Adalar, Galeano'nun anlattığı kadınların her biri bir ada, bazen yan yana gelip devrimlerin kıvılcımını çakıyorlar, bazen kurşunların hedefi olup sönüyorlar ama ateşleri durmuyor, sürekli yanıyorlar. Kendi çıkmazlarından kurtulmak için özgürlük bağımlılığına -kaçış bu bağımlılık; kesinlikle özgürlükle ilgili değil, özgürlüğün fantezisiyle ilgili ve dolayısıyla ulaşılmaz bir şey- kendilerini bıraktıklarından değil, gerçekten özgürlük uğruna, bir şeyleri değiştirmek için durmadan çabalıyorlar, ölüyorlar ve yaşıyorlar. Biçimsel olarak da müstakiller, her birinin ayrı bir bölümü var. Galeano, kadınları anlatı zenginliklerinden birey olma mücadelelerine kadar pek çok yönden ele alıyor. İyi bir seçki, haksızlığın cinsiyetinin olmayacağını gözler önüne seriyor. Le Guin'in bir röportajı vardı, erdemleri savunmanın feminizmi de içerdiğini düşündüğünü ve sonradan problemin çok daha derin olmasından ötürü feminizme ayrı bir önem verdiğini söylüyordu. Kadınların mücadeleleri başlı başına bir inceleme konusudur, çok derinlere dayanır, kutsal metinlerin de öncesine ulaşır. Adem ve Havva örneğinin de öncesi, bakılması gereken yer burası. Kaynak.
Birkaç hikâyeyi alacağım, beni en çok etkileyenleri.
Şehrazat'la ilgili olan. Şehrazat öldürülmemek için daha iyi anlatmaya çalıştı ve anlatı üstatlığını doğurdu. Sultan boynunu incelemeye başlamasa eminim yine aynı ustalığı sergileyebilirdi, ruhani bir güç bu.
Modern romanın ortaya çıkışında Borges ve Yourcenar'nın söyledikleri. Başka kaynaklarda da rastladım ve ölesiye merak ediyorum: Murasaki Shikibu'dan Genji'nin Hikâyeleri ve Sei Shônagon'dan Yastıkname. Bin yıl öncesinden iki kadın ve iki eser, asırların ötesine uzanmayı başarabildiler ve modern anlatının zamansız öncülleri oldular.
Magda Lemonnier'nin sözcük falı. Hüzünlü, sevinçli, öfkeli, sihirli olanları aynı kutuya koyuyor ve kutuyu bazen masanın üzerine boşaltıyor. Olan biten her şey masanın üzerinde, masa da masa olduğu için bana mısın demiyor, kime olduğunu da söylemiyor. Belki de masadaki kelimelerden bu seçkideki hikâyeler doğmuştur, kim bilir? Hepimizin yaşamları, geleceğimiz doğmuştur. Ah, bir kurtulabilsek zincirler misali kırılacak travmalarımız doğmuştur. Doğmuşuzdur, sözcüklerden başka bir şey değiliz.
Calpurnia'nın hikâyesi. İsa'dan önce 44 yılında ağlayarak uyandı ve düşünü kocası Pontifex Maximus'a anlattı. Dışarı çıkarsa kocası ölecekti ama bir kadındı, sözü dinlenmedi. Jül Sezar karısını eliyle kenara iterek Roma Senatosu'na doğru yürüdü.
Violeta Parra, müziği doğuran bir anne. Şili'den dünyaya yayıldı, gitarının tınıları günümüzde, doğumundan yüz yıl sonra bile duyulabilir. Aşık oldu, aşkından oldu, Şili'ye döndü ve baskıcı rejimle uğraştı. Gitarına benzemek istedi, kendine bir kurşun sıktı. Saçlarından uzanan teller vücudundaki deliğin üzerinden geçti, melodileri şimdi bile duyulabilir.
Televizyonda izlediği meşhur kadına mektup yazan, köyde yaşayan bir kadın. Acaba meşhur kadın da köylü kadını seyrediyor mu? Evet, Zeki Müren de seni görecek tatlı kadın.
Fahişeler, saygıdeğerler. Bu hikâyeye pek çok ortamda rastlamıştım. 1922'de, Arjantin'de muhalifleri öldürmekten yorulan askerler geneleve giderler ve beş kadın onları çığlık çığlığa kovar, katil olduklarını haykırırlar. Gözlerim doldu bu hikâyede.
Plaza de Mayo Anneleri, burada onları anlatmaya çalışarak kutsallıklarını rezil rüsva edemem. Araştırın, öğrenin.
Onlarca hikâye, erkeklerin koyduğu kanunlarla örselenen arzular, yaşama sevinçleri. Kaçışlar, ölümler, icatlar, Curie, Monroe, Gilman, Evita, sayısız. Bir yerlerden bulup okumalısınız bu seçkiyi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder