acayip bir herif. Soyluluğu falan hiç sevmiyor. Her an herkesi satabilecek potansiyele sahip ama gruba bir zararı dokunmuyor. Dokunacak bence.

Belgarath kendine gelince her şey normale dönüyor, kaçışları zor oluyor biraz. On Grolim rahibi zihin gücüyle saldırıyor, Garion iç sesinin yardımıyla zihnini gölgesine aktarıyor, yanlarına uçup hacamat ediyor adamları. Mekandan çıkıyorlar, açık arazide kaçmaya çalışıyorlar bu sefer. Hettar, kral Ço-Hag'ın yardımını istemek üzere gruptan ayrılmıştı. Bu yardımı bekliyorlar, çünkü Taur Urgas öküz gibi ordusuyla peşlerinden geliyor. Yetişiyor da, işler boka sarmışken Ço-Hag son anda ortaya çıkıyor. Meğer en başından beri bekliyorlarmış. Boşuna aksiyon yaratıyor götler, okuyucuyu da sinir ediyorlar. Lan zamanında gelin Allah aşkına.

Belgarath iyileşmiş numarası yapıyor ama durum çok daha vahimmiş aslında, fenalaşıyor ve Polgara kafayı yiyor, çünkü adamcağız ölüme çok yakın. Algar Kalesi'ne geliyorlar, Belgarath dinlendiriliyor. Polgara'yla Garion sıkıntılı, çünkü fena yamuluyor Belgarath ve zihni hasar görmüş olabileceği için bir daha büyü yapamama ihtimali var. Çaktırmamaları gerektiğini söylüyor Polgara, çünkü durum kritik. Büyük bir savaş kapıda ve müttefiklerin morali tavan yapmalı.

Bu arada Ulgo'ya geçip Ce'Nedra'yı da alıyorlar. Şımarık kız Riva'ya gitmek istemiyordu ama istediğine karar verdi sonradan. Bence serinin en oynak, biraz da başarısız karakteri Ce'Nedra. Şımarık kızlıktan kraliçeliğe terfi etmesi, koca orduları gaza getirmesi falan. Öeh. Kraliçeliğe gelmedik daha gerçi.

Riva'ya geçiyoruz, buradaki şehir Gondor'a benziyor. Kat kat. Riva'da Garion kral olarak tahta oturuyor, Ce'Nedra'yla evleniyor. Sonra İpek, tahta geçtikten sonraki adıyla Belgarion ve Belgarad kimseye haber vermeden ayrılıyorlar saraydan. Belgarion yollara düşmek istiyor, çünkü Torak'ı yendiği zaman büyük savaşlara gerek kalmayacak. En yakın iki arkadaşını da alıp gidiyorlar işte. Mallorya'ya doğru. Polgara durumu öğrenince sinirden kafayı yiyor ama bir şey yapamıyor. Ce'Nedra'nın olayı bundan sonra başlıyor; evlilik belgesinde krallığın yönetimine ortak olmasıyla ilgili bir madde var. Bu maddeyi kullanarak Garion'un yerine ordu toplamaya başlıyor. Diğer krallar da yanında, önce onları ikna ediyor, sonra dolaşıp ordu topluyorlar. Ce'Nedra'da bu olayların üstesinden gelecek yetenek hiç gösterilmemişti, bir anda ortaya çıkması okuyucuuyu garipsetiyor. Şımarık velet, savaşta ölecek askerleri düşünüp ağlıyor, omuzlarına binen büyük sorumluluğu düşünüyor falan. Memleketine dönüp babasının lejyonunu kendi ordusuna katıyor. Acayip acayip işler.

Son kitaba geldik, yarın biter zannediyorum. Sağlam seri olmasa da bence güzel. Evet.

7 Ekim 2012 Pazar

David Eddings - Sihirbazın Tuzağı

Tayfa Maragor'a doğru ilerliyor, yılanların kraliçesi öldükten sonra Belgarath'ın bir kankasından mesaj geliyor ki Aldur, çömezi Belgarath'ı ve tayfasını görmek istiyormuş. Yol uzun ama yapacak bir şey yok. Bir de bu taşı çalan Zedar, Cthol Murgos'a girdiği an Ctuchik'in tuzağına düşmüş ve zar zor kaçabilmiş, taşla taşı alan masum çocuk Ctuchik'in tutsağı olmuş. Kötüler arasında da bir çekişme, bir dalavere var. Çıkarlar çok çeşitli. Zedar da efendisi Torak'ın vücudunu alıp kaçmış. Kimin eli kimin cebinde belli değil. Kim kimin kuyusunu kazıyor, kim kime ne yapıyor, yani nebiliyim ne diyceene deyip demiyceene kim kimi kim kem kimi...

Bu sırada Ce'Nedra'yla Garion sürekli kavga ediyorlar. Sürekli. Kehanet bunları birleştirecek galiba ama daha farkında olmadıkları çok şey olduğu için... Gençler işte, kanları kaynıyor. Ce'Nedra arada öpüyor bunu falan. Pol Teyze ikisine de taktik veriyor arada. Dünya yok olabilir, bunların dertlerine bak. Tabii kehanetle alakaları olduğu için bu gönül işleri bile mühim aslında.

Belgarath'la Garion şu kafa sesi hakkında konuşuyorlar. Sesin kime ait olduğu belli olmuyor uzun süre, kitabın sonunda da öğrenemiyoruz.

Şimdi vadiye gidilecek, ardından Cthor Murgos'a gidilecek ama arasında bir de Ulgo yolculuğu var, anlatacağım.

Vadi yolunda Brill'e rastlıyorlar yine, Brill ta en başından beri bunların etrafında ama bizimkiler iyi saklandıkları için Brill bir türlü bulamıyor bunları. Brill'in kavgasını izliyor bizimkiler ve adamın bir Dagaşi, yani gizli bir tarikatin üyesi olduğu ortaya çıkıyor. Fanatikler. Ctuchik ne isterse onu yapıyorlar ve profesyonel katiller. Bu sebeple bizim İpek, Brill'i hafife aldığı için kendine kızıyor. Bu ikisi arasında bir çekişme var, ikisi de birbirini sevmiyor. Kapışıyorlar da zaten, geleceğim oraya.

Belli oluyor mu bilmiyorum ama Maragor bir anıtlar ve harabeler kenti. Çağlar önceki tanrılar savaşında yıkılmış bir şehir, bir sürü acı çeken ruh var burada. Bu sebeple tayfanın büyücüleri, diğerlerini bir yarı uyku haline sokuyorlar. Maksat keçilerin kaçmasını engellemek.

Bu yolculuğun en önemli kısmı, Belgarath'ın Garion'la yaptığı konuşma. Evrenin gidişatını değiştiren, doğru anda ve doğru yerde ortaya çıkan bir etki. Bu etkiyle birlikte evrenin yolu ikiye ayrıldı, iki farklı kehanet ortaya çıktı. Eğer Garion doğru yerde ve doğru zamanda olursa bu ikilik tekrar tekliğe inebilirmiş. Büyük görev bu.

Yıkık bir şehirden geçerken Garion'un düşündükleri ilginç:

"Şehrin tek caddesi helezon şeklinde dolaşarak tam ortadaki yuvarlak meydana çıkıyordu. Garion tuhaf bir içgörüyle bu şehrin bir kadın tarafından tasarlanmış olduğunu fark etti hemen. Erkeklerin kafaları düz çizgiler halinde çalışıyordu, oysa kadınlar daha ziyade yuvarlaklarla düşünüyorlardı." (s. 61)

Buradan ilerisi için bir şey çıkar belki, sırf tespitin ilginçliği için bile altı çizilir.

Yıkık şehirlerden birinde Mara'yla karşılaşıyorlar, ağıtlar yakan tanrıça. Evlatları öldürüldüğü için sonsuz bir yasın içinde durmadan ağlıyor. Tayfaya yardımı dokunmuyor, hatta Ce'Nedra'yı istiyor üstüne. Zar zor kurtuluyorlar.

Aldur Vadisi biraz sıkıntılı. Dağlardan geçerlerken üşüyorlar, Brill'in adamlarından güçlükle kurtuluyorlar. Tanrıların zamanında yedikleri, içtikleri, güzel zaman geçirdikleri ve dünyayı yarattıkları bir mağarada dinleniyorlar, bu sırada Garion ölü doğan bir tayı canlandırıyor. Pol Teyze falan şaşkınlıktan böyle kalıyor, sonra uyarıyorlar Garion'u. Her şey denge üstüne kurulu olduğu için eğer bir can verilmişse onu yerine koymak sıkıntı yaratabilir. Bunu söylüyorlar ama küçük bir tayın canı çok bir şeyi değiştiremeyecek olduğu için sıkıntı çıkmıyor zannediyorum. Büyüyle ilgili bir konuşma da geçiyor Belgarath'la Garion arasında. İrade ve Söz diyor Belgarath, her şeyin temeli bu. Yine işte bir şeyi yok etmemesi gerektiğini söylüyor. Yani var olan bir maddeyi  yok etmek evrenin doğurucu anasına karşı bir hareketmiş, geri tepermiş falan. Çok mantıklı. Öyle höyy diye büyü yapmak yok, her şeyin bir mantığı var bu dünyada.

Sonunda Belgarath büyücü kardeşleriyle karşılaşıyor. Bu büyücülerin sahip oldukları kuleler de incelemeye değer. Bu saga, diğer saga'lar, neden büyücülerin kuleleri var? Göklere yakın olmak için mesela. Tanrılara en yakın varlıklar olarak kendilerini biliyorlardır belki. Belki büyüsel amaçlı. Belki mimari estetikleri o yönde gelişmiştir. İncelenmesi gereken bir mevzu. Neyse, ardından Aldur geliyor yanlarına. Belgarath'ta bir eğilip selam vermeler, "Usta," demeler... Büyü dünyasıyla ilgili bir önemli bilgi de burada geliyor:

"(...) 'Bir şey yaptığımızda gücümüzü çevremizden alırız. Mesela sen Çamdar'ı yaktığında ısıyı çevrenden topladın; havadan, topraktan, o civarda bulunan herkesten. O ateşi yakmak için herkesten biraz ısı aldın." (s. 124)

Dünyadan bağımsız bir şey değil yani bu büyü. Bir de şöyle bir şey var, Eddings mizah katmıyor pek. Yani karakterler arasında küçük espriler, durumla alakalı bir iki komiklik, o kadar. Başka bir şey yok. Çok nadiren var. Bir büyü çalışmasının ardından:

"'İt mi dedin?' dedi Belgarath şaşkınlık içinde.
'İt de, dedin.'
'İt de, demedim. İt dedim.'
'Devrildi işte. Ne dediğimin ne önemi var?'
'Bu bir üslup meselesi,' dedi ihtiyar sıkıntılı bir suratla. 'İt çok bebeksi oluyor.'
Garion halsiz halsiz gülmeye başladı.
'Yani bizim de bir haysiyetimiz var Garion,' dedi ihtiyar havalı bir tavırla. 'Öyle it, zıpla, hopla gibi laflar edip durursak bizi kimse ciddiye almaz.'" (s. 125)

Asdf, taktiklere gel.

Aldur'un hayır duasını alıp yola devam.

Ulgo diyarında mağaralara iniyorlar, her şey yerin altında. Kitapların giriş bölümlerinde efsanelere dayanan hikâyeler anlatılıyor, her kitabın hikâyesi o kitapla ilgili çok önemli bilgiler içeriyor. Mesela bu kitabın giriş bölümünde tanrı UL'un yaratılan ve umursanmayan biçimi bozuk, şekilsiz yaratıkları nasıl tebaası olarak kabul ettiğinden bahsediliyor. İşte bu mağaralarda UL'a tapan yaratıklar var, bir de vekilharç var. Bazı sapkınlar bu vekilharca çok kötü davranıyorlar. Bizimkiler ortamdayken duvarların arasından gelen UL, bu kötü davranan arkadaşların başı olan herife giderin kralını çekiyor, bizimki sıçızlayıveriyor oraya korkudan. Tabii Aldur'un selamını alan UL, dostu olan tanrının grubuna çok iyi davranıyor, aynı davanın savunucusu olduğunu söylüyor ve iyi şanslar dileyip köşesine çekiliyor. Ce'Nedra da geçici olarak tanrıyla birlikte orada kalıyor. Sonradan çok hayırlı bir iş olduğu ortaya çıkıyor bunun. O tanrının gider yaptığı Relg'e ihtiyaç var, adam kayaların içinden geçebiliyor ve bunun açıklaması da moleküllerini katı bir cisimden geçirebilecek kadar şey edebilmesi. Cthol Murgos mağaralarla dolu olduğu için arkadaşa ihtiyaç büyük.

Cthol Murgos'a geçtiklerinde bir bataklık var, orada biraz sıkıntı oluyor ama geçiyorlar. Sonra Rak Cthol'a giriyorlar, Ctuchik'in mekanı. Öğreniyorlar ki Ctuchik ve diğer bazı kötü adamlar, oralarda dolanan bütün batılıları öldürmek niyetinde. Savaş öncesi ortalarda casus dolansın istemiyorlar, bu yüzden katliam yapıp tazminat ödeyecekler. Bizim dünyamıza ne kadar da çok benziyor. Bu katliam dolayısıyla devriyeler geziyor, bizimkiler İpek'in bir tanıdığının çadırında gizlenirlerken İpek uzuyor, bu arada yakalanıyor. Kurtarıyorlar onu Relg sayesinde. En sonunda da Ctuchik bir mallık yapıp taşı yok etmeye çalışıyor. Kendi yok oluyor. Taşı ve masum çocuğu alıyorlar, kaçıyorlar. Bir de tünellerde Taiba adlı bir Marag kadınına rastlıyorlar. Kadın kölelikten kaçıp oraya sığınmış, iki çocuğunu Torak'a kurban etmişler. Belgarath binlerce yıldır bu kadını arıyormuş tayfanın tamamlanması için. Kehanetin, kendilerinin lehine olan kehanetin gerçekleşmesi için grubun tamamlanması çok önemli ve son adamı da buluyorlar galiba.

Bu kitap da böyleydi, bir sonrakine.