Kısa bir metin, Küçük Bir Romans alt başlığı eklenmiş editör tarafından. Goodreads'ten çalıp çırpıyorum; Blixen'in yazdığı son metinmiş bu. Yaşlı bir hanımın anlattığı hikâyeyi dinliyoruz ve hikâyenin kökleri hakkında başka bir şey bilmiyoruz. "Hikâyenin ilerlediği yollar ve patikaları otlar bürüdü ya da onlardan iz yok." (s. 7) Sözlü edebiyat geleneğinin yazıda sürdürülmeye çalışılması, güzel. Hikâyedeki herkes ölüp gittiği için anlatılmış, bir hanedanın soy sürdürümü konusundaki bol skandallı, biraz hareketli, çokça estetik serüveni kulağımıza fısıldanıyor. Almanya'nın prensliklerinden birinde, ülkenin yönetiminde söz sahibi, forslu bir hanedanın iç meselesi, üç bölümde anlatılıyor. İsimler değiştirilmiş, soyluların kim olduklarını bilmiyoruz. Bilsek ne olur gerçi, Almanya'dan bir hanedanın veliahtı sanatla sepetle ilgilenmekten evlenmemiş, çocuk yapamamış, sonra biriyle tanışmış da onu hamile bırakmış, rezillik olmasın diye gelini bir şatoya kapamışlar, birkaç ay gizleyip çocuğu evlilikten sonra doğmuş gibi göstermişler, bilmem ne. Ben söylüyorum gerçeği, olay Wanderbünscherlerin başından geçiyor. Almanya'nın temelindeki çimentonun hanedanı. Artık gizeme mizeme gerek yok. Diyorum ama uydurdum, bilmiyorum. Öf.
Babenhausen Grandüküyle Düşesinin çocukları olmamış uzunca bir süre, on beş yıl sonra olmuş. Prens Lothar çok tatlı bir çocuk, ailesi tarafından çok seviliyor. Tabii halk da seviyor kendisini, zira başlarındaki insanların çocukları olmazsa babadan oğula geçen tiranlığı kim sürdürecek? Neyse, Grandüşes bir kız arıyor oğlu için. Şöyle soylu bir aileden gelen, gelin gibi gelin istiyor. Bakıyor ki çocukta iş yok, saraylarda onlarca davetten, tiyatro oyunundan eli boş geliyor eleman, hemen Cazotte'nin yardımını istiyor. Şans eseri orada Cazotte, Grandüşesin portresini yapıyor. Çok ünlü bir ressam, Avrupa'yı gezip sipariş usulü resim yapıyor, paraya para demiyor ve Don Juan olarak kalp çalıyor, av peşinde. Başlarda burun kıvrılan bir adam ama Prens Lothar'ın badaklığı ayyuka çıkınca yardımı isteniyor. Bu sırada anlatıcı giriyor araya, hikâyeyi nereden öğrendiğini anlatıyor. Cazotte, gençliğinde bir hiçken kendisini himaye eden ve sanat eğitimi almasını sağlayan soylu kadına bu olayı anlatan mektuplar yazıyor. Kadın, anlatıcının büyükannesi ve yaşlanınca çekildiği şatoda tek eğlencesi Cazotte'den gelen mektuplar. Normalde hiç kimseye böyle sırları anlatmayan Cazotte, velinimetini eğlendirmek için olayı bütün ayrıntılarıyla yazıyor. Anlatıcının söyledikleri üzerinden ilerlediğimiz gibi mektuplardan yapılan alıntılarla Cazotte'nin olaylara yaklaşımını, gözlemlerini falan görüyoruz. Bence olaylardan ziyade Cazotte'nin estetik anlayışını ve baştan çıkarıcılığını anlattığı bölümler daha dikkat çekici. Şöyle diyor bir yerde: "Sanatçının kâinata karşı takındığı tavır, tümüyle bir baştan çıkarıcının tavrıdır." (s. 13) Kierkegaard etkisi kendini belli ediyor, araya dereye "korku ve titreme" hakkında da bir şeyler sıkıştırıyor Cazotte, Don Juan'a benzetilmesi de yine Baştan Çıkarıcının Günlüğü'ne atılan bir tepik. Cazotte'yi anlatayım biraz, baştan çıkardığının karşısına bir daha çıkmadığını, en büyük kabusunun bir karşılaşma olduğunu söylüyor. Kadınları boşalttığı bir bardağa benzetiyor, bardak dolacak ama daima kendi içişi hatırlanacağı için sonraki erkekler kendisinin yerini doldurmaya çalışmakta başarısızlığa uğrayacak denekler olacaklarından habersiz bir halde, boş yere çabalayacaklar. Baştan çıkarma bir sanat, Cazotte de iyi bir sanatçı. Prens Lothar'ı değerlendirdiği bölümlerde Grandüşesin içini rahatlatıyor; çocuğun baştan çıkarıcılığı bildiğini ama başka bir şey aradığını söylüyor, Lothar da Cazotte gibi oldukça ince ruhlu ama daha sabit, sağlam bir şey arıyor.
Prenses Ludmilla ortaya çıkıyor, Prens Lothar'la pek yakışıyorlar. Hemen de sevişiveriyorlar, Cazotte'ye göre Lothar için düşünce ve eylem bir, dolayısıyla beklemiyorlar. Aileler anlaşıyor, iki genç evleniyorlar ama kız iki aylık hamile, dolayısıyla evlilikten önce sevişildiği ortaya çıkacak, halk ne diyecek buna, elalem ne der falan. Gözlerden uzak bir şekilde çözülüyor olay, uzaklarda bir şatoda küçük bir saray erkanı ağırlanıyor, Prens ve Prenses, birkaç uşak, Cazotte falan, hepsi şatoya yerleşiyor. Aylar gezintilerle, sohbetlerle ve yiyip içmeyle müthiş bir şekilde geçiyor. Ehrengard bu sırada geliyor şatoya, mezhep ayrılığı yüzünden bir tartışma çıkmayacağını garanti ediyor Cazotte. Ehrengard asker bir ailenin tek kızı, sağlam dövüşüyor, uzun ve güzel. Brienne of Tarth canlandı gözümde. Bence güzel bir kadın Brienne of Tarth. Neyse, ikinci bölüm başlıyor. Pek pastoral, Cazotte mektuplarında böyle söylüyor. Gerçekten de dağ bayır geziliyor, eğlenceler tertipleniyor, soylular kendi aralarında soyluluk oynuyorlar, Cazotte de kendine eğlence çıkarmaya çalışıyor ve Ehrengard'a sarıyor. Kızı kendine aşık etmeye çalışıyor ama kendisi de kapılıyor bir yandan, aralarında pek çok pastoral romantizm yaşanıyor, tabii uzaktan uzağa. Cazotte mektuplarında ne kadar gerçekçi bilmiyoruz, Ehrengard bahsinde söylediği bir şeyi alıyorum buraya: "Ya o zaman, diyorsunuz bana, yıkımı bir gerçek ve gerçeklik olmayacak mı? Tam da öyle dostum. Sanatın gerçekliğinin fiziki dünyanın gerçekliğinden üstün olduğu düşünülürse. Sanatçının her yerde ve bütün zamanlarda, gerçeklik hakkında sonsöz sahibi olan kişi olduğu göz önüne alınırsa." (s. 43) Babasının yokluğunda duyduğu yalnızlığı da araya sıkıştırıveriyor Cazotte, baştan çıkarıcılığına tipik bir sebep buluyoruz böylece.
Üçüncü bölüm bence beklenmeyecek bir şekilde kısırlaştırıyor anlatıyı. Hanedanın yan kolları bu ana kolu indirmeye çalıştıkları için dedikodu yayıyorlar, sonra şatoda çalışan bir hizmetçinin salak eşi bebeği kaçırıyor, Cazotte meseleyi çözmek için atına atlayıp harekete geçiyor falan, açıkçası hayal kırıklığı yarattı ama olsun, ilk iki bölümün hatrı yeter.
Fatih Özgüven çevirisi, güzel bir romans. Evet.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder