Küçük'ün köpürdüğü şeylerden birine bakıyorum: Devrimci bir örgütün eleştirisi. Örgütle kısıtlamamak lazım, hiyerarşik bir yapının incelenmesi var burada. Halkı uyandırmaya çalışan bir kurumun parçasıdır anlatıcı, üst sınıfın hayaleti peşinden gelir ve elinden geleni yapmaya çalışır ama "sosyalizmi yüz boyasıyla eşleştiremeyen" kadınların karşısında küçülür, onlara seslenmek/onları bir anlamda yönetmek konusunda sıkıntılar yaşar çünkü yönetilmekle güdülmek arasında kalmış bir çocukluğu, genç kızlığı ve devrimciliği vardır. Kendini devrime kurban eder ama çok öncesinde kendini acılarına kurban etmiştir, bir ülkü uğruna her şeyini verebilecek veya unutabilecek durumda değildir. Parçalanma bu noktada başlar; "durmadan kendine yeni tarihler yapan, teninde, ruhunda, beyninde biriken sesleri ayırmak için en gerçek acılarını alet gibi kullanan bu militan" yaşamıyla örgüt arasında kurduğu bağların giderek zayıfladığını ve yok olduğunu gördükçe akışı tersine çevirir, düşüncelerin dili parçalamasına izin verir. Sentaks, imgelerin saldırısı altında kalır, ona göre biçimlenir: "Annemin hatırası cam, senden korkmayan kâfir!" (s. 79) Pek çok örneği var, biri yeterli.
Kendi uydurduğu laflardan çekinir olan, Sekreter Rüzgâr takma adlı, Mukoşka kardeşli, acılı anneli, annesinin aşkı ve kendisininki arasında ezilen, örgütün tornasına uymayan ama sosyalizm için, kardeşlik için bulaşık sırasında ellerini yıpratan, propaganda cümlelerini sözcükleri kararak üreten -bu yüzden azar yediği, uyarıldığı, aşağılandığı bilinmektedir, başkanın sözleri de çokça yer tutar- kadın, paramparça. Uyum kuramayacak kadar hasarlı birinin orada bulunma çabası aslında, toplumsal boyuttan ikili ilişkilere kadar indirgenebilecek bir olay. Karşıdakini ve kendini görmezden gelir insan, çabalar ve yıkımı kusursuzlaştırır, başarmak istediği şey -çok derinlerinde bir yerde başaramayacağını bildiği ama bunu görmezden geldiği şey- bin parça halinde ayaklarının dibine düşer. Her insanın başka bir sebebi var, anlatıcınınkini yaşam parçaları arasında bulabiliriz. Bütün problemleri bireyin ve organizasyonun doğasını karşılaştırarak irdelemek gerek. Örgütün ikili ilişkilere karşı çıkması, bir. Yiten aşkın acısı korkunç ölçülerde. Yapılması gereken işlerin getirdiği tepeden inmecilik, iki. Kişi olarak kendini var edememek ve iç sesi susturmak, üç. İç ses susturuldukça daha küçük parçalara ayrılıyor, o kadar küçülüyor ki sözcüklerin arasından fırlayan imgeleme dönüşüyor ve anlatıcının düşlerinden yaratılmış bir iletişim aracıyla karşı karşıya kalıyoruz, bu bize bitmek bilmez paragraflar, tek cümlelik sayfalar halinde ulaşıyor. Klasik anlatıyı gördüğümüz kısımlar uzuncadır, bir şey anlatılır. Birkaç sözcükle dolmaya çalışan sayfalarda daha çok zaman geçirmemiz gerekir, hissedip hissedemeyeceğimiz şüpheli bir duyguyu biçimlendirmek için tekrar okumak, düşünmek için.
Küçük'e katılmıyorum, insanın olduğu her yerde yaşanabilecek durumlar var sadece. Karikatürize bir olay yok, sol yapılanmanın -aslında hemen her yapılanmanın- aksak yanları var. Mülksüzler'le bağlantı kurabiliyorum; en özgürlükçü insanın bile taşıyabileceği iktidar hırsının, düştüğü ikilemin izleri oldukça özgün bir şekilde, sayısız kırık halinde.
Parça parça gideceğim, fragmanlarla.
Gülten Akın'ın hapishane önlerinde, annelerle ve kendi anneliğiyle dolu şiirlerini hatırlamamak mümkün değil. Bir benzeri var; yüz civarında kadın, peynir ekmeklerini kemirerek ölüleri için eyleme giderler. Anlatıcı, eylem sırasındaki gözlemlerinden sonra kendisini o topluluğa ait hissetmez, "artık onları sevmediğini" anlar. İç saldırıya yol açacak görüntüler biriktirmiştir, "tehlikeli bir bilenme" der bunun için. "Sekreter Rüzgâr kalıbına sığamadın ve ruhun parçalanmaya başladı." (s. 136)
Anlatıcı değişir, diyaloglar halinde ilerleyen bölümlerde anlatıcıların konuştukları şeyler pürüzsüz sorgulardır; sadece kendileridir söz konusu olan. Geçmişe doğru çıkılan yolculukların şimdinin katılığı karşısında parçalandığını görürüz, geçmişin sürekli olarak yıkıldığını ve kayıp parçaların yerine konan imgelerin her şeyi bozduğunu, çarpıttığını görürüz, kayıp parçaların bir başka gerçeklik halinde belirip yokluklarında doldurulan yerlere baskı yaptıklarını görürüz ki "Düş'ün, gerçeğin yerine kaymasının bir iç çeşitlemesi," der anlatıcı, çokça çeşitlemeye dönüşmesi sonucu bir görev olarak yaşamayı görürüz. Başkaları uğruna, kendini silerek. Sloganları kendi kişiliğinden korumalıymış, başkan diyor. Ölülerle yaşamamalıymış, annesi diyor. Burjuvaziyle yatağa girmemeliymiş, bunu kendi diyor: "'Lanetlenmiş bir suçluyla yatağa girmek... Aklıma lacivert ipek çarşafları getirdi.. O hep düşlediğim.. Ürperdim ve irkildim.. O sandı ki, 'Ah, hayatım, hiç benim olmadın!' diyen sesim, hayatımı ondan istiyor. Yakamı, ellerimi, ayaklarımı bin yıl önce değil, on yıl önce kaybettiğimi söylüyorum ben.. Vallahi kız kardeşim, lacivert, ılık ve yumuşak hışırtılarla savrulan saçlarımı öyle çok özledim ki, eğer şu bedenimin kırık dökük parçalarını yitirmeseydim, umurumda bile olmazdı yatağa kiminle girdiğim.. Üzüldüm, o şehvet yüklü aşkın bana müjdelenişine sevinemedim diye.. Bayılmaktan yorgun düşmüş, titreşimlerinden dehşetle ürken, sahibini tanımayan tenim, ne yazık ki hazır değil iktidarın cinsel ortaklığına.." (s. 179) İki insanın bir araya gelmesini engelleyen düşünceler, dünyanın en büyük zorbalığına alet olur. "İktidarın cinsel ortaklığı", insanı ortadan kaldıran bir fikir, üreticisi kendini cinsellikten soyutladığı için yok ediyor. Pek çok yok edişten biri.
Anlatıcının çocukluğu ve gençliği, ev manzaraları ayrı bir şekilde incelenmeli. Kırılışın başladığı nokta gerilerde, o kadar geride ve ağır ki anın akışına hemen uyum sağlayabiliyor, iyi işgalci. Son derece iyi hatırlansa da anı üretiminin güdük kaldığı bir yerde travma izinden başka bulunacak bir şey yok. "Mukoşka, bana olan şey, o acınası günlerin, çaresizliğin, duygululuğun, durgunluğun, taşkınlığın beni yeniden görmesi gibi bir şey.. Beni gelip aynı zalim böceklerin ezmesi gibi.." (s. 180) "Uzun bir şiirin kısa romanı" biter, yıllar sonra ortaya çıkan defterde bir değişiklik aranır ama her şey olduğu gibidir, geçen onca yılda korkunun sadece adı değişmiştir, acının da. Kâğıt, acıya bir mekân sağlamaktan başka hiçbir şey yapmaz. Sağaltıcı değildir.
Zor metin. Anlatım tekniğini falan geçtim, Tekin'in buruklarından yakamı sıyıramadım sanırım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder