1971'de Oxford'da doğan Seiffert'in ailesi Alman-Avusturyalı. Sınır mevzusunun, yıkılan duvarın ortadan kaldıramadığı psikolojik sınırın kaynağı burada bulunabilir. Romanları ve öyküleri var, ödüllü bir yazar.
Saha Çalışması: Martin nehirde çalışırken önce oğlanı, sonra oğlanın annesini görüyor. Anne çok genç, ıslak kıyafetlerinin ortaya çıkardığı vücudu Martin'i çekiyor ama araştırmasını tamamlaması şart, sınırın doğusundaki kimya fabrikasının atığı batıda ne ölçüde ortaya çıkıyor, çalışması bunun üzerine. Birkaç gün boyunca nehre gidip geliyor, topladığı örnekleri üniversite laboratuvarına gönderiyor, zaman böyle geçiyor. Çavdar tarlaları, nehir, doğa.
Barda o çocuk oturuyor, annesi garson. Çocuk, anneye çevirmenlik yaparak Martin'le iletişim kuruyor. Geçici bir noktada olabildiğince derin ilişki. Martin nehrin kirli olduğunu, suya girmemeleri gerektiğini söylüyor. Ewa ve oğlu Jacek adama teşekkür ediyor, yolculuğa çıkmasından bir gün önce yemeğe çağırıyorlar. Martin hamle yapıyor ama Ewa onu kibarca itiyor. Adamın başka bir ülkeden olmasından, yabancılıktan değil, daha derin bazı olaylar var ama son öyküye kadar bilemeyeceğiz, bu öyküden öğrendiğimiz tek şey Ewa'nın kocası Piotr'ın sınırın öbür tarafında yaşadığı ve geçişlerin pek kolay olmadığı. Ewa kırık, Piotr onu terk etmiş ve ses seda yokmuş.
Martin sınırı geçerken arkada kalan çorak toprağa bakıp suçluluk duyuyor, belki kadının kendisini reddetmesini de bu çoraklığa, yoksul ülkeye bağlamıştır, Seiffert anlatıcı olarak bir yansıtıcıdan başka bir şey sunmuyor.
Temas: İnsanlara -belki canlılara da- dair bazı temel öğelerin kimyasal reaksiyonlara bağlı olması korkutucu geliyor. Aşk, annelik, mutluluk, pek çok şey doğru salgıların doğru zamanda salgılanmasıyla ilgiliyse sadece, makineden bir adım uzaktayız demektir. Gerekli hormonların salgılanmasıyla herhangi bir nesnenin annesi gibi hissedebiliriz mesela, uç bir bilimkurgu olabilir bu. Gevezeliği bıraktım, burada anne olmayan bir anne ve annenin kızıyla olan ilişkisi var.
Alice bir kuaförde çalışıyor, ailesini geçindirecek kadar para kazanıyor. Bu iyi. Kim'e karşı anneliğe dair bir şey hissetmemesi iyi değil. Bir numara olan Joseph sevgiyle doğmuştu, Frank henüz gitmemişti. Gittikten sonra doğan Kim, annenin hayal kırıklığının sembolü haline geldiği için şanssız. Alice ona alışana kadar yıllar geçmiş ama alıştığını söylemek güç. Kız çok hasta olduğu bir zaman, koridorda sürünürken annesi okula gitmemesini söylüyor ve kızını banyoya taşıyor. "Kolları bacakları olan hantal, ölü gibi bir ağırlık." (s. 35) Bu ağırlığın öyküsüdür; Kim'in de pek bir sevgi duyduğu söylenemez. İki aynanın birbirine bakışı.
Dimitroff: Bizde de var, mekân isimlerinin değiştirilmesi bir ideolojiyi ortadan kaldırmak için iyi bir yol gibi gözükse de hınç doğurmaktan başka bir işe yaradığını sanmam.
