Junichiro Tanizaki etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Junichiro Tanizaki etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Mayıs 2018 Çarşamba

Junichiro Tanizaki - Anahtar

Japon geleneğini, kültürünü Nazlı Kar'da detaylı olarak gördük. Soylu aileler, kızları veya oğulları evlenecekse derin bir araştırmaya girişir, dedektifler tutulur, aileye girecek olan insanın yamuğunun olup olmadığı kontrol edilir. Yerel kıyafetlerle Avrupa stili elbiseler bile bir uçurumun bir araya gelmeyen iki yakasını oluşturur. Günümüzde durum nedir, bilmiyorum ama Batılı tarzda giyinen kadınlar biraz uçarı olarak görülüyor o zamanlar, 1930'lardan sonrası. Bu metni oluşturan iki günlükten birinin yazarı olan İkuko, eşinin gözünde kıyafetleriyle de bir kimlik oluşturuyor. Kocanın adına bir yerlerde denk geldiğimi sanıyordum ama bulamadım, profesör olduğu için Hoca diyeceğim, Hoca'nın İkuko'yu tek bir parça halinde görememesinin sayısız sebebi var, bireysel ve kültürel. Sınıfsal farklar, kültürel farklar, ahlâk anlayışı, pek çok kod var. Hepsini birbirine ekleyeceğim.

Tanizaki'nin Tokyo'da yazdığı metinlerle tutucu bir yer olan Osaka'da yazdığı metinler, yazarın iki farklı dönemini kesin bir şekilde ayırt etmemizi sağlıyor. İlk dönemde Batı etkisiyle yazdığı metinler Japon kültüründen pek esinlenmediği zamanlara denk düşüyor, ikinci dönemdeyse Japonya'nın modernleştiği ve dünya savaşlarının en büyüğünden sağlam bir sopa yiyerek çıktığı zamanlarla iki farklı Batı'nın sentezi mevcut. Tanizaki'nin Tokyo'dayken etkilendiği Batı'yla Osaka'ya gelişinden sonraki Batı arasında muazzam bir fark var; bu farkın sebebi Tanizaki'nin kendisi tabii. Dünya birikimi arttıkça Batı'nın da farklı parçalardan oluştuğunu görüyor ve ikinci döneminde bu parçalarla kendi toprağının parçalarını bir araya getirmeye çalışıyor, böylece aynı evde yaşayıp birbirine yıldızlar kadar uzak olan insanların hikâyelerini okuyabiliyoruz. Okuyabiliyoruz, kendi ağızlarından. İki günlük; Hoca'nın ve İkuko'nun. Şöyle hayal ettim, belki de İkuko'yu Tokyo'daki Tanizaki olarak, Hoca'yı da Osaka'daki Tanizaki olarak görebiliriz. Aşırı bir yorum olabilir, belki de değildir. Kendisini karakterize etmeyi seven bir yazar Tanizaki, bu durumda cinsiyetlerin yaratacağı farkların üstesinden gelebilecek kadar da iyi bir kurgucu.

Hoca, yeni yılın ilk gününden itibaren İkuko'yla olan ilişkisini yazmaya başladığı günlüğünün anahtarını ortalık bir yerde bırakıyor ki İkuko günlüğü okusun. Aslında günlük olmaktan çıkıldığını gösterir bu; günlükle mektup karışımı bir metin yazıyor Hoca. Kitap hakkında şöyle bir bakınırken Yekta Kopan'ın bir değerlendirmesine denk geldim, günlüğün yazımında "Hikâyesinin olay örgüsünü okura net geçirebilmek kaygısı" yüzünden bir üst-anlatıcının varlığının sezildiğini, bunun da metni sakatladığını söylüyor. Ben buna pek katılmadım. Üst-anlatıcı ister istemez oluşur, zira her ikisi de kendi yazdıklarının diğeri tarafından okunabileceği ihtimalini düşünerek yazıyor. Günlükler okunsun istiyorlar hatta. Naipaul'un Taklitçiler'inde enfes bir örneği vardı bunun; zamanında çok mühim olan iki kişi arasındaki mektuplaşma sürerken esas oğlan mektuplaştığı kişinin üslubunu yapmacık buluyor, sanki o mektuplar kitleler tarafından okunacağı için o parıltılı, şaşalı dil kullanılmış. Okur bir üst-okur haline geliyor bu durumda, benzeri naneyi Tanizaki de yapıyor kısacası. Neyse, günlüklerdeki kodları belirlemeden ilerlemek dertli olacağı için önce çerçeveyi çiziyorum.

İkuko, Kyoto'nun geleneklere bağlı ailelerinden birinin kızı. "Öyle bir kadın tutup da kocasının günlüğünü gizlice okumaya kalkmaz." (s. 9) Burada durmak gerekiyor, günlüğünü çarpık gerçeklikle kurmacaya çeviren adamımızın -haliyle artık anlatıcı olarak da isimlendirilebilir- pek de güvenilir olmadığını düşünmeye başlamak için iyi bir nokta, çünkü birkaç sayfa sonra anahtarı ortalık yere "düşürdüğünü" göreceğiz. Okurun temkinli olması gerekiyor, bu insanlar başkalarına yalan söylemek pahasına kendilerine de yalan söylüyorlar. Kodlar gerçek ama. Adam elli altı, İkuko kırk beş yaşında. Kadının "iyi" bir evlilik yapmak için ailesinin dürtmesiyle evlendirildiğini öğreniyoruz, kocasını sevdiğini ama aslında sevmediğini öğreniyoruz, zira görev bilinciyle sevmek diye bir şey yoktur. Hoca'ya göre İkuko, eğlence mekânına satılmış olsa oradaki herkesi çalkalayacak bir kadın. Erkeğin güç istencini darmadağın eden bir kadın İkuko, hele Hoca'nın. Bu yüzden yetersizlik duygusuyla korkunç bir şekilde çarpıtılabilir. En azından Hoca'nın sözcüklerinden anladığımız bunlar.

Hoca'nın günlüğündeki kayıttan sonra İkuko'nun günlüğüne geçiyoruz, metin bu şekilde ilerliyor. Güç istenci dedim, İkuko'nun günlük yazmasındaki amaç, kocasından gizlediği şeyin ona üstünlük duygusu vermesi. Aralarında sağlıklı bir ilişki yok, sağlıklı bir iletişim yok, konuşmalarından anladığımız kadarıyla yaşamlarını sürdürebilecek kadar iletişiyorlar, bu kadar. Sevişmeleri kısa sürüyor, bu iletişim kanalı da kapalı. Adam, kadını tatmin edemiyor, kadın daha fazlasını istiyor ama geleneklerine bağlı, kocasını aşağılamıyor ve olduğu gibi seviyor. İkuko'nun da güvenilmez olduğunu belirteyim. Aslında metin Arthur Schnitzler'ın Ölmek'inin egzotik versiyonu sayılabilir bu açıdan; bir diğerini asla bilemeyeceğimiz için boşlukları kendimiz tamamlarız, bilinçli veya bilinç dışının yardımıyla. Sonra dünya başımıza yıkıldığı zaman doluluk yanılsaması ortaya çıkar, tanıdığımız kişiyi aslında tanımadığımızı, aslında kimsenin birbirini tanıyamayacağını anlarız. Tanıyamadığımızı ardımızda bırakır, başka bir tanıyamama vakasına yöneliriz. Tanıma gereksiniminden vazgeçildiğinde ve bir ihtimal her şey iyi gittiğinde kötü olan ne varsa unuturuz. Aşağı yukarı böyle işliyor süreç, bu iki insan doğal yollardan bunu anlayamadıkları için günlüklere, mektuplara, imalara, Kimura'ya, ortada kalan kızlarına başvurup içinden çıkılmaz durumlarını iyice düğümlüyorlar.

Kimura? Hoca'nın öğrencisi, o da hoca. İkuko'ya ilgi duyup duymadığını bilmiyoruz ama İkuko, James Stewart'a benzettiği Kimura'ya korkunç bir şekilde çekiliyor. Hoca da bu ikisini bir araya getirip kıskançlığı, nefreti ve sevgiyi bir araya getirmeye çalışıyor. Afrodizyak olarak Kimura işe yarıyor gerçekten, Hoca İkuko'yla çok sağlam sevişiyor, İkuko Kimura'yla sevişiyor ve birbirlerini günlükleri üzerinden yormaya, kandırmaya çalışmaya devam ediyorlar. İkisi de birbirinin günlüğünü okuyor ama okumamış gibi davranıyor. Korkunç bir uzaklık. Hoca bu stresi kaldıramıyor, şehvet dalgaları da sağdan soldan vuruyor ve ölüyor. İkuko'nun günlüğüne düştüğü son notlardan eşinin günlüğünü ne zaman okumaya başladığı, söylediği yalanları, her şeyi öğreniyoruz. Kimura'nın ikisinin kızı olan Toşiko'yla evleneceğini, İkuko'nun da yanlarında yaşayacağını gördükten sonra arka kapağa geçiyoruz, bitiriyoruz. O kadar kod dedim, pek bir şey de söylemedim ama anladınız.

Karanlık ve gizli duyguların olduğu söyleniyor ama ben bunlara pek rastlamadım. Boşlukta sallanan insanlar var, birbirleriyle konuşmuyorlar. Birbirlerini önemsemiyorlar, sevmiyorlar, zorla bir araya gelmişler, yeni bir hayat için gereken cesaretleri yokmuş, birbirlerini yavaş yavaş tüketmişler. Hoca'nın ölümü tamamen İkuko'nun yediği haltlar yüzünden gerçekleşiyor olsa da böyle bir sorumluluğu yaratacak herhangi bir derinlik yok. Birbirlerini tanımama ihtimalleri onları hiç mutsuz etmezdi. Kimi mutsuz ederdi, bir taraf gerçekten sevmişse onu. Doğal ve istenen bir ilişkiye başlayan herkes müthiş bir enerjiyle dolar, yeniden doğmuş gibi. Bu insanlar doğmamış bile. Pü Allah sizi be. Birbirlerinden o kadar farksızlar ki bir müddet sonra hepsi birbirini kendisiymiş gibi duyumsuyor. Kimura aslında Hoca, İkuko da Hoca, böylece Kimura yaşlı adamdan alabileceği bir intikam varsa alabilir. İkuko, kendisini bu yaşlı osuruğa hapseden geleneklerden intikam alabilir, Hoca fahişe olarak görmeye meyilli olduğu karısının ahlâksızlığından mutlu olabilir. Sevgisizlik pek çok kötülük doğuruyor.

Yeterince zevzekleştiysek eğer, son söz: "Pek olur Japon kurmacası," derler. Bir bakın. Yeni baskısı yok ama internette bulabilirsiniz. Gerçi yakınlarda basıldı sanırım. Bilmiyorum ya.

6 Mayıs 2018 Pazar

Junichiro Tanizaki - Nazlı Kar

Yapraklar yağıyor, çiçekler uçuşuyor, dallar eğiliyor, yaşam doğduğu gibi rüzgârla savruluyor. Animelerden görebileceğimiz bu manzaranın Japon kültüründe önemi büyük; kadim zamanları bugüne taşıyan bir anlamı var. Japonların eze eze bir avuç bıraktığı Ainular, düalist bir dünya algısına sahipler ve yaşam-ölüm döngüsüne inanıyorlar. Doğan ölecektir, ölecek olan tekrar doğacaktır. Form önemli değil, kutsal hayvan veya insan olarak dünyaya tekrar gelmek binlerce yıl öncesine dayanan bir inancın ürünü. Joseph Campbell'ın Tanrının Maskeleri adlı muazzam, muhteşem, harikulade dörtlemesinde enine boyuna anlattığı bir konu bu, yansımasını Tanizaki'de görmek hoş oldu. 1936-1941 aralığında geçen romanda mevsimlerin döngüsü, çiçek açan kirazların ölümle yaşamı birbirine bağlaması, geçen zamanın geride bıraktığı hüzün eski zamanların ritlerinden gelen bir kutsallığı taşıdığı gibi beş yıllık süreci beş bin yıla bağlıyor, durmadan akan zamanı ve insanın belli belirsiz hissettiği kozmik bir bağı imliyor. Belli belirsiz; gökyüzüne bakıp onun bir parçası olduğumuzu hatırlayıp hemen unutmamız gibi.

Dilin sadeliği bu hisse önemli bir katkı sağlıyor. Esin Esen'in giriş yazısının başlığı, eserin Türkçe algılanmasının niteliği üzerinde duruyor. Esen, Tanizaki'nin dil işçiliğini Türkçeye aktarma konusunda özen gösterdiğini özellikle söylüyor. Japoncaya has kültürel nosyonların Türkçeye gayet başarılı bir şekilde canlandırıldıklarını söyleyebilirim, neye dayanarak söyleyebilirim, atmosferin son derece canlı olmasına dayanarak. Esen'e emekleri için teşekkürler, Tanizaki'nin 800 küsur sayfalık bu başyapıtını çevirmek hiç kolay olmamış olsa gerek. Okura ön bilgi sağlayan yazı da şartmış aslında, bambaşka bir kültürün ve estetik anlayışın kristal sertliğinde ele alındığı bu roman, okurun enerjisini kısa sürede tüketecek kadar yoğun ama Esen neler döndüğünü anlatarak okuru metne hazırlıyor. Bazı bilgiler ilginç, mesela Teinosuke karakterinin Tanizaki'nin ta kendisi olduğunu öğreniyoruz ki yazılışlarındaki benzerlik aşikar. Tanizaki aslında eşinin ailesini anlatıyor denebilir, metinde eşi Sachiko. Sachiko'nun üç kız kardeşi var: Yukiko, en küçükleri Taeko ve en büyükleri Tsuruko. Metinde geçen bazı olaylar gerçekten yaşanmış, kurmacanın gerçekçiliğini artıran bir detay. Tanizaki, savaşın büyük bir yıkımla sonlanmasından bir müddet sonra kitap haline getirdiği -savaş sırasında tefrika olarak yayımlanmış- metninde savaşa doğrudan yer vermemiş, toplumca duyulan utancın bir etkisi.

Tavsiye: Metni okumadan önce Hotaru no haka'yı izlemek, tekrar izlemek, Kobe'nin savaş öncesinde nasıl bir yer olduğu hakkında fikir verebilir, doğanın güzelliği de cabası. Tanizaki 1941'de kesiyor anlatmayı, sonrasında animeden devam edip bizim aileye ne olduğunu merak edebilirsiniz. Umarım kurtulmuşlardır.

Sımsıkı örülmüş bir metin var elde, günlerin 800 sayfalık bir akışı. Her şey yavaş yavaş değişiyor, eski haline dönüyor, insanlar uzaklara gidiyor ve yeni insanlar geliyor, her şey doğup ölmeye yazgılı. Üç neslin hikâyesi: Soyluluğu ve zenginliği eskide kalmış bir ailenin yeni dünyaya uyum sağlama çabaları da diyebiliriz. Dört kardeş bütün bunların merkezinde. "Kadın romanı" diyor Esen, bir erkeğin sözcükleriyle kurulmuş romanın dört kadını anlatması yoruma açık. Dört mevsim. Mevsimlerden ziyade, kadın ruhunun Japon kültürünü daha iyi yansıtabileceği düşüncesi. Kadınların temsil ettiği değerlerden, geçirdikleri değişimlerden çıkarılan toplum tarihçesi. Günlerin akışının yanında dört kadının yaşadıkları toplumsal bir panorama sunuyor. Esen, Japon toplumunun yatay ve dikey ilişkilerinin mantığını anlatırken kadının anasoyluluktan ataerkilliğe geçişle birlikte bu ilişkilerdeki yerinin değişmesini de irdeliyor. Batı kültürünün -onlara göre Doğu, belki?- etkisiyle değişen kadın, kısmen değişen kadın ve değişmeyen kadın. Bu dört kadının birbiriyle olan ilişkileri birçok etkenle belirleniyor ve geçen yıllarla birlikte gelişerek sürüyor. Kırgınlıklar, sevinçler, bir dünya olayın yarattığı onca duygu.

Yukiko'ya bakarsak, aslında bu onun romanı sayılabilir. Yukiko'yu yıllar boyunca evlendirmeye çalışıyorlar ama başaramıyorlar. Görücü usulüyle sürdürülen bir çaba var, kuaförlerden tanıdıklara kadar herkes seferber oluyor ama iki nedenden hep hüsrana uğruyor Yukiko; birincisi başına buyruk Taeko'nun sevdiği gençle evden kaçıp gazetelere haber olması. Yanlışlıkla Yukiko'nun kaçtığı yazıldığı için sıkıntı doğuyor ama bu pek önemli değil, halledilir bir yanlış anlama. Evlenecek tarafların öyle bir araştırma gayretleri var ki dudak uçuklatıcı; özel dedektif tutup soy sop araştırmasından konu komşuya sormaya kadar bir dünya iş. Normal bir şey, kültürel farklılık garip gelmesini sağlıyor ama onlar için normal. Yukiko'nun asıl problemi, evleneceği adamın karşısında mantıklı bir cümle kuramaması. Farların önünde donup kalmış geyiklere benziyor damat adaylarının yanında, bu yüzden en ideal adaylardan birini kaçırmışlığı var. İyi bir insan, sadece şanssız. Batı'nın nimetlerinden faydalanırken kendi toplumunun geleneklerini de unutmuyor, dengeyi kurabilmiş bir kadın ve Sasameyuki -metnin orijinal adı- ta kendisi: Nazlı Kar. Kiraz çiçeklerinin uçuşması yağan karı andırıyormuş, bu yüzden adının bir bölümünü metnin adında bulabiliyoruz.

Sachiko, ailenin dengesi. Sanatçı ruhlu bir kadın, kocası Teinosuke de öyle ki yazdıkları şiirler ara ara karşımıza çıkar, etkileyici insanlardır. Sachiko, ailenin iki numarası olarak kardeşleri Yukiko ve Taeko üzerinde sorumluluk hisseder, onların üzerine düşer. Ailenin bir numarası olan Tsuruko'nun eşi ve çocuklarıyla birlikte Tokyo'da yaşamasının da Sachiko'nun bu durumuna etkisi büyük; çok önemli kararların alınması için ailenin reisi olan Tsuruko'nun eşine danışmalarının dışında her şey Sachiko'ya bağlı.

Taeko, haşarı. Avrupai yaşam tarzı yüzünden çıkardığı sorunlarla tam bir baş belası. Evden kaçar, gönül verdiği oğlanı oyalar, büyükleri için sıkıntı yaratır. Özensizdir, uçarıdır, ablalarını çok sevmesine rağmen onlara yeni dertlerle gelmekten geri kalmaz.

Karakterler aşağı yukarı tamamsa da Tanizaki'nin sayısızlığından ötürü dehşet veren ayrıntılarının zenginliğini nasıl anlatmak gerekir, hiç bilmiyorum. Yukiko'nun doğduğu yılın denk geldiği hayvandan ötürü uğursuz olmasından atalara duyulan saygının niteliklerine, nesnelerin uyandırdığı duygulardan özenle biçimlendirilmiş karakterlerin iç seslerine ve dünyayı anlamlandırışlarına kadar inanılmaz bir kurgu işçiliği söz konusu. Elle tutulabilecek kadar "orada olan" bir uzam oluşuyor okurun önünde, çiçek kokularının ve tren yolculuklarının eşliğinde yılların akıp gidişini görüyoruz. Yaşamın ta kendisine oldukça yakın bir metin, aslında uyandırdığı duygu zamanın bir şekilde yitmesi. Yaşanan mutluluklar ve facialar belirip kayboluyor, entropinin sayfalara karışmasına izin var. Sayısız olayın arasında gerçekten yaşanmış olanlar belki de en etkileyicileri. Kobe'yi basan sel mesela; Tanizaki bir kamerayla kaydedip sonradan yazmış sanki. Detaylarda kaybolmak kolay, emek isteyen bir okuma çabası şart. Her bölüm birbirinin eşi değil gerçi; bir bölüm monolog ve diyaloglardan ibaretken başka bir bölümün önemli bir kısmını mektuplar oluşturabiliyor. Kronolojik bir düzlemde farklı teknikler kullanıyor Tanizaki, böylece tekdüzelikten kurtarıyor metni ve sadece anlatılanı değil, anlatım şeklini de biricik kılıyor.

Özgün bir anlatı, mutlaka okunmalı.

Son bir şey; bu adamın adı konusunda mutabakata varılamıyor bir türlü. "Jun'ichirō" görüldüğü gibi. Gelin görün ki Anahtar'da "Cuniçiro", yine Can basmış. Başka bir baskıda "Junichiro". Eeh, nasıl kaydettiysem öyle devam ediyorum.

14 Ekim 2017 Cumartesi

Junichiro Tanizaki - Bir Kedi, Bir Adam, İki Kadın

Cuniçiro mu, Juniçiro mu, Junichiro mu, nedir bilmiyorum. Adamın Türkiyede üç farklı ismi var, hangisi tutuyorsa artık. Adamın metinlerinin isimleri de problem; İhtiyar Çılgın olarak okuduğum sonradan Çılgın Bir İhtiyarın Güncesi olmuş. Değişik.

Tanizaki'nin kedili fotoğrafı meşhur, kedileri seven birinin kedi ruhunu anlayıp benimsediği ön kabulüyle bakarsak Şozo alığının da bir kedi olduğunu söyleyebiliriz. Büyük bir kedi. Keyfine düşkün. Kolaylıkla yönlendirilebilir, keyfi kaçmasın diye kolaylıkla yönlenir. Çatışmalardan uzak durur, bulaşmaz. Mesela Şozo'nun anası Orin ve Fukuko arasında tartışma çıktığı zaman, tartışmanın sebebi kendisi olmasına rağmen aralarına girip konuya açıklık getirmez, oradan topuklayarak kaçar. Kedi davranışı. Şu da var, "Aslına bakarsanız, bu uyumsuzluğun nedeni, ikisinin de karakter sahibi olmasıydı." (s. 27) Karakterler çatışıyor ve anlaşmazlıklar çıkıyor, bunlar da kedi işi değil mi? Karakterlerin hemen hepsini koca kediler olarak görmeye başladım, Lili'nin etrafta olup bitenlere biraz şaşkın ama bildiği olaylara bakarmış gibi baktığını düşünüyorum.

Lili, kedi. Şozo, oğlan. Anası Orin. Eski eşi Şinako. Yeni eşi Fukuko, kuzeni. Dördü arasında hesaplı kitaplı davranışlar, itmeler, çekmeler, üstünlük kurma çabaları... Tam bir çatışma. Neden? Şozo yelkenli olduğu için. Şinako bu herifi niye geri istiyor? Savaşı çok erken bıraktığı, Orin'le Fukuko karşısında erken pes ettiği için. Kendisine yamuk yapılıyor ve ne kadar şapşal bulsa da kocasından ayrılmak zorunda kalıyor. Araya nifak sokacak ve ikisini ayırmaya çalışacak, altta yatan plan bu. Fukuko'ya mektup yazıyor ve aslında istemediği Lili'yi istediğini söylüyor. "Kendi hayatından daha değerli olan o adamı" vermiş, karşılığında kediyi almak çok bir şey olmasa gerek. Şinako'nun dırdırını katlanılır kılmak için Lili vardı, şimdi sevdiği kadınla birlikte olan Şozo'nun kediye neden ihtiyacı olsun? Yoksa yine mi var, Fukuko'yu da terk etmek istiyor olabilir mi? "Ama sen yine de dikkatli ol, alt tarafı kedi deyip geçersen o kedi de senin yerine geçer." (s. 9) Şinako akıllı kadındır, bunlara pabuç bırakmaz ama rezillik çıkmasın diye evden gider ama saatli bombayı bırakır böylece. Şozo kediyi çok sevdiği için Şinako'ya vermek istemiyor ve Fukuko'yu bahane ediyor. Bunu öğrenen Fukuko zaten Lili'yi pek sevmediğinden kediden kurtulmaya karar verir ama Şinako'nun zafer kazanacağı düşüncesiyle duraksar, işin hesabını yapar. Şozo'nun Lili için aldığı yiyeceklerin kendi öğünlerini de oluşturduğunu dehşetle fark eden Fukuko için sonrası kolaydır, kocasına dünyayı dar eder ve bir haftalık alışma süresinin sonunda kediyi yollamayı kabul ettirir.

Fukuko, Şinako'ya duyduğu öfke ve Şozo'ya duyduğu öfke arasında kaldıktan sonra doğru kararı verdiğine inanır. Pek sabırlı değildir, düşünmeye de zaman ayırmamıştır, doğru karara çabucak varıp onun arkasında durur. O da bir nevi Şozo'dur zaten, paraları olduğu zaman gezip tozarlar, geri kalan zamanda kavga ederler. Evde huzursuzluk havası eser, Orin'in eseri. Bu Şozo biraderimiz hiçbir yerde dikiş tutturamaz, babasını kaybeder, sonra hayta olup çıkar. Zücaciye dükkânları zarar etmeye başladığında Fukuko'nun sahip olduğu parayı düşünen Orin, Şinako'nun ayağının evden kesilmesi için Şozo'yu doldurmaya başlar, bir yandan da Fukuko ve babasıyla sıkı fıkı olur. Şinako her şeyin farkına varsa da mücadele edecek gücü kendinde bulamaz. Hikâyeleri bu. Pek bir şeye kıymet vermeyen Şozo'nun Lili takıntısı bu gidişatı durduracak tek etkendir, Şinako hassas noktadan saldırmıştır.

Lili'yle Şozo'nun on senelik mazisi vardır. Kedi uzaklara gönderildiğinde kilometrelerce yolu yürüyerek geri döner, köpekler gibi. Huyu suyu uzun uzun anlatılır, Şozo'yla münasebeti uzun uzun anlatılır, aralarındaki bağın kuvvetini anlarız. Kedi Şinako'ya gönderildiğinde Şozo çok üzülür, çok endişelenir ve yasağı yer; hamama gitmesi haricinde evden çıkması Fukuko tarafından yasaklanır ki Şinako planında başarılı olamasın, Şozo'yu kedi bahanesiyle yanına çekmesin.

Şinako'nun kediyle ilişkisi de ilginçtir; Lili kadına önceleri yüz vermez hatta yağmurlu bir günde evden kaçar ve kadına tekrar terk edilmiş gibi hissettirir ama en sonunda yorgun, ıslanmış olarak geri döner. Yaşlanmıştır, Şozo'nun coşkulu sevgisine ulaşmaya çalışmaktan vazgeçer ve huzuru bulduğu yerde kalır. Bu da kedinin insanlaşması olsa gerek. Şinako da değişir; eski evinde Lili'ye birazcık olsun ilgi gösterseydi yuvasının dağılmayacağını düşünür. O zamanlar Lili'nin kakası kötü kokar tabii, bacaklarına kum yapışır, yağışlı günlerde evin kokusu ağırlaşır, bilmem ne. Aslında son derece itici ama iş sevilenler uğruna katlanılanlara dönüyor zaten. Özgecilik, fedakârlık, bu nevi işler ilişkilerin sürdürülmesini sağlıyor. Özgeci olmayanlar, benciller ilişkiyi cehenneme çeviriyor. Bir odunla birlikte olduğunuzu fark etmeye başlıyorsunuz falan, burada durmalıyım çünkü Şinako odun değil. En azından hepimiz kadar, bazı şeylere katlanamayanlar kadar odun. Suçlu yok.

Şozo'nun Şinako'nun evine gelmesiyle sona ulaşırız. Gizli gizli gelir, Lili kendisine yüz vermediğinde yıkılır ve kedinin yediği yiyeceklerin kabuklarını gördüğünde kafasında bir ışık yanar. Metnin karakter değişimi üzerine olduğunu da söyleyebiliriz, şöyle ki Şinako artık çalışmak zorundadır, Lili'yi beslediği yiyecekler de pahalı olduğuna göre fedakârlık yapmaktadır. Kadının ruhunda vardır bu, Şozo görememiştir ve etrafındaki herkesin hayatını kendisinin zorlaştırdığını anlar. Şapşallığının farkına vardığı an etrafındaki herkesten daha kötü bir duruma düştüğünü anlar, Şinako'nun ayak seslerini duyar duymaz ön kapıdan kedi gibi fırlar.

Değişimli, kavgalı bir Japon mucizesi. Tanizaki'nin kadınlarıyla erkekleri arasındaki husumet çok yeni ve yaratılış kadar eski. Bu duygu varsa iyidir. Tanizaki çok iyidir.