31 Mart 2019 Pazar

Lydia Pyne - Kitaplık

Manguel'in Geceleyin Kütüphane'si tutkudan gözü dönmüş bir kitapseverin kitaplar, kitaplıklar ve kütüphanelerle ilgili araştırmalarına, incelemelerine yer veriyordu, bir de yazarın kendi kütüphanesini biçimleme serüveni vardı tabii, kütüphanelere boğuldukça boğuluyorduk, Pyne'ın fark yaratıp yaratmadığını merak ettim. Daha küçük bir ölçek kullanmış Pyne, Antik Roma'dan Cicero'nun ve birkaç kodaman arkadaşının kitaplıklarına değinip hızla günümüze gelmiş ve hareketli kütüphanelerden kitapların mekanla ilişkilerine kadar pek çok konuda fikir yürütmüş. Manguel'in metni kitaplara daha dönük, tarih boyunca kitapların düzenlenmesinden yanan kütüphanelere kadar pek çok konuyu içeriyor. Pyne kitapların anlamına eğilmiş, daha doğrusu insanların kitaplıklara ve kitaplara verdiği anlama. Yerleşime, mimariye, psikolojiye, pek çok şeye. IKEA kitaplıklarının yaşamlarımıza etkisi incelenmiş, bu bile çok önemli bir mesele. Kısacası Pyne'ın metni mutlaka okunmalı, Manguel'inkiyle paralellikleri var ama başka açılardan yaklaşmış mevzuya Pyne.

Cicero'yla başladık, adamın kütüphanesine gelip çalışabilmek için insanların Cicero'dan izin aldıklarını, Cicero'nun bir nevi randevu sistemi oluşturduğunu biliyoruz. Kendisi de dostlarının kitaplıklarını aynı şekilde ziyaret edermiş, zira o zamanlar kitaplar deli pahalı ve kilit altında tutuluyor haliyle. Buradan dünya tarihindeki kitaplıklara şöyle bir değiniyor Pyne, İnka düğümlerinden -metin olup olmadıkları tartışılır, hatta metin olmadıkları söylenebilir, kafa patlatmak lazım ama çok tembelim şu an, bilemiyorum- Antik Tibet Budist metinlerine pek çok tarihi kayıttan bahsediyor ve kitapların korunma biçimlerini anlatıyor. Raflar oluşturuluyor, kitapların muhafazası için çeşitli karışımlar icat ediliyor, Seneca, "İhtiyacını kadar alın arkadaşım," diyor, böylece gösteriş yapmak için kitap alanların bilgiye ulaşmak isteyenlerin kaynağını kurutmalarını engellemeye çalışıyor. Cicero kendine bir kütüphane yaptırıyor, evine yeni bir ruh geldiğini söylüyor. O zamanlar kitaplar ateş pahası, kütüphane yaptırmak çok çok daha ucuza gelmiştir. Sonuçta dizilişler, düzenlemeler, kitaplar ve raflar anlatılıyor bu giriş bölümünde. Kitaplık, kütüphane, Kindle, metnin muhafaza edileceği fiziksel ve elektronik ortamlar hakkında kısa bir değini. Sonrasında ilk bölüm, zincirli kitaplıklar. Hereford Katedrali'nde kitaplar zincirlenmiş bir halde duruyor. Ciltlerin üzerine takılan kilit, raflara takılan başka bir aparata takılıyor, kitaplar bu şekilde korunmuş Ortaçağ'da. Benedikt rahipleri Aziz Benedikt'in koyduğu kural uyarınca kütüphaneden kitap alarak günde birkaç saat boyunca okumak zorundaymışlar, kitaplar kiliselerde toplanmış açıkçası, 14. yüzyılda zincirli kütüphaneler İngiltere'de resmi kurumlar haline gelmişler. Sanayi Devrimi öncesinde bu kütüphanelerin halka açılmasının Batı dünyasını fişeklediğini okumuştum bir yerde, bilgiye kolaylıkla ulaşılınca bilim almış gitmiş tabii, bir de Kraliyet Akademisi miydi, orada açık dersler verilirmiş. Çoğu bilim insanı o derslere katılıp gördükleri açık deneyler karşısında akıllarını kaybetmiş ve hemen bilimsel çalışmalara başlamış falan, bir dünya hikâye var. Kısacası bilginin özgürce ve sınırsızca yayılması dünya için, insanlık için iyi bir şeydir ama hareketli harflerin kullanılmaya başlanmasına kadar kitapların çoğaltılması çok paraya mal olduğu için zincirli kütüphaneler çağı uzunca bir süre devam etmiş. Kitap hırsızlarına karşı edilen lanetlere de yer vermiş Pyne, Manguel de yer veriyor bunlara, çok komikler. Şiir biçimindekiler var, Mesih'in adı geçiriliyor ve kitabın yerine konması isteniyor, aksi takdirde ilahi bir sopanın gökten kafaya düşeceği söyleniyor falan. Çalınmaları zor gerçi. Pyne böyle bir kitabı eline almış, en az 9 kiloymuş kitap, cildi inanılmaz kalınmış, zor taşınıyormuş. Hereford Kütüphanesi bu kitaplardan yüzlercesine sahipmiş, I. Elizabeth'in ve 450 yıldan fazla bir süre sonra II. Elizabeth'in bu kütüphaneyi iyileştirme çabaları oldukça etkileyici, Britanya tarihi açısından bir anıt durumuna gelmiş burası.

Başka bir zincirli kitap türüne geçiyor Pyne, e-kitap olayında Kindle-Amazon zincirinden bahsediyor. Gerçi bir dünya platform ve e-okuyucu çıktı, zincirler hiç olmadığı kadar zayıf artık, kırık hatta. Kitaba ulaşım artık çok kolay, biraz araştırmayla istenen kitabın PDF'i büyük ihtimalle bulunabiliyor. Bunlar için raflara da gerek yok üstelik, raflar evrim geçirerek birkaç devrenin içinde duruyor artık. E-kitap, basılı kitabın taşıdığı birkaç bin yıllık anlamı sarsmış, biraz değiştirmiş durumda olsa da bildiğimiz kitaplar uzunca bir süre daha ortalıkta dolanacak gibi gözüküyor. Ödünç verme olgusu bile kitabı kendisinden öte bir noktaya koyuyor, zira kitaplar insanlarla olan ilişkilerimiz ölçüsünde farklı anlamlar kazanabilir. Burada güven ve samimiyet meselesi var örneğin. Sonuçta "Mağara Adamı Etkisi" de basılı kitapların varlığının bir süre daha garanti altında olduğunu gösteriyor. Bir süreliğine. İşlerin nereye gideceğini bilemiyoruz, binlerce yıldır süren bir okuma geleneğimiz var, Sokrates'in kitaplara ve yazılı kültüre giydirmesinden beri çok zaman geçti, okumanın getirdiği onca zenginliği sağlayacak, daha fazlasını da katacak bir boyut alırsa bilgiye ulaşmanın henüz bilinmeyen bir biçimi, o zaman seyreyleyin değişimi. Bu kadar boktan bir cümle de kurmamıştım uzun süredir, iyi oldu. Neyse, kısacası raflarımız bir müddet daha yerli yerinde duracak. Ben şahsen bunca kitabı ne yapacağımı düşünüyorum, varlıkları anlamlarını yitirdi, nefes alamadığımı hissediyorum, hepsini satıp savıp işi tamamen dijitale dökeceğim sanırım. Üç bine yakınlar, istifçiliğe doğru kaydığımı düşünmüyorum ama bunu bir istifçi de düşünmeyebilir. Seneca'dan çağlar öncesinden gelen azarı yedim, utandım.

İkinci bölüm, kitaplığa konulan şeylerle ilgili. Çocuk kitaplıklarıyla başlıyor Pyne, çocukların okuması gereken şeylerle. Hemen Pennac'ın Roman Gibi'si geliyor akla, çocuklara neyi okuyup neyi okuyamayacaklarını söylemek ne kadar sağlıklı? Bu kararı onlara bırakmak gerekiyor aslında, ellerinden attıkları bir kitabın zamanı gelmemiş olabilir, zamanı hiç gelmeyecek olabilir, o halde bekleyeceğiz. Şöyle, lisedeyken Suç ve Ceza'yı, Karamazov Kardeşler'i falan okurken kaçıp giden anlamların farkına varıyordum ama onları yakalayamıyordum, çok büyük bir şeyin karşısında hissedilen yetersizlik duygusu baskın çıkıyordu. On beş yıl geçti, otuz bir yaşındayım ve biraz daha anlayabilirim sanırım, bu yüzden Dostoyevski'nin metinlerini topladım, bu kez çevirmenlere ve yayınevlerine de dikkat ettim tabii, şimdi tekrar okuyacağım. Kitaplar kişisel tarihi, sosyal durumları belirliyor bu açıdan, sahip olunanların yanında diziliş biçimleri de bunlarla alakalı. Kitap ölçeğinde inceliyoruz bunu ama yaşamımızın her alanı için de düşünebiliriz; şeyleri nasıl düzenleriz, yerleştiririz ve atarız? Psikolojik boyut da giriyor işin içine, sonuçta bilişsel bir imzamız var, kitaplık bizim bilincimizin yansıması haline geliyor. Ivır zıvır koyuyoruz bazen kitaplıklara. Biblolar, süs bitkileri, bir sürü şey. Pyne günümüzden çok uzaklaşmadan yolculuğa çıkarıyor okuru, geçmişin ve şimdinin kütüphanelerini, kitapları düzenleme biçimlerini anlatıyor. Hareketli raflar, temellerinde kitaplıkların bulunduğu, ağırlığının kitaplıklara paylaştırıldığı binalar, çok çeşitli bakış açıları sunuyor Pyne. Ray Bardbury'ye ve Neuromancer'a bile değiniyor, bilimkurgu çağında kitaplıkların imlerini ve anlamlarını irdeliyor. Süper.

İyidir, İthaki'nin yeni serisinin ilk metni. Sıkı okuru direkt çekecektir zaten. Sıkı olmayan okurlar da rahatlıkla okuyabilirler. Bir de Ümid Gurbanov çevirisi, sevdiğimiz adam bu dünyaya da adım attı. Falsosu aşikar bir cümle dışında büyük bir problemi yoktu çevirinin, iyi iş çıkarmış bence.

30 Mart 2019 Cumartesi

Jerry Toner - Antik Dünya

Toner mikro tarih içerikli gezisine çıkmadan önce Roma'da bir dolaştırıyor okuru. Çöp ve insan dışkılarının feci kokusu. Tabakhanelerde kullanılmak üzere sidik hazneleri var, insanlar sokaklarda işiyor. İşemeniz lazım mesela, tuvalet aramanıza gerek yok. Oracığa bırakınız. Geri dönüşüm sistemi muazzam. Tabii havaya karışan kokuya bir çare yok. Toprak sahipleri tütsülerle, buhurdanlarla dolaşırlarmış ama yine de leş gibi kokarmış ortalık. Sifon'da geçiyordu, 19. yüzyılda Thames bir yaz öyle bir kokmuş ki Parlamento Binası'nda millet birbirini gırtlaklayacak hale gelmiş, nehir ıslah edilmiş ama millet tifüsten kırıldıktan sonra. Kanalizasyon önemli bir şey, gerçi Roma'da şehir merkezinin belli başlı kamusal alanlarında kanalizasyon sistemi varmış, insanlar pisliklerini sokaklara atarlarmış. Çok uzak olmayan bir zamanda Fransa'da ve İngiltere'de de sokaklara atılırmış her şey. Eh, Britanya İmparatorluğu kendisini Roma'nın devamı olarak gördüğü için geleneği sürdürmesi anlaşılır. Başka, insanlar sokaklarda ölüyor, şehir kalabalıklaştıkça cesetler yakılıyor, şehir daha da kalabalıklaşıyor, daha çok ceset yakılıyor, şehre yanık insan eti kokusu da siniyor bir güzel. Kolezyum'da sayısız seyirci. Heykeller renkli. Heykeller boyanırmış eskiden, bembeyaz değillermiş. Kısacası antik dünyanın mimarisinden bilgisine her şey elimizin altında ama o dünyada yaşamak bambaşka bir şey. "Bu kısa kitapta yapacağım tek bir şey varsa o da bu aşinalık hissiyle mücadele olacak." (s. 4) En başta duyular karman çorman bir hale gelirmiş o zamanlara dönsek; renkler, kokular, yemekler her şey birbirine karışmış durumdaymış. "Homeros'un meşhur 'şarap rengi deniz' benzetmesi sadece rengiyle değil keskin, kekre tadı ve kokusuyla da ilgilidir." (s. 4) Şairanelikten çıkınca denizin leş gibi olduğu anlaşılıyor, gerçekte olan bu.

Eğitim faslı. Eğitim çok pahalı. Dönemin klasik metinlerini okumak ciddi bir külfet. Sadece varlıklı kesim şiir okuyor, bir şeyler yazıyor ve sanat aktivitelerini takip ediyor. Açık alanlarda Vergilius'un metinleri okunurmuş, toplum bu şekilde sanat sepet işlerine dahil olurmuş. Gelir uçurumu yüzünden. İnsanlar yoksul, rezalet şartlarda yaşıyorlar ama bu noktaya sonra geleceğim, önce zenginlere bakalım. Romalılar senatör seçilebilmek için iki bin aileyi bir yıl geçindirebilecek miktarı, bir milyon sesterius'u gözden çıkarmalıymış. Oha? Süper zenginlerin halk ayaklanmalarını engellemek için ayak takımına attıkları yemler var, örneğin birkaç ay boyunca her ay iki kilo domuz eti dağıtılırmış. Domuz pek yenirmiş bu arada, ulaşılması en kolay et domuz etiymiş. Bedava eğlenceler, göz boyayıcı bir sürü şey yapılırmış. Sosyal devlet anlayışına sağlık ve eğitim hizmetleri dahil değilmiş. Vergi toplanırmış deli gibi, savaşların giderleri halkın belini bükermiş. Kadınların sesi hemen hiç çıkmazmış, antik dünyada kadın olmak inanılmaz zormuş. Tecavüze uğrayanlar öldürülünce hak ettikleri söylenirmiş falan, insanlık dışı bir olay ama o zamanlar insanlığın ne olduğu üzerinde pek durulmadığı için normal. Kölelerin durumlarını biraz biliyoruz, insan bile değiller. Köpek muamelesi görüyorlar. Din her yerdeymiş, sokaklarda her türlü inancın izine rastlamak mümkünmüş. Braavos muydu, sokaklarındaki canlılığı hatırlayalım, gerçi o evrendeki hemen her şehirde benzer bir ortam vardı, G. R. R. Martin sokakların zenginliğini antik dünyadan çekip çıkarmış.

Doktorlar pahalı, zengin tayfa gidebiliyor doktora. O zamanın tıbbı içler acısı, kan akıtılıyor veya bitkilerle iyileştirme yoluna gidiliyor. Vücutta dört sıvı olduğu düşünülüyor, hastalıkların önce bu sıvıların dengesizliği yüzünden, sonraları iblisler yüzünden ortaya çıktığı sanılıyor. Kara safra, sarı safra, su falan, bunlar dengede değilse ölüme kadar yolu var insanların. Yaşam süresi haliyle kısa, yirmi beş yaşındaki bir insana yaşlı gözüyle bakılıyor. Genç kızlar yaşlılarla evlendiriliyor ki rahat etsinler, en azından eşleri ölünce ondan kalanları tırtıklayabilsinler. Seks her yerde, bunu da dizilerden ve filmlerden biliyoruz. O zamanın eğlencesi bu, sokak köpeğinden biraz daha iyi durumdaki insanların başka türlü yaşayamaz. "Erkeklerin kadın, erkek, delikanlı, genç kız, kimi çekici bulursa birlikte olmak istemesi antik dünyada son derece normaldi. Gördüğümüz üzere tek önemli ölçüt, erkeğin sekste aktif taraf olup olmadığıydı. Erkek olmak, her anlamda üstte olmak demekti." (s. 36) Dipteler, okuma yazma bilmiyorlar, sokağın tarihinden geriye pek bir şey kalmamasının sebebi yaşama uğraşı yüzünden kayıt tutmaya vakitlerinin olmaması. Ekonomik belirsizlik korkunç; Mısır'dan gelen buğdayda belli bir rekolte tutturuluyor ama Roma'yı beslemek çok zor, en ufak bir sel baskını kıtlığa sebep olabiliyor. Buna rağmen Romalılar yiyip içmeyi seviyorlar, en büyük gider kalemini yiyecek oluşturuyor. Yeme-içme yerleri için sayısız sözcüğü varmış Romalıların, yemekler çok çeşitliymiş.

Duvar yazıları ilginç, grafiti kültürünün kaynağı antik dünya. Genelde kaygıyla dolu yazılar var duvarlarda. Fabllar da kaygıyla dolu, kurt ve aslan dolu onca fabl o dönemin insanının korkularını anlatıyor. En başta bebekler ölüyor, her gün sayısız bebek ölüyor, sokaklarda köpekler bebekleri yiyor falan, dehşet verici. Böyle bir dünyada yarını düşünmek gülünç. Dünü düşünmek de. Hep şimdinin kaygıları var. Meşhur bir mezar taşı yazısı var: non fui fui non sum non curo. "Yoktum. Vardım. Yokum. Umursamıyorum." Vasiyetimdir, ben ölünce bu benim mezar taşıma yazıla.

Kültürler arasındaki ilişkilere kaykılıyor Toner, İskender'le başlıyor. Helenistik zamanlar, Persler ve Yunanlar arasındaki ilişkiler, kültürlerin etkileşimi, demokrasinin evrimi, Doğu-Batı kavramlarının birbiri etrafında örülerek ortaya çıkarılması, pek çok mesele. Roma'ya geliyoruz. Tarihsel anlatıyı geçiyorum, ilginç noktalara odaklanıyorum. Diocletianus ve Konstantin anasını ağlatmışlar imparatorlukta yaşayan insanların. İlki dağılışı geciktirmiş ama aldığı vergilerle, artırdığı asker sayısıyla toplumu delik deşik etmiş. Konstantin ayrı bir hikâye. Hıristiyanlık için yaşam alanı yaratmış, merkezi bir otorite oluşturmuş. Kaybolmaya yüz tutmuş dinlerle ilgili bir kitap vardı ya, adı neydi, orada tahta az daha Zerdüşt bir elemanın geçeceği söyleniyordu. Hıristiyanlık ucuz kurtulmuş açıkçası; uzunca bir süre çok kapalı çevrelerde, az sayıda toplulukta varlığını sürdürmüş, Konstantin'e kadar. Sonrasını biliyoruz. "Kilise ezilenlerin yeraltı dininden varlıklı sınıfların rahat evine dönüşmüştü." (s. 63)

Antik dünyanın keşfi konusunda birkaç kilit noktaya eğiliyor Toner, bir bölümü buna ayırmış. Su değirmenleri ilk önemli kaynak. Halka sunulan yiyecekler bu değirmenlerden geçiyor, dolayısıyla sayıları, bulundukları yerler, kapasiteleri çok önemli. İkinci kaynak, kemikler. Pompeii'de bulunanların kısa bir incelemesi var bu bölümde, çok ilgi çekici. Kanalizasyonları söyledim. Akıl sağlığı bölümü de ilginç, benim aklımı kurcalardı zaman zaman. Sır ortaya çıktı: Hemen herkes deli. Bu kadar. Şaka, birçok kişi açlık sınırında yaşıyor, durmadan borç alıyor, birikim yok zaten, sosyal güvenlik ağı yok. "Dara düşen bir ailenin yapabileceği tek şey, çocuklar dahil her şeyi satmak ve yaşamak için dilenmekti." (s. 87) Her şey yolunda yani. Felaketler sıradan, her an bir facia gerçekleşebilir. Savaş çıkar, yanardağ patlar, meteor düşer, bok çukuruna düşülür, illa bir şey olur. Bunun dışında bence Oliver Sacks'e ilham vermiş olması muhtemel bir vakayı aktarıyor Toner, Galen'in bahsettiğine göre çanak olduğunu zanneden ve kırılacağından korkan bir adam varmış. Günümüzde de karısını şapka zanneden adam var, pek bir şey değişmemiş. Bir de şu: "Antik dünya hekimlerinden biri eşcinselliği ruhsal bir rahatsızlık olarak ele almıştır ama aynı durum, 1950'lerde Amerikan Psikiyatri Derneği için de geçerliydi." (s. 91)

Antik Yunan ve Roma'nın Batı için önemi anlatılıyor, aynı dönemlerde varlığını sürdüren Çin ve Roma arasında kurulduğu düşünülen ilişkilerden bahsediliyor, böyle bir metin bu. Burada bitirecektim ama çok ilginç bir olay var, onu da anlatıp bitireyim. Öncelikle birbirlerine göre çok uzakta bu adamlar, arada Persler var, Persler üzerinden birbirlerinin varlığından haberdar oluyorlar. Hatta birkaç temas girişimi oluyor, ilki MÖ 97'de. Çin Generali Ban Chao bir elçi gönderiyor ama başarısız oluyor. Ne konuda başarısız oluyor bilmiyorum, Toner da pek değinmemiş, kaynaklar sağlam değil söylediğine göre. Neyse, sonra Romalılar Çin'e adam yolluyorlar, İmparator "An-tun" (Antoninus Pius veya Antonine soyundan Marcus Aurelius) tarafından gönderilen tayfa MS 166'da Çin'e varıyor ama yanlarında getirdikleri hediyeleri Çinliler üfürükten buluyor, Roma'nın fakir olduğunu düşünüyorlar. Başka bir kaynağa göre MS 226'da Romalı bir tüccar Hanoi yakınlarına ulaşmış ama kesin bir bilgi yok. Anlatacağım asıl ilginç olay şu: MÖ 54'te Carrhae Muharebesi'nde Romalılar bir güzel tokatlanıyor, Persler büyük bir grup Romalı askeri esir alıyor, bu askerler doğu sınırına paralı asker olarak gönderiliyor. Bu askerlerden bir kısmı Han İmparatorluğu'na kaçıyor, Çin'in savaşçı devletleriyle savaşmaya başlıyorlar. Devamını Toner kendi anlatsın: "Çin tarihi, MÖ 36'da bazı imparatorluk askerlerinin bu devletlerden biriyle nasıl savaştığını ve 'balık pulu' düzeninde yaklaşık yüz adamla karşılaştığını anlatır. Roma savaş teknikleriyle ilgili bir şeyler bilen herkes Romalıların 'testudo-kaplumbağa formasyonu' dedikleri, bir grup askerin bütün gruba koruyucu bir kabuk oluşturmak için hep birlikte büyük kalkanlarını kaldırdığı düzene aşinadır. Bu Romalı kaplumbağa, Çin sınırlarına kadar gitmeyi başarmış mıdır?" (s. 104) Kafayı yiyecek gibi oluyorum böyle şeylere denk geldikçe, nasıl ya? Bayağı şey, Jet Li'nin ilk dönem filmlerindeki karakterlerin uçsuz bucaksız topraklarda sürdürdüğü savaşlara Kolezyum'dan Maximus çıkıp gelmiş, koskoca alanda küçücük, metal bir oluşum var. Kalkanlar arada iniyor, sağa sola mızrak atıyorlar falan. Çok garip ya. Meselenin devamı da var, ilgi duyanlar kitabı edinip okusun derim.

Domingo süper bir seriye başlamış, devamının tez elden gelmesini bekliyorum. Bu kitabı alın, antik dünyalarda şöyle bir dolanın.

Barış Bıçakçı - Tarihî Kırıntılar

Lüneburg Varyantı'nda derinlerdeki acıyı dindirebilmek için genç bir satranç oyuncusunu yıllar boyunca biçimleyen, kendi bulduğu taktiği her maçta uygulatan ustanın amacına ulaştığını görüyorduk, mahvolmuş hayatının yanında öğrencisinin hayatını da mahvederek. Doğanın boşlukları sevmediğini düşünelim, bir kaybın veya başlı başına bir yokluğun yeri hemen doldurulur. Can, ablası Meral kaybolduktan sonra ablasının kitaplarını okuyor, ablasının odasında oturup bir anda ortadan yok olan kızın yaşamını -bir anlamda- kendi bedeninde canlandırıyor, yıllar boyunca. Üniversitede edebiyat okuyor, bir gazetenin kültür, sanat sepet işlerine bakan bölümünde çalışmaya başlıyor, basitleşeceğine karmaşıklaşan incelemeler yazıyor ve ablasını yine bulamıyor, yirmi beş yıl boyunca süren arayış nihayete ermiyor. Boşluk, Can'ın olduğu kişiyle doluyor. Anneyle baba için de aynı şey geçerli; anne 1992'deki kayboluştan sonra şiir dergilerini takip edip kızının birlikte olmak için evi terk ettiği, müstear isimle yazan şairi bulmaya çalışıyor. Telefonlar, görüşmeler derken bu olay edebiyat çevresinde küçük bir efsane haline geliyor. Şairi tanıyan yok, haliyle Meral'i de bilmiyorlar ama kızını bulmaya çalışan annenin, Sevgi'nin çabası yıllar boyunca sürerek boşluğu dolduruyor. Babanın uğraşı şair olabilmekten geçiyor, Taner yazdığı şiirlerle dalga geçilince masayı dağıtacak, insanlara kafa göz dalacak hale geliyor, şairleşme edimi müstear şaire doğru evrilmeyince, kızın yaşamına uzanacak bir yol yaratmayınca boşluğu sırf doldurmak için atılmış bir adım olarak kalıyor. Can başka bir koldan ilerliyor, şairlerle, sanat dünyasındaki insanlarla rahatlıkla iletişim kuracağı bir dünya yaratıyor. Rana'yla bu dünyada tanışıyor, arkadaşı Ali yine böyle bir uğraş sürecinde tanıdığı biri. Boşluk sanki biraz daha yoğun bir şekilde doluyor Can için. Aile doğa değil tabii, boşluk hep daha fazlasını talep ediyor. Yirmi beş yıldan sonra küllenen özlem, esintiyle yangına dönüşebiliyor.

1992'den itibaren 2000'lerin ortalarına uzanan bir zaman çizgisi, 2014'ten 2018'e uzanan başka bir zaman çizgisi, şairlerin anlattıkları hikâyeler ve her hikâyeden sonra Can'ın anlatılanlardan yola çıkarak yarattığı poetika. Bu dörtlü sırayı bozmuyor. I, II, III ve IV diyeyim bu bölümler için. I, Meral'in kayboluşuyla başlıyor. Ailenin yaşam standardı orta karar, baba harita mühendisi olarak çalışıyor, Meral'in kendi odası var. Bıçakçı'nın imgelerle dolu anlatımı kaba ayrıntıya girmiyor pek, bunları okur eşeleyip çıkarıyor. Yaşamları güzel gibi, her şey yolunda en azından. Aile, Meral kaçmadan önce de şiirle ilgili; Taner'in ve Sevgi'nin şiirle ve şairlerle ilgili fikirlerine yer veriliyor ve Meral 1992 yılının Aralık ayında, kırçıllı kumaştan uzun bir paltosu olan şaire aşık oluyor. En son Can görüyor onu, on dokuz yaşındaki ablası bavulunu alarak paltolu şaire doğru koşuyor. Koştuğu adamın şair olup olmadığı konusunda, eh, sonraki I'de şiir dergilerindeki şiirlerin incelenmesinden Meral'in odasında bulunan mektuba kadar pek çok iz var ama kesinlik yok. Sevgi, kızının şaire kaçtığını düşünüyor ve kestirip atıyor gerisini, istikameti belirledikten sonra aynı kanal üzerinden arayışına başlıyor. Dergilere edilen telefonlar, yazılan mektuplar, bir dünya şey. Sfenks imgesi, elma ve eskilik imgesi, pek çok imgeyi birbirine bağlıyor ve ailenin yaşadıklarını bunlara denkliyor anlatıcı. Bazen rahatsız edici boyuta varıyor bu, belki de ailenin şair bakışına sahip olduğunu aktarmak içindir. Meral gitmeseydi de aynı renklere sahip olacaklardı. Mesela, işte Meral kaçıyor, Can'ın düşündüğü: "Ablası Meral elinde çantası, koşarak paltolu bir şaire doğru gidiyordu. Palto uzundu ve Can'a kalırsa biraz elma biraz geçmiş kokuyordu. Şair ikisinden birden büyük ısırıklar almış sonra da ağzını paltosunun yeniyle silmiş olmalıydı." (s. 6) Hiçbir zaman kaskatı bir acıyla, duygu yoğunluğuyla karşılaşmıyoruz, her şey bir başka şeye dönüşmüş olarak çıkıyor karşımıza. Bir tek, şairlerden biriyle yapılan söyleşide şairin söylenen sözler üzerine döktüğü gözyaşı var, belki de saf duyguya en çok yaklaştığımız an. Tehlikeli bir yerde duruyor Bıçakçı'nın üslubu, müteşairliğe meyil sınırı zorluyor, belli bir noktaya kadar kurmacaya katkı sağlayan bu anlatı biçimi yer yer aşırılığa varacak gibi oluyor. Metnin tamamında var bu durum, şairlerle yapılan görüşmelerin ve anlatılan hikâyelerin ötesine uzanıyor. Poetikalarda sırıtmıyor tabii.

II'de 2014 yılı, Can bir gazetenin kültür sanat editörü. Üniversiteden arkadaşı Ali'ye göre geçmişten bir şey çıkarma çabası olarak şairlerin hikâyelerinden derleyeceği bir metin üzerinde çalışıyor. Şairlerin isimleri önemli değil, metinde hiçbirinin adı geçmeyecek. Müstearlığı Can'ın kendisi yaratıyor, hatta yaratmıyor bile, isimleri direkt yok ediyor. Can'ın sevgilisi Rana'ya göre Can gazeteci değil, ablasının izinde şairlerin peşine takılarak aradığını bulmaya çalışan biri. Can'ın şairleri küçük düşürmeye çalıştığını da ekliyor ama böyle bir çaba pek görülmüyor, belki ilk bir iki şairle yapılan söyleşilerde Can'ın azıcık sivri sözcükleri, dikkat ettiği ayrıntılar -sakala düşmüş kurabiye kırıntısı gibi- bu yönde ama poetikalar tamamen şiirle ve anlatılan hikâyelerle ilgili, geçen zamanla birlikte Can'ın arayışının hedefi ablasından hakikate, şiirin gerçekliğine ve gündeliğin gerçeklikten giderek uzaklaşmasına dönmüş durumda. Şairlerden biri Kendini Turgut Uyar Sanan Adam diye bir hikâye anlatıyor, delik deşik olmuş insanların normallikle başa çıkamamaları üzerine şahane bir metin. Hastalıklı bir normallikte var olma çabası hangi araçlarla, nasıl harcanır? Her şeyi olduğu gibi kabul etme fikrine ulaşıyor aile, yirmi küsur yıl sonra. Can her şeyin olabileceğini ve olduğunu düşünüyor sonunda, olurluğun içinden kendine en uygun parçaları çekiyor. Rana. Kitap. Şiir. Klişe sözleri ve kendine kattıklarını bir arada duymak Can için dengeye varma anlamına geliyor biraz, bence. Şairlerden birinin dediğine göre bir şeyin peşinden gitmek yaratıcı bir eylem, doğumu ve ölümü aynı anda barındıran. Bu tür sözlerin yongaları tertemiz süpürülür ama geriye de kalır bir şey, en azından hikâyeler kalıyor Can için. Bu hikâyeler Bıçakçı'nın Baharda Yine Geliriz'deki öyküleriyle aynı kökten geliyor, o zaman o metni bu metindeki şairler mi yazmıştır? Evettir. En azından böyle düşünmek güzel. Poetikalar yardımıyla yaşamı biraz daha köşelemek de başka şey. Gerçi yetersiz. Köşeler keskinliklerini kaybediyor zamanla. Hikâyelerde seksenli yılların insanlık dışı ortamı, Doğu'nun cehennemi andıran huzursuzluğu var, ayrıca Can'ın katıldığı eylemler -Bret Easton Ellis'in Glamorama'sından: "Ne kadar iyi görülürsen o kadar iyi görürsün."- toplumsal travmalarımızı bir bir sıralıyor ama kişisel travmaların penceresinden görüyoruz her şeyi, kapsayıcı olan şey içerdiklerini törpülüyor zamanla. Bu tür ayak izlerini bularak ilerlemek zorundayız, Bıçakçı'nın açtığı boşlukları okur doldurmalı çünkü doğanın boşlukları sevmemesi. Gerçi hiçbir yere ulaşmayan izler de var, Can'ın portakal reçeli yememesinin sebebi olarak gösterilen migren pek bir şeye hizmet etmiyor örneğin. Çok küçük parçalar bunlar, sihri bozacak ölçüde değil. Can'ın Meral'le ilişkisine dair pek bir şey anlatılmaması bir diğer iz, bu iz de anlatıya hizmet etmiyor. Öğrendiğimize göre ablasını dikizliyor Can, kızın orasını burasını mıncırıyor, bu kadar. Ablayla ilişki biraz daha derinleştirilmiş olsaydı Can'ın Rana'yla ve Rana'dan önceki sevgilisi Yeşim'le yaşadıkları için bir temel teşkil edebilirdi ama böyle bir kaygı yok, zira travmanın ötesinde bir şey göremiyoruz.

Kırıntılar yas sürecinin sonsuzluğundan doğuyor. Zamanın geçişi sağlıklı bir sürece yol açmıyor, boşluk biçim değiştirip duruyor. Kabulleniş yer yer kendini gösterse de yaşam bir kere bu kayıpla şekillendikten sonra başka kalıplara oturmuyor, yeninin içinden de benzer kırıntılar dökülüyor. Yokluğun parçalarına göz atıyoruz durmadan. Bıçakçı'yı da seviyoruz.

29 Mart 2019 Cuma

Alfred Jarry - Patafizikçi Doktor Faustroll'un Davranış ve Görüşleri

Doktor Faustroll olduğu düşünülmeyenden olanı çıkarıyor. Köylü Ekrem heykellerinden birini bir balerinin etrafındaki hava akımı şeklinde yapmış, balerini balerinin varlığını dışarıda bırakarak tasvir etmişti, benzer bir şey. Paris'in sokaklarında bir deniz yolculuğu bu şekilde mümkün. "Bir gölge-görüngü, bir görüngüye eklenen şeydir." (s. 25) Aslı 'patafizik olan patafiziğin tanımı yolculuktan önce verilmiş, anlatayım, metafiziğe eklenen şeyin bilimi patafizik. Metafizikle fiziğin arasındaki mesafe, metafizikle patafizik arasında da görülebilir. İstisnaları yöneten yasaları inceler ve bu evrene ek evreni açıklar, geleneksel evrene dair keşiflerin ötesinde yer alan ihtimallerin tekilliğidir. Bir açıdan bakıldığında yuvarlak olan saatin başka bir açıdan çizgi halinde görülebilme ihtimalini ve buna benzer sayısız ihtimali içerir. Gözlemciden kaynaklanır, dolayısıyla istisnai bakış tamamen özneldir, şeylerin gözlemlenmesi ve görünürlüğü istisnanın iki bileşenidir. Hızlı bir şekilde hareket eden bir cisme hızlı bir şekilde hareket eden cisim denir, bir de etrafındaki her şeyin hızla sabit kaldığı bir cisim denir. Çünkü cisim fenomenolojik bir cisimdir ve sayısız tanımı, sayısız anlamı, sayısız ihtimali vardır. Patafizik bir su damlasının gökyüzüyle yeryüzünü ayıran bir ayna olarak görülebilmesidir, aynı damlanın varlığını sabitleyen gökyüzünün ve yeryüzünün varlık sebebidir. Ayrıntılı bilgi şurada var, patafizik bir bilimdir, absürtlükler geçidi değildir. Sanrılardan ibaret bir anlatı türü değildir. Tek bir alternatif evren değildir. Algı kapılarının ötesidir, oraya ulaştıran maddenin verdiği keyfin türü değişse de menzil bellidir, kapı komşumuz olan evrene doğru ilerlerken bizimkine veda ederiz ve Faustroll'un zihnine bir göz atarız ama önce Jarry'ye bakalım.

Biraz Sözlük'ten çarptım, sağdan soldan bulup derledim. "Dünyanın ilk patafizik koleji öğrencileri; Jacques Prévert, Marcel Duchamp, Max Ernst, Raymond Queneau, René Clair, Boris Vian, Henri Jeanson, Jean Ferry, Michel Leiris, Joan Miró, Man Ray, Pierre Macorlan, Pascal Pia, Paul-Emile Victor, Maurice Saillet, André Martel, Armen Lubin, Roger Grenier, Baj, Siné" 20. yüzyılın başlarında has adamlar bu ilmi edinmişler, sonrasında Perec de kafa yormuş biraz. Jarry, metni 1898'de yazmış ama metnin basımı 1911'de. Kral Übü'yü Faustroll'un evindeki kitapların arasına sokarak kendisine de gönderme yapıyor Jarry, ne hoş. Dünyanın farklı biçimlerini görmüş birine göre kafayı yeterince kırdığı söylenebilir, metni -haliyle- son derece uçuk. Birkaç bölümden oluşuyor, birkaç bölümün içinde birkaç bölüm daha var, üstelik her bölüm birilerine ithaf edilmiş. İlk bölümde bir tebligatnameyle karşılanıyoruz; muhakeme usulü yasasının zırt maddesi gereğince Réne-Isidore Panmuhple'nin Faustroll'u bulması, adama borcundan ötürü karşılaşacağı sıkıntıları bildirmesi gerekiyor ama adreste kimse yok, hukuki işlemler konusunda bırakılan notta Faustroll'a doğrudan hitap ediliyor, eşyalarına el koyulacak ve nesi var nesi yoksa satılacak. İkinci bölümde Faustroll hakkında birtakım malumat var; "yirminci yüzyıl [-2] yaşındayken" doğmuş Faustroll, boyu atom çapıyla verildiğine göre pek çok atomdan oluştuğu söylenebilir ve atomların bileşeni onun boyu hakkında bir fikir verebilir böylece. Saç rengi, gözleri, çeşitli organları yine atomlar yardımıyla tasvir edilir. Kum rengi bir gömlek giyer, garip renklere sahip kıyafetlerinin yanında sağ işaret parmağının bitimine kadar taktığı rengarenk yüzükler de adamı gökkuşağına çevirir. Dönen cisimli bir cisme biner sık sık, bu dönen cisimli cisim bisiklettir ama bizim evrenimizde böyledir, Faustroll için böyle değildir. Öyledir.

Panmuhple haczi uygular, Faustroll'un ıvır zıvırına el konur. Verlaine, Rabelais, Mallarmé, Bloy, Lautréamont gibi yazarlar kalemin sabitliğinde kendilerini hareket ettirirler ve onca şey yazarlar, bazıları haczedilir yazdıklarının, sonra sandalye olsun, yatak olsun, hepsi gider. Satış gerçekleşir, Faustroll'un ödemediği kiranın tutarı kadar bir şey geçmez ele, Faustroll ortaya çıkınca işler hepten değişir. Adam havayı ve buharı geçiren ama suyu geçirmeyen torbalarla bir gemi yapar, yatak şeklinde bir gemi, kalbur biçiminde. Bu gemi, Faustroll'u ve hacizcisini, bir de insan dilinde, "Ha ha," demeyi bilen bir maymunu, Çıkık-Kıç nam bir mahluku yeni limanlara -binalara?- taşıyacaktır. Bu maymunun bahsinin geçtiği bölümde öğreniriz ki kıçından bir parça kesilip yanağına yapıştırılmıştır, böylece yanağı kıç, kıçı da yanak olmuştur. Tersle düz bir araya getirilmiştir, maymun kıçından konuşur hale gelmiştir. Bir de Antik Yunan harfleriyle yazılan bir diyalog verilir ama bunun çevirisi yoktur, Işık Ergüden bunu ya çevirmemiştir ya da tamamen saçmalandığı için çeviriye ihtiyaç duyulmamıştır. Antik Yunanca bilmediğim için bir yorum yapamıyorum. Sonuçta gemiye binilir, hareket edilir, gece boyunca oradan oraya aylaklık yapılır. Kızılötesi ışınlar, normal ışınlar, deli insanlar, normal krallar, özdeyişler ve pek bir şey diyemeyişler, arka arkaya sıralanan onca olay, mekan, deniz, sokaklar ve Paris, her şey biraz daha şaşırtır, biraz daha delirtir, histeriden çok uzak olmayan bir noktadan okuruz. Her şeyin öyleceliğine dair: "Üçüncü bir kral, hayvanların bile anlayabildiği ve bazılarının mükemmelleştirdiği cennet dilini buldu. Elektrikli kızböcekleri imal etti ve 3 rakamı biçiminde sayısız karınca saydı." (s. 46)

Çıkık-Kıç ölür, hayaleti musallat olur. Birçok insan olur, her biri arkada kalır. Panmuhple içtiği şeyin yardımıyla Faustroll için eşsiz bir yol arkadaşı olur. Yolculuk dini nitelikler de taşımaya başlar, kutsal mekanlar anılır, belki oralarda gezilir falan, Faustroll doğum yaşı olan 63'ün bittiğini göremeden ölür. Kendisi lineer zamandan azattır, insanın yaşam sürecinin kendisiyle bir ilgisi yoktur. Faustroll öldükten sonra Lord Kelvin'e bir mektup yazar ve izlenimlerini aktarır. "Hiçbir yerde ya da herhangi bir yerde" olduğundan pek çok olağanüstü şeye rastlamıştır, evrenin yapıldığı maddeyi araştırırken esire denk gelir ve sonsuzluğun yapı taşını anlamaya çalışır. Bu mektup verilerin değerlendirilmesini içerir, bir bilim insanından başka bir bilim insanına geçilmiş kıyaktır. Tanrı'nın yüzeyi formülleştirilir, retorik parçalarla filozoflar anılır, pek çok bilimsel çılgınlık aktarılır, örneğin hareketsiz olma makinesi. Ortamın doğasından yola çıkarak bir sabitin etrafında hareket eden her şeyi belirleyen uçuk bir makinedir bu, Laplace'ın imkansız determinizmine naniktir.

Jarry okuru uçurur ya da sıkıntıdan patlatır, okur nasıl görürse artık. Okunması gerekir ama, insanın ulaşabileceği uç noktalardan biridir.

27 Mart 2019 Çarşamba

Karen Blixen - Ehrengard

Karen Blixen'in takma adı Isak Dinesen, çoğu metnini takma adıyla yayımlamış. Nobel'i aldığı yıl Hemingway'in Blixen'le ilgili bir sözü vardı, ödülü Blixen'in hak ettiğine dair. İki kez Nobel'e aday gösterilmesine karşın kazanamamış Blixen, o da kahve üretmiş Afrika'da. Bence Nobel'i kazanmaktan daha çok tatmin eden bir iş kahve üretimi. Ödüle ihtiyaç duyulmayabilir ama kahve şart. Çalıştırdığı kölelere iyi davranmıştır umarım, yazdığı metinlerde o kölelerin teri var, bunun metinlerle bir ilgisi yok, o yüzden kafam karıştı. İyi bir yazar sonuçta. Yaşamı Orson Welles'tan Sydney Pollack'a pek çok yönetmenin ilgisini çekmiş, Pollack zaten Blixen'in Out of Africa'sıyla bir iki metnini daha çorba edip filme uyarlayarak Oscar almıştı, iyi de olmuştu.

Kısa bir metin, Küçük Bir Romans alt başlığı eklenmiş editör tarafından. Goodreads'ten çalıp çırpıyorum; Blixen'in yazdığı son metinmiş bu. Yaşlı bir hanımın anlattığı hikâyeyi dinliyoruz ve hikâyenin kökleri hakkında başka bir şey bilmiyoruz. "Hikâyenin ilerlediği yollar ve patikaları otlar bürüdü ya da onlardan iz yok." (s. 7) Sözlü edebiyat geleneğinin yazıda sürdürülmeye çalışılması, güzel. Hikâyedeki herkes ölüp gittiği için anlatılmış, bir hanedanın soy sürdürümü konusundaki bol skandallı, biraz hareketli, çokça estetik serüveni kulağımıza fısıldanıyor. Almanya'nın prensliklerinden birinde, ülkenin yönetiminde söz sahibi, forslu bir hanedanın iç meselesi, üç bölümde anlatılıyor. İsimler değiştirilmiş, soyluların kim olduklarını bilmiyoruz. Bilsek ne olur gerçi, Almanya'dan bir hanedanın veliahtı sanatla sepetle ilgilenmekten evlenmemiş, çocuk yapamamış, sonra biriyle tanışmış da onu hamile bırakmış, rezillik olmasın diye gelini bir şatoya kapamışlar, birkaç ay gizleyip çocuğu evlilikten sonra doğmuş gibi göstermişler, bilmem ne. Ben söylüyorum gerçeği, olay Wanderbünscherlerin başından geçiyor. Almanya'nın temelindeki çimentonun hanedanı. Artık gizeme mizeme gerek yok. Diyorum ama uydurdum, bilmiyorum. Öf.

Babenhausen Grandüküyle Düşesinin çocukları olmamış uzunca bir süre, on beş yıl sonra olmuş. Prens Lothar çok tatlı bir çocuk, ailesi tarafından çok seviliyor. Tabii halk da seviyor kendisini, zira başlarındaki insanların çocukları olmazsa babadan oğula geçen tiranlığı kim sürdürecek? Neyse, Grandüşes bir kız arıyor oğlu için. Şöyle soylu bir aileden gelen, gelin gibi gelin istiyor. Bakıyor ki çocukta iş yok, saraylarda onlarca davetten, tiyatro oyunundan eli boş geliyor eleman, hemen Cazotte'nin yardımını istiyor. Şans eseri orada Cazotte, Grandüşesin portresini yapıyor. Çok ünlü bir ressam, Avrupa'yı gezip sipariş usulü resim yapıyor, paraya para demiyor ve Don Juan olarak kalp çalıyor, av peşinde. Başlarda burun kıvrılan bir adam ama Prens Lothar'ın badaklığı ayyuka çıkınca yardımı isteniyor. Bu sırada anlatıcı giriyor araya, hikâyeyi nereden öğrendiğini anlatıyor. Cazotte, gençliğinde bir hiçken kendisini himaye eden ve sanat eğitimi almasını sağlayan soylu kadına bu olayı anlatan mektuplar yazıyor. Kadın, anlatıcının büyükannesi ve yaşlanınca çekildiği şatoda tek eğlencesi Cazotte'den gelen mektuplar. Normalde hiç kimseye böyle sırları anlatmayan Cazotte, velinimetini eğlendirmek için olayı bütün ayrıntılarıyla yazıyor. Anlatıcının söyledikleri üzerinden ilerlediğimiz gibi mektuplardan yapılan alıntılarla Cazotte'nin olaylara yaklaşımını, gözlemlerini falan görüyoruz. Bence olaylardan ziyade Cazotte'nin estetik anlayışını ve baştan çıkarıcılığını anlattığı bölümler daha dikkat çekici. Şöyle diyor bir yerde: "Sanatçının kâinata karşı takındığı tavır, tümüyle bir baştan çıkarıcının tavrıdır." (s. 13) Kierkegaard etkisi kendini belli ediyor, araya dereye "korku ve titreme" hakkında da bir şeyler sıkıştırıyor Cazotte, Don Juan'a benzetilmesi de yine Baştan Çıkarıcının Günlüğü'ne atılan bir tepik. Cazotte'yi anlatayım biraz, baştan çıkardığının karşısına bir daha çıkmadığını, en büyük kabusunun bir karşılaşma olduğunu söylüyor. Kadınları boşalttığı bir bardağa benzetiyor, bardak dolacak ama daima kendi içişi hatırlanacağı için sonraki erkekler kendisinin yerini doldurmaya çalışmakta başarısızlığa uğrayacak denekler olacaklarından habersiz bir halde, boş yere çabalayacaklar. Baştan çıkarma bir sanat, Cazotte de iyi bir sanatçı. Prens Lothar'ı değerlendirdiği bölümlerde Grandüşesin içini rahatlatıyor; çocuğun baştan çıkarıcılığı bildiğini ama başka bir şey aradığını söylüyor, Lothar da Cazotte gibi oldukça ince ruhlu ama daha sabit, sağlam bir şey arıyor.

Prenses Ludmilla ortaya çıkıyor, Prens Lothar'la pek yakışıyorlar. Hemen de sevişiveriyorlar, Cazotte'ye göre Lothar için düşünce ve eylem bir, dolayısıyla beklemiyorlar. Aileler anlaşıyor, iki genç evleniyorlar ama kız iki aylık hamile, dolayısıyla evlilikten önce sevişildiği ortaya çıkacak, halk ne diyecek buna, elalem ne der falan. Gözlerden uzak bir şekilde çözülüyor olay, uzaklarda bir şatoda küçük bir saray erkanı ağırlanıyor, Prens ve Prenses, birkaç uşak, Cazotte falan, hepsi şatoya yerleşiyor. Aylar gezintilerle, sohbetlerle ve yiyip içmeyle müthiş bir şekilde geçiyor. Ehrengard bu sırada geliyor şatoya, mezhep ayrılığı yüzünden bir tartışma çıkmayacağını garanti ediyor Cazotte. Ehrengard asker bir ailenin tek kızı, sağlam dövüşüyor, uzun ve güzel. Brienne of Tarth canlandı gözümde. Bence güzel bir kadın Brienne of Tarth. Neyse, ikinci bölüm başlıyor. Pek pastoral, Cazotte mektuplarında böyle söylüyor. Gerçekten de dağ bayır geziliyor, eğlenceler tertipleniyor, soylular kendi aralarında soyluluk oynuyorlar, Cazotte de kendine eğlence çıkarmaya çalışıyor ve Ehrengard'a sarıyor. Kızı kendine aşık etmeye çalışıyor ama kendisi de kapılıyor bir yandan, aralarında pek çok pastoral romantizm yaşanıyor, tabii uzaktan uzağa. Cazotte mektuplarında ne kadar gerçekçi bilmiyoruz, Ehrengard bahsinde söylediği bir şeyi alıyorum buraya: "Ya o zaman, diyorsunuz bana, yıkımı bir gerçek ve gerçeklik olmayacak mı? Tam da öyle dostum. Sanatın gerçekliğinin fiziki dünyanın gerçekliğinden üstün olduğu düşünülürse. Sanatçının her yerde ve bütün zamanlarda, gerçeklik hakkında sonsöz sahibi olan kişi olduğu göz önüne alınırsa." (s. 43) Babasının yokluğunda duyduğu yalnızlığı da araya sıkıştırıveriyor Cazotte, baştan çıkarıcılığına tipik bir sebep buluyoruz böylece.

Üçüncü bölüm bence beklenmeyecek bir şekilde kısırlaştırıyor anlatıyı. Hanedanın yan kolları bu ana kolu indirmeye çalıştıkları için dedikodu yayıyorlar, sonra şatoda çalışan bir hizmetçinin salak eşi bebeği kaçırıyor, Cazotte meseleyi çözmek için atına atlayıp harekete geçiyor falan, açıkçası hayal kırıklığı yarattı ama olsun, ilk iki bölümün hatrı yeter.

Fatih Özgüven çevirisi, güzel bir romans. Evet.

Jeff VanderMeer - Yetki

Biyolog'u eşini bulmak için X Bölgesi'nde yolculuğunu sürdürürken bıraktık, ikinci ciltte perdeyi Kontrol'ün gördüğü rüyayla açıyoruz. Yüzüyor, uçurumun kenarından dipsiz bir boşluğa bakıyor, körfezi ve mağarayı görüyor, düşmeye devam ediyor. Uyanıkken de gün düşlerinde düşüşünü görüyor, adını sayıklayarak kendine geliyor. Sadece X Bölgesi'nin değil, hastalıklı bir toplumun da tam kalbindeyiz; adı hiç anılmayan gizli bir servisin gizli bir bölümü, Southern Reach psikolojisi alt üst olmuş insanlarla dolu, zaten Bölge belireli otuz yıl olmuş ve Bölge'nin tanımlanmasına dair hiçbir ilerleme kaydedilememiş, eh, o zaman SR neden bir sürgün yeri, kenara köşeye atılmış bir birim haline gelmesin? X Bölgesi'nin doğallığı anormal bir hale geliyor bu durumda, doğanın son derece canlı ve bağımsız olduğu bir dünyada insanlar için araştırılan mesele başlı başına bir tehdit, Bölge kendini koruyor. Aslında korumuyor da, sadece var oluyor ve varlığı kendi doğasına uygun olmayan canlılar eleniyor. İnsanlık için doğal seçilim. İnsanın evrimini sürdüremeyeceği bir dünya yaratıyor Bölge, çok az insan kendisine uyum sağlayabiliyor, özdeki büyük değişimleri göze alarak. Genetiğin kodları Bölge tarafından alındıktan sonra replika üretiliyor ve Bölge tarafından bilinen dünyaya gönderiliyor, belki bu da kendiliğinden gerçekleşen doğal bir süreçtir, bilmiyoruz, Kontrol'ün sorguladığı Biyolog pek bir şey söylemiyor, konuşmaya meyilli değil. VanderMeer kameraları SR'ye çeviriyor bu ciltte, içeride nelerin olup bittiğini izliyoruz.

Üçlemeyi eşsiz yapan detay, ardı arkası kesilmeyen sorulara cevap bulabilmek için oradan oraya koşturan insanların, Bölge'nin gizeminin çözülmesi için sayısız tehlikelere atılanların maceraları değil, her karakterin ve olayın Kafkavari bir bilinmeyende belirip gizeme farklı açılar kazandırması. İlk ciltte Bölge'nin sırrını çözmek için yola çıkan dört kadının yaşadıklarını görüyorduk, Bölge'nin karanlığı ve dört kadının kendilerine sakladıkları sırlar anlatıyı biçimsiz bir zemin üzerinde ilerletiyordu, el yordamıyla yürüyorduk, belirsizlik olabildiğince ağırdı, durumun SR'de içinden daha da çıkılmaz bir hal aldığını görüyoruz. VanderMeer karakterlerin gizemlerini kurgu içinde parça parça çıkarıyor ortaya, her şeyi bir anda sunmuyor, mevzuyu daha da gizemli bir hale getiriyor. Hem Bölge'yi hem de karakterleri merak ediyoruz böylece, tam bir karmaşanın içindeyiz.

John Rodriguez, isimsizleştirme politikası kapsamında "Kontrol" olarak ortaya çıkıyor. SR'nin tepeden inme yöneticisi. Müdür ortadan kaybolduktan sonra müdürlüğü devralıyor ve Grace'in nefretini direkt üzerine çekiyor, yardımcısı olması gereken Grace'in kendisine pek de yardımcı olmayacağını daha en başta anlıyoruz, Biyolog'un yer aldığı keşif ekibinden dönenleri dikizledikleri bir sırada ipler daha bağlanmadan kopuyor. Bu gerilimli ilişki metin boyunca sürecek, ekipten kalanlara bakalım. Antropolog muayenehanesinin arka kapısını çalarken kocası tarafından bulunuyor. Haritacı evinde, verandada bir sandalyede otururken bulunuyor, Biyolog da bir arazide öyle dururken. Psikologdan haber yok, Biyolog'la son karşılaşmaları sırasına ölmek üzereydi, Sürüngen tarafından hacamat edilmişti ve giderayak Biyolog'a bilgi vermesi gerekirken hiçbir şey söylememişti, aslında SR'de bir işler döndüğü o zamandan anlaşılabilen bir şeydi. Neyse, sorgulama faslı başlayacak ama pek de bir şey öğrenilemeyecek gibi duruyor, dönen üç kişi de sersem gibi dolanıyor ve kanserden ölmeyi bekliyor, önceki ekiplerden dönenler gibi. Zaten bunlar kopya, orijinalleri Bölge'de bir yerde öldüler. Biyolog hariç, o kocasını arıyor. Bunların hiçbirini bilmiyor Kontrol, annesinin kendisine "son bir şans" olarak sunduğu konumuna alışmaya çalışıyor. Anne Jackie Severance tek çocuk, babası gibi o da Teşkilat'a girip adım adım yükseliyor ve sağlam bir mevkiye kavuşuyor. Kontrol'ün dedesi Jack ilginç bir adam, daha çocukken Kontrol'ün eline silah verip neler olabileceğini görmek istiyor ama aslında her şey kontrolü altında, kontrollü bir kaos onun istediği, çocuğun psikolojik olarak sağlamlaşması için. Anneyle dede arasındaki çatışmalar anneyi güçlendirse de Kontrol'ü olumsuz etkiliyor, Teşkilat'taki yetkinliğinden şüphe duyuyor, kendine güvensiz biraz. Bu güvensizliği Grace'in tavırlarıyla ortaya çıkıyor tekrar, ne kadar gizliyor olsa da Biyolog'la görüşmeleri de sıkıntılı geçiyor bu yüzden. Gerçi Biyolog da pek bir şey anlatmıyor. İşler zor yani, Kontrol için zor bir görev. Müdür'ün odasına yerleştikten sonra yakın geçmişin bilinmeyenleri de çöküyor üstüne, örneğin Müdür'ün bilgisayarı kayıp. Kişisel geçmişin izlerini taşıyan en önemli parça eksik, Kontrol odanın geri kalanıyla yetinmek zorunda.

Kendi yaşamında da boşluklar var Kontrol'ün, böylece göreviyle yaşamı denklenmiş oluyor. Babası İspanyol ve Hint kökenli, zamanında büyük sükse yapmış bir sanatçı. Zirvede olduğu yıllarda aile yaşantısı keyifli ama adamın çöküşe geçtiği yıllardan sonrası sıkıntılı. Anne görevi gereği evden uzaktayken baba kendi varlığının aile için pek de gerekli olmadığını anlıyor ve yavaş yavaş uzaklaşıyor. Tam bu noktada kesiyor VanderMeer, Bölge'nin ortaya çıkışını anlatmaya başlıyor ve iki bozukluğu aynı bölümde birleştiriyor. Yaklaşık otuz beş yıl önce tabiatı değiştirmeye başlayan bir olay gerçekleşiyor. "Olay" diyorlar; istila, akın, saldırı, her şey söylenebilir, dolayısıyla söylenen her şey anlamsız. Fanus diyeyim, fanusun içindeki yapay olan şeyler hızla çürüyor. Topoğrafik bozukluk olarak adlandırılan bir "tünel" var, Kule olarak görüyorduk önceki metinde. Buraya dair pek bir bilgi yok ama Bölge'nin kaynağıyla bir alakası var buranın, ne olduğunu bilmiyoruz henüz. Neyse, fanus toprağın altındaki bir katmana kadar iniyor, gökyüzünde de stratosfere ulaşıyor. İçine giren kayışı koparıyor. Böyle bir ortam. Sürüngen var bir tane, homurdayıp duruyor. Deniz feneri var, içinde millet birbirini vurmuş. Günlükler yığılı, yüzlercesi öyle bekliyor. Tam kafaya sıkmalık, çok kasvetli bir ortam. SR'ye de sirayet etmiş durumda, Grace'in Müdür'den ne kaptığını, ikisinin ne kadar yakın olduklarını merak ediyor Kontrol, uzunca bir süre. İçerideki ekibin elemanları birer birer ortaya çıkıyor, Whitby de onlardan biri. Bilim insanı, SR onu da bezginleştirmiş. Belki de çürük bal kokusundandır, bilemiyoruz. Metnin sonuna kadar birkaç kez ortaya çıkıyor bu koku, sanki Bölge kokuyor ama Bölge'nin içine giren kimse yok orada, deterjan kokusu olduğunu düşünüyor Kontrol. Çok sonra ortaya çıkıyor ne olduğu ama önce ekip. Kontrol'ün rapor verdiği biri var, Ses, kim olduğu bilinmiyor. Müdür olabilir, Grace'in ta kendisi olabilir -Grace belki de Merkez'den görevlendirilmiş üst düzey bir görevli olabilir, her ihtimal düşünülmeli- veya Kontrol'ün annesi olabilir, bilmiyoruz. Sadece Kontrol'ü denetlediğini biliyoruz, hipnoz vasıtasıyla programladığını da. Kontrol bunun farkına çok sonradan varıyor, Mike Cheney ve Deborah Davidson ortaya çıktıktan sonra. Cheney son eleman, fizikçi. Şen bir adam. Bölge'nin klonlanma, kuantum mekaniği gibi boyutlarını onun fikirleriyle anlamaya çalışıyoruz. Bu tayfa Müdür'e toz kondurmuyor, Ses bile.

Tek bir bakış açısı, üç koldan ilerleyen olay örgüsü. Karakterler arasındaki ilişkiler, Kontrol'ün geçmişi ve Bölge'nin yapısı, iç içe geçmiş bir şekilde karşımıza çıkıyor. Bölge'yle alakalı Cheney'nin söyledikleri ilginç. Adama göre iki "Olay" olmuş; Bölge ortaya çıkmış ve sınırlanmış. İki olayın kaynağının farklı olabileceği söyleniyor, Bölge'yle Sınır birbirini kontrol etmek için yerleştirilmiş olabilir, Bölge'deki bir şeyin dışarı çıkmasını veya dışarıdan bir şeyin içeri girmesini engellemek Sınır'ın görevi ama hangisi için Sınır var, bilinmiyor. Tavşan deneyi var bir de. Sınır görünmüyor ama hayvanlar tarafından sezilebiliyor. Yüzlerce tavşanı Sınır'ın ötesine geçirmeye çalışıyorlar, hayvanların bazıları öteye geçerek yok oluyor. Kameradan görüntülere bakıldığı zaman anlaşılmaz bir fenomen çıkıyor ortaya, öte taraf görünmese de hayvanların uzuvlarının kesildiği görülüyor. Bazı tavşanlar geri dönüp insanlara saldırıyor ve kaçıyor. İlginç. Bu hayvanları pişirip yiyorlar. İçerinin havasını, suyunu almış besinler dışarıda yeniyor, eşyalar kullanılmaya devam ediyor falan, zaten Sınır ortadan kalkmış gibi bir şey, herkes zehri almış. Whitby anlatıyor bunları, Müdür'ün Psikolog'un ta kendisi olduğunu da anlatıyor. Kadın görevini bırakıp Bölge'ye giren son ekibe katılmış ve ortadan kaybolmuş sonuçta, Kontrol'e çözülmez bir düğüm bırakarak. Çekmecesinde bir telefon, bir de bitki var mesela. Neden orada oldukları muamma, son ciltte ortaya çıkıyor. Bu sırada Biyolog'la görüşmeler sürüyor, kadın fenerde gördüklerini anlatıyor, aslında fener bekçisi olan ama başka bir yaşam formuna kavuşmuş adam hakkında bilgi veriyor. Saul Evans'ın hikâyesini yine üçüncü ciltte öğreniyoruz, fenerin duvarlarına vaizlik yaptığı dönemden aklına gelen yazıyı yazmış ve kuyuya taşı atmış böylece. Müdür'ün odasında da aynı yazı var, kadın duvarlarından birini bu yazıya ayırmış.

Müdür'ün son keşif ekibine Psikolog olarak katılmasından önce Sınır'ı geçip geri döndüğünü öğrenen Kontrol, tayfayı toparlayıp sınır boylarına gidiyor ve kendi gözlemini yapıyor, bu sırada keşif için gönderilen ekiplerin bilinenden daha çok sayıda olduğunu öğreniyor. 11. Keşif için K'ye uzanan bir sıralama var, her grupta en az on grup daha. Gözlemlenemeyeni anlamak için. Tam kuantum işte; gözlem kesildiği anda numuneler değişiyor. "Teruvar" diyor Whitby, mekanın bilinci. Mekan kendini yeniliyor, gözlemden edinilen izlenimleri silecek ölçüde değişiyor. Keşif ekiplerinin her seferde başka bir Bölge'yle karşılaşmış olması olası, topoğrafik bozukluk sabit ama diğer her şey bambaşka. Gerçi bilemiyoruz, geri dönenlerden sağlıklı bir bilgi alınamıyor. Bölge'ye dair güzel bir detay: "'Kapalı veya açık alanlarla ilgili ne hissedersen et, orası bir garip, çünkü aynı anda hem açık ve geniş bir alanda, hem de korkulukları olmayan daracık bir uçurumun kenarından her an düşecek gibi hissedeceksin. Her dar, hem de sınırsız bir mekânda var olacaksın. Keşif üyelerini hipnotize etmemizin sebeplerinden biri de bu.'" (s. 169) Geriye sağ salim dönen James Lowry var bir tek, ilk ekipten hayatta kalan tek insan, muhtemelen kopyası yerine kendisi gelen de tek insan. Rolü son ciltte iyice ortaya çıkıyor ama o bir dursun. Müdür/Psikolog ve Lowry yakın arkadaş, tayfanın diğer üyeleri ikisinin arasında nelerin döndüğünü bilmedikleri için gizeme bir parça daha ekleniyor böylece.

Biyolog'un kopya olduğu ortaya çıkıyor, Müdür'ün Psikolog olduğu anlaşılmıştı zaten, bir de Whitby'nin kafayı yemesine şahitlik ediyoruz. Odalarda bir başına takılıyor ve Bölge'nin etkisinden kurtulamadığı için histerik davranışlarıyla Kontrol'ün ödünü koparıyor. Grace sağ olsun, Kontrol'ün önceki görevlerinden birinde işleri nasıl batırdığını ortaya çıkarıyor ve adamın konumunu bir güzel sallıyor. Göreve gelmesinde annesinin etkisi vardı zaten, yıllar önce SR'de bir süre çalıştığı için kadın oğlunun neyle karşılaşacağını biliyor ve Kontrol'ü denetliyor durmadan, Ses'in Lowry olduğunu söylüyor. Anlatıcının söylediğine göre Ses, Kontrol'ün deli dedesi. Hangisi doğru?

Fotoğraf vardı bir tane, fenerde çalışan Saul Evans'ın yer aldığı. Yanındaki küçük çocuğun Müdür'ün ta kendisi olduğunu anlıyor Kontrol, otuz beş yıldan fazla bir süre önce Sürüngen'le Psikolog aynı kareye sıkışmışlar. Sonraki metinde incelenecekler artıyor, Sınır genişliyor, Biyolog ve Kontrol birlikte kaçıyorlar, sonra metnin başındaki rüya sahnesi gerçek oluyor, Biyolog'un ardından Kontrol de atlıyor ve Bölge'ye geçiyor.

SR'nin de kendi başına bir Bölge olduğunu anlıyoruz, bürokratik müdahalelerin ve güç oyunlarının gizemi daha da derinleştirdiğini görüyoruz, ayrıca Bölge hakkında daha fazla bilgi sahibi olup her şeyin başladığı zamana döneceğimizi umuyoruz. Üçüncü cilt gerçekten şahane bir finalle son buluyor. Az sonra.

24 Mart 2019 Pazar

V. S. Naipaul - Taklitçiler

2015'ten geliyor bu, Kıbrıs'ta askerlik yaparken okumuştum. Malzemelik nöbetlerinde bitirdiğimi hatırlıyorum, Mülksüzler'i de o nöbetlerde bitirmiştim. Tüfeği kasaların konduğu büyük masalara koyuyordum, el fenerimi yakıyordum, pıt pıt okuyordum. Yanımdaki eleman genellikle uyuyordu, uyumazsa uyuması yönünde telkinlerim oluyordu, hipnotize edip uyutuyordum falan, sonra gecenin sessizliği. Tam karşıda Değirmenlik'in ışıklarını görüyordum, solumda Beşparmak'ın kara gövdesi. Aynı gövdenin öte yanına Girne'de asker hastanesinin balkonlarından birinden baktığım zamanı da unutamıyorum. Unutma teknikleri var, bazı şeyleri rahatlıkla unutabilirsiniz, unutamadığınız bir şey varsa biraz araştırın, zihninizi pırıl pırıl edecek yöntemlerle sıfır bir beyne ulaşabilirsiniz. Neyse, o gece -askerliğin bitmek üzere oluşunun etkisiyle birlikte- aklıma pek çok şey kazıdım. Sigara içmemiz yasaktı ama iki gün önce ameliyat olmuştuk, umursamıyorduk. Gecenin üçü veya dördü, balkona çıkınca denizin sesi belli belirsiz geliyordu. Ağaçlar, dağ. Tütünün çıtırtısı. Yalnızlığın verdiği bir güç vardı, nasıl anlatılır bilmiyorum, kendimi çok güçlü hissetmiştim. Bu yaz muhtemelen, gidip tekrar görmeyi düşünüyorum oraları. Yeşim Lefkoşa'yı görmek istiyor, eskimiş şehri sınır boyunca gezip serserilik etmek için Yeşim süper. Mevlevihane var bir de, hafta içi açık olduğu için gidememiştim, orayı da gezeriz. Öyle yani.

Naipaul çocukluğunun renkli dünyasını ele aldığı metinlerden sonra daha ciddi meselelere giriyor, kendinden başlayarak çıktığı yolda doğduğu toprakların siyasi meselelerine, postkolonyal dönemde var olmaya çalışan devrik liderlerin yaşamlarına eğiliyor. İlk metinlerinde siyaset ve siyasetçiler kurgulanan mikro dünyanın bir parçası olarak yer alıyordu, mahallelerin ağır abilerinden genel seçimlere katılan kodamanlara doğru genişleyen bir perspektiften baktığımızda bu kez başrolde Londra'ya sığınmış "vatansever" bir politikacı var. Yerleştiği pansiyonda otobiyografik bir kurmaca yazmaya başlıyor, yazdığı metni okuyoruz. Kırk yaşında, vatanını sömürgeleştiren Batı kültürünü iyice benimsemiş -metnin orijinal adı The Mimic Men, kültür kodlarını çorlayarak modernleşmenin yan sanayi ürünleri haline gelen adamlarla karşı karşıyayız- ve çöküşünü de kabullenmiş bir adam. Meslek hayatının şablonlara son derece uygun olduğunu düşünüyor, Batı'nın sömürge politikasına son derece aşina olduğu için belki biraz olsun her şeyin farklı olacağı hissine kapılmış olsa da kaçınılmaz sonla karşılaşıyor nihayetinde. "Adama ve siyasi hayatıma dönmenin imkânsız olduğunu biliyorum. Sömürgelerde olaylar çok hızlı gelişir, liderler çok hızlı devrilir. Ben de çoktan unutuldum." (s. 9) Liderliğin ve toplumunun özetini birkaç sözcükle ortaya koyuyor sonra, aslında sadece kendi toplumu değil söz konusu olan, çok tanıdık bir tabloyla karşı karşıyayız: "Bizde düzen yoktur. Her şeyden öte, güç yoktur, ve biz bu iktidar eksikliğini anlamayız. Kelimeleri çarpıtır ve güç kazanmak için kullanırız ama blöfümüz görülür görülmez de kaybederiz. Bizim için politika, yap ya da öl demektir. İlk ve son kez taarruz demektir. Kendimizi bu işe adadık mı, siyasi çatışmalarla yetinmez, çoğu zaman gerçek anlamıyla, hayatımızı ortaya koyarak savaşırız. Değişken ve kaypak toplumlarımız da bize destek olmaz." (s. 9) Yer aldığı toplumdan kopmuş, yeni kodlarıyla kendini biçimlemiş devrik bir lider konuşuyor, Ralph Sing, kitlelerin sevgilisi ve katili. 1950'lerde Trinidad üzerindeki İngiliz sömürgesi kalktıktan sonra başa geçirilen kukla. Pansiyonda tanıştığı insanlarla yaşadıklarını anlatırken dünyanın geri kalanının ne durumda olduğunu anlıyor, birçok ulustan birçok insanın arasında kendisini bulmaya çalışıyor ve sık sık geçmişine dönüyor, geldiği noktayı anlamlandırabilmek için temel taşları bulmaya çalışıyor. Bu sırada odasına kız atmayı sürdürüyor, günlüğünü okuyan pansiyon sahibi de odaya uğruyor bir ara. Kadınlarla olan günlük ilişkilerini karakterinin bir parçası olarak görüyor Singh, küçük zaferler çıkarıyor kadınlardan. Kişiliğini sabit tutacak bir şeye ihtiyacı var, kendini tam bir insan gibi hissedebilmek için. Parçalar dağılmak üzere, kadınları kullandığı gibi günlüğü de bir nevi ataç gibi kullanıyor.

Ailesi Hindistan'dan gelmiş, Isabella nam gayet sömürülesi bir adada ikamet ediyorlar. Ralph burada doğuyor, İngiliz vatandaşı olduğu ve ailesinin durumu da elverdiği için Londra'ya geliyor, okumaya. Kaldığı yerin aynı pansiyon olması şaşırtıcı değil, sonuçta her şey bittikten sonra her şeyin başladığı yere dönmek fena çuvallamış insanlar için iyileşmenin ilk adımı gibi geliyor. Unutmak isteyenler için bir ipucu, bunu yapmayın. Süreci tamamen ortadan kaldırmak için başıyla sonu belli olduktan sonra iki ucundan tutarak atınız, üste başa bulaştırmadan. Yoksa Ralph gibi aynı acıları tekrar tekrar yaşarsınız. Neyse, eleman okuyor bir güzel, soylu insanlarla ilişkileri oluyor, birkaçını düzüyor hatta. Sonrasında memlekete dönüyor ve kakao tarlalarıyla ilgilenmeye başlıyor. Ralph için kakao çok önemli, ekonominin ve midesinin can damarı. Basit bir yaşamı hatırlatıyor; tarlada çalış, eve dön, mahsulü okut, yaşa git. Aslında karmaşayı istiyor, Londra'daki ortamı istiyor ama küçük memleketinde parlak bir yaşamı bulmak mümkün değil. Kodlar çalışıyor, imitasyon Londra küçük adaya getirilmeye çalışılıyor. Sandra yanında, Ralph'in aşkı ve açık yarası. Evlilikleri ve boşanmaları oldukça sarsıcı. Adamda sorumluluk bilinci pek yok, o yüzden evlendikten birkaç dakika sonra pişman oluyor, züppenin cezasını bulduğunu düşünüyor. Sahtekarlığıyla, evliliğiyle ve birçok serseriliğiyle ilgili şöyle bir aydınlanma anı var: "Bunu ancak şu anda, yazarken görüyor olmam garip geliyor; tıpkı bir devrimin tarihini yazarken, bazı küçük ve önemsenmemiş hareketlerin bir felaketin tohumu olduğunu farkeden bir tarihçi gibi, ben de ancak şimdi, bunca yıl içindeki bütün faaliyetlerin, parantez içinde var olduğunu belirttiğim her şeyin, bir tür geri çekilişi temsil ettiğini ve kendimi içinde hep hayali, dağılmış, amaçsız ve akışkan hissettiğim üç boyutlu şehrin bende yarattığı tahribatın bir parçası olduğunu görebiliyorum." (s. 62) Sandra da işleri kolaylaştırmıyor, Ralph'in ailesiyle ve adayla girdiği mücadelede sömürülen insanları küçümsediğini belli ediyor, Ralph'i umutsuzluğa sürüklüyor iyice. Bir dünya masraf ediyorlar evlerini döşemek için, sonra adadaki kozmopolitliklerini kutluyorlar. Bu hikâyeyi biliyorum, kendini harcanan para kadar değerli gören insanların dünyasında yalınlığı bulmak mümkün değil ne yazık ki. Ralph her ne kadar vurdumduymaz bir adam olsa da ülkesine ve ailesine bağlı bir adam, sonuçta kadınlarla olan maceraları sömürene karşı bir öfke patlaması olarak görmek mümkün. Şimdi sömürülme sırası kendisine gelmiş durumda.

Aile ve ırk muhabbeti. Anne kırılgan, baba pasif, kardeşler yaygaracı. "Bir ara ırktık biz, genlerimiz pasifti, iki kuşak sonra üç ırktan herhangi birine karışıp kaybolma kabiliyetine sahipti; belki bir gün bizim genlerimizin etkisi sadece bir göz biçimi ya da ince bir bileğin esnekliğiyle anılacaktı." (s. 68) Trinidad'a Hindistan'dan ve pek çok yerden göçmen gelmiş, karman çorman bir şey olmuş orada, Naipaul'un ilk metinlerinde gördüğümüz insanların çoğu başka memleketlerden gelenler veya onların çocukları, aralarında kültür farkları var, politik ayrımlar var falan, tam sömürülesi bir haldeler kısaca. Kolaylıkla kışkırtılabilirler ki savaş çıkıyor nihayetinde, bir liderin devrilmesi savaşsız olmaz. Neyse, Ralph para kazanmaya başlıyor ama Sandra'nın dizginleri eline almasıyla birlikte sinir krizleri geçiriyor, arabasının direksiyonunu yumrukluyor, meşru müdafaa sonucu evlendiklerini söylüyor, bu kısımlarda evlilikle, kolonyalizmle, makroyla mikro dünya arasındaki benzerliklerle dolu düşünceler var, güzel.

Sonrası politika, sosyalizm ve kapitalizm arasındaki savaşın figürleri, hakim kültürden kurtulmaya çalışıp vatanını ferah bir memleket haline getirmeye çalışan ama aslında iç çatışmaları yüzünden çoktan kayışı kopmuş insanların mücadeleleri, böyle şeyler. Naipaul Mahallesi diyeceğim mesken burada da var; adadaki insanlar yine pek renkli ve her an tutuşmaya hazır. Ortalık yangın yerine dönünce kös kös Londra'ya dönüş ve kuyruğu kısıp düşünmek, yazmak, tarihi itirafname haline getirmek. Ralph Efendi kişisel tarihini sundu, şimdi hava durumu.

Redd'in yeni albümü çıktı ama Spotify'a gelmemiş henüz, gelene kadar aşağıdakiyle idare edelim. Ormanda yürümeli, giden kızın ardından bakmalı klip, şekil duruşlar falan. Şarkı da iyi, yas tutanı delik deşik eder. Kardeş şarkısını da koyayım.


23 Mart 2019 Cumartesi

Giovanni Scognamillo - Türk Sinemasında Şener Şen

Zamanın ötesinden geliyor bu. 2014'ten beri hakkında bir şeyler gevelenecek ama zaman olmadı, okuduğum her metin hakkında bir şeyler yazamıyorum, yetişemiyorum, çünkü yaşamam lazım. Evet.

Merhum Scognamillo'nun kendi deyişiyle "ilk oyuncu kitabı" bu, Şener Şen'in sinema serüvenine odaklanıyor. Scognamillo, Şen'in tiyatro oyunculuğuna gerekli yeri ayırmadığından ötürü okur tarafından eleştirilebileceğini ama alanının sinema olduğunu, bu yüzden mazur görülmesini söylüyor. Mehmet Güreli'nin hatırlattığına göre Romeo ve Jülyet'te uşak rolünde oynamış Şen, Scognamillo Şehir Tiyatrosu'nda oyunun açılış gecesine katılmış ama Cüneyt Türel-Tijen Par ikilisine odaklandığı için Şen'i hiç anımsamadığını söylüyor. Kısacası filmlere odaklanıyor yazar, bazı filmleri defalarca izlemiş ve ortaya bu çalışma çıkmış. Teşekkür kısmında o sıralarda Kabalcı'da çalışan Mustafa Küpüşoğlu'na teşekkür ediyor, ben de teşekkür ediyorum. Kendisi şu sıralarda ALFA'da fırtınalar estiriyor, PKD metinlerini ve diğer pek çok müthiş metni okura sunuyor ama en önemlisi, Neal Stephenson'ın kallavi üçlemesi Barok Döngüsü'ne verdiği katkı. Birkaç röportajını izledim kendisinin, işine koala gibi sarılmış bir adam. Yıllar boyunca çalışır da çeşit çeşit metni dilimize ateşler umarım. Neyse, Agâh Özgüç'e de bir teşekkür var ama teşekkür edilmese bile incelemelerinin her ne kadar yüzeysel olduğu söylense de Türk sinemasına katkılarından ötürü teşekkürü baştan almış bir abimiz kendisi. Bu fasıldan önce komedi ve komedi oyunculuğu hakkında bir değerlendirmesi var Scognamillo'nun, ona yanaşayım. Diyor ki Scognamillo, komediyi yaratan -tipleme veya karakter- oyuncunun biçimlenmesinde ticari nedenler, siyasal baskılar, zorlamalar vardır, olacaktır. Bu yüzden akarı kokarı olmayan meselelerle güldüren adamla düzene karşı kaygısı olan adamın komedisi farklılaşacaktır. Şablonlar çizilir, o şablonun dışına çıkmak risklidir, komik ve komedyen arasındaki farkı şablonlara karşı duruş belirler.

70'li yıllardan itibaren sinemaya ağırlığını koyan Şener Şen'in filmografisinde tek tip komediler olmadı, dolayısıyla oyuncu monografisi için zengin bir kaynakça halihazırda bekliyordu. Scognamillo filmlerden önce Şener Şen'in kısa bir biyografisini sunuyor. Sunar, monografik bir çalışma çünkü. Ali Şen'in Yeşilçam serüveni boyunca çizgisinden pek çıkmamasının oğul Şener Şen tarafından aşıldığı, bu yüzden Ali Şen'e göre Şener Şen'in karakter oyunculuğunun çok daha baskın olduğu söyleniyor. Nefret edilesi karakterlerdeki hoşlukları göstermek Şener Şen'in yetkinliğinde daha başarılı bir şekilde yansıtılıyor. Başlarda Şener Şen de tipik, karikatür rollerde görülüyor ama sonrasında kopup gidiyor. 1941'de Adana'da doğuyor Şener Şen, 1950'de ailesiyle birlikte İstanbul'a taşınıyor. Mekan Zeytinburnu. Biraz gecekondu çocuğu olduğunu, çeşit çeşit insanla iç içe yaşadığını söylüyor Şen, sıradan vatandaşlardan biri. Oyunculuğu için müthiş bir ortam ama işler umduğu gibi gitmiyor pek, Bakırköy Ortaokulu ve İstanbul Erkek Lisesi maceralarından sonra okuldan şutlanıyor, dersleri pek iyi değilmiş. Yeşil Tiyatro'da Cüneyt Türel'le birlikte sahneye de çıkıyor, sahnelerde görünmeye başlıyor ama Ankara Devlet Konservatuvarı sınavlarını geçemeyince Muş, Malazgirt ve İzmit köylerinde iki üç yıl öğretmenlik yapıyor. Zeytinburnu'ndaki bir iplik fabrikasında iki yıl işçilik, işportacılık, ehliyeti alınca Sirkeci-Kasımpaşa arasında şoförlük derken Ergun Köknar'ın desteğiyle, 1967'de Şehir Tiyatrosu. Sahnedeki kuru kalabalığın arasında bir figür, mızrak ve bayrak tutanlardan biri. Sonra çeşitli oyunlar, daha iyi roller derken 1980'e kadar süren tiyatro oyunculuğu sinemaya geçişle birlikte sona eriyor. Almanya macerası da var, 1980'de bir Alman tiyatrosu Türk işçiler için Türk tiyatrosu kurmak istiyor, Şener Şen aralıklarla Almanya'ya gidip geliyor ama iki yıllık süreçte tiyatrodan uzaklaşıyor, en sonunda da istifa ediyor.

Arzu Film'e katılmasıyla birlikte şanı da yürüyüp gidiyor Şen'in. Scognamillo, Arzu Film'in ve Ertem Eğilmez'in hikâyesinin henüz yazılmadığını ama yazılması gerektiğini söylüyor, Şen'in yaşamı üzerinden bu döneme biraz ışık tutuyor. 1976'da Arzu Film'e katılan Şen, Hababam Sınıfı filmlerinde yan rolüyle görülüyor. Badi Ekrem işte. Sonra Bizim Aile, Süt Kardeşler falan. Scognamillo'ya göre İlyas Salman ve Kemal Sunal'la zıt bir ikilinin olumsuz tarafını yaratıyor Şen, kötülükleriyle saf insanları punduna getiriyor sürekli ama kendisinden nefret ettirmiyor, Erol Taş'ın düştüğü duruma düşmüyor yani. Sebeplerini anlatmış Scognamillo, ben de en fazla şu tepkinin verildiğini söyleyeyim. Neyse, Arzu Film 1984'te Namuslu'yu yapıyor ve Şener Şen'in başrolde olduğu filmler geliyor ardından, bir de günümüzde de süren Şener Şen-Yavuz Turgul dostluğu. Gerçi ilk kez 1979'da çekilen Erkek Güzeli Sefil Bilo'da birlikte çalışıyorlar, sonrasını biliyoruz. Yan karakterlerden başrole uzanan yolda şablonunu kırıyor Şen, bolca taşlamalı filmlerde rol almaya başlıyor. Züğürt Ağa'nın olayı ilginç, Yavuz Turgul fikrini Ertem Eğilmez'e söylüyor, Eğilmez böyle bir şeyin yapılamayacağını söylüyor ama Turgul bastırıyor biraz, Eğilmez onay veriyor, sonra, "Domaates." Muhsin Bey de yine ses getiren bir film, Uğur Yücel'i ilk gördüğüm film olabilir.

Kronolojik düzende filmler inceleniyor, Şener Şen'in oyunculuğu eleştirel bir gözlemden geçiyor, Scognamillo monografisini Stanislavski'nin oyunculukla ilgili düşüncelerini Şener Şen'in sanatıyla birleştirerek, çıkarımlar yaparak bitiriyor. Şener Şen'in kişiliği biraz var, oyunculuğu çokça var ve bir dönemin film endüstrisi var bu metinde, büyük bir oyuncunun sanatsal seyri. İyi.

22 Mart 2019 Cuma

Jeff VanderMeer - Yok Oluş

Southern Reach Üçlemesi, ilk cilt. Annihilation olarak izledik, hakkında pek çok teori üretildi hatta, X Bölgesi'nin depresyonun metaforu olduğu, olmadığı, başka şeylerin metaforu olduğu ve olmadığı bir süre tartışıldı. Filmde Natalie Portman'ın canlandırdığı esas kızın eşini aldatma olaylarına girilmişti, metinde öyle bir şey yok. Film biraz romantize edilmiş, macera ve aksiyon sosuna bulanmış, böylece X Bölgesi'nin bilinmeyeni, keşfedilecek bir kötülük olarak konumlanmış. Vandermeer çok daha fazlasını sunuyor. Arka kapakta Lovecraft'in adı anılıyor, onun öykülerindeki atmosferi andıran bir şeyler var gerçekten. Anlatıcılığında ilerlediğimiz biyolog kızın bahsettiği renk karmaşası Uzaydan Düşen Renk'in dehşet verici paletini anımsatıyor, açık havada klostrofobi yaşatacak bir şey. Bilinmeyenin korkusu da eklenince Yok Oluş'un dünyanın pek de bilinmeyebileceğini göstermesi her an gerçekleşebilecek bir distopyaya kapı aralıyor. Mikro bir distopya; yavaş yavaş genişleyen sınırlar parlak bölgeyi bütün dünyaya yayabilir ama öncesinde psikolojik bir çöküş başlamış zaten, meselenin PKD işi olmasını sağlayan paranoyaların doğuş noktası burası. On ikinci keşif grubu dört kişiden oluşuyor; haritacı, antropolog, psikolog ve biyolog. Karanlığın içlerine doğru ilerledikçe birbirlerine duydukları güven azalıyor ve neye inanacaklarını bilemez hale geliyorlar, PKD karakterlerinin yavaş yavaş kafayı kırmalarını anımsatan olaylar çıkıyor ortaya. Bunun yanında on iki gruptan sonrası da gelecek muhtemelen, Buzzati'nin çölüne yolculuk ediliyor sanki. Kafka'nın kafesi olarak da meşhur bir kule ve deniz feneri de var. Aslında süper bir karışım bu metnin içeriği, pek çok yazardan alınan tadı tek başına verebiliyor. Süper.

Grubun yola çıktığı andan sonrasını anlatıyor Biyolog. Küçük bir dikdörtgen kutu veriliyor kendilerine, eğer kırmızı ışığı yanarsa güvenli bir yere geçmeleri için otuz dakikaları olacak. Gerçi pek bir tehlike de yok, önceki grupların raporları arasında herhangi bir yaratık, mahluk, bir şey yok. Neyden kaçınılacak, nereye saklanılacak, hakkında pek bir şey bilinmeyen bu dünyada korunmak için ne yapılabilir, bu soruların cevapları belli değilken kutu biraz tırı vırı hale geliyor ki sonradan güvenlik duygusunun sürmesi için uydurulmuş bir şey olduğunu öğreniyoruz. Southern Reach nam devlet birimi yolladığı insanları denek olarak kullanıyor sanki, ikinci metinde X Bölgesi'nin otuz yıllık bir geçmişi olduğunu öğreniyoruz ve birime güvenmemek için karakterlerin ellerinde her türlü sebep var, keşiften dönen araştırmacıların yaşayan cenazelere dönmeleri ve bir süre sonra kanserden ölmeleri yüzünden başta biyolog olmak üzere diğerleri de durumdan kıllanıyorlar ama ellerinde bir şey yok, ilerlemek zorundalar, kandırıldıklarını hissetseler de. Önceki ekip on sekiz aydan sonra ortaya çıktığında birimden yapılan herhangi bir açıklama yok, paranoyaya katkı. Saat yok, pusula yok, araştırmacılara hiçbir şey verilmiyor, birkaç silah dışında. Defter veriyorlar bir de, günlük olarak kullanacaklar. Birbirleriyle pek etkileşmemeleri söylenmiş, özgün fikirlerinin korunması için. Ekibin başı olan psikoloğa güvenmiyorlar, birime güvenmiyorlar, birbirleriyle güven ilişkisi kuracak kadar yakınlaşmıyorlar, teknolojiyi kullanamıyorlar, elleri kolları bağlı bir halde ilerlemekten başka yapacakları bir şey yok. Üstelik her gün bir inleme geliyor kulaklarına, ormanın derinliklerinden bir varlığın sesi duyuluyor. "Sürüngen" diyorlar, bu varlıktan korunmak için birbirlerine yakın duruyorlar. İsim kullanmıyorlar, isimleri ellerinden alınmış durumda, uzmanlık alanlarının adları kendi adları olmuş. Bireysel yalıtılmışlığın yanında adımladıkları dünyadan da yalıtılmış durumdalar. Merhaba patolojik vakalar.

Biyoloğun görüleri ortaya çıkıyor, gelecekten yaşanacaklara dair. Kule'nin araştırılması sırasında -bazıları için Tünel, derinliklerinde nelerin gizlendiğini başta kimse bilmiyor- oylama sonucunda daha da derinlere iniyorlar, çıkıyorlar, bazı olayları Biyolog görüyor ama yorumlayamıyor, ne yaşanacağını bilmiyor çünkü. Kendi zihnine de yabancılaşıyor böylece, bir nevi depersonalizasyon yaşıyor. "Varış noktamıza ulaştığımız zaman ne eskiden olduğumuz kişilerdik, ne de gelecekte olacağımız." (s. 20) Sanki bir boşluk olarak biçimlenmişler, X Bölgesi'nde doldurulmak için. Ellerindeki silahların kontrolü psikologda, önceki keşif ekiplerinden bazıları birbirlerini vurdukları veya intihar ettikleri için uzunca bir süre silah verilmemiş ama on ikinci tayfaya veriyorlar, zira ne olduğu bilinmeyen bir tehdit var, insanları psikolojik olarak çökertiyor ve mideye çalışıyor daha çok, bağırsakları falan döküyor, bir şeyler yapıyor. Neyse, Kule'ye giriyorlar ve duvarlardaki yazılarla karşılaşıyorlar. Kutsal kitaplardan alınmış yazılar bunlar, biyoloğun görüşüne göre yavaş yavaş anlam kazanarak durumlarını anlatıyor. İlerleyen bölümlerde yaşananlar teker teker bu yazıların bölümlerine denkleniyor. Parlak, organik harflerden birini inceleyen biyoloğun suratına sporlar fışkırıyor bir ara, biyolog kendini müşahede altına alıp vücudundaki değişimleri gözlemeye başlıyor. Psikoloğun hipnotize edici sözlerinden etkilenmediğini fark ediyor ve kadının amacını merak etmeye başlıyor bir süre sonra, zira antropoloğun aralarından ayrılışını anlatan psikoloğa güvenmiyor, sonradan güvensizliğinin haklılığını anlıyor falan, psikolog gerçekten de bir şeylerin peşinde ama her şey büyük bir gizlilik içinde yürüyor.

Ayrılışlar, geri dönüşler, çatışmalar derken mevzu iyice ayyuka çıkıyor. Sürüngen'in fenerde çalışan adam olduğunu anlıyor biyolog, gerçi o adamdan geriye pek de bir şey kalmamış. X Bölgesi'ndeki bir şey, belki X Bölgesi'nin bilinci adamı ele geçirmiş ve bütün organik yapıları karman çorman hale getiren bir, "yaşam karıştırıcı" diyeyim, yaşam karıştırıcı haline getirmiş. Kule de bir organizma, her ne kadar uzaylıların varlığından bahsetmeseler de dünya dışından gelen bir yaşam formu olabilir veya doğanın bir savunma mekanizması olarak ortaya çıkmış olabilir. Dünyayı mahvettiğimizi, X Bölgesi'nin ise kusursuz bir yapıya sahip olduğunu düşünüyor biyolog bir yerde, dolayısıyla belki de doğa evrim geçirmiştir de X Bölgesi ortaya çıkmıştır, doğa kendi peygamberini göndermiştir belki, bilemiyoruz. Kule'yi araştırmaya giden biyolog, önceki ekiplerde yer alan araştırmacıların cesetleriyle karşılaşıyor. Katliam yaşanmış sanki, insanlar birbirlerini vurmuşlar, bir şeye ateş etmişler, belki delirmişler. Ne döndüğü belli değil. Biyolog alt katmanlara indikçe cesetlerden geriye kalan sayısız günlükle karşılaşıyor ve en tepedekilerden bazılarını inceliyor, kocasınınkini hemen buluyor. Kocası bir önceki keşif grubundaydı, biyoloğun bilinmeyene yolculuğunun kişisel bir sebebi var. Birazdan değineceğim ama önce yüzleşme sahnelerini anlatmalıyım. Sürüngen'le yüz yüze geliyor biyolog, özümseme ve taklit etme ihtiyacının vücut bulmuş haliyle. Biyolog kendi çıkarımlarını yapıyor, X Bölgesi'nin dünyaya saplanmış bir diken olduğunu düşünüyor, içindeki her şeyi kopyalayan bir diken, geri dönebilenlerin kopya oldukları bariz. Bizim dünyamızda bir süre ebleh ebleh yaşayıp kanserden ölüyorlar, biyoloğun kocası da dönüşünden altı ay sonra ölüyor. Deneme turları gibi; X Bölgesi dış dünyaya uyum sağlayabilecek organizmalar yaratmaya çalışıyor ve o da kendi deneyini sürdürüyor aslında, iki farklı dünya kendi organizmalarıyla birbirini sınıyor, test ediyor ve evrim geçiriyor.

Aile, geçmiş. Biyoloğun çocukluğundan itibaren anlatmaya başladığı kişisel tarih çoğu noktada X Bölgesi'nde yaşadıklarıyla bütünleşiyor, belki de kopyalanma sırasında bütün anılar canlandırıldığı içindir. Biyologla kocasının arasındaki sallantılı ilişki, biyoloğun mesleğiyle kurduğu gönül bağı, arkadaşlıkları, dostlukları, annesi, babası derken yaşam parçaları bir araya gelerek kopyanın özünü oluşturuyor. Kocasının günlüğünü okuyan biyolog, adamın uzaklardaki bir yerleşim yerine gittiğini anlıyor ve o da kocasının peşinden gidiyor, belki de kopyanın peşinden gidiyordur ama pek sanmam, kopya kanserden öldü. Yunuslar, kuşlar, X Bölgesi'nde yaşayan her canlı bir parça bilinç taşıyor, kocasının bir deniz canlısına dönüşmesinin kendisini pek de şaşırtmayacağını düşünüyor biyolog, yolculuğa çıkmadan önce dört gün boyunca günlüğüne yazdıklarını okuyoruz ve kadını yolculuğa çıkmadan önce bırakıyoruz, yazmıyor daha fazla, yola çıkıyor.

İç içe geçmiş iki farklı dünya. Yıkımları birbirine benziyor, anlamları da birbirine benziyor. Yaratılışın özüne yürüyen yaratılanları yok oluştan başka bir şey beklemiyor, büyük bir ironi. İlk kitap güzel, diğer ikisine de bakayım.

20 Mart 2019 Çarşamba

Forrest Gander - Şairin Vedası

Orijinal adı As a Friend, metnin son cümlesi aynı zamanda. Hayat arkadaşlığı tam anlamıyla vücut bulmuş durumda, Les'in yaşamında durmadan geçiş yaptığı her bir katman için farklı insanlar var, Les insan biriktiriyor ve hepsiyle dost oluyor, hepsine yakınlık duyuyor ve sevilmek istiyor, istediği belki de tek şey. Toplum kendi istediği biçime sahip olsaydı her şey daha kolay olabilirdi, örneğin çok eşlilik -bu tabir de özünde hatalı gibi geliyor bana, bağlamından kopuk, "eşlik" mevzusu baştan sıkıntılı- genel geçer olsaydı Les'in serseriliği onu dünyanın en şeker insanlarından biri haline getirirdi ama kodlar çok katı, kırabilenler mutlu bir şekilde yaşıyor, kırmaya çalışıp kıramayanlar sevenlerinin yaşamlarını cehenneme çeviriyor, karışık olay. Sonuçta Les'in edeceği bir veda var ama öncesinde annesinin yaşadıklarına odaklanıyoruz. Toplamda dört bölüm var, ilk bölüm doğum yapan bir anneye odaklanıyor. Rahatlık doğuran bir dil, öylece okuyoruz. Çocuğun biyolojik babası gemide çalışıyor, uzaklarda, anneyi yalanlarıyla kandırıp kirişi kırmış. Anne -kadın diyeyim- elinde kutsal kitapla doğurmayı bekliyor, annesi yanında, hemşireler tatlı sert. Kadın annesini yargılamak istemiyor ama istiyor da, doğum sancıları gelene kadar. Aralarındaki ilişkinin pek de sıkı olmadığını anlıyoruz, kadın serserilik, itlik ve hergelelik peşine düşmüş bir süre önce. Annesi neyi yanlış yaptığını düşünüyor, sonra babanın yokluğunda kızını düşündüğü kadar iyi eğitemediğini anlıyor, bulundukları yer bu çıkarımı yapması için yeterli. Çığlıklar, küfürler, sıkıntılı bir doğum. Ikınmalar, kasılmalar, erkek bir çocuk dışarı çıkana kadar sürüyor. Kadın ağlıyor, annesi çökkün. İkisinde de derin izler kalıyor, yaşamları boyunca bakıp bakıp anımsayacaklar. Kadın oğlunu evlatlık veriyor ve her yaş aldığında çocuğu özlemediğini söylüyor, hiç özlemiyor, yirmi sekiz ve otuz yaşında, otuz iki yaşında özlemiyor. Evleniyor, başka çocukları oluyor ve düzene giren yaşamının rahatlığını hissedince düşünüyor, çocuk ne yapıyor acaba?

Kopuk, bilmiyoruz, Clay'in anlatıcılığında ikinci bölümden devam ediyoruz. Clay kardeş Les'le ve diğerleriyle sürdürdüğü ilişkilerini anlatıyor, patlama anına kadar. Les'in ortaya çıktığı dünyaya geçiveriyoruz, yetişkinlerin her olasılığa açık dünyaları anlatıyı kaplayıveriyor. Les arabasıyla gelip şiirini bırakıyor ve gidiyor, Clay için Les'in özeti. Fırtına gibi bir adam. İki defa evlenmiş, aralarındaki tek evli adam. Geçmişi sır. "Muhtemelen evlatlık olmasından, aile hakkındaki belirsizlikten ve sevilmeye karşı duyduğu açlıktan kaynaklanıyor olmalıydı." (s. 26) Les'in karakterini çiziyor Clay ve kendini fırtınaya bırakıyor; biraz kıskançlığın ve çokça hayranlığın kefeleri arasında salınıp duruyor. Arada sırada Les'ten inciler üfürüyor, hatta o incileri kendininmiş gibi söylediği de oluyor. Aslında Les'in etrafındaki herkes ondan bir şeyler kapıyor, adam sıkı bir şair, sözcüklerle yaşamın doğrudan sunamadığını dolaylı olarak yaratıyor. Mesela şu: "Hayat bir erkeğin bütün olasılıklarını yaşamasına imkân vermiyor. Sanki onun sahip olduğundan çok daha azına razı oluyordum." (s. 26) Korkunç bir açlık çekiyor adam, bu yüzden düzüşüyor, içiyor, yaşamı kırıntı bırakmamasıya yemeye çalışıyor. Daha çok, daha çok ve daha çok. Şenlik ateşi gibi bir hayat Les'inki, erken sönmeye mahkum. Yakışıklılığı, birikimi, her şeyi tamam. Clay dahil herkes seviyor onu ki Clay de göreceğimiz gibi itin, uğursuzun teki, Les'le birlikte mutluyken bir süre sonra kıskançlığın ağır basmasıyla arkadaşını satıyor. Les Sarah'yla birlikte yaşıyor, Cora'yla evli. Cora uzaklarda bir çiftlikte, sanat sepet işleriyle ilgileniyor. Les, eşini haftada en az üç kez ziyaret ediyor, sonra şehre dönüp Sarah'yla birlikte yaşıyor. Denk getirdiği kadınlar cabası. Neyse, satış noktasına geleceğim ama Clay'in düşüncelerinden kırpayım azıcık. Clay hem Les'e, hem de Sarah'ya aşık ve ikisini birbirinden ayıramıyor. Bazen Les'in ortadan kaybolmasını istiyor, böylece imrendiği yaşam kendisinin olabilir. Dünyada farklı bir şekilde var olmanın tasavvurunu yaratıyor Les, Clay'in ulaşamadığı yaşam ıstırap verir hale geliyor ve tayfanın takıldığı mekanın çalışanlarından birine yüklüce bir para veriyor, Les'in ankesörlü telefonda çevirdiği numarayı öğrenmesi için. Kadın öğreniyor, Clay'e fişekliyor hemen. Clay numarayı çeviriyor, uzunca bir konuşma yapıyor ve beklemeye başlıyor. O sırada bir sürü yaşantı, detay, araba gezintileri, birlikte geçirilen zaman, bilmem ne. Cora çıkıp geldiği zaman ipler kopuyor, iki kadın ve bir adam saatlerce konuşuyorlar, kavga ediyorlar, bağırıyorlar ve ağlıyorlar. Les dayanamıyor, üç kurşun sıkıyor kendine. Son. Yaşam yaşanırken biriken suçluluk ve acı kesin olarak ortadan kalkıyor. "Bir zamanlar seçimlerim vardı. Sonra sanki hayatım vücudumdan çıkıp gitmişti." (s. 61) Genazino'da da benzer bir mevzu var; sanki seçimlerin sorumluluklarının biriktirilip bir anda alınması gibi. O ağırlık çöküşe neden oluyor ve intihar kalıcı sorunlar için kalıcı bir çözüm haline geliyor. Böyle bir yaşam için ideal son. Toplumsal kodlar kabul edilmiş aslında, Les neyin içinde var olduğunu bilse de sevdiği insanlarla hiçbir şey paylaşmayarak, kodlardan muaf olduğunu söylemeyerek, başkalarını umursadığından değil de kendisini gerçekleştirebilmek için herhangi bir çabada bulunmayarak her şeyi kabulleniyor.

Sarah. Les kadar şair belki, sonraları tek dizeye düşürdüğü anlatısına Les'in intiharını ve ötesini sıkıştırıyor. Oral seks yaptığı ilk adam, kuyu suyu gibi tadı var. Direkt Les'e sesleniyor. Les kadını sıklıkla güldürüyor, kadının tutulmasını sağlayan bir şey. Uydurulan pozisyonlar gerçekten komik, "Sıkışmış Kütük Pozisyonu" diye bir şey üfürmüş Les. Gözde canlanan şeyse basmakalıplıktan kurtardığı için takdir edilesi bir uydurma. Meme rujuna karşılık çük yüzüğü hediye etmiş Sarah, Clay bir yerde görüyordu bu yüzüğü. Sesleri kaydeden kulaklar, yerin altında bile, Les'e ait. "Gözle görünmeyen ağır bir yarayla, aynaya doğru yürüyorum." (s. 69) Sarah'ya ait. Blues, Miles Davis, satılamayan plaklar, onlarca anı. Bütün sorumluluğu Sarah'ya yıkıp giden Les'in ardından ağıt.

"Kendine nasıl böyle ihanet edebildin?

Böyle." (s. 83)

Ağırlığını yere vermeden yürümeye çalışıyor Sarah, başaramıyor. Hayaletten kurtulamıyor, evli olmadığını söyleyen hayaletten, fotoğraflardaki hayaletten, sonsuza kadar yirmi beş yaşını yaşayacak hayaletten.

"Tatlım benim.

Yani öyleydin, hâlâ hayattayken." (s. 85)

Son bölüm, Les'in bir röportaj kaydından çekim hataları. Les'i ilk kez kendi sesinden dinliyoruz. Uyum arıyor, dostluk da. Kendi uyumunu kimseye uyduramadığı için sonunun kendi ellerinin marifeti olması doğal. Pişmanlıkları var, şiirin yaptıklarıyla ve yapmadıklarıyla ilgili fikirleri var, yaşamının bir özeti var. Hızla yanıp sönen bir yaşam.

Gander şairmiş, şairin romanı. İyi.

13 Mart 2019 Çarşamba

Peter Bichsel - Aslında Bayan Blum Sütçüyü Tanımak İstiyordu

Arka kapakta Bichsel için Çağdaş İsviçre Edebiyatı'nın F. Dürrenmatt ve Max Frisch'le birlikte en önemli yazarlarından biri olduğu söyleniyor. Dört metni Türkçeye çevrilmiş, farklı yayınevleri tarafından. Bu ilk metni ve ilki böyleyse diğerlerini de kaçırmam, İsmail Abi'ye söyleyeyim de ayırsın denk gelirse. Yankı'nın kitapları denk gelirse onları da ayırıyor, sağ olsun. Yirmi sene önce falan deli gibi toplanıyormuş Yankı'nın kitapları, Yankı'nın ve Yön'ün. Kalanları da ben topluyorum, karşılaştıkça alıyorum. Bir de geçende Yanık Njall'ın Sagası'nı buldum uyguna, ona da sevindim. Kadıköy'de Rexx'e çıkan dar bir sokak var, Gitar Cafe'nin olduğu. O kadar çıkmadan sağda bir giyim dükkanı, önünde sepet, kitaplar. Birkaç yıl önce girdim, içerideki kitaplara da bakınırken bu Yanık Njall'ın Sagası'nı gördüm, almak istedim. Dükkanı işleten tatlı kadın, "Onu satmıyorum, benim için çok özel bir kitap o, kötü hissedersem arada sırada açıp okuyorum, iyi geliyor," dedi, sonra denk gelmeyi bekledim ve nihayetinde geldim. Bir dahaki gidişimde, "Okudum Njall'ı," deyip sohbeti oraya getireceğim. Zamanın geçtiğini bir tek böyle anlıyorum, arzuyu dindirince, başka türlü her şey sabitmiş gibi geliyor. Yılların farkına varamıyorum, Legolas'ın yürüyüşü canlanıyor hemen. Millet karda bata çıka yürümeye çalışırken bu herif gayet rahat, ağırlıksızmış gibi yürüyor, ardında ayak izi bırakmıyor. Böyle bir şey. Ayak izi yok, gerisi ve ilerisi aynı. Demek ki böyle. Anda olanları gözlemci veya katılımcı olarak deneyimlemek. Bu kadar.

Bichsel'in gözlemciliği benzer bir noktada. Anlık parçalara odaklanıyor, birkaç karakter ve birkaç mekan, gerçekleşen olaylar, son. Çıkarımsız, yansıtmacı bir anlatı. Tek çıkarım metnin adında, öyküde öyle bir istencin izini doğrudan bulamıyoruz ki bulmayalım, insana kendimizi yansıtıp eylemlerin doğasını inceleyelim, okur olarak gözlemin ötesine geçerek ivmesiz, gösterişsiz parçaların izdüşümlerini falan, bir şeylerini yorumlayalım ya da yorumlamayalım, ne bileyim, sadece anları bilelim. Edebiyat ne işe yararsa o işle uğraşalım. Ben şahitlikten bir adım daha ötesine gitmek istediğim için gidiyorum, hadi bakalım. Ya herro ya merro. Katlar'a bakalım. "Geçici olarak bir ev düşünülebilir, dört katlı, katları birbirine bağlayan ve birbirinden ayıran merdivenli, kiremit damlı; bir ev." (s. 9) Düşünceye göre giriş katında kimse oturmuyormuş ama sonra "belki de" kimse oturmuyormuş. Diğer katlarda birileri oturuyor ama giriş katı muallakta. Giriş katında birilerinin oturup oturmaması bir apartmanı apartman yapan detaylardandır, örneğin dairemin yanındaki daire bir şirkete ait, akşamdan itibaren ertesi sabaha kadar boş. Dairenin yalnızlığını düşünüyorum bazen. Ben çok küçükken abim şamata olsun diye gecenin bir köründe şirketin telefonunu arardı, kulağını duvara dayayıp her dülülüde gülerdi. Şirketten poşet poşet çöp çıkardı, abim bir tanesini alıp eve getirmişti. Bir dünya evrak ve kaza fotoğrafları, muhtemelen sigorta için. "Bu araba nasıl bu hale gelmiştir lan sence?" diye sorduğu zaman hemen bir şeyler uydurup anlatmıştım. Abim beğenmemişti, "Siktir lan," diyerek kendi hikâyesini anlatmıştı. Onunki daha iyiydi. Abim birçok şeyde benden daha iyiydi ama hiçbir şeyin üzerine gitmedi, ailenin çöplüğüne karıştık. Bu öyküde olduğu gibi baharda evimize başka türlü girerdi güneş, odanın daha bir aydınlık olmasından anlardık mevsimlerin geçişini. Geçen yıl çaprazımızdaki binayı yıktılar, yerine bir şey dikilmedi henüz, güneşin biraz daha aşağıya inmiş halini görebiliyoruz böylece. Evlerde oluyoruz biz, tanıyoruz ve tanınıyoruz ve onlar için üzülüp seviniyoruz. Yaşadığım her bir evi biliyorum, biri hariç. Kocamustafapaşa'da bir ev var, babamla zamanında orada kalmıştık, beni kaçırdığı sıralarda olabilir. Annem deli gibi aranırken ben çatı katında bulduğum oyuncaklarla oynuyordum. O ev nerede o acaba, o ev kim? Babama soramam, kimseye soramam. O evi, herhangi bir evi bulmakla ilgili bir öykü yazmalıyım.

"Ormancıların işi ormanla. Kadınların beklemektir.
Evler evlerdir." (s. 10)

Erkekler nam parçada kadın vardır, bir arkadaşını bekler, treni bekler, kahve içer. Terbiyesinin bozulmuş olması umulur ama o çok iyidir, herkes onu çok iyi biri olarak bilir, yaklaşılmaz bir varlık olarak. Kendince kadındır, bundan erkeklerin haberi yoktur. Biçimlenmiş düşünceler, erkeklikler arasında bir başınadır. Yanaşılabilir aslında ama yanaşan yoktur. Varsa da yoktur. Kadındır o, erkekleri çekip iter. Bir benzeri, Çiçekler. Adam kadını bir çiçekçi dükkanında düşler. Çiçeklerin kokup kokmadıklarını sormayı düşünür, kadın koktuklarını söylemeyi düşünür, iki taraf da -aslında bir taraf- her şeyi söylemeyi düşünür ama hiçbir şey olmaz. Adam kağıttan çiçekler satmaktadır, kadın gerçek çiçekler satar. Aslında hiçbiri olmaz, böyle bir şey yoktur, böyle bir öykü vardır sadece. Şakayıklar'da yaşlı bir kadın, okul arkadaşlarının birer birer öldüklerini duymaktan kendi sonunu düşünmez, geçmişiyle birlikte yaşar. Posta kutusunda bulduğu şakayıklarla arkadaşlarının çiçeklikleri arasında ilişkiler kurar, sütçüyle şakalaşır, gündelik hayatını yavaş yavaş toparlar, sonun yaklaştığını sezer ama bunu kendine hatırlatmamak için elinden geleni yapar. Aslanlar'da bir yaşlının ölümü vardır, nihayet, bir büyükbaba ölür, parası paylaşılır ve artık herkeste bir parça büyükbaba vardır. Büyükbaba çok içer, çişini tutamaz, ayakkabılarını bağlayamaz. Altmış dört yaşında flüt çalmayı öğrenen adamlara bakarak kendine bir şeyler yontamaz, elinde yaşlılığından başka bir şey kalmamıştır. Sirke girseydi, girişi pahalı bulmayıp aslanlarla bakışsaydı o zaman daha çok hatırlanabilirdi ama olmadı.

Yeni ve iyi. Yazar adama bir şeyler verir, okura da görme biçimi sağlar. Sağlam metin.

10 Mart 2019 Pazar

Alkioni Papadaki - Ayın Rengi

Tütün tarlasının sınırındaki kiraz ağacının dallarını gökyüzüne doğru uzatması yıldızlara dokunabilmek için. Rüzgarlar şarkı söylüyor, gün ışıyana kadar doğanın bilinci uyanık. Ertesi gece için ağaçla yıldızlardan biri sözleşiyor, yine konuşacaklar. Devinimden, sonsuzluktan, ağacın yakınındaki evde yaşayan insanlardan. Çocuklar ağacın altında oynuyorlar, uyuyorlar, çocukluğun coşkun suyunu akıtıyorlar. Yıldız pazar gününü soruyor, ağaç cevaplıyor. Çocuklardan birinin, Foti'nin elinde bir kuduzböceği, Despina Nine'nin boş sepetinde gözyaşı saklı bir mendil, çocuğun derede unuttuğu, kağıttan bir kayık, ıssız bir yerde, cepte bir karanfil. Yıldız, pazar günlerinin çok kederli olduğunu söylüyor ve gecenin gözkapaklarında saklanıp kayboluyor.

Uyutmadı dün. Sabah Yeşim'le kahvaltı yapmak için sözleşmiştik, erkenden uyumam lazımdı ama Papadaki'nin inceliği içimde bir yeri acıttı, anlattığı hikâyeyi bitirene kadar uyumak istemedim. Bunu geceleyin Yeşim'e anlattım, kitabın adını merak etti. Söyledim. Aynı uykusuzluktan istediğini söyledi, yakında okur. Geçende konuşurken çok yalnız hissettiğimi söylemiştim laf arasında, Mutlu Bir Çocuk'u örneğin, kimseyle konuşamayacaktım, bilen çıkmayacaktı, bende izi öyle duracaktı, sözcükleri belki gündeliğin içinde bir biçimde canlanacaktı ama bundan yine kimsenin haberi olmayacaktı. Böyle şeyler anlattım, iki gün sonra kitabı okumaya başladığını söyledi. O, "Yalnız kalmayacaksın çocuğum," der demez bittim sanırım. Bu kitap için de aynı şey geçerli, cümle alem okusun isterim. Bu hassaslığın payını alan incelir, dünya daha güzel bir yer olur. Olmaz da, bir denemiş oluruz. Bu kitabı okur musunuz? Hikâyeye aşinayız, ailenin etrafında dolanan bir anlatı var, olabildiğince oyunsuz. Oyun doğanın ve doğayla iç içe geçmiş yaşamların içinde gizli, Despina Nine'nin söylediklerini bir yıldızdan duyabilme ihtimali var, bundan güzel bir şey olabilir mi? Farklı gerçeklik boyutları oluşturan metinlere kaçarsız bitiyorum, bir de Foti'nin hikâyesi sardı beni. Sarmayan pek bir şey yok aslında, kısacık bir metinde sihirli bir dünya görünüyor, son derece gerçek. Bana göre. Benim gerçeğimde deponun duvarlarıyla et kamyonları konuşuyor, ben buna şahit oldum, nöbet tutarken, gecenin üçünde. Birkaç ay sonra ikinci kitap çıkar herhalde, orada var. Kusursuz Bir Mesafe dedim, bence yine olmayana ermek istedim ama dediğim gibi; yıldızlarla ağaçların konuştuğuna inanıyorum, insanın mahvına umutla yürüyeceğine inanıyorum, şarkılara inanıyorum, pek çok şeye inanıyorum. İnançlarıma dokundu bu metin, o yüzden çok sevdim. Yani nasıl diyeyim, güzelliğinden gözlerim doldu, içimde bir çöllük kum birikti. Ah.

Pazar günlerinin kederine geliyorum ama önce aile. Pazar günleri anne çocuklarını alıp kiliseye gidiyor. Foti ile Petros erkek çocuklar, Foti büyük olanı. Angeliki ve Hristina elbiseleriyle baharı getiriyorlar ama bahar hiç bitmiyormuş gibi gözüküyor oralarda, komşu topraklar maviyle beyaz. Nina çocukların annesi. Çok söyleniyor, çok şikayet ediyor ama Despina Nine'nin biraz sert, bilgece konuşmalarını dinleyip sakinleşiyor. İkisi birbirlerini ite çeke anlaşıyorlar, denkleniyorlar, çocuklar bu dengeyle büyüyor. Pazar günleri Despina Nine kiliseye gitmiyor, Serez Devlet Psikiyatri Kliniğine gidiyor, ikinci oğlunu görmek için. Adam küçükken düşmüş, birkaç sene sonra akli dengesi bozulmuş ve her yerde Şeytan'ı gördüğünü haykırmaya başlamış. Pazarları annesi ziyaret ediyor, o zaman sakinleşiyor. Papazın okuması işe yaramayınca ameliyata razı olan Despina Nine pişman, ameliyattan sonra iyice kötüleyen oğlunu eski haliyle görüyor hep. Otuz yıldır, her pazar. Nina tütün tarlasında bir erkek gibi çalışıyor. Foti on iki yaşında, uzaklara gitmek istiyor, tütüne kalmayacak. Baba Kosta, Nina'nın eşi. Yıldırım düşüp canını alana kadar ailenin başındaydı, anlatının en başında sahnenin dışına çıkıyor. Sonrası başsız kalan bir ailenin yavaşça dağılışı. Umutlar sürüyor yine de, ne kadar kötü hallere düşseler de her şeyin iyi olacağını umuyorlar, her şeyi sessizlikle kabulleniyorlar. Anlatının başlarında yıldızla ağaç konuşurlarken yıldızın dediği bir şey var, Foti'nin isyan edip aileyi zor durumlara düşürmeye başlamasından sonra çocuğun sırları öğreneceğini söylüyor. Ağaç soruyor, yıldız söylüyor: "'Kuşlar gidiyor ama tekrar geliyorlar. Güneş batıyor ve her sabah tekrar doğuyor.'" (s. 19) İkinci darbeyi buradan yedim. Şöyle diyorum; sonsuz bir iç monolog dönüyor aslında, sözcükler varsa da döngü de sözcüklerin yerini alabilir. Bir insanın tözün sesini duyması fikri başlı başına heyecanlandırıcı bir şey, bundan büyük bir mertebe olamaz. Ben o fikre vardım ister istemez, kendimi döngüye eşledim. Şöyle bir şey var yukarıda bahsettiğim metinde:

"Ağaçları, suyu, gökyüzünü saatlerce izlediğini bilirim, bunlardan bir şey öğrenmiyor mu hiç? Sadece kendine mi yontuyor bunları, kendi hissettiklerinin biçimlenmesi dışında sonsuzlukla hiçbir ilgisi yok mu? 
Sanırım yok, var olduğunu düşünmüştüm. Dünyanın sesini duyamıyor, acılarından başka düşünebildiği bir şey yok. Ağacın tarihini kuşatan uğultu, suyun havayla birliğinden gelen şırıltı, hiçbir şey ...’in bencilliğini kıramıyor. ..., karşısındaki sonsuzu anlayamıyor, sonsuza göre bir kendilik oluşturamıyor. Sadece gürültü çıkarıyor ve kendi sesinden başka etrafındaki hiçbir şeyi umursamıyor."

Kuşların gidip tekrar gelmesi, güneşin hareketi ve benzeri pek çok şey varlığımıza özünü katamıyorsa eksiklik bizdedir, tamlanamayacağız demektir. Üzerinde daha oynarım ama bunu anlatmak istemiştim. Neyse, Foti anlıyor bunu ama yeterince acı çektikten sonra. Cioran'ın şu aralar sıklıkla paylaşılan bir sözü var, acı çekmemiş biriyle boş muhabbetten öteye gidilemeyeceğine dair, öyle bir şey ama buna da katılmıyorum ben, gerçi metni okumadım, bağlamı bilmiyorum ama şu haliyle geçersiz bir fikir olduğunu sanıyorum, acının niteliği de önemli. Gerçekten neyse, aralarda cırcır sesleri, yaprak hışırtıları geliyor, Papadaki sıklıkla yer vermiş bunlara, zamanın geçtiğini imlemiş. Despina Nine giderek yaşlanıyor, güçlüklerle başa çıkmaya devam etse de özünün kurumaya başladığını seziyor ve hazırlık yapıyor kendince. Yaşlı Gedeon çıkıyor ortaya, böyle karakterler sıklıkla çıkıp kayboluyor, çok hoş, bu da zamanın geçişini gösteriyor. Gedeon, Foti'yi teskin ediyor, "Bir dur evladım, bak zamana, insanlara, kuşlara, acılara," falan diyor. Gecelerin Yargıcı gibi bir karakter. Acılarla sınanan çocuğu büyütüyor bir yandan, doğayı dinletiyor çocuğa. Bu sırada Fotin gözünü kaybediyor ve daha da kötüsü, aşık oluyor. Kız uçarı, Foti'yi defalarca yıkıyor ve zaman zaman ortaya çıkıp çocuğun dünyasını mahvediyor ama Foti tam anlamıyla büyüdüğü zaman kıza hayır diyebiliyor, nihayet. Bu aşkın farklı boyutları, geçirdiği evrim falan, büyümenin bir alegorisi olarak da okunabilir; insan değişiyor ve aşk da değişiyor ama kaybolmuyor, sadece üzeri külleniyor biraz, hayat devam ediyor. Hayat hep devam ediyor. Araya siyaset de giriyor ama pek yoğun değil, sadece sağ-sol ve Marx muhabbeti var biraz, bu kadar.

Despina Nine. Kuşlara bakakalıyor tarlasında, aramaya çıktıkları zaman gözlerinin açık olduğunu görüyorlar, oturduğu yerde kalmış öylece. Kiraz ağacı yıldızla konuşuyor, Despina Nine'nin elinde bir avuç kirazla geldiği zamanları anlatıyor. Bir ölüm bundan daha güzel anlatılamaz. Ailenin diğer üyelerinin başlarına gelenler ne kadar kötü olsa da yaşamın doğal akışında gerçekleştiklerini biliyoruz, ağaçla yıldızın sesi hiç uzaklaşmıyor, her şey oluyor ve bitiyor.

Müthiş, anlatamıyorum daha fazla. Okuma sırasında birinciliği almalı, eşe dosta hediye edilmeli, cümle alem okumalı, bu kadar.