Nelson kendi dünyasını bir kova maviyle boyamış durumda, acının yayılması aşaması diyebilirim. Kevin Moore'un şairliğinden: "There's nowhere to set my aim / So I'm everywhere" Boyamış dedim ama tamamen kendi tercihi de değil, yaşadığı toplumun biçimlemesiyle bu halde. Edebiyat profesörü, profesörce bir işe girişerek William Carlos Williams'tan Goethe'ye kadar pek çok sanatçının söylediklerinden, yaptıklarından kendi dünyasına bir pay çıkarıyor. Dizginsiz cinsellik bir diğer yanda; ilk fantezisi üç siyahinin kendisini evire çevire sevmesi ve üç deliğinin de özenle doldurulması. Bu detayların adamı unutamamasında önemi büyük, altı saat boyunca aralıksız seviştikleri zaman olanca berraklığıyla beliriyor bir ara ki geçmişin şimdiye dolmasının güzel bir örneği. Neden insan daha iyisinin olamayacağını düşünür? Bir zamanlar iyinin bir parçası olduğu için mi? İyi olan yitip gittiği için? İyiyi kendisinden başka bir yerde, başka bir zamanda bulduğu için? Kendisini o zamanlarda bir nesne olarak görmeye başladığı için, kendisini bir başkası haline getirip bütün mutluluğu onunla birlikte yok ettiği için? Değişiriz, çok az şey aynı kalır ama bu kısmen bilinçli bir tercihtir, insan neyi kendisiyle birlikte taşıyıp neyi bırakması gerektiğini bilmeli. 207. bölüm: "Bir zamanlar Henry James'in, 'Hiçbir şeyin kayıp gitmesine izin vermeyen insanlardan olmaya çalışın,' düsturuna canıgönülden bağlı olduğumu hatırlıyorum. Sanırım böyle bir insan olmanın getireceği net katkının her koşulda birikim yaratacağı inancı taşıyordum. Oysa gerçekten hiçbir şeyin kayıp gitmesine izin vermeyen bir insan olursanız kayıp da kayıp gitmez." (s. 89) Gerçekten gitmesi gereken şeyler, ruhu çöplüğe -bu çöp bir zamanlar insanın var oluşunun biricik ışığı olarak gördüğü şey olsa bile- çeviren şeyler, artık lüzumsuz olan acılar. Lüzumsuz; şimdinin akarını bir sele çeviren hız, sürüklenme duygusu. Oysa su, kanımca sakin olmak ister, çoğu zaman.
Bu bir proje, maviler topladığını söylüyor Nelson, yıllar boyunca. Çiçekler, renkler, resimler, ressamlar, şiirler, William Carlos Williams'ın hiçbir şeyin beyazın hatırası kadar beyaz olmayacağını -bu durumda mavi olmayacağını- söylemesi, Wittgenstein'ın aslında çok ciddi olan meseleleri, felsefeyi bir dil arızasına indirgemesi, yalınlaştırması bunlardan bazıları. Mavinin indirgendiği noktaya bir bakış. İçi boş, yani kalan tek şey biçim. Mavinin kendisi. Özlenen adamın yüzü, anıları yavaş yavaş silinir, romantik jestlerin aslında o kadar da romantik olmadığı anlaşılır. Aşkın kaybolması bir yana, sevginin de kaybolmasıdır bu, başka bir şeye duyulan özlemdir, kişiye değil. Sevginin aslında taşınamayacak kadar çok çarpıklığın üzerini örtmesi çok ilginç; insan öylesine değişir ki sürüklememesi gereken şeyleri ceplerine tıkıştırır. Bir benzetme çok hoşuma gitmişti; sevene filler karınca gelir, sevmeyen için karınca yüktür. Böyle bir şeydi. Fillerle yaşıyoruz ama o ağırlığı hissetmek, üstesinden birlikte gelmek, birinin acısına omuz verebilmek -izin verirse- ve hayatın yıpratıcı yanlarına birlikte dayanabilmek -eğer isterse- sanırım yaşadığımı hissetmemin tek yolu. Paylaşmak, çekinmeden. Eğer isterse, izin verirse, saklamazsa, umursarsa.
Adam umursamıyor ve muhtemelen devam ediyor, ayrılacakları çok önceden belli olmasına rağmen kadın da devam ediyor. Biteceği belliyken, neden? Çok basit; insan umut eder. Her şeyin gerçek olduğunu düşünüyorsa mücadele eder veya bekler, inanır. "Bunları okuyacak olursan bilmeni isterim ki bir zamanlar, tüm bu kelimeler yerine senin yanımda olmanı, tüm mavileri yerine yanı başımda senin durmanı tercih ederdim." (s. 98) Aşkın bir teselli değil, ışık olduğunu Simone Weil söylemiş zamanında, anlatıcı öyle diyor ve henüz hayattayken hasretin değil ışığın öğrencisi olmayı hedeflediğini söylüyor. Mavi, işgal ettiği her yerde ışığı kendi özüne boyuyor. Bir renkten kurtulmanın en iyi yolu, sanırım, ona boğularak bir yeniliğe bakabilmekte. Kendiliğinde bir ağacın, bir denizin, bir insanın kendi renklerini görebilmek, mavinin huysuzluğundan kurtulmak.
Pascal'ın söylediği, epigraf: "Ve öyle olsaydı derdik ki tekmil felsefe bir saat acı çekmeye bile değmez." (s. 7) Pascal'la Thoreau'yu tanıştırmak isterdim, belki Thoreau hiçbir şeyin bir saniye bile acı çekmeye değmeyeceğini anlatabilirdi. Geçen hafta otuz yaşına girdim, yaşamın çok kısa olduğunu sezmeye başladım. Yaşam kendine ve başkalarına acı çektirmek için çok, çok kısa. İstikametsiz olmak için de. Yenilik açlığı için, eskiye hapsolmak için, yorulmak için. Mutluluk için sonsuz bir tek. Mutluluğu arayış için de değil, hayır, Aristoteles'e bağlamak istemem ama bağladım bile, sürüklendiği yeri kabul eden, edebilen insanın, bir anlamda erdemli insanın mutluluğu yakalayabileceğini düşünüyorum, sonrasında sayısız filozof bunun karşısına sayısız engel çıkartmış olsa bile.
Nelson maviye aşık olduğunu söylüyor, varsayıyor bunu, Tanrı'nın izi, yaşamın özü, aşkının anlamı. Mavi. Mallarmé için gökyüzü mavinin bir tonu, gökyüzü değil. Artık büsbütün ölene kadar öyle. Nelson da en sonda ölür gibi, onun mavisi de bu parçalı anlatı mıydı, adı değiştirilen? Bluets adıyla? Anılar üşüşüyor tabii, Joni Mitchell'ın şarkıları, Chelsea Hotel ve otelden yola çıkarak, haliyle Leonard Cohen, Famous Blue Raincoat. Maviler arasında bir yolculuk, Nelson'ın -şimdilik- sonsuz yolculuğu.
Yitirmeyi bir renge denklerseniz, yitirmenin parçalı yapısını bilmek isterseniz, budur. Şarkısı da bu:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder