27 Şubat 2018 Salı

Rachel Seiffert - Günün Sonu Yok

İki şey: Çocukluğun ölümle karşılaşması için bir ailenin günden geceye, güzel bir sahilde yaptıkları sıralanırken onca detayın bu çocuk-ölüm kırılışını hazırladığı görülünce, öykü de o noktada bitince, eh, Seiffert'in anlatısına saygıyla yaklaşmamak mümkün değil. Bir de sınırların böylesi belirsiz ve acı verici olduğunu bilmezdim. Gerçi bir kere şahit oldum; Lefkoşa'daki sınır noktasını lunaparklardaki korkuluklu sıralara benzetmiştim ama işin çarpıklığı sonradan dank etmişti, bir adımla değişen dünyaların doğurduğu onca ayrılığı düşünmek çok ağır. Bu duygu nasıl anlatılabilir diye düşündükten çok sonra Seiffert'te duygumun karşılığını buldum. İyi bir öykücünün peşine takılmalıyız, Seiffert böyle bir öykücü.

1971'de Oxford'da doğan Seiffert'in ailesi Alman-Avusturyalı. Sınır mevzusunun, yıkılan duvarın ortadan kaldıramadığı psikolojik sınırın kaynağı burada bulunabilir. Romanları ve öyküleri var, ödüllü bir yazar.

Saha Çalışması: Martin nehirde çalışırken önce oğlanı, sonra oğlanın annesini görüyor. Anne çok genç, ıslak kıyafetlerinin ortaya çıkardığı vücudu Martin'i çekiyor ama araştırmasını tamamlaması şart, sınırın doğusundaki kimya fabrikasının atığı batıda ne ölçüde ortaya çıkıyor, çalışması bunun üzerine. Birkaç gün boyunca nehre gidip geliyor, topladığı örnekleri üniversite laboratuvarına gönderiyor, zaman böyle geçiyor. Çavdar tarlaları, nehir, doğa.

Barda o çocuk oturuyor, annesi garson. Çocuk, anneye çevirmenlik yaparak Martin'le iletişim kuruyor. Geçici bir noktada olabildiğince derin ilişki. Martin nehrin kirli olduğunu, suya girmemeleri gerektiğini söylüyor. Ewa ve oğlu Jacek adama teşekkür ediyor, yolculuğa çıkmasından bir gün önce yemeğe çağırıyorlar. Martin hamle yapıyor ama Ewa onu kibarca itiyor. Adamın başka bir ülkeden olmasından, yabancılıktan değil, daha derin bazı olaylar var ama son öyküye kadar bilemeyeceğiz, bu öyküden öğrendiğimiz tek şey Ewa'nın kocası Piotr'ın sınırın öbür tarafında yaşadığı ve geçişlerin pek kolay olmadığı. Ewa kırık, Piotr onu terk etmiş ve ses seda yokmuş.

Martin sınırı geçerken arkada kalan çorak toprağa bakıp suçluluk duyuyor, belki kadının kendisini reddetmesini de bu çoraklığa, yoksul ülkeye bağlamıştır, Seiffert anlatıcı olarak bir yansıtıcıdan başka bir şey sunmuyor.

Temas: İnsanlara -belki canlılara da- dair bazı temel öğelerin kimyasal reaksiyonlara bağlı olması korkutucu geliyor. Aşk, annelik, mutluluk, pek çok şey doğru salgıların doğru zamanda salgılanmasıyla ilgiliyse sadece, makineden bir adım uzaktayız demektir. Gerekli hormonların salgılanmasıyla herhangi bir nesnenin annesi gibi hissedebiliriz mesela, uç bir bilimkurgu olabilir bu. Gevezeliği bıraktım, burada anne olmayan bir anne ve annenin kızıyla olan ilişkisi var.

Alice bir kuaförde çalışıyor, ailesini geçindirecek kadar para kazanıyor. Bu iyi. Kim'e karşı anneliğe dair bir şey hissetmemesi iyi değil. Bir numara olan Joseph sevgiyle doğmuştu, Frank henüz gitmemişti. Gittikten sonra doğan Kim, annenin hayal kırıklığının sembolü haline geldiği için şanssız. Alice ona alışana kadar yıllar geçmiş ama alıştığını söylemek güç. Kız çok hasta olduğu bir zaman, koridorda sürünürken annesi okula gitmemesini söylüyor ve kızını banyoya taşıyor. "Kolları bacakları olan hantal, ölü gibi bir ağırlık." (s. 35) Bu ağırlığın öyküsüdür; Kim'in de pek bir sevgi duyduğu söylenemez. İki aynanın birbirine bakışı.

Dimitroff: Bizde de var, mekân isimlerinin değiştirilmesi bir ideolojiyi ortadan kaldırmak için iyi bir yol gibi gözükse de hınç doğurmaktan başka bir işe yaradığını sanmam.

Evli bir çift, adamın babası Doğu ve Batı Almanya'nın birleşmesine karşı çıkan yaşlı bir komünist. Zamanında, toplu cinnet zamanlarında mücadele etmiş ve çok zor yıllar geçirmiş. Kadın, adamın babasına duyduğu öfkeyi anlamaya çalışıyor ve babayla bir yolculuğa çıkıyor. Babanın insanları kışkırtıcı davranışları sonucunda yediği tokat, perdenin tangır tungur inişini de simgeliyor. Dönüş yolunda kadın, elini babanın elinin üstüne koyuyor ama bir tepki doğmadığını görünce çekiyor. Fikirler uğruna verilen mücadelede kaybedilen, geride bırakılan insanların acısı.

Geç Gelen İlkbahar: Yaşlı bir adam, gençliğinde babasıyla birlikte arıcılık yapan, daha da önemlisi doğayı öğrenen ve doğayla bir olan. Evi orada, yeşilin içinde bir yerde.

Arıcılığa devam etse de yaşlanınca enerjisinden çok şey gitmiş, üst üste yığılı kutularda yaşayan insanları anlamayışıysa hâlâ genç. Hiçlikten çıkan çocuğu görünce içinde doğan mutluluk da böyle bir duyguyu taşıyor; doğanın hediyesi bu çocuk. Adam ılık bir rüzgar beklemişti ama doğa ona bir çocuk verdi, yalnızlığı dinsin diye. Sonra kasabaların, köylerin fikrini verdi, sevdiği birini sevenlerine götürsün diye. Adam uzaklarda, tepelerin ardında bir köy olacağını düşünür, o köyü bulmak için yola çıkar. Nice yol gittikten sonra tepelerin ardında başka tepeler olduğunu görür ve dönüş yoluna koyulur ama içinden bir şeyler akıp gider, çocukluğunda babasının boğduğu arılar aklına gelir. Ölüm oralarda bir yerde adamı gözlemektedir, sona hazırlık için birkaç anıyı canlandırır.

"Kovanların önündeki kara toprakta küçük ölü bedenler toplanmıştı. Yaşlı adam yere, onların yanına uzandı." (s. 113)

Geçiş: Çocuklarıyla birlikte savaştan kaçan kadın, uzun süredir kendilerini takip eden adama güvenip güvenmemek konusunda kararsızdır. Yapacak bir şeyi de yoktur, güvenir. Tehlikeler atlatılır, nehirden karşıya geçilir ve yıkık köprünün ayaklarının dibinden, adamın geriye döndüğü görülür. Teşekkür edemezler bile, yardım ansızın belirmiş ve ortadan kaybolmuştur, olması gerektiği gibi.

Savaş öyküleri sınırın doğuşunun hikâyesini anlatmasa da insanların canlarını kurtarmak uğruna silah arkadaşlarını, tanıdıklarını, insanları yalnız bırakmalarını işler. İç savaşı da düşünüyorum; Mimar nam öyküde mesleğinin kendisini mahvettiği bir adam, mimarlığı bırakınca yavan bir mutluluğa kavuştuğunu hisseder mesela. Bir de son öykü... Ewa'nın hikâyesi kırmızı bir çizgiyle bölünmüş geçmişi bir araya getirme çabasını imler. Arayış öyküsü, insan aradığını bulamamayı ister. Bulduğunda. Ardından gelen yenilgiye sarılmak, yenilgiyi kabullenmek bir nevi hakikat duygusu doğurur. Yaşanan şeyin gerçek olduğunun, akışta herhangi bir şey gibi kaybolunmayacağının işareti. Gerçeklik büyük inceliklerde gizli, günlük tek bir rutinin bozulması bir ailenin dağılma yolunda ilerlediğini gösteriyor, ölü fokların varlığı ölüm karşısında güzelliğin silinmesini, pek çok şey pek çok şeyi içeriyor ve sadece durumlarla ortaya çıkan bir şey bu. Seiffert durum yaratıyor, çok da iyi yaratıyor.

On bir başarılı öykü. Tüye benzetiverdim, tüy öyküler.

Yüz Kitap'a tekrar teşekkürler, bastıkları her kitap için teşekkür edeceğim sanırım.

26 Şubat 2018 Pazartesi

İvan Turgenyev - Avcının Notları

Canım Knausgaard'ın son zamanlarda elinden düşürmediği kitapmış, oradan çarptım. Knausgaard'ın yazarlığının yanında okurluğu da iyidir ki bana gereken iyi okuyan bir yazardır, gözüm kapalı takip ediyorum böylelerini. Mesela bizde meşhur yazarların kitap önerilerine bakıyorum arada bir, o ne? Tehlikeli Oyunlar önerilmiş, Suç ve Ceza önerilmiş. Gerçekten mi ya, çok teşekkürler, müthiş öneriler. Yabancı kaynakları takip etmeye devam, yurt dışından kitap getirtmek cep yakmasa çok iyi olacak ama yapacak bir şey yok.

Leskov'la Turgenyev'i yan yana getiriyorum; Leskov'un hikâye anlatıcılığında Turgenyev'den etkilendiğini düşünüyorum. Leskov yolculukları boyunca topladığı hikâyeleri gerçekle kurgu arasında bir yere oturtuyor ve bu aralığın belirsizleştirdiği sınıra özgü bir hayal dünyasının, halk hikâyeciliğinin doğasında bulunan eminsizliğin kapılarını açıyor. Benjamin'in Leskov hakkında söylediklerini Turgenyev'de de bulmak mümkün ama avcının tuttuğu notlar kurmacanın varlığını belli eden türden, bu yüzden Benjamin'in irdelediği sihri, destansı dünyayı, mitik sesi Turgenyev'de bulmak zor, bunların yerine başka bir şey buluyoruz onda: Kurguya dökülmüş yaşantılar söylenceden uzaklaştıkça gerçekliğin dünyasına yaklaşıyor. Turgenyev'in gözlemcisi/anlatıcısı hikâyelerini anlatırken araya girip okurlarına sesleniyor, sonlandırdığı hikâyelerin devamını ek olarak verebiliyor, detaylarını vermediği olaylara geri dönüp tam olarak nelerin yaşandığını aktardıktan sonra hikâyenin güncel zamanına dönüp anlatıyı sürdürüyor. Her şeyin tam ortasında, yönlendirmeyen bir gözlemci.

Turgenyev bu hikâyeler yüzünden hapsedilmiş, özgürlüğü uzunca bir süre elinden alınmış. Çara selam, biz Turgenyev okumaya devam ediyoruz.

Yirmi beş hikâyeden oluştuğu söyleniyor, elimde Can baskısı var, hikâye sayısı sekiz. 238 sayfa. İş Bankası Kültür Yayınları versiyonu 456 sayfa, puntosunun daha küçük olduğunu tahmin ediyorum, tam metin sanırım bu. Çevirmen farkı olmasa bunu alırdım ama Ergin Altay hakkında iyi şeyler okumadım, Nihal Yalaza Taluy çevirisini tercih ettim, pişman olmadım.

Yermolay ile Değirmencinin Karısı: Betimlenen doğa, bunu da bir karakter olarak ele almalıyız sanırım. Turgenyev anlatısına başlar başlamaz ormanları, hayvanları, doğaya dair ne varsa yaratıyor, hikâyenin geçtiği her yeri ayak basılacak, görülecek hale getiriyor. "Tyaga"nın açıklanması bu açıdan önemli, anlatıcının ve tüfekçi Yermolay'ın o coğrafyaya özgü bir ortamda avlanmaları önemli, buradan Rus soylularının eleştirisine geçilecek, Turgenyev'in cezalandırılmasına yol açan mevzu. Doğanın sağaltıcılığının yanında tehlikeli bir yanı da var, özellikle geceleri. İki kafadar bir değirmene sığınınca anlatıcımız değirmencinin karısının kim olduğunu hatırlıyor ve sevdiğine kavuşmak uğruna ne gibi tehlikelere maruz kaldığını öğreniyor. Soylu sınıfın eleştirisi ama aslında doyumsuz insanın eleştirisi, o zamanların en büyük suçu.

Çertophanov ile Nedopüskin: İki kafadar avlanırken Çertophanov'un topraklarına girerler. Benjamin'in aktardığı bir atasözü var, sanırım cuk oturur: "Yolculuğa çıkanın hikâyeleri de vardır." Avcı izleği bitimsiz bir yolculuğu, sonu gelmeyecek hikâyelerin varlığını duyuruyor, bu da onlardan biri.

Nedopüskin'le de karşılaşırlar. Avcı, Yermolay'dan bu ikisinin can dostu olduklarını, aynı evde yaşadıklarını öğrenir ve hikâyeyi dinlemeye başlayacakken avlanmaktan geri kalmaz, irice bir tavşanı vurur ve tazıları koşturur. Avla hikâye bir arada yürümektedir. Çertophanov ahlak kumkumasıyken başına gelenlerden sonra öfkeli, dengesiz bir adam haline gelir, kendisi gibi kader kurbanı olan Nedopüskin'i aşağılanmaktan kurtardıktan sonra -buradaki boşluklara bolca sosyal çarpıklık, soylu-köylü sömürü düzeni ve mujik bahtsızlığı dolacak- birlikte yaşamaya başlarlar. Bizimkiler bu iki adamı çok severler, sofralarına otururlar ve içip içip çakırkeyif olduktan sonra birlikte oynarlar. Ne güzel bir manzara!

Çertophanov'un Sonu: Ne kadar güzel bırakmıştık onları, şimdi sonlarına şahit olmak zorundayız.

Çertophanov'un evindeki çingene kızı Maşa, Çertophanov'un aşık olduğu kız, bir gün çekip gider. Çertophanov kızın peşine düşer, yalvarıp yakarır ama kız geri dönmek istemez, gitmesi gerekir. Özgür ruh. Adam kıza para vermek ister, eli boş yollamak istemez ama hemen vazgeçip silahı uzatır, kendisini vurmasını ister. Kız silahı geri verir, adam kızın arkasından bir tane sıkar ama az farkla ıskalar, kız gider. Bu, sanırım en acı ayrılıklar listesine tepeden girer.

Nedopüskin o sıralarda soğuk alır ve ölür, Çertophanov'un aklı iyice başından gider, kendini iyice içkiye vurur ve tam o sırada hayatını kurtaran, deliliğini nispeten sağlıklı bir yola sokan şey gerçekleşir; bir "Yahudi"nin dövüldüğünü öğrenir öğrenmez -Çertophanov'un hizmetçisi için Yahudi, İsa'nın katilidir ki kısa bir süre sonra gerçekleşecek şiddet eylemleri yüzünden Ukrayna ve civarından çok sayıda Yahudi Avrupa'ya ve Amerika'ya kaçacaktır, mevzu hakkında daha derin bilgi Babamın Özyaşamöyküsü nam kitapta mevcuttur, tabii kitabı bulabilirseniz, bir de artık bitsin burası- adamı kurtarır, adam da Malek-Adel adlı atını bizimkine satar. Satar diyelim. Çertophanov bu ata aşık olur, at hayatının anlamı haline gelir. Atı çaldırır, çaldırdığı gibi yollara düşer ve uzun zamandan sonra bularak geri getirir ama geri gelen at o at değildir, nihayetinde atı vurur. Yine Benjamin vecizesi; başarılı bir kurguyu oluşturan temel şey karakterin psikolojisini tahlil etmeden yansıtabilmekse eğer, Turgenyev bu konuda on numara.

Mumu: Doğayla bütünleşik bir adam olan Gerasim sağır ve dilsiz. Çok kuvvetli, tek yumruğuyla iki öküzü bayıltabilir, saksıya fesleğen gibi oturtur. Bu arkadaşı kentte bir kadının evine verirler, orada çalışırken bir kıza aşık olur, soyluların evindeki hizmetçilerin çevirdikleri entrikalar adamı hayatından bezdirir, aşık olduğu kızdan eder, bir de kızı kaybettikten sonra çok sevdiği köpeği Mumu'dan. Nihayetinde bizimki evine döner, umarım tekrar mutlu olmuştur.

Kaderci: Maupassant'ın Turgenyev'i neden ballandıra ballandıra övdüğünü bu hikâye çok iyi anlatıyor. Kaderciliğiyle doğaüstü oyunlar yaratan ve daha da ötesi, bunlara inanan bir adamın kendi sonunu hazırlamasını görüyoruz. Başkalarının muziplik amacıyla yaptığı işler, Teğmen Teglev için öte dünyadan mesajlardır ve canını yakıp intiharına yol açtığını düşündüğü kızın hayaleti onun için son noktadır. Korkunç buhranlardan, sisli bir mekânın yol açtığı sanrılardan sonra kendisini öldürür, ardından her şeyi nasıl yanlış anladığını görür. Eğer hayaleti oralarda dolaşıyorsa.

Han: Leskov'un Lady Macbeth'i için bir prototip barındırıyor bu hikâye. Benzer olaylar; yaşlı zengin, genç eş, genç yolcu, aldatma, intikam arayışı. Bilmem ne.

Evet, Rus diyarlarına uzanmayalı çok olmuştu, uzun isimli insanları görünce mutlu oldum. Ne demeli bilmem, Turgenyev okuyalım. Edebi keyiflere gark olalım.

25 Şubat 2018 Pazar

J. G. Ballard - Kokain Geceleri

Ballard'ın, "Breaking Bad" formülüne oturttuğu, bu üslupla yazılan üçüncü metin. Facia çoktan yaşanmıştır, bir sebepten araştırma yapmak için mekâna gelen esas oğlan diğer karakterlerle iletişim kurdukça gizemli olaylar yaşanır, sonda da anlatı boyunca bir ölçüde "kirlenen" karakter ya tamamen batar, ya da kurtulur. Karakterlerin davranışları, görünümleri vs. üzerinden geçmişlerindeki izler sürülür, faciaya yol açan gizemi aydınlatmak için elde veriler toplanır ve okurda tahmin yürütme mekanizması işlemeye başlar. Toplumsal veya bireysel çarpıklık bir gizem olarak belirmez, bu ilgi çekici bir şey. Yozluğun ne kadar derine indiği, zamanla değişen karakteri de çıkmaza sokar, paranoid bir durum oluşur. Daha fazla eşelemek veya her şeyi kabullenmek; karakter kırılabilir veya daha sağlam bir biçimde kurtulabilir.

Sıkı bir teknik; toplumsal dinamikleri sarsmak, bireyin ahlaki serüvenini masaya yatırmak için ideal. Güç odaklarının etkisinde kalan karakterlerin fikirlerinin aslında ne kadar kendi fikirleri olduğu, kapitalist mengenelerin sağlıklı düşünce yapısını tahrip etme derecesi, Ballard'ın kafa yorduğu ne kadar konu varsa ağır ağır belirir ve sonda her şey bağlanır. Tezli roman benzeri bir yapı ama yavan değil, sürprizler kurguyu polisiye havasına soksa da gerek dev bir arka plan oluşturan toplumsal yapıbozum, gerek bireyin toplumla ilişki kurduğu nokta Ballard'ın metinlerini bambaşka bir yere çeker. Mesela şuraya. Bakıyorum, Ballard'ın kitapları yan yana duruyorlar, düşünmemi söylüyorlar. Düşünmeliymişim, meseleleri derinmiş. Derindir, Ballard'ın metinleri üzerine sıkıca düşünülmelidir.

Hüseyin Kıran'ın bir twit'i çok hoşuma gitmişti, sürekli sağlıklı olmaya çalışmanın hastalıklı bir şey olduğuna dair. Bu metne denkliyorum; suç oranının sıfıra indiği bir toplum ne kadar sağlıklı olurdu? Suçu daha büyük patlamalar yaşanmasın diye ortaya çıkan hava delikleri olarak düşünüyorum, kolektif bir cinnetin ortaya çıkmamasında önemli bir rolü var. Diyalektik bir anlayış; daha iyi -iyinin içi nasıl doldurulacak, o da ayrı bir şey- bir toplum için yasalar vardır, yasalardan önce felsefe vardır ve hepsinden önce suç vardır, en temelinde hak ihlali. Hak ihlal edilir ve sonucunda ceza olarak yoksunluğun bir türü dayatılır, medeniyetimiz bu temel üzerinde yürümektedir. Hak meselesi de karışıktır, iş Kant'a gelmesin istiyorum ve hızlıca geçiyorum burayı. Bireysel iyiler vardır, dünya bu bireyselliklerin ortalaması göz önüne alınarak kurulur. Diyeceğim, kapitalizmin eseri olarak bunun ortadan kalkmaya yüz tuttuğunu da ekleyeceğim. Neyse, farklı bireyselliklerin çatışma alanını mekân olarak belirler Ballard, anlatısını bu alan üzerine kurar.

Charles bir gezgindir, hayatını kitap yazarak kazanır. Kardeşi Frank, Cebelitarık'ta bir mekânın işletmecisidir. Bir gün Charlie, kardeşinin başının belada olduğunu dair resmi makamlardan bir haber alır ve uçaktan indiği anda macerasına ortak oluruz, anlatıcı da kendisidir. Cebelitarık tam bir kaçakçılık merkezidir; porno, içki, uyuşturucu sektörleri burada cirit atmaktadır. Estrella de Mar, sonsuz özgürlükler diyarı. Üst sınıfın Shangri-La'sını bulmak orta sınıf için mümkün değildir, sömürülenler sisteme kolaylıkla uyum sağlamıştır. Suç oranı oldukça düşüktür, görünürde cennete bir koşu gerçekleşmiştir, mutluluk içinde yaşayan bir toplum ortaya çıkmıştır. Ütopyaların pek bahsedilmeyen, gözardı edilen -ki ütopyaların imkansızlığının da sebebidir bu- çarpıklıkları ortada yoktur. Artı, eksisini de yaratır, o zaman gizlenenler, bastırılanlar bir noktada patlak verecektir, verir de.

Charles emniyet müdürüyle görüşür, kardeşinin çalıştığı yerin sahipleriyle görüşür ve öğrenir ki mekânın en kodaman ailesinin evindeki bir kutlamaya katılan insanlar, evin havaya uçmasıyla korkunç bir biçimde ölmüştür ve Frank suçludur, suçunu da kabul etmiştir ve mahkemeyi beklemektedir. Charles kardeşiyle görüşür, bu faciayı onun yapmadığına emindir. Bu bölümlerde geçmişlerine bir göz atarız. Annenin intiharı, babanın etkisizliği, Frank'la Charles'ın acıyla baş etmek için yaptıkları küçük hırsızlıklar, yakalandıkları zaman kardeşine babalık eden Charles'ın yediği dayaklar, bir sürü olay. Charles ne olursa olsun kardeşini bırakmayacaktır ve mevzuyu çözecektir, bütün işlerini askıya alır ve bu meseleyle uğraşmaya başlar.

Katman katman açılan karanlıklar gizemi de aydınlatmaya başlar, karakterlerden hangilerinin Charles'a yardım edeceği belli değildir, yardım edenler de kimliklerini ortaya çıkarmazlar. Charles, havaya uçan eve gittiğinde oraya kendisinin bulması için konmuş bir kaseti fark eder, izler, kodamanların kendi aralarındaki seks oyunları, tecavüzler, pek çok şey ortaya çıkar. Ana çizgide yürüyen bu hikâyenin yanında Charles'ın sokakta şahit olduğu olaylar da vardır; tecavüze uğramak üzere olan bir kadını kurtarır ve bir an gözden kaybolan kadının partiye dönüp eğlenceye devam ettiğini görür. Tecavüz teşebbüsünü film izler gibi izleyen insanları gören Charles çıldırır, bağırıp çağırması sessizlikle karşılanır ve kalabalık dağılır. Toplum uyuşturulmuş gibidir ya da suç girişimlerine karşı olumlu bir tavır takınmıştır. Tekne çalan bir adam kolluk kuvvetlerini atlatmak üzereyken tekne havaya uçar, adamdan geriye pek bir şey kalmadığı düşünülür ama kurtulmuştur aslında, Bobby Crawford nam bu adama döneceğim. Frank'in teknesi yakılır, araçların lastikleri patlatılır, irili ufaklı suçlar işlenir ve ortada bir şikayet olmadığı için kayıt altına alınmaz. Suçlar giderek büyür; üzerine kaynar su dökülerek kaçırılan kedilerden cinayetlere ulaşırız. Suç oranı sıfıra yakın toplumun kendine uyguladığı sansür her şeyin üzerini örter. Büyük bir terslik olduğu düşünülebilir ama Ballard'ın çift kutuplu düşünceleri her şeyi yerli yerine koyar.

Estrella de Mar'a bakıyoruz, Avrupa'nın geleceği olduğu ve yakında her yerin oraya benzeyeceği söyleniyor. Polisin pek dahil olmadığı, özel güvenlik yoluyla huzuru sağlanan bir mekân. Yüksek duvarlar, kameralar, kapalı bir sistem. Çekirge Etkisi'nde anlatılıyor; devletin denetleyemediği -anlaşmalar yapılmıştır veya denetlemek masraflı olduğu için denetlenmez- bölgelerde başka kanunlar geçerlilik kazanır. Özel kanunlar, orijinal mekânlar için orijinal olanlarından. Avrupa'nın geri kalanının Estella de Mar'a benzeyeceği öngörüsü son derece yerinde, hatta göçmenler ve diğer dış etkenler olmasa muhtemelen çoktan benzemişti. Frank'in de bu fikri savunması, işlemediği bir suçu üzerine aldığı izlenimini oluşturuyor. Toplum yararına yapılan bir eylem uç noktaya ulaşınca hiçbir aksaklık doğmaması için, belki de toplum mühendislerini korumak için Frank kendini feda ediyor. Bu bir fikir, Charles yavaş yavaş böyle düşünmeye başlayacak.

Bobby. Eski bir subay, Çin civarlarında "kontrollü suç" ortamı yaratarak insanları kontrol altında tutabilen ama yöntemleri yüzünden ordudan ihraç edilen, kodamanlar tarafından mekâna dinamizm kazandırması için tutulan tenis hocası, Estrella de Mar'ın ortaya çıkmasında baş aktör. Charles bu adamın güdümüne girer, fikirleri mantıklı gelir. Adamın insanları "yaşama döndürme" fikri sosyal tabuları yıkmak, sekse, mülkiyete ve kendine hakim olmaya şartlananları bu tür zincirlerden kurtarmak üzerinde temellenmiş. Uygarlıkların yükselişi hep bir çarpıklığa dayalı olmuştur Bobby'ye göre; Antik Yunan'da kölecilik ve oğlancılık vardır, Roma'da benzeri şeyler, bunların olmadığı bir yerde sanat da gelişmez, hiçbir şey gelişmez. Charles bu yönelimi sorgurlarken insanların kokain, amatör porno ve ev hırsızlığıyla nasıl rehabilite edileceğini düşünür, Bobby bunların bir araç olduğunu söyler ve eylemlerini sürdürür. Charles'ın uğradığı saldırı da kendisinin eseridir, bu potansiyel sahibi insanın "uyandırılması" için Bobby'nin Charles'ı boğması ve son noktada eylemi durdurması gerekmiştir. Charles gerçekten uyanır, Bobby vasıtasıyla kodamanların organizasyonunda çalışmaya başlar. Bu bir cephe, karşı taraf bu cepheyi bir çarpıklık olarak görür: "'Tüm bu durmak bilmez aktivite, bu sanat festivalleri ve kasaba konseyleri bir tür sosyal parkinsonizmdir. Herkesin şarkılar düzdüğü şu rönesans denen şeyin bir bedeli vardır. Crawford (Bobby), L-dopa gibi. Kataleptik hastalar uyanır ve dans etmeye başlar. Gülerler, ağlarlar, konuşurlar ve gerçek benliklerini kazanmış gibi görünürler. Ama dozun giderek artırılması gerekir, sonunda onları öldürecek düzeye kadar. Crawford'un yazdığı ilacı biliyoruz. Esrar satışına, hırsızlığa, pornografiye ve eşlik servislerine dayalı bir sosyal ekonomidir bu - tepeden tırnağa bir suç piramidi.'" (s. 286) Bu cephedeki karakterler bir süreliğine Bobby'nin yanında yer almışlar, hatta Frank de aralarındaymış ama facianın sadece yangınla sınırlı kalmadığını, evin havaya uçtuğunu gördüklerinde hep daha fazlasını yapmak isteyen kodamanların eve bomba yerleştirdiklerini bilmiyorlarmış, bu yüzden gruptan ayrılmışlar. Estrella de Mar bu olay sayesinde sonsuza uzanacak, bir arada kalacak ve yeni mekânların yaratımında model teşkil edecekmiş.

İstanbul'un Fethi gibi büyük olayları düşünüyorum; büyük fedakârlıklarla edinilen başarılar veya sahip olunan travmalar gerçekten unutulacak gibi değildir, elde edilenlerin korunması için büyük oranda özveri de gerekebilir, yoksa onca çabanın hiçbir anlamı olmaz, vazgeçilebilirlik üzerinden hiçbir şey inşa edilemez, edilse de kalıcılığı sağlamak mümkün değildir. Bu facia büyük bir başarıdır, bu açıdan. Charles da buna katılır, ikinci bir mekânın kurulabilmesi için çaba harcar ve Bobby'nin ölüsünü görür görmez yerdeki silahı alır, tam o sırada polisler gelir. Frank'i anlar, kendisini de anlar, kardeşinin korunmaya ihtiyacı yoktur aslında, her şeyin daha iyi olabileceği fikri korunmalıdır. Suçlunun kendisi olduğunu söyleyecektir, kardeşinin yerine -sözde- mutluluk toplumunu kurtarır.

Ballard'ın izlekleri, sağaltıcı şiddeti kurma konusunda on numara. İnsanoğlunun sürekli arızaları; cinsellik, mülkiyet, ahlak normları, iktidar mücadeleleri. Tedirgin edici meseleler Ballard'ın dünyasında olanca canlılığıyla beliriyor ve cesur okurunu bekliyor.

Son bir şey: Dünyanın En Güzel Arabistanı'nı izleyin. Cem Uslu çok acayip şeyler yapıyor.

22 Şubat 2018 Perşembe

Engin Geçtan - Rastgele Ben

Vefatından sonra yıllardır topladığım kitaplarına yöneldim ve Bauman okurken yaşadığımı yaşadım; dünya biraz daha aydınlık bir yer haline geldi.

"Artık gitme zamanı. John Lennon'un anlattığı çilek tarlalarına. Ya da belki Mojave Çölü'nün ıssızlığındaki Bağdat Cafe'ye. Her yolcu kendi yolunda gerek. Cümleten iyi yolculuklar!" (s. 170) Son paragraf. Geçtan'ın son kitabı bu, öngörülen yolculuğa çıkmadan önce bir veda. Rastgelelik bundan kaynaklanıyor sanırım; kendini "meraklı kedi" olarak gören Geçtan, Moğolistan'ın güneyine gidip şaman kültürünü yakından incelemek istediğini, psikanalizin kökeninin animayla yakın ilişkiler kurduğunu söylüyor ama yaşlandığı için gitmeye gücü yok, üzüntüsü derin. Çıkabileceği son yolculuğa çıkıyor, geçmişine gidiyor ve öğrencilik yıllarından bugüne, kişisel tarihini dünya tarihiyle birleştirerek anlatıyor.

Ellili yılların Amerika'sı. İnternliği için pervaneli bir uçakla İstanbul'u geride bırakıyor Geçtan, mezun olduğu geceyi ve İstanbul'da kalanları hatırlıyor, yıllar sürecek bir serüvene atılıyor. Bürokratik problemlerden bezdiği zamanlar tahribat yaratmış durumda, "sistemle ilişki deliyi idare etmektir" sözü soğukkanlı bir mücadeleyi anlatsa da zaman zaman deliden daha deli olmanın gerekliliğini de hissettiriyor. "Çocuk varoluşu" kavramı üzerinden kendini biçimliyor Geçtan; sistem bir çizgi üzerinde yürümeyi emrederken bu varoluşta her yönde hareket edilebilir. Yaşamın izleği, anıları okurken bunu akıldan çıkarmamak gerekiyor. Bu yüzden müzeleri ya da tapınakları gezmek yerine oranın insanları ve yaşantıları arasına karışabilmeyi yeğlediğini söylüyor Geçtan, yaşamın yollarını çoğaltmak için.

ABD'nin siyasi, toplumsal ve bireysel paradigması yaşamları alternatifsiz bırakıyor, çizginin dışına çıkabilmek için aydınlanma yaşamak, radikal kararlar vermek gerekiyor, Geçtan tanıdığı insanlardan ve devletin mekanizmalarından bunu çıkarmış. Amerikan Rüyası'nın yeni yeni palazlandığı yıllarda bacağından sayısız kurtçuk çıkarılan adamı gördüğünde sistemin ne kadar acımasız olduğunu anlıyor, memlekette işin bu noktaya gelmesine asla müsaade edilmezmiş çünkü. Herkes güler yüzlü, iletişim kurmak için elverişli ama her şey yüzeysel, derinleşilmiyor. Bunun arkasında yorucu ve uzun çalışma saatlerinin de etkisinin olduğu duyarsızlaşma var, milyonlarca insan tüketmek üzerine kurdurulan yaşamlarını yüzeyle yetinerek sürdürüyor. Kapitalizmin yarattığı simülasyon dünyasında, yani Steven Wilson ne güzel söylüyor: "And the dreams that you will have are public domain." Toplumun hayal dünyası sadece ve sadece sahip olmak üzerine. Otomobil, ev, sevgili, daha üst model, daha geniş, daha iyi. Her şey sonsuz bir arayışa dönüşüyor, tatminsizliklere. Baudrillard'ı anıyor Geçtan, haliyle. Horney'yi anıyor, çağımızın nevrotik insanından ötürü. Rogers'ın kişilik kuramından çocukluğu, ergenliği ve yetişkinliği birbirine bağlayıp aileyle, özellikle anneyle ilgili meselelerden narsisist, borderline kişilik bozukluğundan mustarip, karar alamayan, aldığı kararın arkasında duramayan, paylaşmayan insandan bahsediyor ve bu konuları toplumsal çarpıklıklara denkliyor. Demokrasi dersinden çakmamız, tiranlara ihtiyaç duymamız bu bireysel çatlaklardan doğuyor ama Geçtan umutlu, pagan inanışlar dünya üzerinde var olduğu müddetçe insanın umudunu kaybetmemesi gerektiğini söylüyor.

Farklı bölümlerde psikanaliz üzerine görüşler, anılar ve incelemeler mevcut, ben sadece ilginç bulduğum yerleri alıp bitireceğim.

Elvis'in yeni yeni çıktığı yıllarda ABD'de olan Geçtan, bu çılgınlığa şahit oluyor ve tipsiz bir oğlanın kral olma yolunda ilerleyişini yakından izliyor. New York'un civcivli ortamında keşfedilecek onca sokak, müzik, yaşam var ve merakla gözlemliyor, merak ettiği şeyin peşinden koşuyor Geçtan. Yanlış metro güzergahını kullandığı için Harlem'i boydan boya yürüme hikâyesi var, ayağının dibine atılan bira kutularından başka bir nesneyle hemhal olmamasına kendisi de şaşırıyor. Irkçılık olaylarına çok şaşırıyor ve siyahi bir kadının yanından kalkıp otobüsün arka koltuklarına gitmesine çok üzülüyor, travmatik bir tecrübeymiş.

Yves Montand'ın New York'taki gösterisinde okuduğu Nâzım Hikmet şiiriyle ilk kez bir Nâzım şiirini duyuyor Geçtan, Fransızcadan üstelik.

Ünlüler. Gore Vidal, Anthony Quinn, Katharine Hepburn, Gary Cooper, Bette Davis bir şekilde iletişim kurduğu veya gördüğü ünlüler. Marilyn Monroe'yu gördüğünde, "varolamama pırıltısı" dediği bir şeyin farkına varıyor, sanki bir başkası olmaya çalışan ve hapsedilmiş ruhların parıltısı dolduruyor ortamı. Cahide Sonku'da da varmış bu, o da "ay çarpmasına" yol açarmış.

ABD'de, İstanbul'da Konya'da, İzmir'de ve Ankara'da yaşanmış bir sürü hikâye, elli yıllık psikanaliz birikimiyle bütünleşmiş bir yaşam, hem de ne yaşam!

21 Şubat 2018 Çarşamba

Max Frisch - Stiller

Kierkegaard alıntılı epigraf nokta atışı yapıyor; kendini seçtiğin zaman kendinin diğer olasılıklarını seçmezsin, onlar arkada kalır, seçim yapmış olmanın, kendini seçmenin mutluluğu ve sorumluluğu özgürlük tutkusundan gelir, olasılıkların ortadan kalkması tek bir seçime mahkumiyeti doğurmaz, kendini seçmek özgürlük tutkusundan doğan bir şeydir zaten. Her neyi seçmişsen veya. Kısacası, sanırım Bauman söylüyordu, kaçtığına veya ortadan kalktığına inanılan tercihler bir yanılsamadır, yarattıkları duygu da öyle. Özgürlük bilinçli bir tercihin ürünüdür, kabul edilmiş bir kısıtlamadır ve o kısıtlama da aslında her şeydir, sonsuz bir dünya demektir. İki sebepten; birincisi elbette bu tercihten vazgeçilebilir ve özgürlüğün başka bir formu bulunabilir ama bunu yapmak için arkada bırakma cesareti gösterilen olasılıklara dönülüyorsa kişinin bir tür eksikliğinden kaynaklı bir konudur bu. Öngörü, hayal gücü, kendini bilmek ve kendini bir diğerinde görüp tartabilmek en temel insani yetenekler, üzerinde çalışılmaları gereken mevzulardır. Bunlar yoksa sürükleniş başlar, isminin anlamıyla ironik olarak Stiller'da görebildiğimiz şey bu. Sonsuz dünyayı mümkün kılan ikinci sebep, uzamı tek boyutlu olarak görmekten kaynaklanan kısıt yoksa belirir. Depresyonun da en temel belirtisidir, acıyla dolu sonsuz bir şimdiye hapislik. Şimdinin hep böyle süreceği düşünülür ve yaşamı biçimleyen onca değişken gözardı edilir. Büyük yanılgı. Çok yakın bir tanıdığımın başından geçen: Müstakbel eşiyle yatak almaya gidiyorlar, yan yana uzanıp deniyorlar birini. Kadın, "Ben şimdi her sabah uyanınca senin yüzünü mü göreceğim?" diye soruyor. Evlendikten sonra adam tek bir gün bile eşinden sonra uyanmıyor, sabahın köründe yataktan kalkıp salona gidiyor. Çok ilginç bir olay. Adama neden böyle yaptığını sordum, "Kendimce çile dolduruyordum, bütün bunlar bittikten sonra suya taş düşermiş gibi hızlıca unutabilmek için," dedi. Eh, adam hızlandığına göre bir şeyleri başardığını söyleyebiliriz.

Stiller başaramıyor, onun daha bulanık ve dağınık sebepleri var.

"Ben Stiller değilim!" (s. 9) Metnin ilk cümlesi. Stillerlığını değilleyen bir anlatıcı, üstelik yeterli nedeni var.

Bir haftadır hapishanede tutuluyor, pasaportunu kontrol eden görevliye attığı tokat yüzünden. Amerikan pasaportu var, dünyayı o pasaportla dolaşmış ama binmek istediği trene bindirilmeyince şamarı yapıştırmış. Karakola götürmüşler, komiserin ikram ettiği puroyu almamış anlatıcı çünkü Stiller diye birine ikram edilmiş o puro, kendisine değil. Neden adının White olduğunu iddia ettiğini soruyorlar, durmadan anlattığını söylüyor anlatıcı, başka bir şey demiyor. Böyle kilit noktaları geçiştiriveriyor, haliyle kıllanıyoruz. Yalancı bu herif, belli. Öğrenmek istediğiniz bir şeyi derinlemesine anlatmayıp geçiştiren birinden uzak durunuz. Bir, detaylardan haberdar edilmeyecek kadar değersizsinizdir. İki, detayları öğrenmek için özellikle sorarsanız yalanlarla veya sessizlikle uğraşacaksınız. Üç, dinlediğiniz kişi patolojik vakadır, üstesinden gelemediği olaylar karşısında kendini konumlandıramadığından sizin de dengenizi bozacaktır. Stiller/White dengenizi bozar mesela ama bir kere başladık, zor metinleri de severiz, devam ediyoruz.

Durmadan viski içiyor anlatıcı, içtikçe kendisine yığdıkları kişiliği kaldırmıyor ve Mr. White olduğunu söylüyor, durmadan. Meksika'dan gelmiş, yıllardır yurt dışında ve söylendiği gibi heykeltıraş Stiller değil, İsviçreli hiç değil. Paris'te Julika adında bir karısı yok, erkek kardeşi de yok, sadece anlatacağı hikâyeleri var. Avukatı birkaç defter veriyor ve sadece olguları anlatmasını, böylece olguların üzerinde yükselen gerçeğe ulaşacaklarını söylüyor. White'ın gerçeği beliriyor sadece, başka bir şey değil. Avukatıyla konuşmaları çekişmelerle dolu, avukat Stiller'ın nasıl Stiller olmayabileceğini anlamıyor, Bernhard'ın ülkesine duyduğu nefreti anlatıcıda doğurarak toplumsal, siyasi meselelere girilmesini ve İsviçre'ye bir temiz giydirilmesini sağlıyor. Bernhard, Frisch'ten deli gibi etkilenmiş olabilir.

Anatol Ludwig Stiller. Zürih doğumlu, altı yıldır kayıp. Kayıp zamanın izini sürmek için anlatıcıdan başka bir şansımız yok, dinliyoruz. Anıları capcanlı, uydurma şeyler olmaları için gereken aşırı ince veya kaypak detaylar yok, Meksika'nın çölleri ve insanları arasında varoluşun inanılmazlığını düşünen anlatıcı son derece gerçek, kimliği sorgulanmadan da gerçek, gerçekten orada bulunmuş. Savcıyla, avukatla, hapishanesiyle ilgili anlattıklarının arasına sıkıştırdığı hikâyeler, geçmişle şimdi arasındaki boşluğu dolduruyor. Savcıyla sohbet ederken karısını öldürdüğünü söylüyor, onunla birlikte yaşamak karısı için korkunç bir şey olduğundan kadın acı çekmesin diye öldürmüş. İster istemez hikâyelerdeki insanlarla anlatıcının güncel zamanındaki insanları karşılaştırıyoruz; Julika'yla öldürülen kadın arasında bir bağlantı olması ihtimali akılda tutulacak, diğer pek çok şeyle birlikte. Seçilen yolda karşılaşılanlarla geride bırakılanlar arasındaki koşutluk yavaş yavaş belirecek ama önce anlatıcının hikâyelerini dinlemeliyiz. İsidor'unkini öğrenince seçilmeyenin şimdiye dolduğunu seziyoruz, anlatıcı kendini başkalarında görüyor -veya kendini başkalarına ekliyor- ve yıllardır uzakta oluşuyla şahit olduklarını bir araya getirip denkliyor. Yıllar sonra evine, karısına ve çocuklarına dönen İsidor'un hikâyesi hiç yabancı değil.

Stiller-olmayan bunu tekrar tekrar söylüyor, Stiller değil, Stiller olmamasından kaçış yok, Stiller kimliğini giymeyecek, işlediği cinayetleri anlatacak ve her birinde geçmişinin bir parçasını bulacak, unutmaya çalıştığı geçmişi ölümler halinde önümüze çıkıyor olabilir, henüz bilmiyoruz. Anlatıcının, kimliğinin inşasıyla ilgili düşündükleri de geçmişin parçalarıyla alakalı. Tortulardan kurtulmak istediğini, yinelenme dışında bir hayat bulabilmenin olasılığını düşünüyor, kendisine çizdiği sınır içinde kalmak istiyor kısaca ama yaşamındaki onca insandan kurtulması zor. Sorumluluk burada ortaya çıkıyor, başkalarına dokunduysanız kendinize karşı olduğu kadar onlara karşı da sorumlusunuz. Mevzuyu açmak için anlatıya başkalarının katılması lazım, dolayısıyla önce Stiller'ı tanımamız lazım.

İkinci defterle birlikte karakterlerin anlattıkları derleniyor ve anlatıcı, Stiller'ın hikâyesini yavaş yavaş öğreniyor. Julika gerçek ve özgür bir adama yeterli olabileceğine inanmadığı için Stiller'a sarılıyor, Stiller da sorumluluğu başından atabilmek için Julika'ya sarılıyor, daha en baştan yıkılıyorlar ama bunu anlayabilmeleri için yıllar lazım. Julika başarılı bir dansçı, Stiller başarısız bir heykeltıraş, yıpranmaların ilki. Stiller kendine güvensizliği yüzünden Julika'ya yetemediğini düşünüyor, onun parasını yiyor olması da bunu kuvvetlendiriyor, ikinci yıpranma. Stiller, Julika'nın üzerine düşüyor ve onu kendince biçimlendirmeye çalışıyor ama hiçbir zaman o tamlık duygusu gelmiyor, hep sığ bir ilişki durumu, sıradanlık. Ionesco'nun Yalnız Adam'ında sıradan ilişkilerle ilgili muazzam bölüm geldi aklıma, ne kadar derin olduğu düşünülürse düşünülsün bir kez bittikten sonra acısı hemen kurur ve ne için onca acının çekildiği hatırlanmaz. Stiller pek hatırlamıyor, başlarda. Julika ağır bir hastalık yüzünden hastaneye yattıktan sonra etkilendiği bir kadınla giriştiği kaçamakların sonu geldiğinde koparıyor kayışı, kaybolma hikâyesi başlıyor.

Çok özet: Anlatıcıyla diğer karakterler arasındaki ilişkiler, karanlık alanları görünür kılıyor ve ortaya bir insanın her şeyi unutmak için gösterdiği olağanüstü çaba kalıyor. Savcıyla anlatıcının muhabbetinden öğreniriz ki Stiller'ın Julika hastanedeyken etkilendiği kadın, savcının eşidir. Savcıyla eşinin arasındaki kırıklardan sonra Stiller'la eşin arasında olan bitenleri görürüz, Julika hastaneden çıktıktan sonra Julika'yla Stiller arasında yaşananları görürüz ve sona ulaşırız; Stillerlık kabul edilmiştir çünkü yaşanan onca acının sorumluluğu omuzlanmıştır nihayet, bir başkası olmanın bunlardan kurtulmaya yol açmayacağı anlaşılmıştır. Oe'nin Kişisel Bir Sorun'undaki mevzu aslında, farklı olarak daha ilginç bir anlatıcı ve sevginin doğasıyla ilgili çok daha derin meseleler var.

Çok sağlam metin, arka kapakta dendiği gibi okuru da oyuna katıyor. Katmakla kalmıyor, ilişkiler yavaş yavaş açıldıkça, anlaşıldıkça sarsıyor da. Okuduğum ilk Frisch metniydi, gerisi mutlaka gelecek.

Son bir şey; yıllardır dinlediğiniz bir şarkıyı gerçekten dinlediğinizi hissettiğiniz oldu mu hiç? Bir an? Az önce başıma geldi, çocukluk az önce kesin olarak bitti. Sanırım.

19 Şubat 2018 Pazartesi

Oğuz Atay - Korkuyu Beklerken

Beyaz Mantolu Adam: "Kalabalık bir topluluk içindeydi. Başarısızdı. Parası yoktu. Dileniyordu. Caminin önündeydi." (s. 11) Dileniyor muydu gerçekten? Serbest dolaylı anlatımın oyununa uyarsak anlatıcıya inanacağız, uymazsak adamın davranışlarıyla anlatıcıyı karşılaştırıp farklı bir sonuca varacağız.

Anlatıcı, caminin avlusundaki dilencileri ve dilencilere benzeyen satıcıları biçimler. Başarısızlığı biçimler; adam konuşmadığı için "başarı kazanması" güçtür, para kazanamadığı sürece başarısızdır, "avucunu açma teşebbüsü" bile yoktur ortada. O avuç zorla açılır, "gönülsüz dilencinin" avucunu çeviren bir kadın, içine biraz para koyar ve oyunu başlattığı sanılır ama hayır, oyunu anlatıcı çoktan başlatmıştır. Bir nevi Yes Man olan adam, her şeyden önce anlatıcının zoruyla kurulur. Anlatıcının diğerlerinden bir farkı yoktur, o da insanlar arasında gezdirilen bir aynadan/adamdan yansıyandır. Toplumun bir parçası, biçimleyicilerin ilki.

Adamın avucunu açan "biri"ydi, dilendiği için utanıp utanmadığını söyleyen bir diğeri. Yansıma hemen görülür, zıtlıklarıyla. Şişman bir adamdır utanmadığını, iş verilse yapmayacağını söyleyen. Adam, şişman adamın bavulunu taşır, verilen parayı alır ve bir süre bu işi yapar. Hırpani kılığına bakan bir çocuğun ağladığını görünce oradan uzaklaşır. Düşünceleri boynuna madalyon gibi takıp sürüklendiği yerde vakit geçirebilir ama korkuya yol açtığı yerde durmaz.

Yürüyecek yerin kalmadığı kaldırımlarda sıkışır, beyaz bir mantonun önünde. Satıcıya eğlence çıkar, kadın mantosunu adama giydirir, etraftakiler güler. Satıcı mantoyu aldığı fiyata satar, adam konuşmadığı için kendi kendine pazarlık yapar ki adamın aynalığından aslında gerçekten de kendi kendiyle pazarlık yapar. Adam, mantonun ayak bileklerine kadar indiğini görür, ilgilendiği şey budur. Belki de bir örtü, aynayı örtmek için. Güruhu tek bir olguya, absürde indirgemeye çalışır. Bu durumda da ben bir anlatıcı/yorumlayıcı oluyorum, aynada kendimi görüp gördüğümü beğenmiyorum ama devam ediyorum. Yürüdüğü zaman arkasında bir kaos bırakır, yanında durduğu satıcıların işlerini açar. Turist olduğu, deli olduğu, söylenir. Satıcılarla sigara içer, yoluna devam eder.

Kıyafet mağazasının önü, camdan kendini izler. Mutlak sıfır. "Müşterilerin yolu kesiliyordu." (s. 17) Kesilir, akış ağırlaştıktan sonra durmaya biraz daha devam etseydi tamamen kesilecekti. Dükkânın sahibi adamı görür, iletişim kurmaya çalışan herkes gibi o da afallar ve adamı/kendini yönlendirir, canlı manken olarak vitrine koyar. Kollarından asılan adamın İsa'ya bir gönderme olduğu söylenmiştir, belkidir. Anti İsa; herkesin acısını silmek için değil, günahları ve acıları sahiplerine teslim etmek için.

İnsanların tepkileri, sayısız. Yabancı korkusu, absürde karşı duyulan tedirginlik, artık ne denirse.

Halk plajından denize dönüş. Dönüş, çünkü havaya karışamaz, toprağa da. İnsanın, belki yaşamın anlam olarak dokunduğu yer suda olmalı.

Unutulan: Ben yine okumayacaktım bu öyküleri, okuduysam da bir şeyler yazmayacaktım ama cüret ettim, ama başlamış bulundum. Keşke başlamasaydım, okumasaydım.

"Eski kitapların bu günlerde çok para etmesi", tavan arasına çıkmak için yetersiz bir sebeptir. Öyle gözükse de öyle değildir çünkü tavan arasında eski kitaplardan çok daha fazlası bulunacaktır. Unutuş mesela. Hatırlayış değil. Hatırlamak her zaman sonradan gelir, gelene kadar boşluktur, Bernhard'ın deyişiyle açılan boşluk. Boşluk iyidir, dolmaya meyillidir. Öncesi ve sonrası berkitilir, üzeri kapanır. En iyisi budur, hatta tavan araları olduğu gibi yok edilmelidir. Tavan araları bilincin şekillendiriciliğini reddeder, olduğu gibi kalır. Kalmamalıdır bana göre, silinmelidir. Tavan aralarından doğan buruklukların, burukluklarda -belki- bulunan mutlulukların yerine yeninin, her zaman yeninin izi sürülmelidir.

Geride bir yığın, dönüp baktığımızca. Bakmadığımızca orada bir şey yok. Ölüm bir ayna değil, yeterli yakınlıkta varlık kendinden başka bir şeyi -yığını, arkayı, beriyi- görmez ve aynayı kırıp geçer. Yeniye.

Anlatıcı tavan arasında, aşağıda sevgilisi bekliyor. Her bir eşyanın izi sürülüyor, tabii fotoğrafların. İlk eş, ikinci eş... "Tanımlayamadığım, bir ad veremediğim duygular yüzünden ne kadar üzülmüştük." (s. 29) Hiç yoktan çıkan meseleler, geriye tozları bile kalmayan duygular, hepsi kayıp. Eski sevgilisi hariç, o hâlâ orada. Şiddetli bir kavgadan sonra tavan arasına çıkmış, anlatıcı da doğruca sokağa. Çok sonra karşılaşmışlar, gözlerdeki başkalık kalıcı bir acıya dönüşmüş.

Yıllar sonra karşılaştılar, eski sevgilinin elinde bir silah. Örümcek ağıyla kaplı. Unutuşla ölüm arasında hiçbir fark yok, burada olduğu gibi. Birbirlerini yaşattıkları da unutulmuş, hatırlanıyor. "Bu kadar yakınımda olduğunu bilmiyordum ama, sen bir yerde var olursan yaşayabilirim ancak demiştim. Nasıl olursan ol, var olduğunu bilmek bana yeter demiştim." (s. 31) Sadece bilmek, aşılabilecek mesafeyi öylece bırakmak. Herkes tarafından böyle bir mesafede tutulmak. Anlatıcı, eski sevgilisini yiyen böcekleri görünce sorar: "'Seni çok mu yalnız bıraktılar sevgilim?'" (s. 34) Hayır, sadece unuttunuz, o kadar.

Babama Mektup: Az önce İhsan Fazlıoğlu'nu dinliyordum, İslam medeniyetinde bilimsel çalışmaların teoloji ağırlıklı olduğunu, oysa fizik bilmeden metafiziğin anlaşılamayacağını söyledi. Hemen indirgiyorum; mektubun müellifi olan anlatıcı iki yıl önce ölen babasıyla tek yönlü bir iletişim kurarken babasına egodan, bilinçaltından, varoluştan dem vurur. Anlatıcının zamanında bunlar vardır, babasının zamanında yoktur. Doğu-Batı meselesi diyeceğim, yavan bir özet olacak. "Bana öyle geliyor ki sizin zamanınızda böyle şeyler icad edilmemişti. Sanki Osmanlıların böyle huyları yoktu gibi geliyor bana." (s. 181)

Babasına benzemek istemeyen bir oğul, kaderinde babasına dönüşmek olduğunu seziyor, görüyor da bunu. Şunu bir yerde duydum: "Lan oğlum, hiçbir zaman annen gibi biriyle evlenmeyeceğini söylerdin, gittin baban gibi biriyle evlendin." Baba değişmeyecek, oğul da değişmeyeceğini hissediyor. Başkaca da babanın huysuzlukları, hamlığı, yaşam karşısında bir taş gibi sabit, değişimsiz duruşu var, bir de mektubun sonunda temennilerini ileten, yaşlılığa ermiş bir oğul.

Demiryolu Hikâyecileri - Bir Rüya: Dağ başı kasabası, tren istasyonundaki kulübelerde yaşayan üç hikâye satıcısı. Kadın, Yahudi adam ve anlatıcı. Anlattığı şey son hikâyesi olabilir, yolcu trenleri ortadan kalktıktan sonra sadece yük trenleri geçecek -posta trenleri de olabilir- ve hikâyelerini okuyacak pek kimse kalmayacak. Bu sonuncuyu ulaştırmalı, bir yere. Kendi adresine belki. Okuruna. Çok bilinen bir cümleyle biter öykü: "Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?" (s. 196)

Üç hikâyeci, diğer ikisinde acaba kimlerin izleri var? Bilmek isterdim. Alegorik olarak okuyasım geliyor; istasyon şefini edebi iktidar olarak görsek vagonları kulübelerin önünde durdurmaması anlaşılabilir. Savaş yıllarında satışların iyi gitmemesi makul ama sık sık karartma yapılmasından savaşın yakında olduğunu sanıyorum, dağ başı kasabası olsa bile yolculuk eden pek çok insan olacağını sanırım, dolayısıyla savaşın hiç bitmediğini, hikâyelerin hiç okunmadığını yahut pek az okunduğunu düşünebilirim. Bedavaya dağıtılanları da elden düşme satılıyor, sanatçının açlığı artıyor. Okunma açlığı dahil.

İşler iyi giderse elmacıya, sucuk-ekmekçiye, ayrancıya hikâyeler okunuyor, işçilere. Ayrancı dinliyor bir tek ama satıcıların konu edindiği öykülerde hepsi uyuyor. İşçi sınıfının kendisini dinleyecek mecali yok, belki yükselişini getirecek başkasını da çok az dinliyor.

Yahudi hasta, ölecek. Anlatıcı âşık oluyor, hikâyeci kadına. Aşk hikâyeleri yazıyor ama ortamın kavga gürültüye boğulduğu, kimsenin birbiriyle anlaşamadığı zamanlarda cinsellik de tüketim nesnesi haline geliyor ve kadın gidiyor, derinliksizlikte boğulan ilişkinin sonu. Aklı karışır adamın sadece, aşktan geriye pek de bir şey kalmaz. Akış; hızlı olmasına rağmen biriktirmeyen. Birikmedikçe anlamlanmayan.

Tahta At ve Korkuyu Beklerken sonra, günaşırı eklerim.

17 Şubat 2018 Cumartesi

Latife Tekin - Gece Dersleri

Yalçın Küçük'ün yaylım ateşi ve iddiaları ağır, en çok Ahmet Altan'la Latife Tekin'i vuruyor. Latife Tekin kısmıyla ilgileniyorum. "Eylülist Yazar" diyor Küçük; 12 Eylül'le bir şey kaybetmeyen, baskıcı rejimde "dilediği gibi at koşturabilen" yazar. Latife Tekin, yazarlığı artistik yaratıcılıktan çok şematik yazarlığa indirgemiş ve tek derdi bir yayınevi bulmakmış, bunların dışında 12 Eylül sonrasında canı yanan gençlerin karşısındaymış, yazdığı şeyler psikiyatrinin "gerileme" adını verdiği kavramın karşılığı. 12 Eylül'ün korkusunu sürdürmeye çalışan metinler edebi terörü yaratıyor, Latife Tekin neden böyle şeyler yazıyor, bilmediğini söylüyor Küçük. Gece Dersleri bölümünde anlatıcının yazarlığına/söylemine yükleniyor ve Tekin'i hedef alıyor, doğrudan. Bir sürü şey. Sonrasında Alev Alatlı'nın Aydın Despotizmi kitabı geliyor, Küçük'ü bu görüşlerinden ötürü eleştiren. Bu bende vardı ama bulamadım, ne söylendiğini bilemiyorum.

Küçük'ün köpürdüğü şeylerden birine bakıyorum: Devrimci bir örgütün eleştirisi. Örgütle kısıtlamamak lazım, hiyerarşik bir yapının incelenmesi var burada. Halkı uyandırmaya çalışan bir kurumun parçasıdır anlatıcı, üst sınıfın hayaleti peşinden gelir ve elinden geleni yapmaya çalışır ama "sosyalizmi yüz boyasıyla eşleştiremeyen" kadınların karşısında küçülür, onlara seslenmek/onları bir anlamda yönetmek konusunda sıkıntılar yaşar çünkü yönetilmekle güdülmek arasında kalmış bir çocukluğu, genç kızlığı ve devrimciliği vardır. Kendini devrime kurban eder ama çok öncesinde kendini acılarına kurban etmiştir, bir ülkü uğruna her şeyini verebilecek veya unutabilecek durumda değildir. Parçalanma bu noktada başlar; "durmadan kendine yeni tarihler yapan, teninde, ruhunda, beyninde biriken sesleri ayırmak için en gerçek acılarını alet gibi kullanan bu militan" yaşamıyla örgüt arasında kurduğu bağların giderek zayıfladığını ve yok olduğunu gördükçe akışı tersine çevirir, düşüncelerin dili parçalamasına izin verir. Sentaks, imgelerin saldırısı altında kalır, ona göre biçimlenir: "Annemin hatırası cam, senden korkmayan kâfir!" (s. 79) Pek çok örneği var, biri yeterli.

Kendi uydurduğu laflardan çekinir olan, Sekreter Rüzgâr takma adlı, Mukoşka kardeşli, acılı anneli, annesinin aşkı ve kendisininki arasında ezilen, örgütün tornasına uymayan ama sosyalizm için, kardeşlik için bulaşık sırasında ellerini yıpratan, propaganda cümlelerini sözcükleri kararak üreten -bu yüzden azar yediği, uyarıldığı, aşağılandığı bilinmektedir, başkanın sözleri de çokça yer tutar- kadın, paramparça. Uyum kuramayacak kadar hasarlı birinin orada bulunma çabası aslında, toplumsal boyuttan ikili ilişkilere kadar indirgenebilecek bir olay. Karşıdakini ve kendini görmezden gelir insan, çabalar ve yıkımı kusursuzlaştırır, başarmak istediği şey -çok derinlerinde bir yerde başaramayacağını bildiği ama bunu görmezden geldiği şey- bin parça halinde ayaklarının dibine düşer. Her insanın başka bir sebebi var, anlatıcınınkini yaşam parçaları arasında bulabiliriz. Bütün problemleri bireyin ve organizasyonun doğasını karşılaştırarak irdelemek gerek. Örgütün ikili ilişkilere karşı çıkması, bir. Yiten aşkın acısı korkunç ölçülerde. Yapılması gereken işlerin getirdiği tepeden inmecilik, iki. Kişi olarak kendini var edememek ve iç sesi susturmak, üç. İç ses susturuldukça daha küçük parçalara ayrılıyor, o kadar küçülüyor ki sözcüklerin arasından fırlayan imgeleme dönüşüyor ve anlatıcının düşlerinden yaratılmış bir iletişim aracıyla karşı karşıya kalıyoruz, bu bize bitmek bilmez paragraflar, tek cümlelik sayfalar halinde ulaşıyor. Klasik anlatıyı gördüğümüz kısımlar uzuncadır, bir şey anlatılır. Birkaç sözcükle dolmaya çalışan sayfalarda daha çok zaman geçirmemiz gerekir, hissedip hissedemeyeceğimiz şüpheli bir duyguyu biçimlendirmek için tekrar okumak, düşünmek için.

Küçük'e katılmıyorum, insanın olduğu her yerde yaşanabilecek durumlar var sadece. Karikatürize bir olay yok, sol yapılanmanın -aslında hemen her yapılanmanın- aksak yanları var. Mülksüzler'le bağlantı kurabiliyorum; en özgürlükçü insanın bile taşıyabileceği iktidar hırsının, düştüğü ikilemin izleri oldukça özgün bir şekilde, sayısız kırık halinde. 

Parça parça gideceğim, fragmanlarla.

Gülten Akın'ın hapishane önlerinde, annelerle ve kendi anneliğiyle dolu şiirlerini hatırlamamak mümkün değil. Bir benzeri var; yüz civarında kadın, peynir ekmeklerini kemirerek ölüleri için eyleme giderler. Anlatıcı, eylem sırasındaki gözlemlerinden sonra kendisini o topluluğa ait hissetmez, "artık onları sevmediğini" anlar. İç saldırıya yol açacak görüntüler biriktirmiştir, "tehlikeli bir bilenme" der bunun için. "Sekreter Rüzgâr kalıbına sığamadın ve ruhun parçalanmaya başladı." (s. 136)

Anlatıcı değişir, diyaloglar halinde ilerleyen bölümlerde anlatıcıların konuştukları şeyler pürüzsüz sorgulardır; sadece kendileridir söz konusu olan. Geçmişe doğru çıkılan yolculukların şimdinin katılığı karşısında parçalandığını görürüz, geçmişin sürekli olarak yıkıldığını ve kayıp parçaların yerine konan imgelerin her şeyi bozduğunu, çarpıttığını görürüz, kayıp parçaların bir başka gerçeklik halinde belirip yokluklarında doldurulan yerlere baskı yaptıklarını görürüz ki "Düş'ün, gerçeğin yerine kaymasının bir iç çeşitlemesi," der anlatıcı, çokça çeşitlemeye dönüşmesi sonucu bir görev olarak yaşamayı görürüz. Başkaları uğruna, kendini silerek. Sloganları kendi kişiliğinden korumalıymış, başkan diyor. Ölülerle yaşamamalıymış, annesi diyor. Burjuvaziyle yatağa girmemeliymiş, bunu kendi diyor: "'Lanetlenmiş bir suçluyla yatağa girmek... Aklıma lacivert ipek çarşafları getirdi.. O hep düşlediğim.. Ürperdim ve irkildim.. O sandı ki, 'Ah, hayatım, hiç benim olmadın!' diyen sesim, hayatımı ondan istiyor. Yakamı, ellerimi, ayaklarımı bin yıl önce değil, on yıl önce kaybettiğimi söylüyorum ben.. Vallahi kız kardeşim, lacivert, ılık ve yumuşak hışırtılarla savrulan saçlarımı öyle çok özledim ki, eğer şu bedenimin kırık dökük parçalarını yitirmeseydim, umurumda bile olmazdı yatağa kiminle girdiğim.. Üzüldüm, o şehvet yüklü aşkın bana müjdelenişine sevinemedim diye.. Bayılmaktan yorgun düşmüş, titreşimlerinden dehşetle ürken, sahibini tanımayan tenim, ne yazık ki hazır değil iktidarın cinsel ortaklığına.." (s. 179) İki insanın bir araya gelmesini engelleyen düşünceler, dünyanın en büyük zorbalığına alet olur. "İktidarın cinsel ortaklığı", insanı ortadan kaldıran bir fikir, üreticisi kendini cinsellikten soyutladığı için yok ediyor. Pek çok yok edişten biri.

Anlatıcının çocukluğu ve gençliği, ev manzaraları ayrı bir şekilde incelenmeli. Kırılışın başladığı nokta gerilerde, o kadar geride ve ağır ki anın akışına hemen uyum sağlayabiliyor, iyi işgalci. Son derece iyi hatırlansa da anı üretiminin güdük kaldığı bir yerde travma izinden başka bulunacak bir şey yok. "Mukoşka, bana olan şey, o acınası günlerin, çaresizliğin, duygululuğun, durgunluğun, taşkınlığın beni yeniden görmesi gibi bir şey.. Beni gelip aynı zalim böceklerin ezmesi gibi.." (s. 180) "Uzun bir şiirin kısa romanı" biter, yıllar sonra ortaya çıkan defterde bir değişiklik aranır ama her şey olduğu gibidir, geçen onca yılda korkunun sadece adı değişmiştir, acının da. Kâğıt, acıya bir mekân sağlamaktan başka hiçbir şey yapmaz. Sağaltıcı değildir.

Zor metin. Anlatım tekniğini falan geçtim, Tekin'in buruklarından yakamı sıyıramadım sanırım.

13 Şubat 2018 Salı

Guy de Maupassant - Horla ve Diğer Fantastik Hikâyeler

Bu çok ilginç bir kitap işte. Korku ve fantezi edebiyatında yeri Poe'nun öykülerinin bir kulaç ardındadır -birkaç öyküde Poe'nun adı geçer, büyük yazara selam edilir- ve taşıdığı korkunun niteliği bir sonraki yüzyılın bütün bir kuşağını etkilemiş gibi geliyor bana, özellikle Lovecraft'ı. Öyküler içinde göstereceğim, öncesinde Maupassant'ın deliliğini anlatmam gerek.

Yaşamının son yıllarında delirmişçesine yazar Maupassant, sanki ruh sağlığının kötüye gidişini durdurmak ister ama başaramaz, intihar girişiminden sonra akıl hastanesine kapatılır ve kırk üç yaşında ölür. Yaşamının son on üç yılında üç yüz öykü yazmış, kronolojik sıralamaya bakmadım ama bu kitaptaki öyküler son zamanlarına ait, sanırım. Aklı kaçırmaya beş kala, hiçbir şeyin hiçbir anlamının olmadığını bas bas bağırmanın açtığı yol Ionesco'ya çıkmış olabilir. Neyse, öyküleri çeşitli izlekler halinde gruplandırmak mümkün; bir kere "öteki korkusu" başa yazılmalı, sonrasında bilinmeyenin korkusu geliyor ama öykülere bırakıyorum yine. Ha, sonraki kuşağı etkileyen bir diğer olay da fantastik mevzuları aktaran bir karakter olması, gerçekliği kurmak için. Chesterton'dan Bloch'a ve dahi King'e uzanan bir gelenek, iyi taktik. Hemen her paranormallik ya anlatıcının başından geçer ya da anlatıcı tarafından dinlenir. Birincisi olursa anlatıcının yeminleri, verdiği detaylar fantastiğin aslında son derece doğal bir şey olduğu fikrini doğurur. Hikâyeleştirilen öcü, zararsız öcüdür. Kendisinden değil, zarar vereceği insanın korkusundan ötürü korkmaya başlarız, bütünleşme tamamlanır. İkincisi bu tür anlatının bir alt katmanını oluşturur; anlatının içindeki anlatıya gireriz ve korku tekrarlanır. Bir dost, bir arkadaş, başından garip şeyler geçmiş insanlar anlatılan hikâyeyle tanıdıklarımıza dönüşür, bildiğimiz bir insanın korkusuyla yüzleşiriz. İki tür de iyidir, gerçi Korkunç Adam, Kesik El gibi mevzular klasikleşmiştir, bilinmeyen öğeleri ortadan kaldırır ve yaşanan duygunun etkisini azaltır ama gizem öğesi belirir bu kez, sonu merak ederiz.

Kesik El: Demiştim. Bir büyücünün elidir bu, Cadı Avı sırasında edinilmiştir ve kapı tokmağı olarak kullanılır. Kullananın boynunu kırar. Elin sahibinin mezarı açılır, görülür ki el yerinde yoktur. Falan.

Suyun Üstünde: Seine üzerinde geçer, zaten çoğu öyküde Seine belirir, mekanı oluşturur. Neyse, Maupassant, Victor Hugo'dan alıntılarla suyu şiir alemine taşır ve her türlü imgeye açık hale gelir, buna korku dahil. Anlatıcımız korkuya son derece açıktır, kayığı bir şeye takıldığı zaman delirircesine korkar. Etrafta kimse yoktur, sesi kıyıda kaybolur. "Aptalca ve nedensiz korku", kapıldığı şey bu, paranoyaklığından iç sesinin cesaret verici sözlerini duyamaz, etrafı saran sisin yarattığı ışık oyunlarıyla başka bir aleme gittiğini sanıp yorgunluktan uyuyakalır. Uyandığında yine bağırır, balıkçılar kayığını kıyıya çeker ve kayığa takılan şeyin boynuna kocaman bir taş bağlanmış olan yaşlı bir kadın cesedi olduğu anlaşılır. Korkunun doğum anı ve süreğenliği müthiş, sıkı bir öykü.

Manyetizma: Doğaüstünün doğası üzerine bir öykü. Bir zamanların meşhur spiritüel meclislerinin tipik bir örneği vardır burada, bir de şüpheci bir adam. Poe'nun masalcılığının pek çok insanı etkilediğini söyler bu arkadaş, her şeyin makul bir açıklaması olduğunu düşünür. "Diğer insanlar işe inanmakla başlıyor, bense şüphe etmekle." (s. 26) Başından geçen bir olayı anlatır ve tesadüfün, bilinçaltının doğaüstüyle komşu olduğunu söyler. Takip ediliyorsanız paranoyak olup olmamanın bir anlamı yoktur ama paranoyaksanız her zaman takip edileceksiniz demektir. Bu biraz alakasız oldu gerçi. Durduk yere paranormal olmayalım. Bu tamam sanırım.

Deli Mi?: Aşık ve kıskanç diyelim. Sevdiğini ölümüne kıskanan bir adam, kadının çok sevdiği atın kafasına sıkar en sonunda. Bunda da kafayı çizme süreci iyiydi, yavaş yavaş delirdi adam ve attan başka kimse fark etmedi.

Bir Ölünün Başucunda: Schopenhauer var bu kez, adamın felsefesinin yarattığı korku yüzünden kafayı yemek üzere olan iki arkadaşın hikâyesi. Filozof ölür, yüz hatlarının yavaş yavaş değiştiğini düşünür iki arkadaş. Cesetten çürümenin kokusu yayılmaktadır ama bir yandan canlı gibidir adam, ağzından bir şey fırlar ve bizimkiler korkudan kafayı yerler ama sonradan anlaşılır ki çürümenin etkisiyle serbest kalan takma dişlerdir düşen. Yine mantıklı bir sonuç, korkunun her şeyle kolayca ilişki kurabilmesi.

Bir dünya öykü var ama ben daha özel olanları alıp bırakacağım.

O Mu?: Bir evlilik hikâyesi olarak başlıyor. Evlenmenin saçmalık olduğunu düşünen bir adam, arkadaşına evlenmemek için milyon tane sebep olduğunu anlatır. Her zaman diğer kadınları sevecektir, evleneceği kadın çirkindir. Falan filan. Evlenecektir çünkü yalnız kalmak istememektedir. Hikâye bir anda yön değiştirir ve adamımızın bir varlıkla karşılaşmasını ve adam yalnız kaldığı zaman o varlığın nefesini duyduğunu öğreniriz. Bazen görünür de, anlık. Sadece akılda, düşüncelerde yaşar. Adam bilir ki arkasına döndüğü zaman hiçbir şey yoktur, dönmediğinde vardır. Algılarımızın yetmezliğinden kaynaklanan bir korku bu; kapıya bakmadığımız zaman eşikte biri dikilir, baktığımızda kimse yoktur. İnsanın en eski korkusudur belki, çocuklukta oluşur ve yaşam boyunca sürer.

Yalnızlık: Cthulhu Mitosu burada ortaya çıkıyor, daha doğrusu Lovecraft'i etkileyen sonsuz karanlık. Bu öyküde kozmik boşluğun doğurduğu varlıklar ve onları algılayamayan insan yan yana getiriliyor. Mitosun öykülerinde bu varlıklar bolca bulunur, tanrılardan peltelere pek çoğu dehşet öğesi olarak belirir. Anlatıcı bu dehşeti yalnızlığa bağlar, kadınların yokluğu ve aklın da yokluğu -delirme endişesi, izlek- büyük bir sıkıntıya yol açar. Kadınsızlığın sıkıntıları Yüce Eskiler'e esin kaynağı olmuş olabilir mi? Belki.

Korku nam öykü için bir fotoğraf şart.


Turgenyev kısmı ayrı güzel ve Lovecraft mevzusunun açıklayıcısı durumunda. "İnsanlığın en eski ve en güçlü duygusu korkudur. En eski ve en güçlü olan korku ise bilinmeyenin korkusudur." Lovecraft'in sözü bu. Baudelaire'le Poe'yu, Maupassant'la Turgenyev'i ve daha pek çok sanatçıyı doğuran bir uygarlık hali var o zamanlar, bilinmezin yayıldığı bir uzam. Yabancılaşmadan savaşlara kadar pek çok mengeneye sıkışan insanın kurtuluş yolu sanattan, yeni bir sanattan geçmiş ve benzer noktalara ulaşmışlar. "Dünya bana terk edilmiş, boş ve çıplak görünüyor artık. Ona şiir katan inançlar yok oldu." (s. 145) Devamında doğaüstü bir dehşet ve onu dehşet olarak algılatan yanılgı incelenir ve bütün bunlar bir yolculuk sırasında anlatılan hikâyeler olduğu için yol sürüp gider, delirmek üzere olan insanlara gelir sıra. Salgın vardır, Doğu'dan gelen Kolera olduğu söylenir. Kolera meydanlarda, sokaklarda ve odalarda kol gezer, Kızıl Ölümün Maskesi'nde olduğu gibi.

Horla'yı da anlatıp bitireyim, Maupassant'ın deliliğinin ve dahiliğinin zirvesi. Aynı isme sahip iki farklı öykü var, Maupassant aynı kurguyla iki farklı versiyon yazmış.

Life'taki yaşam formunu düşünün, dünyaya iniyor ve dehşet saçmaya başlıyor. Anlatıcı, adının Horla olduğunu öğrendiği varlıkla yaşadığı gerilimi anlatıyor ve onun uzayın derinliklerinden geldiğini iddia ediyor. Horla dünyayı ele geçirecek ve insanları koyun gibi güdecek, yaşamlarını çalacak, lime lime edecek, iki seksen uzatacak. Lovecraft'in yarattıklarına benzeyen ilk tanrı bu, uğurlu olsun. İnsanoğlunun kozmik zamanda minicik bir tane olması ve uğrayacağı yıkım da King'in Diriliş'ine kadar yol yapmıştır, aynı konu Cthulhu Mitosu Öyküleri'nde görülebilir, dedim ve elimdeki kaynaklardan araştırdım, Lovecraft zaten Maupassant'a saygı duruşunda bulunmuş.


Bahsettiği diğer öykülerden çoğu kitapta var, ilgililer konuya hemen el atmalı. İthaki de basmış yakın zamanda, o baskıyı bilemiyorum. Oğlak'tan okudum ben.

Korkunun kilometre taşlarından biri, türe ilgi duyanlar mutlaka okumalı.

12 Şubat 2018 Pazartesi

Onur Çalı - Geçen Sene Doğanlar

Dün okudum sanırım, röportajında, "Uzun uzun anlatmak yasak!" diyor, öykünün özgün bir dünyanın yansısındaki gerilim olduğunu söylüyor, iyi söylüyor Onur Çalı. Kitaplarını uzun arayışlarım sonucunda yığından çekip çıkardım, okudum. Nakavt eyleyici öyküler. Okura seslenilen birkaç yer, Ömür ve Ozan -bir iki öyküde karşımıza dikilenler- gibiler, gerginliği bozmayacak ölçüde mizah, birkaç şey daha, bir araya geldiklerinde sesini karara oturtan Çalı. Okunmuş şiirlerden gelen imgelerle çatılan anlık öyküler de var sanırım, Cohen iyi şiirin başka bir şiir yoluyla cevap beklediğini söyler, bunu öyküyle yapıyor Çalı, zaten "öykünün kendini aşması" noktasında şiirin diplerde bir yerlerde gezinen ve sadece sezilebilen tepiğinden bahsediyor bence. Sıkı tepik. Anlatı yoluyla sezgiden algıya geçen, bir de benzeri yaratılsın diye durmadan dürten.

Elma Blues: Üç bölümden oluşuyor. İlkinde, kötülüğü görebilen Ozan, arkadaşı Ömer'e masadaki elmayı keserek kurtları gösterir, sessiz bir anlaşmaya yol açar. Görebiliyordur ama neyi, kurt kötü müdür? Kurtların kötülüğü insanın kalıtımsal refleksinden ötürü. Son bölümde kurtların toprağa dönmesi, insandan çok daha engin bir deniz olan doğanın zenginliğinden ötürü. Arada da Saramago'lu bir yerel-beynelmilel muhabbet vardır, keyiflidir. Ozan'ın pesimistliği José'ninkiyle çekişir gibidir, hangisi kazandı bilinmez ama kurtlar geldiği yere döndüğüne göre José'nin sıkıntısı kazanmıştır sanırım, sıkıntı olmadan kimse o kadar tepetaklak edemez dünyayı.

Dilemma: Hayatın ölümcül bir hastalık olduğunu söyleyen şahıs her kimse.

Zehirli lokmayı yemeden hayatı sürdürmek yok, kadının adama söylediği dilemma bu. Adamın söylediği, kadının ne kadar güzel olduğu. Oyuncul. Adam kapalı ve havasız mekanda bir diğeri, kadın lokmayı yemeli veya adama yedirmeli. Adama yedirecek muhtemelen. Adam yese? Adamlar yiyor arkadaşlar, bütün sistemin kadına dönüştüğü ve adamın kurtulamadığı. Adam ebleh. Kadın aynı.

Keyifli Hayat Kahvaltısı: Twitter, Facebook, poser kadınlar. Yanlarına gelip mutlu mutlu sıçan köpeğin boku güzel bir nokta. Öyküye.

Bisura: Orkun Kale doktora gitti. Diplomalara, yağmura, ölü balık gözleriyle. Kum döktüğü, taş dökeceği, toprağa dönüşeceği söylendi, sıvı tüketmesi de.

Orkun Kale bisura içti, köpükle alıp suyla verdi.

Orkun Kale'nin cenazesinden sonra bisura içmeye gidildi ve aklıma şu güzel son geldi:


Bir de gömülmeme muhabbeti var, Ömür söz vermiş ama Orkun'un ailesinden izin çıkmamış. Aklıma Volkan geldi. Volkan benim liseden 16 yıllık dostumdur, şu aralar Houston'da mağaza üstüne mağaza açmakla meşgul. Öldüğümde cesedimin yakılması için -organlar yeni sahiplerine gittikten sonra- elinden geleni yapacağına dair söz vermişti. Umarım tutar. Ailemle konuşmalıyım. Yasal olarak sakat iş gerçi, kimsenin başı belaya girsin istemem. Yanmayı isterim de. Ne yapacağımı bilemiyorum. Hayat çok zor.

DBGK (Eve Dönerken 2): Dış dünya yaratılır, Dip Boyası Gelen Kadın saçlarını boyatmıştır. İç dünyada kadının içindeyizdir, düşüncelerini duyarız. Orta Dünya'da Tolkien'ın saç boyatma icazetini görürüz. Mizahtan kastım buydu, güzel bir buluş.

Çakıltaşının Ömrü: Halim Yazıcı'nın iki dizesinden mülhem. Taşın anlattığı. Başlangıcı yok, sonu belirsiz, Nuh'tan şimdiye bir sabitlik.

Anlatıya daha yatkın olan birkaçını, şiire yakın olanlarından da eser miktarını bıraktım. Onlar da iyi öyküler.

Onur Çalı'yı beğenirsiniz. Okur musunuz?

11 Şubat 2018 Pazar

Edith Grossman - Çeviri Neden Önemlidir?

Edith Grossman akademisyen, bütün zamanını çeviriye ayırmak isteyince verdiği dersleri en aza indiriyor ve 1972'den itibaren Márquez ve Llosa başta olmak üzere pek çok yazarı İngilizceye kazandırıyor. 2003'te Don Quijote çevirisiyle zirveye ulaşıyor ki bu çevirinin sürecini son bölümde etraflıca anlatmış, çevirmenin dünyasına göz atma şansımız oluyor böylece. Diğer bölümlerde çevirinin neden önemli olduğunu ve yazar-çevirmen-okur üçgeninin birbirini var etme sebeplerini irdeliyor.

Çevirmen Ayşe Ece'yi arkadaşlarımdan da dinledim, işin öznel boyutunu bir yana bırakarak iyi bir hoca ve derya deniz olduğunu söyleyebilirim. Çevirilerine denk geldim, orijinal metinle kıyaslamadan konuşunca çok havada kalacak -ki o zaman bile ukalalık olabilir, belki de olmaz- ama Grossman'ın da bahsettiği şey; dillerde karşılığı olan imgelerin ve duyarlılıkların aktarımı konusunda çok iyi, sezgisel olarak fark edebildiğimce anlıyorum bunu, yeniden biçimlendirilen metin bir tutarlılık olayı ve Ece, çevirdiği yazarın kurduğu dünyayı dağılmadan, incelikleriyle aktarıyor. Anladığım kadarıyla ki anladığım da pek söylenemez, dediğim gibi. Neyse, Ayşe Ece kendisinin ABD versiyonunu yine kaliteli bir biçimde çevirmiş -yine havada, yetkinliği olan kıyaslasın- ki çevirinin öneminden bahsedilen bir metnin çevirisinde daha da önemli bir şey. Önsözde Grossman'dan kısaca bahsediyor Ece, Yale'da yapılan üç konuşmanın metinlerinde yer alan konuları kısaca özetliyor ve edebiyatla biraz olsun haşır neşir olanlar için bu metinlerin önemini belirtiyor, sonra dans, renk.

Grossman kendi önsözünde, giderek küçülse de iletişim araçlarının yan etkisiyle ayrışan, yalnızlaşan dünyayı bir arada tutmanın temel etkeni olarak çeviriden bahsediyor. "Çeviri daha önce varlığından haberdar olmadığımız bir şeyi tanımamıza yardımcı olur, tanıdığımız bir şeyi ise farklı bir açıdan görmemizi ve ona farklı bir değer yüklememizi sağlar." (s. 10) Tanımak, bunu merkeze almalıyız. Çeviri, bilinmeyen dünyaları masallar aleminden çıkarıp önümüze seren en önemli etken. Ahvlediani'nin Sivrisinek Şehirde'si olmasaydı veya Kosztolányi'nin Gecekuşu Cornelius'u, Hrabal olmasaydı dünya biraz daha yalnız olacaktı ki tanışmamızı sağlayan şey çeviri, çevirinin getirdiği zenginlikten faydalanma çabası. Grossman değiniyor, benim de çok uzun bir zamandır aklımı kurcalıyor ve huzursuz ediyor; bütün iyi eserleri okumak için zamanımız yok. İş güç derken çeviri eserleri geçtim, anadilde yazılan eserlerin bile önemli bir kısmını kaçırıyoruz, kim bilir nelerden mahrum kalıyoruz. Yüz Kitap'ın çevirdiklerini gördükçe mesela, dehşete düşüyorum, onlar olmasaydı Yates'i bilemeyebilirdik. Başka, Wolfe'un bir tanecik çevirisi yapılmış, ellili yıllarda. Korkunç, söz gelişi modern Japon edebiyatı hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmiyoruz. Beş çevirmen ya var ya yok, onlar da klasikleri ve temel metinleri çevirmişler, o kadar. Kendilerinin de takip edebildiklerinden şüpheliyim, ciddi bir mesai harcanması lazım ama gündeliğin akışında zor, çok zor. Bu açıdan sosyal medyada çevirmenleri takip ediyorum daha çok, çevrilmemiş olsa da önerdikleri metinleri bir kenara yazıyorum. Çevirmenliğin her türlü zorluğuna rağmen ite kaka da olsa sürdürülmesini anlayabiliyorum sanırım; herkesin bilmesini istediğimiz güzellikler var ve paylaşılmalılar. Kendi adıma Jackson C. Frank'in biyografisini sırf keyfimden çevirebilmek için birkaç akademik kaynak alıp çalıştığımı söyleyebilirim, muhtemelen bu yaz cahil cesaretimle girişeceğim bu işe çünkü Jackson C. Frank çok, çok saygıdeğer ve sevilesi bir abimiz.

Giriş: Çeviri Neden Önemlidir? adlı bölümde Grossman kendi çeviri serüvenini anlatmadan önce kendisinden bahsediyor; eğitim hayatı, çeviriye bulaşması ve 1990'dan itibaren sadece çeviri yapmak için ders vermeyi bırakması, misafir öğretim üyesi olarak öğrencilerle iletişimini kesmemesi, böyle şeyler. Yaptıklarını söylemleriyle denkleyebiliriz; ABD'de basılan kitapların sadece %3'ünün çeviri olduğunu söylüyor mesela, bunun sonucu olarak dünya hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmeyen insanlar türüyor ki okuyan kesim bu, okumayanın hali daha beter. Çeviri, başkayı bilmek, empati kurabilmek için şart diyor Grossman. Bunu Vassaf da başka bir bağlamda söylüyordu, insanların tepesine bomba atmadan önce onları tanırsak davranışlarımız değişir. Bunun için iletişim şart, yani çeviri şart. Çeviri dolaylı da olsa bir diyalog başlatır ve diyaloji iyidir, ötekini öteki olmaktan çıkarır. Söylem bu, davranışı da ders vermeye, etkileşimde bulunmaya devam etmesi. Yazarın sesi/çevirmenin sesi konusunda parlak bir öğrencisinin söyledikleriyle birlikte konuyu üzerinde düşünmeye değer bulması bir kazanç, çeviri ders verme boyutunda gayet iyi bir şekilde çalışabiliyor, sayfa üzerinde olduğu gibi.

Neyse, edebiyat çevirisinin mümkün olup olmadığı konusunda Grossman umutlu, bunun mümkün bir şey olduğunu söylüyor. Şiir için de. İki dilin olanakları ve çevirmenin yeteneği ölçüsünde başarılabilir bir şey. Şeyleri şiirden görmek, çevirmende olması gereken bu. Dünya zenginliği ne kadarsa işin çeviriden çıkıp akışa dönmesi de öyle. Don Quijote serüveninde Grossman benzer bir şey yaşamış, bir türlü başlayamadığı çeviriye Cervantes'in sözleriyle kendi sözlerini eş zamanlı olarak dinlemeyi başardığı an başlamış. İki kaynak tek bir doğrultuya dökülüyor. Mümkün, olması gereken. Sözcüğü sözcüğüne çevirmek bir katliam olduğu için en iyisi bu. Dolayısıyla metnin tekrar yazımı gibi bir durum var, tözü farklı sözcüklerle biçimlendirmek aslında. "Çevirmenler bu yazma eylemi sırasında ikinci dilin okurlarının -kuşkusuz çeviri metnin okurlarından söz ediyorum- çeviri metni okurken duygusal ve sanatsal açıdan bu metnin ilk okurlarının estetik deneyimlerine benzer olan ya da onunla örtüşen bir deneyim yaşamalarını umut ederler." (s. 16) Bu açıdan özgün metinle çeviri metin arasında pek bir fark olmadığını söyleyen William Carlos Williams'a katılırız. Amaç, bir dildeki -varsa- sapkın kullanımları, tuhaflıkları ve yürüyüşü başka bir dilde canlandırabilmek. Başarılı çeviriler bunu sağlar ve dünyanın kaostan düzene oturmasına yardımcı olur, sözcüklerin de. Çok güzel bir örnek veriyor Grossman; Faulkner'ın Cervantes'in biçemini taşıması, Márquez gibi pek çok yazarın o sıralarda İspanyolcaya çevrilen Faulkner'dan -"İngilizce yazan en ünlü Latin Amerikalı yazarın Faulkner olduğu" söylenmiş zamanında, güzel espri- etkilenip sanata yeni basamaklar eklemeleri çevirinin önemini gösteriyor. Sonra ne oluyor, Latin Amerikalı yazarlardan etkilenen Salman Rushdie, Toni Morrison, Don DeLillo çıkıyor ortaya. Diller arasında kısa paslaşmalar.

Yayıncılık dünyasını gömüyor biraz Grossman, karşılaştığı zorluklar kültürel paylaşımların azaltılmasıyla ilgili. Yayınevleri çeviri metin basmakta isteksiz, İngiltere ve ABD arasındaki ilişkide bile dil zorbalığı üst düzeyde. Bu da dünyanın geri kalanından kopmuş, yalnız bir ABD'ye yol açıyor ve zorbalık bütün dünyaya uygulanıyor bu kez. İkinci mevzu, eleştirmenlerin çevirmenleri görmezden gelmesi veya pek umursamaması. Başarılı bir çeviri denen çeviriye neden başarılı dendiğini bilmiyor Grossman, bu söylemin arkasında orijinal metinle çevirisinin karşılaştırması var mı yoksa üfürülmüş bir söz mü bu? James Wood -Kurmaca Nasıl İşler?'in yazarı- ve birkaç kişi dışında bu karşılaştırmayı yapacak yetkin eleştirmen olmadığı söyleniyor, oysa mühim bir konu.

Çevirinin ruhu derinlikli okur için burada.

10 Şubat 2018 Cumartesi

Gündüz Vassaf - Tarihi Yargılıyorum

Tarih yazıcılarını yargılıyor aslında Vassaf, tarih yazıcılarının arkasındaki gücü, resmi tarihi, tarihin resmiliğini ve iktidarın gerçeği kurmasını. Herkesçe bilinir ki tarih yazılan bir şeydir, insan ürünüdür. Kurmacadan hallicedir hatta yazılı olmayan hali halk hikâyesi kıvamına gelebilir, öznelliğimiz tarihi pek güzel biçimler, seçtiğimiz sözcükler gerçeğin sadece bir yüzünü oluşturacağından tarih imkansızdır diyorum ve artırıyorum; tarihin yanında kişi de imkansızdır. Müstakil kişi mümkün değildir. Ki tarih de öyle olsun. Bu görüşü kıranlar yok değildir, onlar bir başlarına dururlar, yığının ötesinde. Gandhi mesela. Dahil olduğu topluluğun mitlerinden çekip çıkardığı direnişiyle kişi olma onuruna erişmiştir, fikirleri çok yaşasın. Biz yok olması gereken fikirlerin izini süreceğiz, Vassaf kozmik zamanda minicik bir yer kaplayan bir canlı formunun nasıl yıktığını ve çarpık bir şekilde yeniden oluşturduğunu o akar üslubuyla anlatıyor.

Tarih ve Totalitarizm ilk bölüm. Totaliter birimlerin tarihi şekillendirmesinin farklı yüzleri ve şekillendirme süreci ana konu. Geleceğin tarihçilerinin bugünü nasıl yazacağını merak ederek başlıyor Vassaf, sonra tarihe geçme arzusuna geliyor. Tarihe geçmenin pek çok yolu vardır, bilirsiniz. Üşengeçlikten adını bulmayacağım bir arkadaş, Antik Yunan zamanlarında sanırım, Roma İmparatorluğu zamanı da olabilir, dünya mirası eserleri yakarak tarihe geçiyordu. Eylem, iyi veya kötü. Çocuk yapabilirsiniz, cennete gidersiniz, eser verirsiniz ya da sadece yaşarsınız, yaşamaya dair saf bilincin ölmeyeceği düşünülür ve rahatlanır. Rahatlayın, öyle veya böyle ölmeyeceksiniz. Öldükten sonra ne/bir önemi varsa. İyi hatırlanmak, temayül bu yönde. Güç eldeyse tarih de eldedir, iyileştirilebilir. Amerikan Devrimi'ni düşünelim, ağır vergiler ve parlamentoda temsil edilmeme gibi hadiselerden bahsedilir ama Vassaf'ın da değindiği gibi, olay o kadar da ağır olmayan vergileri ödemek istemeyen kaçakçı tüccarların halkı fişteklemesiyle patlak vermiştir. Bu mevzu Linklater'ın Dazed and Confused'unda birkaç saniyeliğine geçiyordu, oradan merak edip araştırmıştım. Dünyanın farklı yerlerinden gelen insanları bir arada tutmak ve Amerikalılaştırmak için resmi tarih kendi söylemini uydurmuştur ve onurlu bir bağımsızlık mücadelesine bağlamıştır olayı. Bu bir örnek, en bilineni sanırım Goebbels'in muhteşem stratejileriyle bir ulusu kana susatması olsa gerek. Her ülkenin böyle işlere ihtiyacı var, heykelleştirme diyebiliriz, her ülkeye heykel lazım, bu heykel iki yönlü çalışır; kahramanlara duyulan ihtiyacı yeniler ve iktidarın yönetim araçlarından biri haline gelir, diğeri de güdülecek olan toplulukları bir arada, bir fikir etrafında toplar. Bizden Şevket Süreyya Aydemir ve Falih Rıfkı Atay'ı methiye düzücüsü olarak görür Vassaf, kanımca haklıdır ama bu insanlara çağının tanıkları olarak bakmak lazım, bilim adamları olarak değil. Zaten Vassaf da söyler, resmi tarihin örttüğü perde çok kalındır ve gizlediği insanlar öldükten sonra, toplum gerçeklerden olumsuz bir şekilde etkilenmeyecek hale geldiği zaman perde kaldırılır. Yeni yeni gerçekleşen bir şey ki bazı devlet sırlarının yüz yıllık falan bir süreleri oluyor, yüz yıl sonra her şey açığa çıkıyor mesela. Gücü yitirmemek için makul, insanlık için rezil bir olay.

Roma'nın Etrüskleri tarihten silmesi, Latin Amerika'nın keşfi(?) sonucu öldürülen yerliler, ABD'nin yediği naneler, Ermeni tehciri ve sonuçları, dünyanın her yerinden yok etmenin örnekleri var. Yakılan resmi belgeler, öldürülen tanıklar, bir de uydurulmaya çalışılan tarihler. Bu da bir yok ediş biçimi, bizdeki Güneş Dil Teorisi mesela. Halil İnalcık'tan alıntı yapıyor Vassaf, İnalcık bu teorinin geliştirilme sürecine şahit olunca o coşkulu havadan etkilendiğini ama kendisini hemen kurtardığını söylemiş. "Hangi ülkenin geçmişine baksanız kocaman yalanlar yaratmışlar, işlerine gelmeyen şeylerden söz etmemeyi, onları sessizliğe gömmeyi tercih etmişler." (s. 27) Nürnberg Mahkemeleri, İsrail'in üfürükten tarihi, Mao'nun milyonları ölümle sınaması, Sovyet bozgunu, yüzyıllar boyunca aynı şey.

Tarihin ne işe yaradığını sorgular Vassaf, sildiğimiz tarihin ne işe yarayacağını E. H. Carr sormuş. Bayağı bir işe yarar aslında. Gündeliğin tarihi tutulmazsa teknolojinin ortadan kaldırmaya yaklaştığı geleneksel tarımcılığa bir gün tekrar ihtiyaç duyulması halinde ayvayı yiyeceğimiz söyleniyor, mantıklı. Geçmişi unutacağız, kurak bir şimdiye kalacağız ve geleceği inşa edecek araçlarımız eksilmiş olacağından eksik kalacağız. Üç boyutta eksilmek, Vassaf insandan umudunu kesmemiş olsa da şimdiye kadar umut verici gelişmeleri çok az görebildi dünya.

Bir iki katakulli var, mesela zeplin filosuna sahip olduğu düşünülen SSCB'nin ABD'ye ter döktürmesi. Tırt çıkıyor SSCB, üç beş zeplin yapmış ama dünyanın geri kalanını iyi bir terletmiş. İkinci katakulli ister istemez ekonomiye bağlanıyor. Şirketlerin topladığı bilgilerin derlenmesinden ibaretmişiz gibi değerlendiriliyoruz, izleniyoruz ve yönlendiriliyoruz. Tüketici olarak müthiş bir sömürünün parçalarıyız, çarpıtılmışız ve istiyoruz, alıyoruz. Bu da tarihi biçimlendirmek demek, en korkunç biçimde. Bir örneği Marie Antoniette olayında görülebilir. İngiliz dolandırıcılar kraldan para tırtıklamak için kraliçenin ekmek-pasta sözünü uydurmuşlar ve basıp halka dağıttıkları kağıtlara yazmışlar bunu. Sonrasını biliyoruz. Yönlendirilmek çok kolay, bizde utanç duyulası 6-7 Eylül Olayları var, Kristalnacht var, var da var.

İkinci bölüm, Tarihi Yargılıyorum. Her yerde savaş olduğundan, savaşın her yerde konuşulduğundan ve savaşmak için her zaman birilerinin olduğundan bahsediyor Vassaf. Savaş Sanatı, Savaş Sanatı Tarihi, savaşla ilgili bir sürü metin yazılmış ve savaş yüceltile yüceltile bir hâl olmuş. İnsanlar bir şeyler uğruna savaşmak, yeri gelince ölmek istiyor. Patolojik bir vaka aslında, küresel. Erkekliği kanıtlamanın bir yolu savaşmak, vicdani retçiler vatan haini, savaş olmasın diyenler de öyle, erkek bile değiller. Bilimkurgularda geleceğin savaşları, üstünlük kurma çabaları büyük bir yer kaplıyor, iyi ki Le Guin gibi yazarlar var da az da olsa denge sağlanıyor. Barışın üzerinde durul(a)maması anlaşılabilir; medeniyetimiz savaşlar, soykırımlar ve aşağılamalar üzerine kurulmuş durumda ama insanlar bunu istemiyor aslında, yani maymunların davranışlarına kadar iniyor Vassaf ve bir iki tür dışında savaşın ne olduğunu bilen hayvan pek yok. Neden savaşıyoruz o zaman? Ölmeye değer bir şeyler bulma güdüsünün kaynağını incelemek gerekiyor. Dinler geçici, binlerce yıl boyunca inanılan tanrılar artık yok. Ülkeler değişiyor, parçalanıyor, hiçbir şey aynı kalmıyor, savaş da biçim değiştirip yoluna devam ediyor. Vassaf, savaşın çok kötü bir şey olduğunun tamamen anlaşılacağından umutlu, zamanın birinde. Umarım.

Cehenneme Övgü hâlâ en iyi Vassaf metni benim için ama bu da oldukça iyi, sıkı bir serbest düşünürden sıkı bir metin.

8 Şubat 2018 Perşembe

Carson McCullers - Küskün Kahvenin Türküsü

Çok yerde denk geldim, sonuncusu Pennac'ın Roman Gibi'sindeydi. Kurulun önünde tezini savunacak olan bir kız heyecandan titrer, onca bilginin altında ezilmiştir ve hepsini hatırlayıp anlatmak zorundadır. Bir muziplik, hemen. Edebiyat Bu Değil albümü, İbrahim Tatlıses endişeli bakışlarla bir kitabı ısırıyor. Profesörler kızın halini görüyorlar, sevdiği şeylerden bahsetmesini istiyorlar, isimleri delirmişçesine döküyorlar ortaya. Aralarında bu da var. Olmalı; McCullers sözcükler arasından bir mekanı yaratıp tekrar sözcüklere döndürmeyi iyi bilmiş, karakterlerini afişe etmeden kurmuş, konuşturmuş ve dertlerini incelikli bir biçimde ortaya çıkarmış.

1917 doğumlu McCullers, 1940'lardan itibaren adını duyuruyor. Güneyli, adı Faulkner'la anılıyor ki anlaşılabilir; güneyin kasabalarının sıkıntısı ikisinde de benzerdir. Alkolden öldüğü söyleniyor, bir öyküsünde alkolik bir anneyi anlatırken yolu kendine düşürdüğünü sanıyorum ama bunun öyküyle ne kadar ilgili olduğunu bilemiyorum. New York civarında çatılan bir öykü bu, kendisi de oralarda yaşamış. Eh, belki diyelim. Arka kapakta "grotesk olanı öne çıkarma uğruna gerçek hüzün ve duyarlığı ihmal etmekle" eleştirildiği söyleniyor. Gerçek hüzün ve duyarlılık, öykülerinde hayli hayli mevcuttur ve groteskin şaşırtıcılığı içinde kaybolup gitmez, yarattığı basit dünyalarda ne kadar garabet varsa o kadar da incelik mevcuttur, hatta bu yabancılaştırıcılığın kalbindedir incelik. Bir yabancının yanında yabancılayan da var, onun hüznü bir yana, yabancı da kapalı bir kutu değildir, McCullers bu yabancıyı da bilinmeyen haliyle bırakmaz, basit anlatımıyla birden fazla boyut kazanmasını sağlar. Yöntemleri çeşitlidir; bir jestin veya bakışın bile anlamı vardır. Elenmiş sözcükler bir maksatla oradadır, McCullers titizdir.

Küskün Kahvenin Türküsü: Mekan yaratma konusunda ders olarak okutulabilir. Kasabanın iç sıkıcı olduğu söylenir, pamuklu dokuma fabrikası, iki odalı evler ve Forks Falls Yolu'ndan bahsedilir. Okur olarak oradan geçen ve kasaba hakkında bilgi sahibi olmak isteyen birine dönüşürüz, kasabanın anlatılacak bir hikâyesi vardır. Anlatıcı en iyisi Forks Falls Yolu'ndan uzamamızı, kasabanın çok sıkıcı bir yer olduğunu söyler. Bunu öykünün sonunda da söyleyecektir ama ikisinin aralığında müthiş bir hikâye var.

Başka yola gönderilmeden önce, pencereleri tahtalarla kapatılmış bir ev hakkında bilgi sahibi oluruz. Ev uzun süredir bu haldedir, ara sıra tahtaların arasından görünüp kaybolan bir yüzü görürüz, cinsiyetsizdir, beyazdır ve acılı bir hikâyenin dinlenmek üzere olduğunu anlatır. Miss Amelia Evans, beyaz yüzün sahibi, normalde büyük şehirlerde pek çok örneğine rastlayıp şaşırmayacağımız ama seksen yıl öncesinin kasabaları için olağanüstü nitelikler taşıyan bir kadındır. Babasından kalan ev ve dükkânda civardaki en iyi içkiyi yapıp satar, boza satar, yiyecek satar, tahıl satar, oraların en zengin insanıdır ve ruhunun katılığı onu kasabanın önderi haline getirir. Kaslı ve uzun bir kadındır, istediğini oracıkta hacamat edebilir. İnsanlar üzerinden para kazanmaktan başka bir şey düşünmemesinin yanında hatırlanan evliliği de kasabalılarca konuşulur; on gün sürmüştür sadece. Bu noktaya ileride geri dönülür, anlatıcı birbirlerinin ağzından laf alıp hikâyedeki zamanı karman çorman eden kasabalıların kimliğindedir.

Kambur gelir bir gün, Lymon Willis. Amelia'nın uzaktan akrabası olduğunu söyler, ağlamaya başlar. Herkese kendini iyi göstermek için taktikleri vardır, karşısındaki iri kıyım kadın için kullandığı taktiğin başarılı olduğu söylenebilir; kadının ilk kez yelkenleri suya indirdiği görülür. Kambur eve kabul edilir hatta herkesin önünde kendisine bedava içki sunulur. Devrim gibi bir olay. Dedikodular hemen yayılır, kadının kamburu öldürdüğü söylenir ve kasabalılar kadının evine gelir. Kamburun yaşadığı görülür görülmez Willis'in herkesi bir araya getirme ve her şey arasında "yakın ve yaşamsal bir ilişki" kurma yeteneği sayesinde ev bir kahveye dönüşür, o an. Amelia'nın büyük değişimi, kasabadaki değişime önayak olmuştur.

Sevmekle ilgili bir bölüm var, sevenin sevilenden hep daha fazlasını istemesi ve bunun yaratacağı acıya dair. On günlük evliliği buraya bağlıyor anlatıcı, Marvin Macy bahsi açılıyor böylece. Bu adam bir zamanlar bir dünya suç işlemiş ve Amelia'yı görür görmez tutulunca sevginin olağanüstü değiştiriciliği sayesinde suç işlemeyi bırakmış, kiliseye gider olmuş ve kadınla evlenmeyi başarmış. Çok yakışıklı bir herifmiş ama Amelia için bunun bir önemi yokmuş, ilk gece sonlanmadan adamı sokağa atmış. Marvin üzüntüsünden deliye dönmüş, evin etrafında günler boyunca dolanmış ama bir sonuç alamamış, utancından ne yapacağını bilemez hale gelmiş. "Bir damat sevgili geliniyle aynı yatakta yatamadığı, kasabadaki herkes de bunu bildiği zaman çok acıklı bir duruma düşer." (s. 37) Üzücü bir durum, adama yazık olacak demektir bu. Olmuştur da, en sonunda kasabadan gider ve tekrar suç işlemeye başlar. Hapse girdiği haberinden sonra yıllarca kendisinden haber alınmaz, Lymon'la geçen dört yıldan sonra ortaya çıkana kadar.

Kambur dedim de cüce aslında, Lymon güç neredeyse oraya meylettiğinden Marvin ortaya çıkar çıkmaz onun yanından ayrılmamaya başlar. Amelia, eski kocasını eve alır, kovamaz. Birbirlerine nefret dolu bakışlarla süzerler ve büyük kavga gününe kadar gergin günler geçip gider. Kavga uzun sürer, birbirlerini yumruklayıp dururlar ve Amelia kazanacağı sırada Lymon, Amelia'nın sırtına atlayıp kadını bayıltır, sonrasında kadının sahip olduğu her şeyi Marvin'le harap edip ortadan kaybolur. Amelia için, kasabalılar için ve kasabanın ta kendisi için yıkımdır bu, kasabanın ruhu kaybolur, her şey eski ve silik haline döner. Yüz, tahtaların arasından geri çekilip kaybolur, okur da başka bir yola sapıp yolculuğuna devam eder.

Küçük yerler hikâyelerle ayakta durur, bu hikâyeler yeni gelenlere ve kasabalı çocuklara bir çocuğu yaşatırmış gibi anlatılır ki bilsinler, anlatsınlar, bayrak devredilsin ve kasaba canlı kalsın. Mekanın ruhunun aktarımı.

Harika Çocuk: Müzik hocalarının ve yetenekli öğrencilerin muhteşem bir deha karşısında küçülmelerini, psikolojik olarak güçsüzleşmelerini konu alan bir öykü. Frances piyano eğitimi alırken keman çalan arkadaşının hızla yükselmesini izler, hocası Mister Bilderbach da öyle. Gerilimleri en yüksek noktadayken hocanın tahammülü sınırlanır, kızın hissettiği şu: "Kulağını tırmalayan hiçbir falso yapmadı, ama içinde duyduğu anlam parmaklarına daha ulaşamadan, tümceler biçimlenip sese dönüşüyordu." (s. 95) Bernhard'ın Glenn Gould'lu kitabındaki iki arkadaş geldi aklıma, Gould'un yeteneği karşısında dumura uğrayıp kariyerlerini sonlandıran iki yetenekli insan. Öz saygı öylesine yıkılır ki başka bir uğraş da yeterli gelmez, insan içi boş bir kabuğa dönüşür. Böyle bir öykü.

Madame Zilensky ile Finlandiya Kralı: Yaratılan personaya bir başkasının inanıp inanmama problemini anlatır. Madame Zilensky iyi bir öğretmendir, işini çok iyi yapar. Normalleştirici bir etki, ortalarda bir yerlerde anlatılır. Mr. Brook kendisinden son derece memnundur ama kadında bir terslik olduğunu sezer. Sonradan farkına varır ki kadın izlediği filmlerden öğrendikleriyle kendine bir persona yaratmıştır, onun dışına çıkmaz. Evindeki üç farklı kocadan üç çocuk, yaşamının pek de kolay geçmediğini anlattığından ve yüzleşme anında kadının bembeyaz kesilip dağılan yüzünün karmaşasından şaşkınlığa düşen Mr. Brook, kendisiyle paylaşılmayan gerçekliği unutur ve kadının her şeyi sürdürmesini sağlar. Bazen, öyle olmadığını bilsek bile bazen sadece iyi hissetmek için inanıyoruz ve yaşamayı bu şekilde sürdürebiliyoruz. Nefis bir öykü.

Bir Ağaç, Bir Taş, Bir Bulut, bunu ilk 10'a alıyorum, en son Keret'in Tamamen Yalnız Değil nam öyküsü etkilemişti beni. Anlatmıyorum, okuyun lütfen.

Diğer öyküler de nefis, tembellikten anlatamayacağım ama McCullers'ı mutlaka okumak gerek.