Evli bir çift, adamın babası Doğu ve Batı Almanya'nın birleşmesine karşı çıkan yaşlı bir komünist. Zamanında, toplu cinnet zamanlarında mücadele etmiş ve çok zor yıllar geçirmiş. Kadın, adamın babasına duyduğu öfkeyi anlamaya çalışıyor ve babayla bir yolculuğa çıkıyor. Babanın insanları kışkırtıcı davranışları sonucunda yediği tokat, perdenin tangır tungur inişini de simgeliyor. Dönüş yolunda kadın, elini babanın elinin üstüne koyuyor ama bir tepki doğmadığını görünce çekiyor. Fikirler uğruna verilen mücadelede kaybedilen, geride bırakılan insanların acısı.
Geç Gelen İlkbahar: Yaşlı bir adam, gençliğinde babasıyla birlikte arıcılık yapan, daha da önemlisi doğayı öğrenen ve doğayla bir olan. Evi orada, yeşilin içinde bir yerde.
Arıcılığa devam etse de yaşlanınca enerjisinden çok şey gitmiş, üst üste yığılı kutularda yaşayan insanları anlamayışıysa hâlâ genç. Hiçlikten çıkan çocuğu görünce içinde doğan mutluluk da böyle bir duyguyu taşıyor; doğanın hediyesi bu çocuk. Adam ılık bir rüzgar beklemişti ama doğa ona bir çocuk verdi, yalnızlığı dinsin diye. Sonra kasabaların, köylerin fikrini verdi, sevdiği birini sevenlerine götürsün diye. Adam uzaklarda, tepelerin ardında bir köy olacağını düşünür, o köyü bulmak için yola çıkar. Nice yol gittikten sonra tepelerin ardında başka tepeler olduğunu görür ve dönüş yoluna koyulur ama içinden bir şeyler akıp gider, çocukluğunda babasının boğduğu arılar aklına gelir. Ölüm oralarda bir yerde adamı gözlemektedir, sona hazırlık için birkaç anıyı canlandırır.
"Kovanların önündeki kara toprakta küçük ölü bedenler toplanmıştı. Yaşlı adam yere, onların yanına uzandı." (s. 113)
Geçiş: Çocuklarıyla birlikte savaştan kaçan kadın, uzun süredir kendilerini takip eden adama güvenip güvenmemek konusunda kararsızdır. Yapacak bir şeyi de yoktur, güvenir. Tehlikeler atlatılır, nehirden karşıya geçilir ve yıkık köprünün ayaklarının dibinden, adamın geriye döndüğü görülür. Teşekkür edemezler bile, yardım ansızın belirmiş ve ortadan kaybolmuştur, olması gerektiği gibi.
Savaş öyküleri sınırın doğuşunun hikâyesini anlatmasa da insanların canlarını kurtarmak uğruna silah arkadaşlarını, tanıdıklarını, insanları yalnız bırakmalarını işler. İç savaşı da düşünüyorum; Mimar nam öyküde mesleğinin kendisini mahvettiği bir adam, mimarlığı bırakınca yavan bir mutluluğa kavuştuğunu hisseder mesela. Bir de son öykü... Ewa'nın hikâyesi kırmızı bir çizgiyle bölünmüş geçmişi bir araya getirme çabasını imler. Arayış öyküsü, insan aradığını bulamamayı ister. Bulduğunda. Ardından gelen yenilgiye sarılmak, yenilgiyi kabullenmek bir nevi hakikat duygusu doğurur. Yaşanan şeyin gerçek olduğunun, akışta herhangi bir şey gibi kaybolunmayacağının işareti. Gerçeklik büyük inceliklerde gizli, günlük tek bir rutinin bozulması bir ailenin dağılma yolunda ilerlediğini gösteriyor, ölü fokların varlığı ölüm karşısında güzelliğin silinmesini, pek çok şey pek çok şeyi içeriyor ve sadece durumlarla ortaya çıkan bir şey bu. Seiffert durum yaratıyor, çok da iyi yaratıyor.
On bir başarılı öykü. Tüye benzetiverdim, tüy öyküler.
Yüz Kitap'a tekrar teşekkürler, bastıkları her kitap için teşekkür edeceğim sanırım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder