30 Ocak 2018 Salı

Unica Zürn - Yasemin Adam

Şurada çok şahsi bir deneyimim var, burada metin üzerinden gideyim.

Altı yaşındayken aynanın içindeki dünya, duvarın ötesindeki alem, algılananın ötesindeki bir başka boyut, artık her neyse, kendini gösterdiği zaman yıllar sonrasını parçalamaya başlıyor. Çocukluğun animizm, nesne devamlılığı gibi sihirli edinimleri yetişkinliğe bir ölçüde yansıyor ve bu durum bir nevi lanet; beynin gelişimi arkada izler bıraktığında çok sonrasının "makul" denen düşünce biçimini sakatlıyor. Da diyemem, yetişkinlerin dünyasından ayırıyor kişiyi. Evet, sanırım bu. Çok canlı bir hatıram var: Sokakta top oynuyoruz, gökyüzü bir anda bakıra kesiyor, korku ve merakla yukarı baktığımızda yağmur başlıyor. Oyunu unutuyoruz, o zamanlar denizi görebildiğimiz Şehit Anneler Parkı'na koşuyoruz ve gökkuşağını görüyoruz, sırılsıklamız, üstümüze kırmızı ışıklar düşüyor, su birikintilerinde zıplarken kahkahalar atıyoruz ve yukarı bakıyoruz, yukarıda bir şey var. Bir daha aynı renk olmadı ama dünya turuncuya boyandığında yukarı bakıyorum, göremiyorum ve gözlerim doluyor. Zürn bu öteyi görmeyi başarmış, başarmasaydı belki de şizofren olmayacaktı. Kelt inanışına göre çocuklar her şeyi bilirmiş, büyüdükçe unuturlarmış. Animizmi vs. bu bilgiye bağlıyorum ve sonrasında beş duyuya tıkılı kalmaya lanet okuyorum.

Öteden gelen adam, beyazlı ve yaseminli, kız çocuğu bu adamla evlenir. Kimsenin bilmemesi iyidir, "ilk ve en büyük sır" budur. Beyazlı adam ataleti ve mesafeyi öğretir, böylece kimse kıza/kadına yaklaşamaz. İçinde döndürülen pek çok anahtara rağmen kız kendini açmaz, erkekler yorulup vazgeçer, kız çocukluktaki evliliğine sadık kalır. Rüyasında her şeyi içine alan bir girdap gibi görür kendini, kaçanlar haricinde herkes yakalanır, parçalanır ve sindirilir. Boşluk dolmak ister, bir türlü dolmaz. Dolmadıkça kadının düşünceleri de emilir, işe yaramayan acılar kalır.

Yasemin Adam en olmadık yerlerde karşısına çıkar, Paris'te bir otel odasında mesela. 9'lar sayılır, çarpım tablosu kutsal bir kitapmış gibi okunur, 9 üzerine yapılan güzellemelerin sonu gelmez. Dünyanın en hızlı yüzyılında bazı insanlık dışı olayların engellenmesi için toplantılara katılır kadın, sonunda sarılık olur ve doktoru onu uyarır: "'Dilek dilemek sağlığa zararlıdır. Size yasaklıyorum. Son dileğin gerçekleşmesi masalı, sadece bir masal. Çok hastasınız çünkü biri bir çift kalbi gözlerinizden dışarı attı.'" (s. 15) Sanrılar sürer, tavandaki kırmızı akrep aşağı atlar ve iğnesini kendi kalbine saplar. Pek çok sanrıdan biri, kadın bunlardan kurtulamaz.

Aşık olacağı ressamın yüzünü Yasemin Adam'ınkine benzetince doğru Paris'e. Anagram işi ve resimler ressamın işi, kadına o öğretiyor ve kadının dışavurumcu psikozunu biçimliyor. Kadın bunlarla uğraşmasaydı sonu çok daha önceden gelebilirdi. "Yani eğer gece karanlık gökyüzünde resimler beliriyorsa, o resimler kesinlikle oradadırlar." (s. 20) Tabii ki, orada olmadığını söyleyenler gerçekten göremeyenler ama işin kötüsü, göremeyenler kendilerini "sağlıklı" olarak niteleyip sağlıksız olanları hastanelere, odalara kapatıyorlar, sağlıklı olmaları için.

Deli olunca kendi kendini eğlendirmenin kolay olduğunu söylüyor kadın, nispeten sağlıklı okurlar olarak yaşamını ve intiharını kadının gözlerinden görerek de okuyabilmeliyiz. Bir zaman yapacağım bunu. Sağlıklıların çektirdiği acılar dışında başka bir acı çekiyor mu kadın, bunu sormak gerek.

Kenzaburo Oe - Kişisel Bir Sorun

Neydi bu? Okuyalı sekiz ay olmuş, suçluluk duygusu ve ani bir kurtuluştan fazlasını hatırlamıyorum. Sadakat, sürüklenme ve sorumluluğun çarpışan doğaları, bir de bu var. Gözden geçiriyorum bir.

Oe 1994'te Nobel'i kazandı, Japonya'da kendi adıyla bir ödül veriliyor, iyi bir yazarsanız ve Japonsanız -kriterleri bilmiyorum ama Japonluk şartı vardır belki, çünkü kim bir Japon olmak istemez ki- bu ödülü kazanabilirsiniz. Oe kendi ödülünü kendine vermiştir, Nobel'den bahsetmiyorum, özürlü bir oğlanla yaşamayı bilmiştir. Bu metnini ister istemez kendi yaşamıyla bağdaştırıyorum. Esas oğlanın adı Bird, bildiğiniz gibi kuşlar uçar. Uçmak, cazibesine karşı konulamayan yeryüzüne isyan etmek demektir, çokça özgürlüktür. Bird de özgür olmak ister, haliyle. Evliliğini bir hapishane olarak görür, gitmek istediği Afrika onun için uçsuz bucaksız bir mutluluk alanıdır ama gidemez. Haritalar alır, gidemez. Aklında sürekli planlar kurar ama gidebilecek gibi değildir, hapishanesinden çıkamadığı gibi özürlü bir çocuğa sahip olduğunu öğrenir öğrenmez görünmez bağlarla sabitlendiğini, bir daha hiç hareket edemeyeceğini dehşetle görür. Nevrozlarla çevrilmiş bir huzursuzdur o, mutlu olmaktan çok uzaktır, mutluluk düşüncesi onun için pek bir şey ifade etmez, mutluluğun çerçevesi anlık çarpıklıklarla, kendisini ayna olarak gördüğü için insanların düşünce yapılarına bürünüp ürettiği tek yönlü düşüncelerle doludur. Travestinin travesti gibi düşündüğünü sanır mesela, onu bir birey olarak değerlendirmez ve iletişim kurmadan iletişimi kendince biçimler. Cinsellik tek kimlikmiş gibi. Yorucu bir yaşam, sağlıksız.

Bird yirmi beş yaşında evleniyor, evlendiği sıralarda çok içiyor. Ne yaptığının farkında değildi muhtemelen. Lisansüstü programından ayrılıp kayınpederinin kendisi için bulduğu dershane öğretmenliği işine başlar. İçmeye devam eder, içki onun en büyük problemlerinden biridir. Sudan'daki yerliler hakkında okuduğu bir makalede yerlilerin köklü bir mutsuzluk yüzünden deli gibi içtiğini öğrenir, kendisini de bir yerli gibi görmeye başlar. Afrika, kendisi gibi olan insanların ülkesidir, gitmek istemesinin sebeplerinden biri budur. Aynı mutsuzluğu paylaşan insanların yanında insan daha güvende hisseder. Acının başka bir insanda karşılığının olması huzur verir, anlaşılma duygusunu doğurur. Anlaşıldığını düşünmez Bird, hatta girdiği bir oyun salonunda mekanik bir kadına sarılarak girdiği güç testinden düşük sonuçlarla çıkar ama daha da önemlisi, sonucun oldukça düşük çıkmasından sonra kadının yüzündeki şikayetçi ifadeyi görünce kadını utandırdığı hissine kapılır. Herhangi bir nesne karşısında bile yeniktir Bird, kırk yaşındaymış gibi bitiktir ama yirmi yedi yaşındadır aslında. Aslında bu salonlar bir bitikliğin sembolüdür, Bozkurt Güvenç, Japon kültürüyle ilgili yazdığı şahane bir incelemede oyun salonlarının Japonya'da her köşe başında bulunduğunu ve kayıp insanların bu salonlarda saatlerini, günlerini geçirdiğini söyler. Bird tam buranın adamıdır, oyun salonları onun Afrika'sıdır ama ulaşılabildiği için arzuyu tatmin eder ve dolayısıyla geçicidir.

Kavga. Salondaki gençler Bird'ü dışarıda kıstırırlar, içlerinden biri sağlam bir yumruk çakar. Bird ayağa kalkmazsa bütün hayallerinin yiteceğini düşünür ve doğrulur, çılgınca bir öfkeyle oğlana saldırır ve iki aparkat, bir depdepdudep, iki aduketle elemanı bayıltır. Fight Club'a bağlar olay, Bird delicesine keyiflenir, oğlanlar uzar. Aslında anlatının özü buradadır; dik durduğu an kazanmıştır. Sürüklenişin sona ermesi de yine böyle bir dik durma anına, bu sefer hayatı için dik durmaya bağlanacaktır.

Hastaneye gider, ucube oğlunu görür ve kendini yıkmaya karar verir. Dibe vurduğunu hissettiği an oğluna babalık edebilecektir belki, normale -normal?- dönebilecektir. Ölüm korkusu kendisini delirtir ama ölüme daha hızlı yürümek ister; negatif arzu. İşini savsaklar, kayınpederini savsaklar, eşini savsaklar. Elindeki her şeyi elden çıkarmaya çalışır. Bu elden çıkarışlar metnin büyük bir bölümünü oluşturur, Bird'ün öğrencileriyle, doktorlarla ve etrafındaki diğer insanlarla ilişkileri mizahi bir çarpıklığı gözler önüne serer. Derinleşemeyen bir insandır Bird, derinleşmek için insanlarla yüzeysellikten uzak, asgari paylaşımlı bir ilişki sürdürmek gerekir ki paylaşımların birey için önemi arttıkça derinlik de artar. Her şey aleladeden, bir başkasıyla da yaşanabilir halden öteye geçmez yoksa, Bird'ün durumu bu. Olabildiğince derinleştiği tek insan Himiko'dur, okuldan arkadaşı ve seks dostu. Seks dostu değil, cinsellik arkadaşı. Da değil, sevgilisi değil, fuckbuddy zaten değil, metres değil, bunun için bir kelime yok sanırım. Yeterince sıcak ve yeterince uzak biri Himiko, intihar eden kocası hakkında konuşuyor ve Bird'ü bu uzaydaki sorumluluklarından kaçtığı için suçluyor. Aralarındaki tecavüz oyunu, geçmiş zamanın Bird tarafından berbat edilmiş tecrübesi de bu yakınlığın kurulmasında önemli bir etken.

Sonuç; çocuğun ucubeliğinin ameliyatla geçebileceği anlaşılır, benzer kurtuluşlarla Bird özgürleşir ama sürüklenişi bitirmesinden sonra gelir her şey, yaşamında kendisini dibe çeken ne varsa hepsinden kurtulması gerektiğini düşünür düşünmez kurtulur. Eh, aşağı yukarı böyle bir şey.

Hüseyin Can Erkin çevirisi. Oe çok iyi bir yazar.

29 Ocak 2018 Pazartesi

Kevin Lynch - Kent İmgesi

Lefebvre, kentin sermaye ekseninde yapılandırıldığını, bunun doğanın yapılandırılması üzerinden döndüğünü söyler, başka pek çok şey de söyler ama hatırlayabildiğim bu kadar. Rezil bir hafızam var. Biraz daha eşeleyeyim, mekânların kodlardan ibaret olduğunu ve bu kodların da imal edildiğini söyler. Mekânın olduğu yerde varlık vardır, var olan her şey yeniden üretilebilir, dönüştürülebilir. Para babaları mekân algılarıyla oynar, beşeri bilimler bu babaların emrinde olduğu için edebiyattan psikolojiye pek çok disiplin belli perspektiflerin dahilinde mekânı çözümler ama her bir tanım, her bir imge, her ne varsa hepsi güdülmüştür, çerçevenin dışında bırakılanlar mekân-zaman birliğinin yapısını çürütür. Lefebvre sonrasında Hegel'in, Marx'ın mekânı biçimlendirmesine girişir ve eleştirilerini sıralar, buraya girmiyorum çünkü yeterince kafa açtı. Bir daha Lefebvre okuyacağımı sanmıyorum. Yarına kadar.

Kevin Lynch buraya imge üretiminden giriyor, fenomenolojik verilerin uygulamalı olarak bir dökümünü çıkarıyor. İmgeler de çoktan satın alındığı için sermayenin form kazandırdığı, belki de amorf hale getirdiği kentin insanlar için ifadeleri, zorla oluşturulan imgeleri söz konusu. Lynch'in incelediği kentler Boston, Jersey City ve Los Angeles. İkisi batıda, biri doğuda. Kentlerin oluşumu sürekli bir çizgide ilerlediği için genişleme, biçimleme aşamaları yavaş yavaş ve düzenli olarak ilerliyor, bu oluşum sırasında "ilksel prensipleri oluşturacak bir yöntem" öneriyor Lynch: İmgelerin deneysel bir biçimde ortaya çıkarılıp kentin bu imgelere göre kurulması. İnsan deneyimler, deneyimleri imgelerini oluşturur ve imgeler deneyimleri etkiler, değiştirir. Bütün bu değişimlerin kenti yaşayan insandan anket vs. yoluyla sistematize edilmesi, farklı sonuçların karşılaştırılması ve ortaya çıkan tablo yardımıyla mekânın yaratılması yöntemi işe yarar gibi gözüküyor ama kapitalizmin gücü karşısında böyle bir şey mümkün değil tabii. İyi niyetli bir yöntem gözüyle bakabiliyorum. Mesela geçenlerde olay oldu, bir haber sitesinin, "İstanbul'da ev almanın tam zamanı!" konulu haberinde paylaşılan İstanbul fotoğrafını gördünüz mü? Başkaları kaos diyor, biz ev diyoruz, öyle mi? Mordor'dan bir fotoğraf olduğunu söyledi insanlar, haklı olarak. Övünülecek bir durum yok, bu hale getirilen bir şehirde yaşamak, bile bile yaşamak iftihar meselesi değil, patolojik bir vakayı yüceltme meselesi. Akıl sağlığımızı kaybetmiş durumdayız, başka bir şey değil.

Anlamayan adam olarak ahkâm kesiyorum şimdi. İnsanlar ve faaliyetlerinin sabit fiziksel kısımlar kadar önemli olduğunu söylüyor Lynch. Kadar? İnsanlar kentlerde oturmak için doğmuyorlar sanırım. Bir ön kabul var burada ve çok tehlikeli bu; kentin insanı sınırlaması kabulü. Betonun içinden geçememek gibi bir durum değil, sabit kısımların önceliği durumu. Pek kabul edilebilir gelmiyor bana, insanın şehirde yaşamasının bedeli ağır. Resim mi ne vardı öyle; bir sokak var, araçlara ayrılan alanlar haliyle insanlara kapatıldığı için boştu, kapalı alandı. Kuş kadar bir alan kalıyordu insanlara. Perspektif hapishanesi diye bir şey uyduracağım şimdi; uzamda boşluk bulamamaktan ötürü yorgunluk çekilen yer. Bir daha bir şey uydurmamam için devlet buna bir şey yapsın. Neyse, edebiyattan, müzikten ve benzeri tırı vırı işlerden dahi etkilenebilir kent, belki imgelem oluşumu aşamasında. Bunlara da dikkat edilmeli. Kent anlamla, zevkle dolup taşmalı. Aslında dolup taşmasına gerek yok, bunların ortaya çıkabileceği biçimde tasarlanması yeterli.

Okunaklılık, Lynch'in incelemesi için temel olgu. Kent okunabilmeli, doneleri de. Yol bulma süreci bu okumalardan en temelini oluşturuyor. Yürümeyle alakalı birkaç kitap var, onlarda kaybolmak ve yolu bulmakla ilgili güzel bölümler mevcut. Kahramanın sonsuz yolculuğunun kente indirgenmiş hali aslında; imgeler havada uçuşuyor, küçük kahramanlar her gün yollara dökülüyor ve kentten bir şeyler alıyorlar, kente bir şeyler veriyorlar, belirsiz bir hedef için yolları yaratıyorlar ki sayısız yoldan bahsediyorum, bir o kadar da sabit yollardan. Farkında oluş, yolun bilincinde olma hali bir yana, kaç farklı yol kullanılır bir hedefe varmak için? Basit bir örnek: işe giderken metro istasyonuna varmak için geçtiğim sokakları hep değiştiriyorum. Bir duvar yazısı, bir kuşun ötüşü, bir pencerenin sıcağı, hep değişik. Aynı yolu bir daha hiç bulamıyorum. Kendimi de bulamıyorum, bir başkasıyla karşılaşıyorum. Bir şeyler değişmiş oluyor. Gün değişiyor, ben değişiyorum, imgeler değişiyor, hiçbir şey aynı kalmıyor. "Seçme şansı" diyor buna Lynch, yolu seçmenin doğurduğu özgürlük. Özgürlük değişebilme olanağıdır.

Kolektif hafıza, semboller, bu imgeleri toparlayıp derler, sembolik bir harita ortaya çıkarır. Zihnimizde mevcut. Bilinçli kayboluşu yaşamayanların, haritanın karanlık noktalarını açmak için keşfe çıkamayanların, doğal kaybolucuların özgür olmadıklarını düşünüyorum. Kaybolmaktan korkarlar, bulamayacakları için. Aramaktan da korkarlar, bulamayabilecekleri için. Kapalı bir yaşam, imgeler kendilerine dönük. Açık toplumlarda yön bulmanın yöntemleri Ek-A bölümünde mevcut. Bir iki ilginç hadiseyi anlatayım. Bazı toplumlar bir denizin kıyı bölgesi için yirmi farklı isim kullanıyorlar ama yükseltiler için hiçbir isimleri yok, yükseltiler toprağın doğal bir parçası onlar için. Eskimoların kar yağışı için kullandığı kelimeleri hatırlayın. Yağmur onlar için isimsizdir. Bunun gibi şeyler.

Başka... Kent İmgesi ve Bileşenleri nam başlığın altında imgelerin toplumsalı ortaya çıkarmadaki rolü irdeleniyor. Çalışma, somut imgeler üzerine odaklanıyor. Yollar, sınırlar/kenarlar, bölgeler, düğüm/odak noktaları ve işaret öğeleri, üç farklı şehirde yapılan araştırmalardan sağlanan veriler üzerinden değerlendiriliyor. Şehirlerin sokakları, caddeleri, yapıları, her şeyi bu beş madde etrafında inceleniyor ve imge oluşumundaki rolü belirlenmeye çalışılıyor. Yer şekillerinin etkisi de kent imgeleminde önemli, dağların biçimlediği dar bir alanda kurulan kentlerle düzlüklerin kentleri aynı imgeleri üretmeyecektir. Lynch bu yer şekilleri olayına pek girmiyor, kentin sabit noktalarını göz önüne alıyor.

Kevin Lynch, kentte yaşayanın düşlemini daha yaşanabilir kentler kurmak için değerlendirmek istiyor ve bir öneri getiriyor. Getirmiş daha doğrusu; altmış yıl öncesinin önerisi bu ve neoliberalizm cehenneminde uygulanabilir gözükmüyor, hatta tahakküm kurmada bir silah haline dönüşmüş imgelerin varlığı her yerdeyken, özgürlüğünden soyutlanan insan neyi ne için yaptığını, hangi imgenin kendi imgesi olduğunu bilemezken... Eh, iyidir yine de. Tezi bu dönem bitiremezsem yüksek lisanstan atılıyorum, o yüzden mekan okumalarına giriştim, kurmacaya ara verdim. Üzülüyorum ama bitecek bu iş.


28 Ocak 2018 Pazar

Philip K. Dick - Uzay Piyangosu

Şişenin seğireceğini gösteren alametler belirdikten sonra yeni Direktör'ün kim olacağını minimax adlı sistem belirliyor. Belirsizlik, eş zamanlılık, benzer işler. Heisenberg ve o zamana kadar bu kuantum mekaniği dalgasıyla kim uğraşmışsa hepsine teşekkür borçlu PKD, bilinmezciliği ortaya koyarak etrafına paranoid bir dünya kurmasına yardım ettikleri için.

Aslında basit; dokuz gezegeni yönetecek bir adam seçiliyor, şişe sağ olsun. Random bir şekilde ensesinden tutulan sınıflı -snfszlar oyunun ışında, kast sistemi işlevsel- arkadaş törenlerle koltuğuna oturuyor ve sistemin seçtiği suikastçı kendisini öldürene kadar yönetiyor. Son derece rastgele bir sistem, sebebini üç paragrafta özetlemiş PKD. Metin 1955'te yazılmış, öngörülerin tutup tutmadığını okur söylesin. Neyse, 1980'lere gelindiğinde tüketim toplumu daha fazla tüketemeyecek bir hale geldiği için arz fazlası mallar yığılırken piyango sistemi doğuyor. İnsanlar satın alamadıkları ürünler için piyangoya katılıyorlar, ödüller güce ve prestije evriliyor, sonuçta Oyunun Efendisi unvanı büyük ödül haline geliyor. İstikrarlı bir dünyayı çoktan geride bırakan insanlar için en mantıklı yaşam biçimi, piyangodan ödül çıkmasını beklemek. Sebep-sonuç ilişkilerinin ortadan kalktığı, tamamen tesadüflere dayalı bir dünya bu.

Aykırı sesler, alternatif dünyaları arayanlar da var tabii, çok iyi bir örnek olmasa da dünyanın eski hali özleniyor ve Preston gibi adamlar ortaya çıkıp özgürlüğün peşine düşüyorlar. Dokuz gezegen sisteminin dışında, yeni başlangıçlar için uygun olan gezegenleri aramaya giden yarı çatlak Preston'ın müritleri, 150 yıldan beri haber alınamayan üstatlarının peşinden uzaya gidiyorlar. Şişenin seğirdiği sırada. Seğirme, Efendi'nin değiştiğini gösteriyor. Bazı efendiler birkaç dakika yaşayabiliyor, bazıları yıllar boyunca sağ kalıyorlar, kendilerini nasıl koruduklarına bağlı. Verrick kendini iyi korudu, şişe seğirene kadar. Yerine geçen Cartwright, Prestoncı arkadaşlarını onuncu, efsanevi gezegen Alev Diski'ni bulmak üzere uzaya yolladıktan sonra Efendi olmak üzere ofise geliyor. Telepatlar ve askerler tarafından korunacak ama kime güvenebilir? Yaşlı bir adam Cartwright, öldürülmemek için elinden geleni yapacak ama paranoyalarla da mücadele etmek zorunda kalacak.

Belirsizliğin içinden inanç yükseliyor, radikal bir grubun eylemleri ütopyanın kapılarını aralayabilir. John Preston, bir deli peygamber, uzaklardan verdiği umudun kaynağı olarak çoktan toza dönüşmüş olabilir ama yarattığı devinim hâlâ sürüyor. Bir şeyler uğruna mücadele etmek, ütopyanın ta kendisi. Belki bir hiç uğruna mücadele.

Tam PKD işi, tekinsizlik. Emin olamamak. Kendinden bile şüphe duymak, bir önceki anın kişiliğiyle şimdininki farklı olduğuna göre korkunun bir mesafesi yok, kişinin sıfır noktası da kendine bir o kadar uzak. O kadar uzak ki tepeden inen bir sistem koşulsuz kabul ediliyor, herkes piyonluğunu biliyor ama herkes kendi zihnine hapsedilmiş durumda, tekinsizlikten ötürü. Bu üst yapı hakkında pek bir fikrimiz yok, PKD bu noktayı es geçmiş gibi geliyor bana. Psikolojik bir hikâyeyi takip ediyoruz, işin ekonomi politik boyutu anlatıyı çok daha derinleştirirmiş. "Toplumsal ve siyasi sistemi destekleyen endüstriyel yapı" olarak "beş Tepe" bahsi geçiyor ama yayılmacılığın durduğu bir noktada sistemin sürmesini sağlayan nedir, bu mekanizmanın doğrudan sömürücü eylemleri nedir, bilemiyoruz.

Verrick ve Cartwright arasında bir kovalamaca başlayacak, Verrick kaybettiği unvanın acısını çıkarmak için Cartwright'ın kellesine ödül koyacak, yanında çalışan hırs delisi bir adamın yarattığı android sayesinde Efendi'nin canını almaya çalışacak. Sanırım olay budur, biraz da detaylardan bahsedip bitireyim. Tabii daha Ted Benteley var ama o daha çok anlatıyı görmemizi sağlayan gözlerden ibaret, özgürlükçü ve sistem karşıtı olduğunu da ekleyebiliriz. Ayrıntılar, mesela her konuda en yetenekli insanların reklam sektöründe çalışması. Güzel, daha çok ve daha pahalıya satmak iyi ama ekonomik anlamda çökmüş bir toplumda nasıl bir reklam stratejisi gelişebilir, bilemedim. Android, tek bir bedenden geçen çok zihin, ruhun maddeye üstünlüğü. "Düşünüyoruz, o halde varım!" Bir android vecizesi.

PKD'nin ilk romanı bu, genişçe bir dünyayı sınırlı bir forma sokmaya çalıştığı için bağlantılar iyi kurulmamış gibi geliyor ama bu dağınıklık onun biçem denemelerinden kaynaklanmış olabilir veya romanın devamını getirecekti belki, belki de getirmiştir, bilemiyorum. Her koşulda türün müptelaları tarafından mutlaka okunmalı.

22 Ocak 2018 Pazartesi

Georges Perec - Olağan-İçi & Gündelik Hayatın Envanteri

Dizi editörü Serdar Giritli'nin giriş yazısı iyi olmuş. Perec üslupçu değil, belli şemalarla -yeterince okuduğumuz yazarlarda alışkın olduğumuz en belirli şey, belki- kurduğu bir anlatı yok, o her şeyin her şey tarafından anlatıcısı. Mesela bir pencereyi ele alalım. Perec bir pencere gibi düşünebilir. Kendisinin kütüphaneciliği var, bir kütüphanedeki arşivleme sistemi gibi düşünebilir, arşivlenmeye gelmeyecek kitaplar gibi düşünebilir. Perec'in görüşünü düşünüyorum, sokakta. Keskin nesneler. Yanından geçip giden araçların plakalarını bir dakikalığına aklında tutabilir, o sırada uçan bir karganın gagasından düşen cevize doğru atılan bir diğer kargayı görüp köşesinden fırlayarak saldırıya geçen kara kediyi izleyebilir, aynı zamanda kirpiğine düşen yağmur damlasının tarihini çıkartarak on su dönüşümü öncesine giderek farklı coğrafyalarda gezinebilir, bir saniye içinde. Böyle bir deli berraklığı mı diyeyim, sonsuz farkındalık mı diyeyim, bilemedim, Perec'te ondan var. Dolayısıyla üslupçu olması doğasına aykırı bir şey. Giritli, Perec'ten alıntılamış: "Yazma arzusu, kendi ayak izlerinin üzerine hiçbir zaman geri dönmeme düşüncesiyle ilişkilenir." (s. v) Kendi ayak izlerinin üzerine hiçbir zaman dönmemek, her şeyin parlaklığını gören biri için kolay. Perec, anlaşılması zor dünyayı biraz olsun anlaşılabilir kılmak için gördüklerini metinleştiriyor. İddia edildiği gibi bir yazı üretme makinesi değil, son derece insancıl bir abimiz.

Perec kendi algısının mikro tarihçisi olarak görülebilir. Bu kitaptaki metinlerinde aslında görülmeyen, belki önemsenmeyen ayrıntıların yaşamın büyük bir bölümünü oluşturduğunu gösteriyor. Her gün yinelenenler, her gün yerinde bulduğumuz sokaklar, dükkanlar, eşyalar, insanlar rutinin içinde kaybolup gidiyor, oysa bir parçamız onlardan oluşuyor. "Trenler ancak raylarından çıktıklarında var oluyor; uçaklar yalnız kaçırıldıklarında değer kazanıyor; arabaların tek kaderi çınar ağaçlarına çarpmalarıdır: yılda elli iki hafta sonu, elli iki bilanço: bunca ölü ve eğer rakamlar artmaya devam ederse, ne âlâ haber!" (s. 1) Facialarla var olduklarını bildiklerimiz, medyanın varlıklarından haberdar ettikleri, hepsinin bir dökümü yapılmalı ve dünya sadece bunlardan ibaret olmamalı, bunların arkasındaki sebepleri de bilmeliyiz. Perec, grizu patlamasından çok madenlerdeki insan emeğine dikkat çekiyor, asıl rezalet/hayat bu noktada. "Arka plandaki uğultu" diyor Perec, bileşenlerini belirleyip sorgulamamız, çözümlememiz ve sonuçta kendimizi konumlandırmamız, hatta bulmamız gerekiyor. Mekânımız, bedenimiz, hayatımız hayatın kendisiyle ölçülüp biçilir, kimliğimizi böyle oluştururuz. Yoksa sürekli bir uğultuyla, bilmeden, bilmeyi akla bile getiremeden yaşarız.

Perec'in metinleri için bir formül de var, formül değil de bakışını anlatan bir bölüm. Yaşam Kullanma Kılavuzu'ndan Kayboluş'una pek çok yerde karşımıza çıkan şeyler.

"Sokağınızı tarif edin. Bir başka sokağı tarif edin. Karşılaştırın.
Cebinizdekilerin, çantanızdakilerin dökümünü yapın. İçinden çıkardığınız her bir nesnenin kökeni, kullanılışı ve geleceği hakkında kendinize sorular sorun. 
Kahve kaşıklarınızı soruşturun.
Duvar kâğıdınızın altında ne var?
Bir telefon numarasını çevirmek için kaç el hareketi gerekir? Neden?" (s. 3)

Neden gerçekten; hiç merak edip hayalini kurmadığımız, bir olguya dönüşmedikçe varlığından haberdar olmadığımız için mi?

Vilin Sokağı: Paris semti tüketildi, sokağı tüketeceğiz bu kez. Sokak boyunca sıralanmış dükkanlar, saat öğleden sonra dört. Saatin dükkanlar üzerinde biçimleyici bir etkisinin olmasını boşa bekledim, her şey olduğu gibi. Perec sayıp döker; binalar, kaldırımlar, isimler, numaralar, kasaplar, manavlar, bakkallar, kırtasiyeciler, kasaplar... Şuna benzettim biraz, filmi ve yönetmenin diğer filmlerini izlemenizi tavsiye ederim:


Duvarların yerine binalar. Hepsinin dökümü. Tabelalarda uyarılar, isimler, duvar yazıları. Az insan. Boş arazide çubuktan kılıçlarla düello yapan iki çocuk. Araplar ve Yahudiler arasındaki olaylar, metruk evler, kan damlaları. Yıllar geçtikçe değişen meskenler, anlatıcının şaşkınlık sözcükleri. Burukluk: "36'dan bir kadın çıkıyor: orada 36 senedir yaşıyor, sadece üç ay için gelmişti." (s. 12)

Samimi Yanlarıyla İki Yüz Kırk Üç Kartpostal: Calvino'ya ithaf edilmiş. İki yüz kırk üç kısa yazıdan ibarettir, işbu öykü. Çeşitli tatil beldelerinden gönderilen kartlar, yenen onca yemek, edinilen dostlar, bronzlaşma, bir sürü iş. Özlenen, aranan, düşünülen kişiler. Belki bir tanedir.

Sonraki iki öykü kurmacaya ilişen mekânlarla ilgili.

Çepeçevre Beaubourg: Sokağın köşesinden çıkıp gelen akrobatlar renklerini akıttılar. Sirk topluluğu mekânı daha farklı görmemize yol açtı, iyi oldu. Çevre, Paris'in en eski mahallelerinden biri ve geçmişten de bir tortu taşıyor, sokakların hikâyelerini sıralamak uygun olurdu ama yetmezdi, geleneksel tarzda bir yapılaşmanın kuşattığı semtin az ilerisinde modern bir dünya var, oradan geçen bir gezgin hızla değişen dünyada kaybolduğunu kolaylıkla hisseder.

Londra'da Gezintiler: Mekânları taşıyan sözcüklerin, dillerin bir karşılaştırılması denebilir. Anlatıcı, defalarca Londra'ya gitmiştir ve uçağın kalktıktan kısa bir süre sonra inişe geçmesiyle görülen bloklar halindeki yerleşim yerlerini görünce sözcüklerin taşıdığı anlamları düşünür, sokak, cadde, mahalle gibi anlamlar taşıyan sözcükleri karşılaştırır. Fransızca, mekân isimleri olarak daha fakirdir, İngilizce daha zengin.

Stendhal, Londra'nın sokaklarda gezinmek için en uygun şehir olduğunu söyler, şehirlerin şehridir Londra. Anlatıcı, şehrin tamamının gezilmesi için birkaç günün yetmeyeceğini söyler, metro bile başlı başına bir keşif alanıdır. Şehrin kendini doğuran gizemleri gezginleri bağlar. Londra bir örümcek ağıdır.

Kalan üç öyküden ikisini kısaca anlatayım. Birinde anlatıcının bir sene boyunca yiyip içtiği her şey var. Diğeri, anlatıcının masasının üzerindeki nesnelerden ibaret. Her şey sayılıp döküldükten sonra bahsedilmemiş tek bir nesne kalır, yazılı bir kağıt. Kağıtta okunan metin yer almaktadır ve metin kendini tekrarlar, ikinci defa. Küçük farklarla; yanan sigaranın külü biraz daha birikmiştir, sözcük sayısı artmıştır, yazım esnasında gerçekleşen her şey yazma eyleminden sonra bütün farklarıyla oradadır.

Böyle, bir Perec şaheseri. Bu da ne doğru şarkı.

20 Ocak 2018 Cumartesi

Selçuk Baran - Porselen Bebek

Baran'ın son öykü kitabı, 1996'da basılmış. Karakterlerin çocuk ağırlıklı olması anlatıyı basitleştiriyor, bir o kadar da derinlik kazandırıyor. Çocuklar imgelere daha açık, bu da yetişkinlerin dünyasından daha aydınlık bir dünya demek. Sonsuz bir uzam, çocuklar doldurmak istiyorlar ama büyükler kendi dünyalarını boca etmeye çalışıyorlar. Beceremezler, çocukların düş enginliğiyle baş edilemez.

Porselen Bebek: Çocuk, ablasından eski evlerini anlatmasını istiyor. Ablaya göre öyle bir ev yok, hele ormanda. Çocuk için o ev var, arkasından dere geçiyor, tahta köprülü. Ormanın içinde. Ormanın çağrıştırdıkları için Bachelard'ın mekanlarla ilgili müthiş kitabına bir göz attım, kendini kopyalayan sınırsız bir dünyaya ulaştım. Sonradan gördüm ki ben bunun bir benzerini bir şiirimde deniz için kullanmıştım, denizin ortası için.

"baykuşlar nasıl her yere bakarlarmış gibi
acından denizin her yere aynı uzağı"

Manası çok derin, denizin her yerde aynılığıyla ilgili, bir de baykuşun tek bir noktadan her yeri görebilmesiyle ilgili. Eğer deniz de bakarsa tıpkı bir baykuşa benzer, böyle bir imge. Baykuş benim, çoğalan acı her yer, tekrarlayan acı deniz, aynı şeylerden farklı sonuçlar beklemek baykuş, alçalıp yükselen ama hep orada olan deniz, baktığında acıdan başka bir şey göremeyen baykuş, baykuşun kanadına devrilmiş deniz, denizden tane düşmüş gözü buğulu baykuş.

Öyküde küçük çocuğun ormanı olarak beliriyor bunlar, sonsuza yakın bir imgelem. Abla kabulleniyor, öyle bir ev varmış ama kentteymiş, hep kentte oturmuşlar. Duvar süsüymüş zaten o ev, çocuğun hatırladığı. Düşüp kırılmış. Çocuğun annesi pratik bir çözüm sunmuş. "Kırılan bir şey, der, onarıldı mı eskisinin yerini hiçbir zaman tutmaz. En iyisi atmalı onu. Hiç değilse gözümüz görmez. Gözümüz görmeyince de unutur, gideriz." (s. 670) Neden incindim bilmiyorum ama ciddi ciddi canım yandı burada. Neyse, çocuk yabancı ülkelere gitmek istiyor ve çıkınını yapıp yola çıkıyor. Bozkırda bir yol. Fantastik bir alem, az ileride. Porselen abla ve diğerleri. Dönüşte aileden bir azar, kurtarıcı baba ve porselen bebek, sonsuz imgelemin hediyesi.

Arnavutlar: Bu da tatlı bir düşçülüğün öyküsüdür. Pek bir özelliği olmayan babanın Arnavut bir aile uydurması, savaş anıları, göç anıları derken çocukların da mahallede Arnavut olarak anılmaya başlamaları, annenin isyanı ve her şeyin eski sıkıcılığına dönmesi, babanın sessizliğine mahkumiyeti, acı bir renksizlik. Sonrasında Safranbolulu olduğunu söylüyor baba, komik hikâyeler anlatmaya başlıyor. Gülüyorlar, aile olmanın nasıl bir şey olduğunu anlıyorlar. Hikâyenin paylaşımı çok önemli bir şey, insan ilişkilerinin temelini bu hikâyeler oluşturuyor. Derinliği anlatılanlar sağlıyor, anlatılmayanlar -saklananlar, gizlenenler, karanlık alanlar vs.- başka bir biçimde ortaya çıktıkça yaralayıcı oluyor. Lüzumsuz bir acı.

Acı, İnci ve Mariya Çelesta diğer öyküler. Üçüncüsü Baran için şaşırtıcı bir öykü, fantastiğe en yakın öyküsü olsa gerek.

Öyküler bitti. Selçuk Baran ıskalanmaması gereken bir öykücü. Çok geç olsa da hakkı verilmeli, okunmalı. Okuruna ulaşamama küskünlüğü sona erer belki.

Selçuk Baran - Arjantin Tangoları

Baran'ın son dönem öyküleri düş ve ölüm ağırlıklı. Düş, bir imgeciğe tutunarak kabuktan çıkabilmek. Ölüm, yaşamaya dair bütün imgelerin yitirilişi. Yenilgiler çok açık, her şeyin uyku/düş etrafında toplanması yolculuğu çağrıştırıyor, sanki bir yaşamın her bir boyutu veda için tek bir düzleme indirgenmiş gibi. Baran'ın vedası mı bu öyküler, bilmem. Veda değilse de vedaya yakın bir burukluk var.

Krizantemler: Yabancı bir ülke, sığınılan otel odası. Bilinmeyen dilin verdiği korku, otelin bulunduğu arka sokaktan ana caddeye çıkılınca geçer, mekan bir sahneye dönüşür ve onca varlık bir oyunun parçaları haline gelir. Baran'ın ilk sahne izleği değil, önceki öykülerinde de var. Gerçeklik burada kırılır, yabancı bir dilin anlaşılmazlığında da kırılmıştı, iki oldu. Üçüncü kırılma adsız karakter dükkanları gezerken, odağı renklendiren detayları incelerken karşısına çıkar, fraklı bir adam. Karakterin cinsiyetini öğreniriz, sonradan eklenen bir taş. Otele gelirler, adamın elinde kızın çok sevdiği krizantemler vardır, adam çiçekleri vazoya koyar ve kapıyı kilitler. Dışarı nasıl çıkacağını soran kıza odanın köşesindeki karanlığı gösterir. Kız soyunup yatağa girmiştir, her şeyi anlar ve ölmek istemediğini haykırır.

Nedir, cinselliğin ölüme ilişmesi? Yabancı bir ülkedeki yabancının metafor ölümü? Fantastik bir son, Azrail'le karşılaşma? Baran'ın anlatısı açık kapılar bırakıyor artık, kesinlikten uzaklar. Belli durumlarda belli insanların yaşamları söz konusu değil artık, belirsizlik ağır bastığından.

Mor Hikâye: Hastane odasından kaçan kadın, hastaneden de kaçan kadın, otobüs, şoför. Konuşurlar. Matruşkalardan bahseder kadın, hangisinin kendisi olduğunu bilmediğini söyler. Her birini farklı bir mora boyar. Hepsi kendisi, bilir ve söyler. Morların hepsi kendisidir. Son bebeği açmaz, içinden başka bir bebek çıkmayacağını bildiği için yok olmaktan korkar. Şoför duraklarda durmaz, hiçbir yerde durmaz, son bebeğin kendisi olduğunu söyler. Bir erkek. Kadının ve erkeğin tozlu özlemi; birbirleri gibi hissedebilmek. 

Geçmişe dönüş. Mor bir giysi isteyen, şarabına mor üzümler isteyen kadın, kocasının yetersizliğini derinden yaşar. Yetersizlik, sırf mor bir elbise alınamadığı için. Arzularımız gerçekleşmediği için ötekini suçlamayı makul bulamıyorum, gerçekten çaba gösterilmiyorsa, belki. Belki o da. Beklentiler, beklentilerin karşılanma ihtimalleri, yorucu bir çatışma. Kıyıya gitmek isteyen kadına şoför de yardımcı olamıyor ve kadın çatışmadan kurtulmak için kendi kıyısını buluyor, balkon parmaklıklarından önce bir ayağını, sonra diğerini sallandırıyor. Terlikleri çıkarıyor, bu çok derin bir ayrıntı. Kaldırımın altında kumsal var, intihar edenler için de. 

"Bir an önce unutun beni. Tek istediğim, bir zamanlar yaşamış olduğumu unutmak. Eğer dostumsanız, yardım edin, bir zamanlar yaşamış olduğumu unutturun bana." (s. 573)

Mektup Yazmak: Bir diğer kırık. Aşık olunan, sevilen erkekle bir yaşamı kurma çabası. Lokantada bahşiş verirken gösterilen kabalık, yemeklerin yarım bırakılması, hayatın önünde el ele verilen bir mücadelenin içindeki burukluklar. 

Kadının inceliğini ve incelikten doğan yanlış görüşü anlıyorum, her şey nasıl görmek istenirse öyle. Diyaloglar yanıltmıyor, adamın kabalığı kolaylıkla seçilebilir ama aşık bir kadın bunları görmez, sadece biriktirir, yığar ve kapıyı kapatır. Aşkın bitmesine yakınken kapı aralanır, sonra tamamen açılır. Son. Baran'ın bir öyküsünde aşık olunan adamla evlenilmemesi gerektiği yazıyordu. Acının muazzam boyutu baskın çıkmaya başladığında aşkı parçalar, yok eder. Aşk dayanıksızdır, sürmez. Böyle bir ilişkide hiç sürmez. Yoksunluk kalır. Sevgi de yiter, yoksunluğa bir ek.

: Taşrada genç bir İngilizce öğretmeni. Evlerine taşındığı yaşlı çiftin dayatmak istedikleri yaşamı üzerinden çıkarma çabası, virane meskenler, kendi ölülüğünde bir taşra kasabası. Kendi evinden kaçan genç kadın, başka bir hapishaneye girdiğini düşünüp aslında kaçışın mümkün olmadığını anlar. Gerçeküstü bir kaçıştır onun aradığı, kasabaya gelirken rastladığı Motorcu Refik'in yardımıyla oradan kurtulur. Semerkant'ın orta yerinde, denizin en olmayacağı yerde, düşlerden gelen bir kurtuluş. Yağmur başlar, öykü biter, yağmurun çağrışımlarıyla denizin her zaman orada olduğunu anlarız. Deniz, kadının olduğu yerde. Motorcu Refik gibi, diğer her şeyle birlikte. 

On öykü daha var, sanırım Arjantin Tangoları Baran'ın en otobiyografik öyküsü. Sanırım. Ailesi, sevgisi, çocukları, her şeyi sözcüklerin arasındaki boşluklara gömülmüş.

Baran'ın en kendi öyküleri. Ve bence en iyi öyküleri.

14 Ocak 2018 Pazar

Thomas Bernhard - Yürümek • Evet

Husserl.

"'Zorunsuz' bir konum olan dünyanın konumu ile 'zorunlu' ve mutlak kuşkulanılamaz bir konum olan saf ben'imin ve ego-lojik yaşanmışlığımın konumu karşıtlık halindedir. 'Kişi' olarak verilen her şey (var olduğu gibi) olmayabilir de, 'kişi' olarak verilen hiçbir yaşanmışlıksa var olmamazlık edemez."

Kendilik bilinci belirmiş ama nesnelerle, dünyayla bir bağlantı kurulamamış, bir iç dünya ve dışarıdan beslenemiyor. Sonuçta Karrer delirdi, pantoloncuya girdi ve bastonuyla defalarca tezgaha vurdu, vurmadan önce Oehler'le yürüyordu, sadece pazartesileri, şimdi Oehler anlatıcıyla yürüyor pazartesileri çünkü Karrer delirdi ve Steinhof'a, akıl hastanesine gitti. Oehler anlatıcıyla yürüyor ve birbirlerini biçimlemek zorundalar, anlatıcı Oehler'in hızına alışmak zorunda, giyimini onunkiyle odaklamak zorunda, dar kenarlı şapkaya geniş kenarlı şapka, botlara karşı ayakkabılar, düşüncelere karşı düşünceler, görülenler ve duyulanlar karşılıklı sınanırsa, kıyafetler gibi, biri diğerini tutmayacaktır, öyleyse söylenenler yalandır, görülenler de öyle, yalandan kurtulmak diye bir şey yoktur, öylelik kişiden kişiye değişir, kişiler de kişiden kişiye değişir, kendindelik düşünüldüğü an kendindelik olmaktan çıkar, hiç kimse kendisi olamaz bu durumda, böyle bir şey mümkün değildir. Lyotard bunu açar, Husserl bunu Kant'tan süzdürüp berraklaştırır, fenomenlerin dünyası deist sayısı kadar olan tanrı sayısı kadar çoktur ve bu kadar çok olan bir dünyayı düşünmek onu yok eder, düşünce dünyayı kısıtlar, parçalar, kafese koyar. Yok eder, küçük parçalar kaybolmaya meyillidir, insan kendini kaybetmeye meyillidir ama bu yapış yapış denizde salınmakla kendini kurtarır, bu yapış yapış denizi sevdiği de olur, yüzmekten bıkmaz ve kendini mahveder, farkına varmadan. Mahvolur, düşünceleri dipsiz kuyuya akar sonunda, kaybolur. Ziyan olduğunu söylemek için bir ön değer vermek gerekir, buna bir ön değer vermek fazla değer vermektir, olağanlığı çok önemliymiş gibi, bayağılığı çok önemliymiş gibi algılamak demektir, saçmalıktır, çekilmez durumları çekilir durumlara tıkıştırmak hiçbir zaman iyi değildir, çekilirleri de çekilmezliğe iter bu, her şeye bulaşan bir çürümüşlük. "Bütün yaşam süreci bir kötüleşme sürecidir, sürekli, bu yasa en korkuncudur, her şey kötüleşir." (s. 12) Belirli bir dünyada belirsiz noktalar bırakmak, var olabilmek için. Belirsizliğin boşluğunda hayatta kalmaya çalışmak, bir deliliği sürdürebilmek için. Çekilmez olanı çekmek, olgulara karşı hayatta kalmak, varlığı sürdürebilmek, Kerrer bu yüzden delirdi. Kerrer varolmanın içindeydi ve onun karşısındaydı, çaresiz. Bir kere vardı, düşünebiliyordu ve düşüncesinden kurtulamıyordu. Tarihin var olup kendi yalanını sürdürmesi gibi, dışa çıkamaması gibi, kendi içinde kapalı bir sistem. Akıl, diyor Oehler, hiçbir şeyi kabullenmemekle akıl olmuştur ama bu bir sonsuz döngüdür, sonuçta kendini de yok etmesi gerekecektir. Bunu fark eden bir alt-akıl yaratır Kerrer, doğanın ve insanın sürmesini sağlayan bu alt akıldır, böyle söyledi Kerrer, der Oehler, sürekli aklı olsaydı öldürürmüş kendini ama aklı sürekli değilmiş, bir noktada kesilirmiş, iyi bir şeymiş bu, Kerrer'in yerinde olmamasını sağlamış, Kerrer şimdi bu yüzden akıl hastanesindeymiş. "Düşünülen bütün düşünme bir yedek düşünme, çünkü gerçek düşünme olanaksız, çünkü gerçek bir düşünme yok, çünkü doğa gerçek düşünmeyi dışlıyor, çünkü gerçek düşünmeyi dışlamak zorunda." (s. 15)


Deneyime dayanmayan her şeyin olanaklılığı, her şeyin yanlış olduğu bilgisiyle çarpıştığında insanın yok olma deneyimini doğurur, tek bir deneyim, yanlıştan tek bir çıkış yolu. Bu yolu kullanmaz insanlar, çocuk yaparlar bir de. Çocuk yapmak, diyor Oehler, insanın kendine hiçbir şey sormadığı anların sonucudur. İnsan gerçekten sormaz, sadece yapar, gerçekten sorsa yapmayacaktı ama sorma ediminin hiçbir önemi yok, kepazelik, Rust aslında Oehler olabilir mi diye düşünüyorum ben, Oehler çocuk yapanların en büyük cezaya çarptırılması gerektiğini söylüyor, kafasız insanlar çocuk yapıyor ve çocuklar devlet tarafından kafasızlaştırılıyor, hiçlikten hiçliğe, posası sıkılan insanlar devlete verebileceklerini verip birkaç anıyla ayrılıyorlar bu dünyadan, var oluş bir simülasyona dönüşüyor ve asıl varlık bu çarpıklık olmaktan öteye geçmiyor. Çarpıklık, doğanın ürettiği onca acı, insanın acı çekme kapasitesinin sınırsız olması, hepsi bir mekanizmanın parçaları olarak beliriyor, doğa kendinden olmayanı istemiyor, insanı istemiyor, bunu pek çok uçuk kaçık filmde, kitapta gördük, istenmediği yerde duran kişi kafasızdır, istenmediğinin farkına varmayan daha da ahmaktır, demiyor Oehler, ben diyorum bunu, Oehler'se Karrer'den alıntı yapıyor, anlatı içinde anlatı, kaç kat olduğunu sayamadım, bilmiyorum, birinin diğeri olması bana hiçbir sorun çıkarmaz, Oehler için sorun değil, o sadece anlatmak istiyor, anlatıcıya anlatmak, anlatıcı da anlatabilsin diye, söz gelimi hastanelerin çekilmezliğiyle dışarının çekilmezliğini farklı kılan bir şey olmadığını, hastanelerin ve Kerrer'inki gibi psikiyatrların saçmalık olduğunu söylüyor, bunlar sağaltımdan çok yıkım için oradadırlar, başka bir amaçları yoktur, derin düşünme sanatını yok eden yerlerdir, yok olmaya yol açacak düşüncelerin belirmesinden hemen önce düşünmeyi kesme sanatını yok ederler, birbiriyle ilgisiz pek çok şeyin bir araya gelip mutlak sonu -deliliği, ölümü vs.- getirmesini engellemezler, Kerrer'in başına gelen engellenemeyecek bir şeydi. Uzunca bir bölüm, Kerrer'in delirme anları için. Kerrer'in arkadaşı Hollensteiner'in dehası ve intiharı, Kerrer'in delirme anları için bu da. "Bu ülkenin güzelliği ile bu devletin hainliğini karıştırırsak, diyor Oehler, intihara varırız." (s. 30)

Spiraller, genişleyen spiraller, Bernhard'ın üslubu.

Evet. İsviçreli ve hayat arkadaşı Moritz'e geldiğinde anlatıcı düşünsel boşluğunu Moritz'e açmak için oradaydı, karanlığını kusuyordu, varlığının duyurduğu dehşeti haykırıyordu, yarıda kaldı. İsviçreli ve İranlı hayat arkadaşı geldiler, handalar, anlatıcı da handa, İsviçreli bazı işleri için oradan ayrıldı, kadınla adam ormanda yürüyüşe çıktılar, adam yaşamak için bir amacının olduğunu anladı, kadın onu yaşatacaktı, kadının varlığı yeterliydi çünkü kadın Schubert ve Schumann'ı biliyordu, Kierkegaard ve Schopenhauer'ı biliyordu, derinlikliydi, tüketilebilirdi, tüketildi ve adam, kadını tükettiği gibi bıraktı. Kendisi çoktan tükenmişti; yazılamayan metinler, yazılsa yazarını yok edecek metinler, araştırmalar, bilimsel işler, bilimsenmeyen işler, birçok iş insanı yok edebilirdi ve adam birini seçti, kadın ortaya çıkana kadar kendisini evine kapadı, kentten ve köyden ayrı ayrı nefret etti, aynı izlekler etrafında dehşet bir anlatı kuruldu kısaca. İsviçreliyle İranlı arasında bir yok etme biçimi belirdi, birbirini parçalayan iki insan, zamanında birbirlerinin paraziti olmuş iki insan ayrılamıyordu, biri diğerini yok edecekti, ancak öyle ayrılabileceklerdi, çok zengin olan adam, kadını yok edebilmek için soğuk ve nemli bir yerden arazi almaya karar verdi, emekliliğinde o araziye bir ev yaptıracaktı, İranlı kadın sıcak memleketlerden başkasını bilmediği için bu çürüyen doğanın içinde yaşamaya mahkum olacaktı ve karşı çıkamayacaktı, her şeyi kabullenmişti, her şeyin kendi hatası olduğunu biliyordu ve yok olmanın başka bir yolu olmadığını biliyordu. Doğru değil, en sonunda öğrendi ve kendini bir kamyonun altına attı. Kendini yok etti, onurlu bir davranış. Adamla konuşmaları sırasında, adamın intihar edip etmeyeceğine dair bir sorusuna, "Evet," demişti, etti. Evet, anlatı adını bu onaydan, anlatının sonlandığı satırdaki onaydan alıyor.

İkisi de ağır anlatılar. Birinde müzik-felsefe ilişkisi var, diğerinde Wittgenstein soslu yürümek-felsefe-anlam üçlemesi.

Selçuk Baran - Yelkovan Yokuşu

1989 mahsulü, 1980 sonrasında öykülere yansımış bunalımın zirvesi. Baran'ın alkol tedavisi gördüğü ve ailesini bir arada tutmaya çalıştığı yılların yansımaları olabilir bu öyküler, gerçi böyle deyince yazarı metnin orta yerine düşürüyormuşum gibi hissedip pişman oluyorum, yazarın metinle ilgisi yoktur diyorum, sonra vardır diyorum, bu konuda söylenenleri düşünüyorum, karar veremiyorum. Neyse, Baran'ın gençlik fotoğraflarında gözlerindeki parıltıyı ve gülümsemesindeki sıcaklığı gördüm, bir de yaşlılık zamanlarındaki yorgunluğunu ve umutsuzluğunu. Üçüncü dönem öyküleri diyeceğim; çocuklu ailelerin dağılışları veya zorla bir arada tutuluşları sırasında çocukların aradıkları mutluluklar, yetişkinlerin kendi dünyalarına ait bunaltılardan kurtulma çabaları bu dönemin merkezi.

Yelkovan Yokuşu: Cuma günleri öğle yemeğini restoranda yiyen biri, insanların sohbetlerinden kendine vazife ve bambaşka bir dünya çıkarır. Amacı günleri atlatabilmektir, aynı naneyi akşamları da yer. Perşembeleri ve pazarları geçirebilirse böyle, bir sonraki perşembe ve pazara kadar iyi. Günlerden birinde iki kadının konuştuğu bir masaya oturuyor ve dinlemeye başlıyor. Biri otuz beş, diğeri elli yaşında iki kadın, adamın verdiği isimler ve hikâyelerle biçimlenir, bir yandan aralarında konuştukları meseleler vardır, iki uymaz gözüken kurgu bir araya gelir, kadınlardan birinin akıl hastanesine girişi ve oradan kurtuluşu üzerinden yürüyen hikâyeye adam da dahil olur, sorularla biçim verdiği anlatıda bozkıra çalan bir evliliğin, yaşamasızlığın acısını duyar. Küçük bir evden bahseder kadın, gidilebilecek tek yer, bir kurtuluş mekanı.

İki arkadaş kalkar, adam da kalkar, kadına yetişir ve o küçük eve birlikte gitmelerini teklif eder.

Değirmen: Yeşilkent'in yazlık evlerinden birinde parti veriliyor, Saffet Doğan'la karısı Handan oranın yerlilerini pek de umursamadan yaşıyorlar, burjuva dostlarıyla burjuvazinin ne kadar da güzel bir şey olduğunu konuşuyorlar. Seçkinler bir arada, Saffet Bey'in bağlamasını çıkarmasını bekliyorlar. Beyefendi birkaç türkü tıngırdatıyor, dinleyenler tabaklarındaki yemek artıklarına tiksintiyle bakıyorlar, sigaralarını söndürüyorlar, türkülerin doğallığı karşısında utanıyorlar belki. Sonra keman geliyor, konservatuvar mezunu Saffet Bey Ysay'ın sonatını çalıyor ve kendisini hep geri planda bırakan haksızlıklardan acısını çıkarıyor, Handan da neden bu adama aşık olduğunu hatırlıyor. Parti vermese bilmeyecek, yıkılmaya yüz tutmuş evlilik, yine.

Oğlan Erol ve Lâle de öykünün ikinci bölümünü oluşturuyor. Lâle, Handan'ın uzaktan akrabası. Erol'un davetiyle değirmene gidiyorlar, Erol Lâle'den değirmende yaşamalarını istiyor. Evden uzakta, onlardan uzakta bir yaşam. Handan uykusunda Erol'un suçlayıcı bakışlarını görürken. Bir mutsuzluğun orta yerinde.

Bozacıda: Fakir kız, bozacıda oturan yaşlı adam. Pastaneleri bilirsiniz, kadınlar otururlar. Ertesi gün yine otururlar, aynı yerde ve aynı saatlerde. Annem de onlardan biridir, oradan biliyorum pastane tayfasını. Burada yaşlı adam, tek başına. Kız, yaşamının maddi ve manevi yoksulluğundan kurtulabilmek için farklı bir şey yapmak istiyor ve pastane sahibine birazcık oturup oturamayacağını soruyor. Adamın masasına yönlendiriliyor sonuçta, oturuyor ve konuşuyorlar. İlk konuşmaları iyi, ikincisinde adamın mutsuzluğu filizlenen ilişkilerine de yansıyor ve adam kızı tersliyor, kalkmaya niyetleniyor. Yeni bir arkadaşlığa başlamak için enerjisi yok. "Arkadaşım kalmadı. Onları belki de ben kendim bıraktım. Kendime hesap sormaktan korktuğum için eski günleri hepten unuttum. Böylece tükendim." (s. 504)

Öğle Saatleri: Memuriyetin evrende sudan sonraki en iyi çözücü olduğu söylenir. Bir insanın yavaş yavaş eridiğini görürsünüz; kıyafetleri eskir, gözler pörsür, bir küçük insancık kalır geriye. Salim Bey insancık olmak üzereyken Nuriye'yle karşılaşır. Kırk beş yaşındaki Salim Bey için yirmilerindeki Nuriye yaşam kurtarıcı dostluğuyla geçen günleri katlanılır kılan insandır ama kız hayat pahalılığıyla baş edemediği ve ailesinin günden güne eridiğini gördüğü için evlenmeye karar verir. Yaşlı bir adam, zengin, Nuriye'yi Salim Bey'den çalacaktır. Son günleri çok acılı olur, Nuriye gittikten sonra Salim Bey kedilere seslenir, daha doğrusu kediler gelsin diye onlara yalvarır.

Rose Bonbon ve Bakırçalığı, Baran'ın kopuş izleğini taşısa da farklı mekanlar kullanması sebebiyle dikkat çeken öyküler. Birinde İstanbul'a gelen taşralı bir zenginin, mafyanın arkadaşının yardımıyla kenti tanıma çabası vardır, diğeri daha ilginç. Üniversitede aşık olduğu hocasıyla evlenen bir kadının yalnızlığı anlatılır. Aşk kısa sürede söner, kadın yirmi yaş büyük patronuyla/kocasıyla/hocasıyla yıllar geçirir. Mardin'e giderler, orada kadını birkaç haftadır takip eden bir ağa ortaya çıkar. Kibar bir adamdır, kadına sultan olduğunu söyler. Kadın hiçbir şey anlamaz ama karşısındaki adamın diri yapısından etkilenir, sevişirler. Adam ortadan kaybolur, kadın adamı bekler ama gelmez, bir yandan da o gece ne yaptığını öğrenmek isteyen kocasının bütün ısrarlarına rağmen susar. Her şey ortada ama söylenmeyenler işkenceye dönüşür. Başka tür bir işkence, yaşama yüklenen bir ağrı daha.

Eğrelti Yeşili adlı öykü de oldukça iyidir, farklı kırıkları anlatır.

Öncekilere göre daha yüklü öyküler bunlar, geçmişin izi daha ağır.

13 Ocak 2018 Cumartesi

Selçuk Baran - Kış Yolculuğu

1984 mahsulü bu öykülerden üç adet mevcuttur, üçü de -biri ölüme olmak üzere- çıkılan yolculukları anlatır. Bir anlamda kaçışlar anlatılır. Dönmemecesine kaçışlar, sadece biri böyle bir özellik taşısa da dönüş ihtimali de kaçışın içindedir, uzaklarda olmasına ve görünmemesine rağmen. En temelinde insanın olduğu kişiye dönmesidir konu, şehirler ve insanlar hiçbir şey değiştirmez. Kişi, olduğu kişidir, bu kaçışsız bir şeydir.

Türkân Hanımın Ölümü: Baran'ın nadiren kullandığı değişik bir anlatım tekniğine sahiptir, Türkân Hanım (bundan sonra Hanım diye geçecek) pek çok kişi tarafından farklı bakış açılarıyla incelenir, parçalanır, birleştirilir. Her bir anlatıcı için -haliyle anlatıcı da durmadan değişir- farklı bir başlık kullanılmıştır, bölümler bir kadını yaratma çabasındaki insanların anlatısından ibarettir. İntihar eden bir kadını, kadını değilse de intiharını yaratanlar. Kendilerini de yaratırlar, Hanım'ın onlarla münasebeti belirir, bir de kendilerinden yola çıkarak yaratırlar Hanım'ı.

Epigrafında Michelangelo'nun bir sözü var, ruhunda biçimlenen her düşüncede bir parça ölüm olduğuna dair. Hanım'da da aynı durum var, epigraf metni çırılçıplak bırakıyor, sevmediğim bir durum. Daha imleyici, çağrıştırıcı, itle dalaşmaktansa çalıyı dolaşmalıcı olmalı epigraflar. Bence.

Okuru öyküye hazırlayan bir ses/anlatıcı konuşur başta, öykünün adından içeriğine kadar pek çok konuda bilgi verir. Hanım'ı oluşturmanın imkansızlığından bahseder ama yine de öykünün dokusunu oluşturan parçalar vardır, o halde öykü de vardır, öykü varsa okur da vardır, o zaman sıkıntı yok.

Anlatıcı, kişileri tanıtır ve sözü onlara bırakır, bir nevi televizyon programı izler gibi okuruz. Diş Hekimi Oğuz Karan ilk sıradadır. Otuzunu geçmiş olmasına karşın -buraya bir anlam veremedim, otuzdan sonra okunmayacağını mı söyler anlatıcı, bilemiyorum- her gece iki saat kitap okur, Proust ve Rilke sever, bir de hastalarına karşı sonsuz bir saygı duyduğu için Hanım'ın çekiciliğine, kadınlığına kayıtsız kalabilen tek insan olduğu söylenir. Belki de bu yüzden olabildiğince objektif bir anlatı kurar; Hanım'ın dairesini, eşyalarını ve yaşamını tarafsız bir şekilde anlatır. Ölüm getirilmediği müddetçe Hanım'ın evine girilemeyeceğini de kendisinden öğreniriz. Hanım, misafirlerinden ölüm haberi almak ister. Birilerinin ölmesi gerekir, sosyallik bu şekilde sürer. Mesela Safiye Günel, komşu. Kocası ölür, Hanım ölü evine süslü püslü gelir, parmaklarında pırlantalar vardır. Ölünün son anlarına şahit olmamasına rağmen allayıp pullayıp anlatır, sanki oradaymış gibi.

Eski kocalar, çocuklar, sevgililer, öğretmenler, konuşulan herkes geçmişin bir köşesini aydınlatır. Hanım hırslı bir çocuk, hırslı bir kadın. İyileşmeyen bir kalp yarası, uçarı bir yaşam ve intiharına yol açan son bir ilişki. Hanım'ın ölümünden sonra iki arkadaşı bir araya gelir, kadının gizemli bir yaşamı sürdürme çabasını övmesine karşılık emekli general bunun hiçbir anlam ifade etmediğini söyler. Hanım'ın yaşamı karanlıklar içindedir ve karanlığı sevmeyenler için oldukça belirsiz, anlaşılmaz ve yerine göre acıtıcıdır. Birini tanımak için onu yaşamak lazımsa, Hanım daha baştan ölüdür. Baştan.

Temmuz, Ağustos, Eylül: Çayağzı'na gelen bir Volkswagen, içinde otuzlu yaşlarını yarılamış bir adam. Kandıra civarı bir köy. Adam eşyalarını indirir, bir oda bakar, oranın yerlilerinden biri kendi evini kiralar. İyi insanlardır, büyük şehri bilirler ve İstanbul'dan gelen bu adama yakınlık gösterirler, mesafe her şeye rağmen korunur. Kaçtığı bir şeyler olan insanlara karşı korunacağı gibi.

Yeni mekan, adam İstanbul'da olsa rengarenk bir evi yadırgayacağını düşünür ama denizle ormanın arasına sıkışmış bu köyde her şey güzeldir. Orada dünya yepyenidir, zevkler bile değişebilir. Adamımız tiyatroyla uğraşmaktadır ve istediklerini yapamadığı için tiyatroya küsmüştür, Çayağzı'na bu sebeple gelir, her şeyi arkasında bırakıp yepyeni bir hayata başlayabilmek için. Başladığını düşünür. Ev sahibinin dul yengesine aşık olur, ev sahibinden icazet alır ve evlilik hazırlıklarına başlar ama ev sahibi hala temkinlidir, adamın bir gün gidebileceğini düşünür, adama da söyler bunu. Nihayetinde adam hazırlık yaparken gazetede bir haber görür, Shakespeare oynanacaktır. Fırsat, nihayet.

Keskin bir dönüş. Adamımızın dünyasını adım adım keşfederken burada herhangi bir çatışmayla karşılaşmayız, karar çok çabuk verilir ve adam İstanbul'a doğru yola çıkmışken eşyalarının bir an önce postaya verilmesini umar. Daha da keskin bir son, öykü böyle biter. Bu son bölüm daha ayrıntılı olabilirmiş, sadece ev sahibinin belli belirsiz öfkesini görürüz, o kadar. Kadınla adamın hallerini pek bilmeyiz, okura sunulmaz.

Kış Yolculuğu: Baran'ın kurmayı pek sevdiği benzer karakterlerinden biri. Adam doğup büyüdüğü kasabaya yıllar sonra dönme ihtiyacı duyar çünkü eşi ve çocukları memlekete gitmiştir, sevgilisi yanında değildir, siyasi meselelerden ötürü bitiremediği okulu ve parmaklıklar ardında geçen yılları ağrımaktadır. Gider. Bulamaz.

Baran'ın ilk dönem öyküleri daha sınırlı mekanlarda geçer; ev, oda, sokak ve benzeri mikro dünyalar. Buradaysa ikinci ve daha uzun süren döneminin tam bir örneği bulunmakta. Kentten kaçış, daha küçük bir mekanda aranan mutluluk ve karşılaşılan umutsuzluk. Baran'ı okumak için ideal bir başlangıç.

Selçuk Baran - Tortu

Ablam, Arif Hikmet Bey, Konak, Zekiye, Tortu adlı beş öyküden oluşuyor, beşi de Halim'in anlatıcılığıyla kuruluyor. YKY'nin bastığı toplu öykülerden çekip anlatıyorum, alıntıda sayfa sayısı o yüzden uçuk.

Anadolu'nun kasabalarından biri, geniş aile, Halim evin küçüğü, on altı yaşında. Ablası yirmi. Diğer ağabeyleri, halayı bilmiyorum. Anne öleli çok olmuş, babadan haber yok. Babadan niye haber yok, bilmiyorum. Utanılacak bir şey yaptığı için olabilir belki. Ablanın evden kurtulmak için çocuklu bir adama kaçmasına benzer bir şeydir. Halim, büyüdüğü için ablasıyla birlikte saatler boyunca aynı odada kalmamalıymış, hala böyle diyor. Anlatılmayan pek çok kısıt vardır, abla çeyizini hazırlarken bütün bunları düşünmüştür, Halim'le kedilerin doğurduğundan arkadaşların maceralarına kadar her şeyi konuşabiliyordu ama evlilik çağına geldiği için, ailesi en olmayacak kişileri karşısına koca adayı diye çıkardığı için kaçmayı düşünmüştür. Zengin ve yaşlı adamlar onu ürkütmüştür, istediği gibi yaşayamayacağını düşünmüştür ve haberi gelene kadar ortadan kaybolmuştur. Anlaşılır bir şey, anlaşılmaktan öte, yaşanması doğal, şahit olunabilir. Baran bir Anadolu dramı çiziyor; sosyoekonomik tablo. Baskıcı ve ataerkil aile, kaçış, Arif Hikmet Bey'in kurduğu kapitalist sistem, sistemi yıkmaya çalışan insanlar ve yaşadıkları facialar, Baran'ın incelikli anlatısında daha acı bir hale geliyor.

Ablam: Büyümüşler, büyüdükleri zaman çocukluğun sihirli dünyası kaybolmuş. "Birden hüzünlü insanlar oluvermiştik; ailemizin ve kasabamızın öteki insanlarına benzemiştik kısacası." (s. 358) Boyacı Rıfkı istemiş, abla varmamış. İnce, uzun, güzel bir kız. Hayattan başka beklentileri var, beklemeye müsaade etmeyeceklerini anladığı zaman, evdeki gerginlik ayyuka çıktığında, ablayla kardeşin arasına giren sessizlikler uzayınca ve yağmurlar altında yok oluncaya dek ıslanmak istediğinde Nuri'ye kaçıyor. Nuri çok has, nazik ve düşünceli bir insandır, zamanında ağaçlara dadanan bir mahlukun kökünü kurutması için eve çağrıldığı zaman ablayı beğenmiş, tam zamanında da ona mektup yazarak zaten bir çıkış kapısı arayan kıza ışığı göstermiştir. Tabii kıyamet kopar, yer yerinden oynar ama nihayetinde kızı rahat bırakırlar, bir tek Halim'e ablasını görmesi gerektiğini söylerler, merak da ederler kızı azıcık. Halim gider, ablasını ve Nuri'nin çocuklarıyla cebelleşmesini görür. Her şeye rağmen mutludur kız, Nuri'nin sunduğu/sunabileceği yaşamı istediği ortadadır. Tertemiz bir ev, düzen, yeni alınacak eşyalar, badanalı duvarlar, mis gibi bir bahçe ve sevgi, şefkat de.

Nuri'nin yamaları vardır, mesela uzun süredir ortada olmayan karısını boşamaya yanaşmaz. Naif bir insan olduğu için çocuklarına sert çıkmaz, bu yüzden şımarık çocukları için abladan özür diler. Geriye kalanı iyi. Birlikte bir yaşam kurmak için elinden geleni yapar. Sanırım önemli olan bu, yani benim gördüğüme göre öyle olmuyor ama olması gereken budur; elinden geleni yapmak. Nuri, Halim'den de özür diler, sonuçta ailede en yakın olduğu insanı pek de hoş olmayan bir şekilde kaçmaya özendirmiştir ama sevdadandır, başka bir yolun aklına gelmediğini söyler.

Diğer dört öykü, Halim'in büyümesi ve çarklardan birine dönüşmek üzereyken kurtulması etrafında döner. Bu öykünün gruptan biraz ayrık olsa da Anadolu'nun bir yansıması olarak sonradan yaşanacaklara arka plan vazifesi gördüğü söylenebilir. Bir de Halim'in ablası ve eniştesiyle birlikte yaşama isteği üzerinden onun da aileyle bağları koparmaya niyetli olduğunu düşünebiliriz, Arif Hikmet Bey ve imparatorluğuna gidişini bu temele oturtabiliriz.

Arif Hikmet Bey: Kasabanın unutulmuşluğuyla başlar. Filmlerde trenler geçmese bilinmeyecek olanlardan, Maşukiye mesela. Bu kasaba ünsüz. Yaşamın olağan bir biçimde, yıllardır yerinden kıpırdamamış bir taş gibi sürdüğü.

Arif Hikmet Bey olmasa daha da bir şey olmazdı buradan, olmuş. Bey, zamanında kasabayı terk edip işini tutmuş, siyasi bağlantılarını kurmuş, fabrikalarında memleketlilerini çalıştırıyor.

Kasaba zenginleşti, tüketim ürünlerinin çeşidi arttı ama halı tezgahları sustu, boyahaneler kapandı. Kapitalizm eleştirilerinden biri. Bey'in çağırdığı adamlar iyi bir gelecek uğruna evlerini barklarını bırakıp göç ediyorlar, işçi olarak çalışıyorlar ve bir süre sonra ailelerini de yanlarına getirtiyorlar. Kasaba kalkınıyor gibi gözüküyor ama bu göç yüzünden yaşam enerjisini kaybediyor, Bey parasına para katarken yaşam kaynağını kurutuyor. Umrunda değil. Eşiyle paylaştığı derin bir dünyası yok, oğulları, damatları, gelinleri ve kızlarıyla büyük bir ailenin yalnız adamı. Ahlaklı; Halim'i ablasına yazdığı mektuplardan ötürü uyarıyor. Ahlakına bir, kendisine iki, neyse, gurbet duygusu yok çünkü herkes memleketli, bir daha geri dönen de olmuyor. Böyle bir posa çıkarma tesisi Ali Hikmet Bey'in dünyası.

Konak: Halim gidiyor, tanıdığı memleketlileriyle konuşmaya çalışıyor ama insanlar robotlaşmış, sıcak ilişkiler kurulamıyor. Yakındaki kentin boğuculuğu da bir diğer can sıkıntısı. Halim'in kentte duyduğu sıkıntı, Bey'in yanında kaldığı sürenin pek uzun olmayacağını sezdiriyor. İlişkiler derinlikli değil ama Bey, işçilerinin konuşmasını istiyor. Kuru çalışma ruhları köreltir, oysa Bey'in uzun ömürlü kölelere ihtiyacı var. Zorla konuşuyorlar, tatsız, derinliksiz. Zorunluluk. Ceza gibi bir şey. Konuşma, dedikodu yapma cezası. Korkunç. İnsanlar kasabadaki gibi bezgin, iki dünya arasında hiçbir fark yok. Burada para kazanıyorlar ama yeterli değil, bu koşullarda bitiveriyor para. Bey, memlekete yollanacak paralarını da maaşlardan kesinti yaparak yolluyor, bir de Halim'i borçlandırarak ona radyo vs. veriyor. Her şey saat gibi çalışıyor, görünürde. Direnenler var.

Zekiye: Hüseyin Abi'nin kızı. Abi, Halim'i pek seviyor ve onu evine davet ediyor sık sık, kaynaşıyorlar. Halim Zekiye'yi seviyor ama fikirlerine pek anlam veremiyor. Zekiye, Bey'in kurduğu düzenin dehşetiyle çarpılmış, sistemin yıkılmasını isteyen bir kız, kafası parlak. İşçilerin Bey'i tapınırcasına sevmesi, bilinçsizce tutması delirtiyor onu, Zekiye de kentli asilerden yardım alarak eylemlere girişmek istiyor, doğru zamanı bekliyor. Ailesi de tapıcılardan, kızın fikirlerine değer veren yok. Belki Halim verebilir, Zekiye biraz anlatıyor mevzuyu ama Halim'in düşünmeye ihtiyacı var, büyük şehre gelen Feyzo gibi aydınlanması gerek. Düşündüğünü görüyoruz, aydınlandığını değil. Bey'in ablası hakkında söylediklerine hak veriyor ama ablasına da hak veriyor, işin içinden çıkamıyor. Birazcık Kant lazım kendisine, her şey çözülebilirdi kendisi için.

Bey'in etrafında dönen dedikodular ilginç. "İmam-Hatip Okullarının" çoğalmasından memnun değil, iktidar partisini desteklese de partililerin ne kadar aptal olduklarını bilir, ekonomi ve ahlakın çok önemli olduğunu söyler, seçimlerde hangi partiyi tutuyorsa kasabaya haber salar, herkes o partiye oy verir, her şeyin en iyisini o bilir, neler neler. Rol model olarak herkesin olmak istediği kişidir, özümsenmiştir, bir parçası olmak insanları mutlu eder. Tam bir tirandır aslında. Zekiye'nin karşı çıktığı bu tiranlıktır, tüm tiranlardır aslında.

Halim'e derdini anlatır, Halim anlamaz ama Zekiye'yi sevdiğinden çaktırmaz da. Kırılma noktası Zekiye'nin kentli bir dava arkadaşından hamile kalmasıyla ortaya çıkar. Kız dışlanır, Bey'in emriyle imparatorluktan uzaklaştırılacaktır. Halim sevdiği kıza reva görülene karşı çıkar, Zekiye'yi kendisinin hamile bıraktığını söyler. Öyleydi böyleydi derken ikisi de şutlanır. Halim'in gönlü yüceliği Zekiye'yi de etkiler, bir daha iş bulamayacak olmalarına rağmen -Bey'in eli uzundur- başarabileceklerini düşünürler, birlikte her zorluğun üstesinden gelebileceklerine inanırlar. Bu da bir direniştir; her şeye rağmen birlikte olup güçlükleri aşabilmek.

Tortu: Yıllar sonrası. Bunu anlatmayayım, güzelliği eksilmesin.

Anadolu kasabaları, patronlar, işçiler, kabulleniş, isyan... Baran'ın diğer öykülerindeki anlatım yine var; dünyaya hafif gözlerle bakış. Hafif, anlık, derinlikli. Bir o kadar da farklı; bir konsept etrafında dizilen öyküler Baran'da görülen meseleleri derlemiş. İyi bir metin çıkmış ortaya.

10 Ocak 2018 Çarşamba

Eugéne Ionesco - Yalnız Adam


Felsefe dünyayı -bütün alt kümeleriyle beraber- tanımlama/anlama çabası olarak sıkıştırılabiliyorsa -ki az önce bunu yaptım- ve açtığımızda sıkıştırılmış halinden farklı bir şeye dönüşmüyorsa, o zaman onu belli bir ölçüde işe yarar bir şey olarak kenara koymak, unutmak gerekiyor, sanırım. Bilgi biriktirmek dışında bazı şeylerin cevabını bulmak için kullanıyorsam felsefeyi ve aldığım hiçbir cevabı yaşamıma uyduramıyorsam unutmak gerekiyor. Ağan bir karanlığın içinde değilse felsefe, masasına oturup fikirler üfürerek dünyayı biçimlendiren adamların kalıplarının ürünüyse ve hatta tam olarak buysa, düşüncemi çarpıtan ve olmadığım biri haline dönüştüren bir şeyse -ki felsefenin de bir iktidarın mekanizması ve dahi iktidarın ta kendisi olduğunu düşünüyorum- ve bilmek böylesi mümkün değilken bildiğini iddia ediyorsa, bilmenin yollarını aydınlatma çabası içindeyse felsefe, filozoflar bunun için kafa patlatıyorlarsa, söz gelişi Kant'ın ahlakından çıkan yol bireye ulaşmıyorsa, teşekkürler ama daha fazla saçmalığa tahammülüm yok. Felsefe metinlerine kurmacaya yaklaşır gibi yaklaşıyorum, elimde değil. Murat Erşen sağ olsun, Ionesco'nun konuşmasını dinleyene kadar bitmiş bir ayrık otu olduğumu düşünürdüm, dedemi bulmuş kadar sevindim.

Felsefe işe yarar, yaramaz değil ama yetmez. Aradığı cevabı bulanlar adına çok mutluyum, ustasını bulanlar adına, "Evet, bu!" diyenler adına. "Evet, varoluş, dünya, insanlar, bütün bunlar görüntüseldir. Temel şeyler bütün bunların dışında, duvarın ötesindedir." (s. 52) Duvarın ötesini merak etmeyenler adına çok mutluyum, ben o merak sağ olsun, ölmek üzereyim, beynimi sürtüp kıvılcım çıkartasım geliyor, yapamıyorum. Çağımızın hastalığı derler, buna da inanmıyorum. Savaşlar, kapitalizmin biçimlediği yaşam, bunlar olmadan da cevaplar yetersizdi bir zamanlar, her çağda düşünülebilir bu.

Ionesco'nun tek romanı. Adamımız üç kuruşa bir mağazada çalışırken deden miras kalıyor. Dededen kalan miras bolca boş zaman demektir, bir de yarıştan çekilmek tabii. Şöyle bir başlangıç: "Otuz beş yaş, yarıştan çekilme vaktidir. Eğer yarış varsa." (s. 5) İşinden ölesiye bıkan bir adam, patronları ve iş arkadaşlarıyla tam takım bir sömürü düzenine hizmet ederken patronunun baskıcı davranışlarıyla, yüzeysel sevgileriyle ve pek çok can sıkıntısıyla boğuşur. Tanıdık şeyler, kısa kesip özgürlüğün dayanılmaz ağırlığına geçeceğim. Adamımızın yaşamını değiştirmeye gücü yoktur, metnin politik arka planında görülen eylemlere inanmaz, kendine inanmaz çünkü, çocukluğundan beri kendisine biçilen rolleri bir bir yırtmış, tek başına bir adam olarak yaşayagelmiştir. İlişkileri derinliksizdir, eğlenceden ve can sıkıntısından öteye gitmez. "Sıradanlığımızdan ötürü ipin ucunu bırakıyor, vazgeçiyoruz. Büyük Sevgi vazgeçme diye bir şey tanımaz, yoktur böyle bir sorunu, vazgeçmek sıradan insanlara özgüdür, başarısızlık da öyle." (s. 8) Ah!

Kitaplar. Adam aynı kitapları döndürüp döndürüp okur. Dostoyevski, Hugo, Dumas, Kafka, yaşamı edebi yönden biçimleyenler. Paralanınca çıktığı yeni eve de aynı kitapları götürür. Yol arkadaşları. Doyumdan uzak bir geçmişin tesellileri.

Babası beş yaşında ölen adamımız, annesinin insanüstü çabalarıyla okumaya yönlendirilir ama beceremez, yüksek okula gidemez, kendisinden pek bir şey olmaz yani. Olmadığınca da toplumun gözünün önünde olduğunu düşünür, başarısızlığı toplumca benimsenmiştir ve kendisine her an hatırlatılır. Toplum da pek matah değil ama içinde başarabilmiş insanlar var, bir tane bile olsa adamımız yeterince suçluluk çekerdi sanırım, bütün bu çarpık düzenin tek sorumlusunun kendisi olduğunu düşünürdü. Ne isyancıydı ne de bir boyun eğiciydi ama ikisinin arası karanlık bölgeydi, ne olduğunu bilmiyordu. Bilinmezlik içinde bir ruh. Sonsuz, sonlu, sonlu olmayan, sonsuz olmayan muhabbeti, Ionesco'nun konuşmasındaki, metinde birebir mevcut. "Bütün usumuz karanlığa karışıp gider." (s. 15)

Paris civarında bir eve çıkar adamımız, yerleşir, kapıcı kadının gözlerini üzerinde hissetmekten son derece rahatsız olsa da birkaç defa dışarı çıkıp eve döner, ya kahve alır, ya bakkala uğrar, uyandırmak istemediği arzularını bu şekilde yok etmeye çalışır. Düşünmek istemez, düşünmek anlamsızlıktır ama düşünmeden de duramaz, yapabildiğini yapar, yapamadığını özler, izlemeye başlar. İzlediği ölçüde mutlu olur, düşündüğü ölçüde mutsuz. Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk'la paralel okunması gerektiğini söylemiştim bunun, bir metin tek bir alıntıda gizli: "İnsan şöyle kıyıda durur, yalnız izlerse, pekala neşelenebilir." (s. 26) Bu bağlamda kendisini izlediğini de düşünebiliriz; sadece devinimin mutluluk vereceğini söyleyen her kimse, ona küçük tedirginliklerden de bahsetmek gerek. Adamımız evinin kapısının önüne gelir, ceplerinden birini kurcalar ve anahtarını bulamaz, aklı başından gider, diğer cebine bakar ve anahtarı bulur, sevince kapılır. İkincisi de dolaptan alacağı bardak için dolabın kapağını açar, bardağı alır, kapağı kapar. İnce işler, bunların manası çok derin.

Barlar, kafeler... Adamımız gezer, oturur, evine döner, evinden çıkar. Felsefe öğrenmek ister, belki o zaman her şeyi yerli yerine oturtabilirdi ama bu mümkün değil. Her şey akışkandır, varlığın ve hiçliğin sorgulaması bu zemin üzerinde sürdürülür. Dünyanın bir tiyatrodan ibaret olması izleği her yerde kendini hissettirir, gözlemlenen her mekan, her insan oyunun bir parçasıdır. Gerçeklik duygusu sorgulanmaya açıktır, sorgulanır. Her şey gibi.

Ionesco korkunç bir şey yapıyor, bilinmezliği sokaktaki bir adamın düşünce yapısında doğuruyor. Korkuyla bakıyorum kitaba, gözümün görmeyeceği bir yere kaldıracağım sanırım. Son bir şey, Bernhard ve Pirandello'nun maruz bıraktığı dehşetleri derleyip sıkıştırmak nasıl olurdu, şöyle: "Çevremdekilerin hepsi, başkalarıydı." (s. 69) Vay başıma küller yağa...

7 Ocak 2018 Pazar

Craig McGregor - Pop Kültür Oluyor

Yayıma hazırlayan Orhan Kahyaoğlu'nu pek güzel olan Bülent Ortaçgil incelemesinden biliyorum. Dizinin diğer kitaplarını denk geldikçe alacağım. Çiviyazıları özel bir yayınevi, çok özel kitapları basıyorlar. Mesela Lessing'in Argostaki Kanopus Arşivleri'ni bastılar, zamanında. Sade bastılar. Ne güzel.

Editörden bölümünde McGregor hakkında kısa bir tanıtım yazısı var, pop müzik kuramcısı Simon Frith'in McGregor hakkındaki değerlendirmesi bir de. McGregor, kapitalist ideolojiyi Gramsci'nin kavramlarıyla değerlendiriyor ve bunu amatör bir heyecanla yapıyor, ideolojik makalelerinin yanında popun ortaya çıkışını ve kültür haline gelmesindeki mekanizmaları irdeleyen makaleleri de iyi. Blues, caz, Louis Armstrong, kapitalist dünya, alayı McGregor'ın perspektifinden daha berrak.

Frith'e göre McGregor'ın takdir edilecek pek çok yönü var. Bir, eleştiriyi kategoriler bağlamında bir kalıba oturtup işin kolayına kaçmaması. Orwell gibi kendi kavramlarını yaratıyor, konuyu derinlemesine inceliyor, bağlıyor, çözüyor, yenilikçi bir bakışla kuruyor. Pop bir tüketim kültürü haline gelir gelmez edilgen tüketici rolüne bürünen dinleyicilerin eleştirmenleri tüketici rehberi gibi görmeye başladığını, eleştirmenlerin kendilerinden istenenden başka bir şey vermediklerini ve bu durumun hegemonyayı doğurduğunu söyler McGregor, iktidar bu karşılıklı sömürülmeyi oluşturur oluşturmaz zafer kazanır, buna karşı çıkılması gerekir. Bilmiyorum, çok çok sevdiği Armstrong'a cephe alması bu düşüncenin sonucu olabilir. Armstrong, aşırı yenilikçi olduğu zamanların ardından hiçbir şey üretmeyerek var olan standartlar üzerinden verdiği konserlerde şarkılarını tüketilecek bir meta haline getiriyor ve McGregor bu durumdan duyduğu rahatsızlığı Armstrong'a anlatıyor. Armstrong omuz silkiyor, "Şov dünyası birader," gibi bir şey zırvalayıp odasına dönüyor, yorgun argın. Açık bir şekilde tüketilme, yıldızın ve yeteneğin sönmesi, çok üzücü. Birkaç eleştirmen dışında Armstrong'u kamçılayacak kimse yok ama adam kulaklarını tıkamış durumda.

Kategorileştirmenin tamamen sınıf sorunuyla ilgili olduğunu söyleyen McGregor, popüler kültürün bundan çok daha karmaşık bir yapıya sahip olduğunu ve herhangi bir kalıba sokulamayacağını söylüyor. Yanlış bir bakış açısı olarak sanat/pop farklılıkları, burjuva ve proleter kesimin farklılıkları haline getiriliyor, bu kodları kullanarak yığınları yönlendirmek çok kolay. Bir ret de buraya. "Kültürel yorumlamanın amacı metaların bizlerden gizlediği sorunlara işaret etmektir. Amaç 'müzik doğru dürüst proleter müziği değilse beş para etmez' yargısını ortaya koymak değildir." (s. 17) Frith'in yorumu bu, ona göre McGregor bu sorunlara işaret ediyor ve entelektüel dürüstlüğün sorumluluğunu üstleniyor.

Bir iki makaleyi inceleyeyim.

Popüler Kültür: Temelde Dave Grohl'un söylediği: Televizyondaki şarkı yarışmalarının aptallığına kapılmayın, elinize bir enstrüman alın, birkaç arkadaş bulun, tellere veya zillere vurun! Kameralar, makyaj, jüri, seyirci, hiçbiri şart değil. Sanki bundan başka bir yol yokmuş gibi düşünülüyor, başkasından icazet almak için kendisini hiçe sayıp yarışmalara koşturuyor insanlar. Kolay yoldan bir şeyleri başarmak, böyle bir ülkede cazip hale geliyor. Televizyonda görünmeyeceksen var olmayacaksın. Bu mu?

Kültürün eylem demek olduğunu söylüyor McGregor, müzelerdeki ölü eserler değil, kütüphaneye sıra sıra dizilmiş kitaplar değil, eylem. Toplum güdülüyor, toplum bireyi de güdüyor ve bunlar, bunların yanında televizyondaki kültür soslu şaklabanlıklar kültürün tek ürünü olarak görülüyor, doğru değil bu. Müzik sokakta, edebiyat da sokakta, kar yağdığı zaman heykeltıraşlar da.

Eleştirmenler bunu göstermeli. "Eleştiri, esas yaratma sürecine yardımcı bir perspektifle ele alınırsa yararlıdır." (s. 24) Ele alınması, yazar ve okur tarafından. Yazar bu döngünün farkındaysa farkındalık yaratmaya çalışacaktır, bilinmeyene doğru bir bakış attırabilirse yeterli. Okurun görevi biraz daha emek isteyen türden; sanat anlayışını baştan kurmak zorunda kalabilir. Bunu yaptığı an hangi zincirlerden kurtulduğunu anlar, bilinmeyenin cazibesine kapılır ve keşfeder, keşfettikçe açılır, medyanın güdümünden kurtulur, özgürleşir. Umarım. Popun bu kısıtlamadan kurtulmasıyla birlikte kaliteye kapı aralayabildiği görülür, Dylan ve The Beatles mesela. Sonrasında var olan türlere muhalif olanlar çıkıyor ve bazıları hegemonyanın bir parçası haline gelirken azınlık yeniliği sürdürmeye çalışıyor.

Bireysel mücadele, kitle iletişim araçlarının kitle tarafından yönetilmesi, bu tür işlerin gerçekleşmesi gerektiğini söylüyor McGregor. Biraz ütopik. Belki bir gün.

Pop Kültür Oluyor: En baba makale bu sanırım. Popun kültür haline gelmesinde toplumsal dinamiklerin etkisi müzik türleriyle açıklanıyor. Bir esrime halinde. McGregor arabasıyla uçar gibi gidiyor, sağır edici bir müzik çalıyor ve şoför kendini bırakıyor, düşünceler nehir.

Pop enerji. Rock enerji. Akış dendiyse Herakleitos anılacaktır, anılır. Caz üzerinden yürüyoruz, caz kölelerin yarattığı müziktir, ezilmişlerin ve horlanmışların özgürlüğü. Kaynağını yitirmiş olsa da varlığını sürdürür, farklı formlarda. Caz o kadar sofistike hale geldi ki tabandaki desteğini yitirdi, azenginlik belirten mekanların müziği haline geldikten sonra doğuşunu unutmuş gibi gözüküyor. Öyle mi acaba? Caz kültürün bir parçası haline geldiyse ve popüler kültür de toplumun o andaki egemen kültürüyse, o zaman cazın iki türünü de görebiliriz demektir. Caz sokakta ve bilet fiyatlarının uçtuğu konserlerde, haliyle salonlarda. Biri ücretsiz, diğeri bir statü göstergesi olduğu için ücretli. Hangisini seçmek isterseniz. Sokak mı, televizyon mu? Benzer şeyler. "Yüksek sanatlar" daha rafine olabilir; düşsellik, karmaşıklık -olumlu anlamda- ve derinlik gibi özellikler taşır ama "sevgi eksikliği" taşıyabilirler. Böyle buyurdu McGregor.

Gramsci hakkında ideolojik bir makale, Armstrong'la alakalı bir makale daha, bir iki tane de sonlarda, tamam. McGregor tüketim, sanat ve pop hakkında, kavramsal derinliklere dalmadan ufuk açıcı incelemelere girişiyor, çok iyi ediyor. Denk gelirseniz gelişine vurun. İsmail Abi'den 5 TL'ye almışım ben bunu, güzel şeyler de yapabiliyormuşum.

6 Ocak 2018 Cumartesi

Ángel Esteban - Yazar ve Cenneti: Kütüphaneci 30 Büyük Yazar

Bahçelerden birinde, Bostancı'nın yukarıları, kütüphanenin önü, sigara yaktık bir tane. Çınarlara bakalım demiştik, baktık. Sahile ineceğiz ama inemiyoruz, içeri girdik yine. Bir saat sonra çıktık, yürüdük. Aklım raflarda kaldı, orada çalışmanın tekdüzeliği ve ardından güzelliği bir yaprak, düştü. Çok sonraları yazacağım şeyleri belli belirsiz hissettim, buradan başka bir yerde belirmeyeceklerdi. Yanımda Sercan vardı, bir bahar ayıydı, iki lise öğrencisiydik, gençtik ve çaresiz. Niye? Çünkü otuzuma girmeme üç hafta kaldı. Büyümeleri için bıraktığım her şey yıllar sonra geri geliyor. Kütüphaneler, Eceler, Sercanlar, okullar gibi. Boşluklarına sığınıyorlar, onlar yerleşir yerleşmez her şeyi hatırlamaya başlıyorum. O zamanın acısı şimdiye kapanıyor, her şeyi bastırıyor, bir tek onu biliyorum. Hatırlıyorum. Gözümün önünde parıldayanlar, anlar, hepinizi hatırlıyorum ve şimdinin çoraklığını dindiren bir yağmur gibi yağıyorsunuz.

Kitap raflarında kaldılar, ara ara açıp bakarım. Yere düşerler, üstüme tırmanırlar. Öyle kalsınlar.

Kitap penceredir, birçok kitap birçok penceredir, bildiğiniz, unuttuğunuz ve hiç bilmediğiniz manzaraları gösterir.

Öğretmenlikten kütüphaneciliğe geçebilsem şu an geçerdim.

Otuz yazar ve kütüphaneden geçen yollar. Llosa, önsözünde kendi okuma serüvenini ve kütüphanelerle olan ilişkisini anlatıyor. Çocukluğunda entelektüel çaba harcayıp sözcükleri hayal dünyasına aktarmasıyla birlikte edebi okumalar yapmaya başladığını söylüyor. Hareketli ve hüzünlü bir hayatı var, kitaplara "sığınmış" biraz da. Babası, Llosa'yı edebiyat hevesinin kaybolması için askeri okula yazdırıyor, nafile. Faulkner, Hemingway gibi yazarları zamansal biçimlendirmeleri çözmek amacıyla eline kalem kağıt alarak okuyor, sonrasında Peru Milli Kulübü'nün kütüphaneciliğini üstleniyor. Marksist çevrelerde bir süre bulunan Llosa, erotik kültürünü ve eğitimini Peru oligarşisine borçlu olduğunu söylüyor, kütüphanedeki Fransız erotik kitap koleksiyonundan okunmadık bir şey bırakmamış. Ellili yıllarda bir bursla Madrid'e geliyor ve Milli Kütüphane'nin buz gibi soğuk salonlarında mantosuyla oturup okuyor. Ne okuyor, şövalye hikâyeleri. Metinlerini yazmaya başlıyor tabii, durmadan okurken kendi yaratılarını da oluşturuyor. En sevdiği kütüphane British Library'ymiş, kağıt ve mürekkeple yazıyormuş, bilgisayarla yazmıyormuş, bunları da öğreniyoruz. "Böyle başlamıştım ve hâlâ elimin ritminin düşüncelerimin ritmi olduğuna inanıyorum." (s. 14) Edebiyata Övgü derlemesinde Llosa e-kitapları pek sevmediğini söylüyordu, Esteban'ın Llosa için ayırdığı bölümde Bill Gates'e de çıkıştığını öğreniyoruz büyük yazarın. Bill Gates'in iddialarının aksine, edebiyat bu şekilde bir evrim geçirirse ölümcül bir yara alacak Llosa'ya göre. Katılmadığımı belirtmiştim, böyle bir şey söz konusu değil. Düşüncenin hızına yetişmek de el vasıtasıyla pek mümkün değil diye düşünüyorum, kuşak farkı.

Otuz yazardan birkaçını seçiyorum.

Stephen King: Baba, aileyi terk edince zor günler geçiriyorlar, Yazma Sanatı'nda uzun uzun bahsediyor King. Gençliğinde birçok garip işin yanında kütüphanecilik yapmışlığı da var. 1969'a kadar birkaç metni basılıyor ama ekonomik durumu rezalet, o yüzden Maine Üniversitesi'nin kütüphanesinde çalışmaya başlıyor. Karışık zamanlar, Nixon Vietnam'ı bombalamak için elinden geleni yapıyor, protestolar gerçekleştiriliyor, civcivli bir ortam. King favorilerini neredeyse çenesine kadar uzatıyor, Creedence, Hendrix, Joplin ve diğerlerini dinliyor. Tabitha'yla da o sıralarda tanışıyor. Birbirlerini anlıyorlar. Şiir atölyelerine katılıyorlar, anlamı onca yığının altına gömenleri eleştiriyorlar, sonra da evleniyorlar zaten.

King'in bazı metinlerinin kaynakları da kütüphanelerde gizli. Kütüphane Polisi nam öykünün ortaya çıkışı ilginç. Stephen, oğlu Owen'a ödevi için gereken kitabı bulması amacıyla kütüphaneye gitmesi gerektiğini söylüyor ama Owen gitmek istemiyor, sebebi de süresi geçen kitaplar konusunda teyzesi Stephanie'nin kendisini ölümüne korkutmuş olması. Stephen için öykülük konu, kaçmıyor.

Son bir şey: "(...) Çocukluk korkuları korkunç bir şekilde süreklidir. Yazma bir otohipnoz eylemidir ve bu durumda, uzun süre önce ölmüş olması gereken korkuların tekrar canlandığı gibi tamamen bir duygusal hafıza ortaya çıkıyordu." (s. 168) Çeviri biraz kötü ama dehşeti fark ettiniz. Yaşa sen King.

Marcel Proust: Burjuva bir çalışandan çok züppeye benzediği söyleniyor, sosyal çevresi bu tiplerden oluştuğu için züppe damgası yemiş. Kütüphaneciliği bu açıdan biraz garip, gerçi kitapların bakımlı baskılarıyla daha çok ilgilenirmiş, kamu kütüphanelerine hiç gitmemiş, kütüphaneciliği de nüfuzlu tanıdıklar vasıtasıyla sürdürmüş bir süre, işe gitmediği çok olmuş, büyük yapıtını tamamlamaya çalışmaktan başka hiçbir şey yapamaz hale gelmiş. İdare etmişler ama havadan gelen paranın son damlası da aktıktan sonra ipini çekmişler.

Aleksandr Soljenitsin: Kamplarda geçen yılların bir bölümünde kütüphanecilik yapıyor, öncesinde teyzesinin evindeki kütüphaneyi keşfetmesi var. Gogol, Tolstoy, Dickens, Schiller gibi büyük yazarlarla büyüyor, edebiyatla alakasız bir bölümde okumasına rağmen sözcüklerin büyüsüne kapılıyor, hatta ABD'ye gittiği zaman Jack London'ın evini arayıp buluyor falan, büyük hayran. Romanlarındaki pasajlarda kamplardaki kütüphane ortamlarını anlatıyor. Bitik insanlarına rağmen ütopik, ideal bir ortam. Özgürlüğün raflara dizilmiş biçimi.

Georges Perec: Kütüphanecilik ve Oulipo arasında bir bağlantı var, kütüphanenin sınırlanmış alanı ve kitapların düzeni, Oulipo için birkaç fikir vermiş olabilir.

Eşiyle Tunus'a gidiyor, orada öğretmenlik yapıyor -Şeyler- ve bir süre sonra Fransa'ya dönüp kütüphaneci olarak çalışmaya başlıyor. Kategorizasyon konusunda sıkıntıları var, yaratıcılığını tetikleyen bir konu. Düzenleme, sınıflandırma, terimler, alfabetik karakterler vs. Perec'in ince, daha da ince düşünmesine yol açtı. Kütüphaneler ve kitapseverler hakkında yazdıklarını okumalısınız, kütüphanenin entropik doğasıyla tanışmak güzel oldu.

Musil, Onetti, Borges, Bataille, Carroll, Burton, Hölderlin, bir dünya yazar. Okusanız ne güzel.

4 Ocak 2018 Perşembe

Thomas Bernhard - Ses Taklitçisi

Bernhard'ın kısa öyküleri, fragmanları. Kendi yaşamından birkaç örneğe rastlamak mümkün, intihar eden büyük amcasının ve arkadaşlarının hikâyelerine rastlıyoruz. Gerçeğin monotonluğunda anlatılıyorlar ama bu monotonluktan doğan ürkütücülük, sıradan olayların kurmacaya değer ürkütücülüğü oldukça tedirgin edici. Metinlerindeki karakterlere rastlamak da mümkün, bu parçalardan seçtiği olaylar ve kişiler diğer metinlerinde ara ara belirebilir. "Sıradanlıkta görünmeyen gerçeğe bir nokta vuruşu" denmiş arka kapakta, iyi.

Yüz kadar parçadan birkaçını seçiyorum. Bernhard, gezileri sırasında şahit olduğu, işittiği olayları gündeliğin içinden yansıtıyor, birinin intiharını veya garip bir olayı su içermiş gibi anlatıyor. Basit ve vurucu.

Hamsun: Felsefeden birdenbire vazgeçen bir adam kendisini yaşlıların bakımına adadıktan sonra Knut Hamsun'un bakımını üstleniyor ama adamın büyük bir yazar olduğunu bilmiyor. Adamı her gün gezdiriyor, yatağını yapıyor, metinlerini yazması için köye inip kalem tedarik ediyor ve hatta Hamsun'un ölüsünü çarşafla örtüyor. Hiçbir şeyden haberi yok. Hiç.

Ses Taklitçisi: Her türlü sesi taklit eden adamın kendi sesini taklit edememesiyle ilgili. Kendini taklit edememeyi Bernhard'daki yarat(a)mama izleğine bağlıyorum; bir eserin yaratılış sancısını pek çok anlatısında irdeleyen Bernhard, yaratıcıları ya delilikle ya da intiharla yüzleştirir, ötesinde yaratma ediminin anlamsızlığından ve imkansızlığından bahseder. Taklitçininki de benzer bir durum, kendi sesini taklit etmeye çalışması bile sonunu getirebilir.

Düpedüz İftira: Goethe Öleyazıyor'daki karakterler olabilir mi bunlar?

İki felsefeci, Goethe'nin evinde karşılaşırlar, birbirlerinin yazılarına özenle eğileceklerine söz verirler ve ayrıldıktan sonra içlerinden biri bu karşılaşmayı felsefi bir yazı biçiminde anlatacağını söyler, diğeri hemen buna karşı çıkar ve meslektaşının niyetini iftira olarak değerlendirir. İşin ironisi bir, felsefenin insan faktörü olmadan senteze ulaşabileceği fikri iki.

Broşür: Ayrı işyerlerinde çalışıp emekli olan bir çift, çok yorucu bir yolculuktan sonra tatil yapacakları yere gelirler ama hiçbir şey katalogdaki gibi değildir, odaların karanlığı onlara kendi isimlerinin yazılı olduğu tabutları çağrıştırır. Özel alan ortadan kalkınca çiftler ölümle karşılaşır, yakınlığın ölçüsü ne derecede olursa olsun birliktelik ölümcüldür, şimdi değilse de zamanı gelince.

Pisa ve Venedik: Kurmaca örneklerden biri. Pisa ve Venedik belediye başkanları, kentlerindeki kuleleri değiştirmek isterler. Anlaşırlar, değişimin yapılacağı gece yakayı ele verip akıl hastanesine kaldırılırlar. İtalyan makamları mucizeye başvurmaz, devletin mekanizmaları mükemmel bir şekilde işler ve iki adamın canına okur. Gerçeküstünün katili devlet, yiyende ortak devlet.

İçsel Baskı: Bunun bir adı vardı, neydi? Ansızın aşağı atlama duygusu, metroda kendini raylara bırakma isteği...

İntihar edecek kişinin altında branda geren itfaiyecilerden biri, ansızın hissettiği içsel bir baskının sonucunda brandayı çekerek diğerlerini de peşinden sürükler, müntehir kişi atlar ve parçalanır. Felaket istenci. Sürekli hale geldiğinde başkaları üzerinden tatmin edilmek istenir sanırım. Metroda birine omuz atıp raylara düşürmek gibi. Yüksekten bakan birini bacaklarından kaldırarak aşağı atmak gibi.

Üslupçuluğunu sürdüreceği bir alan olmadan Bernhard okumak ilginçti, yazarın farklı bir sesini duymak isteyenler için dört dörtlük bir ucubelikler sergisi.

3 Ocak 2018 Çarşamba

Gilbert Adair - Yazarın Ölümü

Röportaj, ciddi bakan bir adam. Ne yapmak istediğini anlatır, toplumsal mesajlar verir, yazarın yalnızlığından bahseder. İmza günlerinde hayranlar, kitaplardan başka bir şey konuşulmaz. Saçlar düzeltilir, makyaj yapılır. Yapılır, Ellis'in dediğine göre iyi görünürsek iyi görürüz. Her şey metalaşmış halde, yazar dahil, metin bunun neresinde kalıyor peki? Kalmıyor, metin artık yok. Metinden önce yazar var. Röportajları okumayı beğenirim ama yazar personasının görülmediği kısımları. Amaç, niyet vs. anlatılmışsa okumuyorum, bunların metinle bir alakasının olduğunu düşünmüyorum. En az elli yıllık konu, yazar-metin ilişkisi. Ucundan anlatıcı-yazar ilişkisi de giriyor işin içine. Serbest dolaylı anlatım ve benzeri teknikler ikisi arasındaki çizgiyi ortadan kaldırmaya meyilli hassas aygıtlar olarak kullanılıyor, iyi niyetli yazarları tarafından. Kötü niyetliler Adair gibileri oluyor, mesela Nabokov ki Solgun Ateş'i ne lanettir. Nabokov da metinde birkaç yerde anılıyor, Adair'ın saygı duruşu.

Barthes'ın yazarı öldürdüğü malum makalesi konuyu yeterince açık bir şekilde işliyor, oraya pek girmek istemiyorum ama Adair'ın anlatıcı/yazar karakterini anlatırken ister istemez bir şeyler çarpmam gerekecek. Adair hakkında birkaç şey: İskoç, Londra'da yaşadı. Perec'in bol e'siz romanını İngilizceye çevirmeyi başardığı için ödül almış, hakkıdır. Geçtiğimiz yıllarda ölmüş. YKY birkaç kitabını basmış, denk geldikçe kaçırmamak lazım.

Çok tehlikeli bir metin bu; üç tekrardan ibaret. "Sana, ey Okur" hitabıyla başlıyor. İki epigraftan biri yolların kaybolmasını ve merdivenin yukarı çekilmesini söyleyen Emerson'dan, diğeri de boyumuzun ölçüsünü alan muammaları biz yaratmışız gibi yapmamız gerektiğini söyleyen Cocteau'dan. Tekrarlar aynıdır, kelimesi kelimesine, kopyalanmış bölümler. Profesör Sfax'in yaşamını kaleme almak istediğini söyleyen öğrenci Astrid, hocasının memnuniyetsizliğini sezer ama kararından caymaz, odadan çıktığında Sfax bilgisayarının başına oturur, Hermes adlı bir dosya açar ve yazmaya başlar. Tekrar bölümü üç sayfadır, anlatıcı okura seslenerek şimdi okuduğumuz üç sayfayı yazdığını söyler. Anlatıcının zamanıyla okurun zamanı denklenir, bu denklik üç kez yaşanacaktır.

İlk tekrardan sonra otobiyografik bir anlatı başlar. 1918'de Fransa'da doğan Léopold Sfax, burjuva bir ailenin çocuğudur. Babası sanat kitapları basar, dedesi unutulmuş bir şairdir. Dedesinin cenaze töreninde hayatının ilk şokunu yaşar Sfax; dedesinin adını -kendi adı aynı zamanda- tabutun üzerinde görünce ağlamaya başlar. Ölüm korkusu, bu cepte dursun. Dede eski parnasçılardan, modernizmin koyu düşmanı. Dreyfu karşıtı aynı zamanda, Yahudilerin de koyu düşmanı. Babayla dede arasında çatışma var, bölünmüş bir ailede geçirilen çocukluk. Sfax felsefe okuyor ve ikinci büyük savaş çıktığında ailesiyle birlikte kaçıyor ama bir süre sonra hep beraber geri dönüp savaş ortamında edinilen resimlerin satışıyla -Nazi subayları ve yandaşlar alıyor resimleri- geçiniyorlar. Sfax, babasının yandaşlığından utanıyor ve resimleri elde etme yöntemini sezdiği zaman adamdan iyice utanıyor. Louise ve Paul'ün, iki direnişçi arkadaşının yanına taşınıyor. Dedesinin mirasından kalan parayla yaşıyorlar, Paul Sfax'i örgüte sokuyor ve Sfax iki yıl boyunca örgütün verdiği görevleri yerine getiriyor. Paul ortadan kaybolduktan sonra Louise'le yakınlaşıyorlar, savaş bitince Sfax doçentlik sınavına giriyor, ABD'ye göç etmeye karar veriyor ve çıktığı geziden dönünce Louise'in gittiğini görüyor. Geride tatsız bir not kalmış, kızın başka bir yere taşındığına dair. Sfax de durmuyor, ABD'ye gidiyor ve Raphael adlı bir tanıdığın yanında kalıyor, ilk edebi eserlerini burada veriyor. Modernlikle klasik mitoloji arasında yarattığı çatışmayı, anakronizmi Mallarmé'ye özgü bir şey olarak değerlendiriyor, yıllar sonra postmodern bir eser ortaya koyduğunu anlayacak.

Doğru bağlantılarla akademisyenlik serüveni başlıyor, Sfax üniversitede. Yeni Eleştiri'yi öğreniyor, ulusal gazetelerden yazıları yayımlanıyor, çalışmalarını tam gaz sürdürüyor kısaca. Ivy League üniversitelerinden Cornell'de ders verirken Ya/Ya adlı bir metin yazar, Yazarın ölümü ve Okurun yükselişi tartışmalarının tam gaz sürdüğü bir dönemde Saussure'ün göstergeler sistemini alır, yazarı ortadan kaldırarak her şeyi dilbilimsel kodlamalara ve uzlaşımlara sıkıştırır. Bu ses getiren bir eserdi, Sfax asıl ününü Kısır Spiral adlı kitabına borçlu. Yarattığı çalkantı o kadar büyük ki olumsuz eleştirilerin susturulduğu, yandaşların sıraya dizildiği bir dönem başlıyor. Baskıcı bir bilimsel ortam oluşuyor böylece, baskıcı olması ilerleyen bölümler için özellikle dikkate alınmalı. Sfax'in ortaya koyduğu görüş, "Teori" adı altında ululaştırıldı ve putlaştırıldı da. Neyse, Bloom'un Etkilenme Endişesi'yle bakışımlı bir metin ortaya konduğu fikri, Sfax'in metninin amacını belirler; metinlerin "yanlış okunması" fikri, Sfax'in Bloom'a katılmadığı "endişe" kavramını bir yana bırakırsak ortaktır. Sözcüklerin kullanıldığı yanılsaması, teorinin temelini oluşturur. Sözcükler zaten vardır, bir bağlamda yazarlar tarafından kullanılırlar ama aslında sözcükler yazarları kullanır, Cocteau'nun sözüne dönelim. Böylece sıklıkla çelişkili ve emniyetsiz anlamlar ortaya çıkacaktır, bu da Yazarın kalbine çakılan son kazığı simgeler. Eh, kabaca bu. İşin Okur boyutu da var tabii, okur da çıkmaz sokaklardan çıkmaz sokak beğenecek, anlam arayışında helak olacaktır. Bu son darbe curcuna çıkarır, muhalifler Hamlet, Moby Dick, Dresden, Auschwitz, Hiroşima gibi eserlerin ve faciaların -Teori'nin yaşama uygulanması mümkün tabii, anlam kaosundan ötürü- anlamlarını asla yitirmeyeceklerini söylerler ama pim bir kez çekilmiştir, tartışmalar ayyuka çıkar. Bir de italik kullanıma, tırnak işaretine rastlanmaz, Sfax bunlardan tiksinir ve yaşama dair hiçbir şeyin bunlar tarafından ablukaya alınmaması gerektiğini söyler.

Sfax, masasına oturup fikir üfürerek yaşamı teorilere kıstırmaya çalışan babaları endişelendirmiştir, kendisi de onlardan biri olmasına rağmen. Kurtulmak istediği bir şeylerin varlığı sezilir gibi, öyle değil mi? Anlam kolaylıkla ortadan kalkabilecekse, bunu gösteren adamın yaşamında ortadan kaldırmak istediği kara anılar olabileceği düşünülebilir. Geçmişini anlattığı ilk tekrarda ayrıntıya inmemesinden bunu sezebiliriz. Sezdiysek helal bize, kuru bir teori hikâyesi olamayacak kadar iyiye benziyor bu anlatı.

Astrid bu sırada Adair'ın hayatına giriyor. Adair, pek vasfı olmayan profesör bir arkadaşının öğrencisiyken Teori'nin patlamasıyla kendi öğrencisi haline gelen Astrid'in kadınlığından etkilense de teorisinin/Teori'sinin içinde ona yer yok, kurtulmak istediği şey başka. Astrid'in odaya gelip kendisinin yaşamını kaleme almak istediğini söylemesi, adamı bu yüzden tedirgin ediyor.

Başa döndük, ikinci tekrar. Bu kez otuz beş sayfa okuduk, sonrasında her şeyin derinleştiğine şahit olacağız. "Ey okur, yalan söyledim." (s. 35) Sana güvenemeyeceğimizi biliyorduk zaten, kimse kendini/Yazarı durduk yere öldürmek istemez. Babanın, içinde büyüdüğün toplumun, kısacası sözün orta yerinde var olmaya çalıştın ama var olamazdın, kısıtlıydın, sınırların çoktan çizilmişti. Bu yüzden babanın arkadaşı, Nazi subayı Laubreaux evinize gelip senden kültürle dolup taşan bir dergi için yazı yazmanı istediğinde karşı koyamadın, kendi adını da kullanamadın, "Hermes" adıyla yazmaya başladın. Yirmilerinin başındaydın, savaşın yıkımı ve insanların acımasızlığı bütün dünyanı biçimlendirmişti, felsefe seni kurtaramıyordu çünkü yaşamın karşısında çok soyut kalıyordu. Ve yazmak istiyordun, kendini göstermek, Yazar olarak var olmak. Üç yıl boyunca yazdın, bu sırada Yahudileri önemsiz gösterdin, Alman ruhuyla Hitler'i birleştirdin, sonra bunun Avrupa'nın yeni ruhu olduğunu söyledin. Nazi hareketine karşı olduğunu söylüyordun ama sözcüklerin, dışladıkları anlamlardan da bir parça taşıdığını fark ettin, solcu görüşlerde totaliterliğin kokusunu aldın, sağcı görüşlerde sosyalizmin gölgesini gördün, her şey birbirine karıştı ve paradoksa kapıldın.

"Teoriye inanmayanlar için, bir metnin, maalesef yazarını nasıl yazdığının işte klasik bir örneği." (s. 45)

Bingo!

Yalanlarını açığa dökmeye başlıyorsun. Paul, Louise ve sen, bu makalelerden gelen parayla geçiniyordunuz, dedenin mirasıyla değil. Louise evi terk ettiğinde senin kim olduğunu öğrenmişti, en azından eskiden kim olduğunu. Sana bir daha güvenemeyeceği için ilişkinizi bitirdi ve gitti. Sen New York'a geldin, ailenin ve senin karanlık geçmişi ortaya çıkmasın diye evlenmek istemedin hiç, Paris'te ortaya çıkan kuramları kendine has bir şekilde yeniledin ve ikincil kaynak özelliği taşısa da metinlerini orijinal hale getirdin. En büyük korkun canlandı, şöhret sahibi oluyordun ve karanlık geçmişin ortaya çıkabilirdi. Korkularını anlatmayacağım, sadece yıllar sonra Louise'den gelen mektubu ansam yeter. Louise, kim olduğunu anlattığı bir mektubu çalıştığın üniversiteye gönderdi ve mektubun üstü hemen kapatıldı, şöhretinin getirdiği avantajlardan mahrum kalmak istemeyen üniversitenin yediği bir halt, muhtemelen. Teorini de açıkladın, sadece bir Okur, bir anlam, bir Yazar. Böyle olmasa kitabın arka kapağında fotoğrafının ne işi var? İnsanlara bunun tersini yedirdin, böylece zamanında yarattığın "Hermes" de ortadan kalkacaktı. İyi taktik. Konuşmayı bırakıp senden dinlediklerimi anlatacağım.

Üçüncü tekrar. Sanırım anlatmayacağım, olaylar ve metinliğinin farkında olan metin, yazar-okur sorgulamaları o kadar iç içe geçmiş ki filmin sonunu söylemiş gibi olacağım. Olmayayım, zorlanmayı seven okur da bu romanı okusun, yazar nasıl ölürmüş, görsün.