13 Şubat 2018 Salı

Guy de Maupassant - Horla ve Diğer Fantastik Hikâyeler

Bu çok ilginç bir kitap işte. Korku ve fantezi edebiyatında yeri Poe'nun öykülerinin bir kulaç ardındadır -birkaç öyküde Poe'nun adı geçer, büyük yazara selam edilir- ve taşıdığı korkunun niteliği bir sonraki yüzyılın bütün bir kuşağını etkilemiş gibi geliyor bana, özellikle Lovecraft'ı. Öyküler içinde göstereceğim, öncesinde Maupassant'ın deliliğini anlatmam gerek.

Yaşamının son yıllarında delirmişçesine yazar Maupassant, sanki ruh sağlığının kötüye gidişini durdurmak ister ama başaramaz, intihar girişiminden sonra akıl hastanesine kapatılır ve kırk üç yaşında ölür. Yaşamının son on üç yılında üç yüz öykü yazmış, kronolojik sıralamaya bakmadım ama bu kitaptaki öyküler son zamanlarına ait, sanırım. Aklı kaçırmaya beş kala, hiçbir şeyin hiçbir anlamının olmadığını bas bas bağırmanın açtığı yol Ionesco'ya çıkmış olabilir. Neyse, öyküleri çeşitli izlekler halinde gruplandırmak mümkün; bir kere "öteki korkusu" başa yazılmalı, sonrasında bilinmeyenin korkusu geliyor ama öykülere bırakıyorum yine. Ha, sonraki kuşağı etkileyen bir diğer olay da fantastik mevzuları aktaran bir karakter olması, gerçekliği kurmak için. Chesterton'dan Bloch'a ve dahi King'e uzanan bir gelenek, iyi taktik. Hemen her paranormallik ya anlatıcının başından geçer ya da anlatıcı tarafından dinlenir. Birincisi olursa anlatıcının yeminleri, verdiği detaylar fantastiğin aslında son derece doğal bir şey olduğu fikrini doğurur. Hikâyeleştirilen öcü, zararsız öcüdür. Kendisinden değil, zarar vereceği insanın korkusundan ötürü korkmaya başlarız, bütünleşme tamamlanır. İkincisi bu tür anlatının bir alt katmanını oluşturur; anlatının içindeki anlatıya gireriz ve korku tekrarlanır. Bir dost, bir arkadaş, başından garip şeyler geçmiş insanlar anlatılan hikâyeyle tanıdıklarımıza dönüşür, bildiğimiz bir insanın korkusuyla yüzleşiriz. İki tür de iyidir, gerçi Korkunç Adam, Kesik El gibi mevzular klasikleşmiştir, bilinmeyen öğeleri ortadan kaldırır ve yaşanan duygunun etkisini azaltır ama gizem öğesi belirir bu kez, sonu merak ederiz.

Kesik El: Demiştim. Bir büyücünün elidir bu, Cadı Avı sırasında edinilmiştir ve kapı tokmağı olarak kullanılır. Kullananın boynunu kırar. Elin sahibinin mezarı açılır, görülür ki el yerinde yoktur. Falan.

Suyun Üstünde: Seine üzerinde geçer, zaten çoğu öyküde Seine belirir, mekanı oluşturur. Neyse, Maupassant, Victor Hugo'dan alıntılarla suyu şiir alemine taşır ve her türlü imgeye açık hale gelir, buna korku dahil. Anlatıcımız korkuya son derece açıktır, kayığı bir şeye takıldığı zaman delirircesine korkar. Etrafta kimse yoktur, sesi kıyıda kaybolur. "Aptalca ve nedensiz korku", kapıldığı şey bu, paranoyaklığından iç sesinin cesaret verici sözlerini duyamaz, etrafı saran sisin yarattığı ışık oyunlarıyla başka bir aleme gittiğini sanıp yorgunluktan uyuyakalır. Uyandığında yine bağırır, balıkçılar kayığını kıyıya çeker ve kayığa takılan şeyin boynuna kocaman bir taş bağlanmış olan yaşlı bir kadın cesedi olduğu anlaşılır. Korkunun doğum anı ve süreğenliği müthiş, sıkı bir öykü.

Manyetizma: Doğaüstünün doğası üzerine bir öykü. Bir zamanların meşhur spiritüel meclislerinin tipik bir örneği vardır burada, bir de şüpheci bir adam. Poe'nun masalcılığının pek çok insanı etkilediğini söyler bu arkadaş, her şeyin makul bir açıklaması olduğunu düşünür. "Diğer insanlar işe inanmakla başlıyor, bense şüphe etmekle." (s. 26) Başından geçen bir olayı anlatır ve tesadüfün, bilinçaltının doğaüstüyle komşu olduğunu söyler. Takip ediliyorsanız paranoyak olup olmamanın bir anlamı yoktur ama paranoyaksanız her zaman takip edileceksiniz demektir. Bu biraz alakasız oldu gerçi. Durduk yere paranormal olmayalım. Bu tamam sanırım.

Deli Mi?: Aşık ve kıskanç diyelim. Sevdiğini ölümüne kıskanan bir adam, kadının çok sevdiği atın kafasına sıkar en sonunda. Bunda da kafayı çizme süreci iyiydi, yavaş yavaş delirdi adam ve attan başka kimse fark etmedi.

Bir Ölünün Başucunda: Schopenhauer var bu kez, adamın felsefesinin yarattığı korku yüzünden kafayı yemek üzere olan iki arkadaşın hikâyesi. Filozof ölür, yüz hatlarının yavaş yavaş değiştiğini düşünür iki arkadaş. Cesetten çürümenin kokusu yayılmaktadır ama bir yandan canlı gibidir adam, ağzından bir şey fırlar ve bizimkiler korkudan kafayı yerler ama sonradan anlaşılır ki çürümenin etkisiyle serbest kalan takma dişlerdir düşen. Yine mantıklı bir sonuç, korkunun her şeyle kolayca ilişki kurabilmesi.

Bir dünya öykü var ama ben daha özel olanları alıp bırakacağım.

O Mu?: Bir evlilik hikâyesi olarak başlıyor. Evlenmenin saçmalık olduğunu düşünen bir adam, arkadaşına evlenmemek için milyon tane sebep olduğunu anlatır. Her zaman diğer kadınları sevecektir, evleneceği kadın çirkindir. Falan filan. Evlenecektir çünkü yalnız kalmak istememektedir. Hikâye bir anda yön değiştirir ve adamımızın bir varlıkla karşılaşmasını ve adam yalnız kaldığı zaman o varlığın nefesini duyduğunu öğreniriz. Bazen görünür de, anlık. Sadece akılda, düşüncelerde yaşar. Adam bilir ki arkasına döndüğü zaman hiçbir şey yoktur, dönmediğinde vardır. Algılarımızın yetmezliğinden kaynaklanan bir korku bu; kapıya bakmadığımız zaman eşikte biri dikilir, baktığımızda kimse yoktur. İnsanın en eski korkusudur belki, çocuklukta oluşur ve yaşam boyunca sürer.

Yalnızlık: Cthulhu Mitosu burada ortaya çıkıyor, daha doğrusu Lovecraft'i etkileyen sonsuz karanlık. Bu öyküde kozmik boşluğun doğurduğu varlıklar ve onları algılayamayan insan yan yana getiriliyor. Mitosun öykülerinde bu varlıklar bolca bulunur, tanrılardan peltelere pek çoğu dehşet öğesi olarak belirir. Anlatıcı bu dehşeti yalnızlığa bağlar, kadınların yokluğu ve aklın da yokluğu -delirme endişesi, izlek- büyük bir sıkıntıya yol açar. Kadınsızlığın sıkıntıları Yüce Eskiler'e esin kaynağı olmuş olabilir mi? Belki.

Korku nam öykü için bir fotoğraf şart.


Turgenyev kısmı ayrı güzel ve Lovecraft mevzusunun açıklayıcısı durumunda. "İnsanlığın en eski ve en güçlü duygusu korkudur. En eski ve en güçlü olan korku ise bilinmeyenin korkusudur." Lovecraft'in sözü bu. Baudelaire'le Poe'yu, Maupassant'la Turgenyev'i ve daha pek çok sanatçıyı doğuran bir uygarlık hali var o zamanlar, bilinmezin yayıldığı bir uzam. Yabancılaşmadan savaşlara kadar pek çok mengeneye sıkışan insanın kurtuluş yolu sanattan, yeni bir sanattan geçmiş ve benzer noktalara ulaşmışlar. "Dünya bana terk edilmiş, boş ve çıplak görünüyor artık. Ona şiir katan inançlar yok oldu." (s. 145) Devamında doğaüstü bir dehşet ve onu dehşet olarak algılatan yanılgı incelenir ve bütün bunlar bir yolculuk sırasında anlatılan hikâyeler olduğu için yol sürüp gider, delirmek üzere olan insanlara gelir sıra. Salgın vardır, Doğu'dan gelen Kolera olduğu söylenir. Kolera meydanlarda, sokaklarda ve odalarda kol gezer, Kızıl Ölümün Maskesi'nde olduğu gibi.

Horla'yı da anlatıp bitireyim, Maupassant'ın deliliğinin ve dahiliğinin zirvesi. Aynı isme sahip iki farklı öykü var, Maupassant aynı kurguyla iki farklı versiyon yazmış.

Life'taki yaşam formunu düşünün, dünyaya iniyor ve dehşet saçmaya başlıyor. Anlatıcı, adının Horla olduğunu öğrendiği varlıkla yaşadığı gerilimi anlatıyor ve onun uzayın derinliklerinden geldiğini iddia ediyor. Horla dünyayı ele geçirecek ve insanları koyun gibi güdecek, yaşamlarını çalacak, lime lime edecek, iki seksen uzatacak. Lovecraft'in yarattıklarına benzeyen ilk tanrı bu, uğurlu olsun. İnsanoğlunun kozmik zamanda minicik bir tane olması ve uğrayacağı yıkım da King'in Diriliş'ine kadar yol yapmıştır, aynı konu Cthulhu Mitosu Öyküleri'nde görülebilir, dedim ve elimdeki kaynaklardan araştırdım, Lovecraft zaten Maupassant'a saygı duruşunda bulunmuş.


Bahsettiği diğer öykülerden çoğu kitapta var, ilgililer konuya hemen el atmalı. İthaki de basmış yakın zamanda, o baskıyı bilemiyorum. Oğlak'tan okudum ben.

Korkunun kilometre taşlarından biri, türe ilgi duyanlar mutlaka okumalı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder