Lehrer bir sinirbilimci, akademik çalışmaları bilişsel yetilerimizle sanatsal etkinliklerimiz arasında köprüler kurmaya çalışıyor, son bölümde söylediklerine bakarsak aslında bizi oluşturan parçaların tekilliğe doğru uzandığını söyleyebiliriz. Bilimin konseptleri sanatın içinde gizli, sezdiğimiz ve doğurduğumuz olgular sanatın ışığıyla ortaya çıkıyor ama sanatçı olarak bilimsel boyuta odaklanmıyoruz, sancılarımızı dindirmeye çalışırken o kısmı bilim insanlarına bırakıyoruz ve daha çok üretiyoruz, durmadan üretiyoruz. Gizemle yaşamayı öğreniyoruz, Lehrer'ın söylediği bir şey. Bizi harekete geçiren dinamikler hakkında belli belirsiz fikirlerimiz varsa da zihinsel temellerimiz hakkında pek de bir şey bilmiyoruz. Bilim devreye giriyor, dünyayı algılayış biçimimiz konusunda veri zenginliği sağlıyor ama bundan daha fazlasının olması gerektiğini düşünüyoruz bu kez. Görmenin bütün evrelerini laboratuvar ortamında anlayabiliriz ama yaşamın kendisine dair bütünlüklü bir noktaya ulaştırmaz bu, nöronların işlevlerini bilmek bir parça tatmin olma duygusu getirse de indirgemecilik yüzünden büyünün kaçmasını istemeyiz. Bu noktada beşeri bilimlerle pozitif bilimlerin bilgi aktarımının sağlanması gerektiğini düşünüyor Lehrer, pragmatik bir görüşle ele alınan olguların yardımıyla bir şiirin de laboratuvar testleri kadar doğru ve yararlı olabileceğini söylüyor. "Üçüncü kültür" tanımı var, Einstein'ın Coleridge okuduktan sonra bir anda beliriveren kıvılcımlarını kuramlarına dönüştürmesi bu kültürün tetiklediği bir şey olurdu, aynı şekilde Calabi-Yau Uzayı hakkında bir şey okuyan şairin farklı boyutları imgelerle canlandırmaya çalışması da benzer bir şey. Bu kültürde cevaplar tek bir noktada toplanıyor, bilimle sanat tamamen ayrışmış durumda değil. Gerçekleşmiş bir şey ama Lehrer'a göre yangına körükle gidilmesine yol açmış bu mevzu, postmodernizm örneği üzerinden giderek ne bilimi, ne de sanatı görmezden gelmenin veya parçalamanın diyalog kurma çabalarını sekteye uğrattığını söylüyor yazar. Makalelerini aslında bu kültürün yarattığı başarılı örnekler olarak görmek mümkün; ele aldığı sanatçıların eserleri ve düşünceleriyle bilimsel gelişmeleri denkliyor ve laboratuvarın içine tuvali yerleştiriveriyor. Hep aynı örneği veriyorum, yine vereyim, The Man From Earth'te esas adamımızın söylediği bir şey vardı, Voltaire'in ve Goethe'nin epifani anlarında düşündükleri şeylerin yüzyıllar sonra bilim tarafından kanıtlandığı bahsi hani, neden olmasın? Woolf benliğini ve gerçeklik algısını bir arada tutmaya çalışırken zihnin işleyişi konusunda bilim insanları gibi titizlikle çalışmıyor mu? Sayılar ve istatistikler yerine sözcükler ve düşünceler var, gayet olur.
Ele alınan sanatçılar modern bilimin doğuşuna şahit olmuşlardı ve bir ölçüde bilimsel gelişmeleri takip ediyorlardı, kimileri bilim insanlarıyla birebir iletişim kurmuşlardı. Kendi bilimlerini sanatta ürettiler. Paradigma değişiminin de katkısı oldu; insanın düşüş bir meleklikten maymunluğa giden yolculuğunda parça parça edilebilir olduğu görüldü. "Zihin kendisinin farkına varmıştı." Bunu Emerson'dan aktarıyor Lehrer. "Bu sanatçılar üzerindeki en önemli etkilerden biri -ve hepsinin paylaştığı tek etki- yaşadıkları dönemin bilimiydi. C. P. Snow iki kültürümüz arasındaki üzücü bölünmenin yasını tutmadan çok önce, Whitman beyin anatomisi kitaplarını çalışıp ürkütücü ameliyatları izliyor, George Eliot Darwin ve James Clerk Maxwell okuyor, Stein William James'in laboratuvarında psikoloji deneyleri yapıyor, Woolf ise zihin hastalıklarının biyolojisini öğrenmeye çalışıyordu. Bu sanatçıların sanatını bilimle olan ilişkisini dikkate almadan anlamak olanaksızdır." (s. 13) Halihazırda var olan boşluktan parçalar biçimliyor, kendimizi bu parçalarla kurmaya çalışıyoruz, bilimle ve sanatla. Tamamen öznel bir yaratı, bu mesele bilimde ne kadar geri plana atılsa da paradigmal olarak kolektif bir öznelliğin doğuşundan bahsedilebilir, Kuhn'un derinlemesine incelediği mesele. Sanatçının tek kişilik bir devrim yaptığından bahsedilebilir diye düşünüyorum, yenilikçi bir sanatçının yeni bir paradigma ortaya koyduğunu söylüyorum, üzerine sanatla bilimin el ele dağ bayır koşmasını diliyorum. Çevirmen Ferit Burak Aydar'a da çok çok teşekkür ediyorum, kendisine Twitter'dan ulaşıp teşekkür ettim ama bir de buradan edeyim. Evet. Lehrer'a dönüyorum, iki kutbu tekrardan birleştirmeye çalıştığını söyleyerek bitiriyor önsözü, deneyle şiirin birbirini tamamladığını ve zihnin bütünlüğe kavuştuğunu da ekliyor. Sonrasında makalelere geçiyoruz ve Walt Whitman'la başlıyoruz. Whitman bedenle ruhu birleştirdiği zaman pek sevdiği Emerson tarafından övülmüş, "Bhagavatgita'yla New York Herald'ın kayda değer bir karışımı" olarak. Kartezyen paradigmayı sallamamış pek, o zaman için pornografik ve cüretkâr görülen şiirler yazarak ikiliği ortadan kaldırmak istemiş. Whitman'ın zamanına kadar bu ikiliğin geçtiği aşamaları anlatıyor Lehrer, bedenin frenolojiye dayanan garip incelemelere konu olduğunu ve kafatasının şekline bakarak zihin hakkında çıkarımlarda bulunulduğunu anlatıyor, sonrasında hayalet uzuvların varlığına değiniyor, modern sinirbilimin ortaya çıkardığına göre bedenle zihnin ayrılmaz bir bütün oluşturduğunu örneklerle açıklıyor. Kısacası Whitman'ın kahinliğinden bahsedebiliriz, doğayla insanı bütünleştirdiği gibi insanla insanı da bütünleştirmiştir kendisi, bedenimizle ve zihnimizle bir bütünüz biz.
George Eliot'la ilgili bölüm. Determinizm ve benzeri meseleleri içeriyor. "Kalıtsal mirasın tutsağı olmak" konusunda o dönemde yazılıp çizilenlere bakarak başka bir gerçeğin olması gerektiğini düşünüyor Eliot, "insanın mermerden yapılmadığını" savunuyor ve insanın değişebileceğini söylüyor. Bilimsel boyuta Laplace'la geçiyor Lehrer, Laplace'ın her şeyi bilebilecek yaratığından -"cin" demiş- bahsediyor. Laplace'a göre davranışların bir sistematiği oluşturulsa ve elde yeterli veri bulunsa istatistik yardımıyla bütün evrenin geleceği gözler önüne serilebilir. Öznelliğin sonu, sayıların zaferi. Sonrasında termodinamik, Thomson ve Maxwell ortaya çıkarak Laplace'ın yanıldığını kanıtlıyor, kuantumla birlikte "sosyal fizik" denen nane hepten çöküyor. "O kadar" bilemeyiz, çünkü bilgi sürekli bir değişim içindedir, uzun vadede aynı kalmayacaktır, ayrıca kutudaki kedinin ölü olup olmadığını bilmek mümkün değildir. Hava deliği açılmadıysa ölmüş olabilir, bilemiyorum. Bir de Darwin çıkıyor ortaya tabii, Eliot Darwin'in görüşlerini deli gibi takip ederek, bir de kendi yaşamındaki çalkantılarla tesadüfün büyülü gücünü birleştirerek öznel fikirlerini oluşturuyor, bilimin yardımıyla temellenen öznellik. Yine birtakım deneyler, doğada yapılan deneyler sonucu farklı tür nöronların oluştuğunun gözlemlenmesi gibi bilimsel gelişmeler gerçekten de bilincin ve doğanın sürekli bir değişim olduğunu göstermiş. Kütük değiliz kısaca, fizyolojik olarak durmadan değişiyoruz, bazı şeylerle bazı şeyler arasında daha önce göremediğimiz bağlantılar kurabiliyoruz, alışkanlıklar değişiyor, her şey değişiyor. Eliot, yazdığı metinlerde bu değişimleri anlatıyor, özellikle Middlemarch'ta. Kaosu kutsuyor bir anlamda, hayatın baştan savmalığını da. Hücresel düzensizliklerin varlığından haberdar olsaydı bunu da kutsardı. Hâlâ ve her şeye rağmen özgürüz. "Bizler yalnızca karbon zincirleriyiz, ama kaynağımızı aşarız. Evrim bize sınırsız bireysellik armağan etmiştir. Bu hayat görüşünde azamet vardır." (s. 58)
Proust zaten başlı başına bir bellek dökümü, müthiş keyifli bir bölüm ayrılmış kendisine. Cézanne'ın şeyleri görüş biçimi ve beyinde oluşan görülerin aslında bu biçimle çok yakından ilişkili olması, Stravinski'nin atonalliğe ve çeşitli deneyselliklere boğulu müziğinin duyma biçimlerimizle bağlantısı, Woolf'un kimlik inşası, Stein'ın dille ilgili meselesi ve Chomsky'nin Stein'dan esinlenerek inşa ettiği kuramları derken, evet, bilimle sanatın birbirinden pek de uzaklaşmadıklarını görmek çok hoş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder