29 Temmuz 2019 Pazartesi

David Toscana - Son Okur

Gerçeklikle kurmaca arasındaki sınırı zorlayan yazarların arasına Toscana'yı da katıyorum, sıranın önlerine geçmesini sağlayan biçemi takdire oldukça değer. Yer yer postmodern klişelere yaslansa da Meksika'nın kaotik ortamında biten -neydi o her yerde biten arsız ot?- insanların yaşadıkları dünya gerçek, mesela Meksika diye bir yer yok. Kurmaca bir Meksika var, Sancho Villa ve diğer isyancılar gerçek ama hikâyeleri anlatılan toprakların var olup olmadıkları konusu dönüp dolaşıp kurmaca duvarına tosluyor. Aslında anlatılan her şey bu duvara toslamak zorunda ama okur olarak sınırsız bir güce sahibiz, mesela ben anlatılan her şeye inanıyorum. Meksika diye bir yer var, kayıp bir çocuğun cesedini kuyudan çıkarıp armut ağaçlarının dibine gömen bir adam var, bu adamın tek başına açtığı ve hiç kimsenin gelmediği kütüphanesinde gerçekliği okuduğu metinler üzerinden yaratan bir babası var, bunların hepsi gerçek, gerçeklikleri değillenemez. Galileo'dan mülhem, "Ben gerçek değil desem de gerçek." O yüzden Toscana'nın dünyasında neyin gerçek olduğuna odaklanıyorum şu an ama önce klişeler. Okuduğumuz metnin anlatının sonunda bir karakter tarafından okunmaya veya yazılmaya başlanması, bir. İç savaş zaten o coğrafyanın kaderi ve kederi, bunu klişeden saymayabiliriz veya yarım sayalım, tamamen gerçek bir mevzu olduğu için. Gerçekliği okuduğu metinler yoluyla tekrar kuran -tersi de geçerli- karakter, iki buçuk. Bir kayıp, bir yitim sonucu gerçeklik algısı kaymış olan bir karakter, üç buçuk. Toplamda bu klişelerin gayet iyi bir şekilde kullanıldığı iyi bir metin var elde, okunmasını öneririm. Toscana'nın iyi bir buluşu, çevirmen Pınar Savaş'ın da notunda belirttiği gibi gerçeklikle kurmaca arasındaki sınırı ortadan kaldırmak için noktalama işaretlerini ketlemek. Alıntılarda, diyalogların başında ve sonunda vs. herhangi bir tırnak veya ayırıcı bir işaret yok, virgül ve noktadan başka. Diyaloğun nerede başlayıp nerede monoloğa geçtiği, anlatı zamanının nerede kesilip karakterin okuduğu metindeki anlatının nerede başladığı olabildiğince belirsiz kılınmış ki metin içindeki metin ana metinden ayrılmasın, diyaloglar tek bir karakterin ürünü olsun veya monologlar herkes tarafından söylensin. Aşırı deneysel bir durum yok, yine de dikkatli bir okuma şart. İsyancılarla askerler arasındaki çatışmaların, ülke tarihindeki ayaklanmaların ele alındığı bölümler nispeten lineer anlatıya uyuyor ama karakterlerin dahil olduğu her bölümden bir oyunculluk bekleyebiliriz. Şöyle aslında, Rushdie'nin Geceyarısı Çocukları nam muazzam, olağanüstü metnini ele alalım, meseleyi çok daha basitleştirelim ve noktalama işaretlerinden kurtaralım, Toscana'nın metnine ulaşabiliriz diyeceğim ama ulaşamayız, Geceyarısı Çocukları'nın girift yapısı bu sihirli dünyaların anlatısını çok uç bir noktaya ulaştırmış durumda. Sonuç olarak elimizde anlatım tekniği açısından yeni -bildiğim kadarıyla yeni tabii- ama ele alınan meseleler açısından çok da yeni olmayan bir metin var.

Güneş kavurucu, insanlar yoksul, su kuyuları kurumaya yüz tutmuş. Icamole'de durum aşağı yukarı böyle. Melquisedec'in kuyusu iş görüyor, bütün köy adamın kuyusunu ihtiyatlı bir şekilde kullanıyor ama Remigio bol bulmuş gibi saçıyor biraz, yıkanmak gibi biraz lüzumsuz işlerde kullanıyor suyu. İlk bölümde suyun önemini anlıyoruz, kuyuya atılan ölü bir hayvanın bütün kuyuları kirleteceğini, yer altındaki su yollarının birbirine bağlı olduğunu söylüyor Lucio, Remigio'nun babası. Mesela Remigio kuyuda bir kız bulduğu zaman onu hemen oradan çıkarmak gerektiğini düşünüyor, zaten azaldıkça azalan suyun kirlenmemesi için. Önce kızın ölü olup olmadığını anlamıyor, çıkarınca anlıyor. Kızın civar yerleşimlerden olmadığını anlıyor, babasının da fikrini alarak armut ağaçlarının dibine gömüyor bedeni. Bu ağaçlar önemli, civardaki sayılı besin kaynaklarından biri olan armudun ana vatanı, yetiştiği yer, toplandığı mekan, yendiği gölgelik, düşmeye teşne yaprakların meskeni bu ağaçlar. Lucio için kütüphanesi kadar önemli. İnsanlar Lucio'ya yemek getiriyorlar, bir de kitap alıyorlar, ödünç. Lucio kitaplarına öyle bağlı ki tek başına inşa edip doldurduğu kütüphaneye devlet yardımı kesildiği zaman bile açık tutuyor mekanı, tek başına işletiyor. Sözün gelişi işletmek, bütün gün oturup kitap okumaktan başka yaptığı bir şey yok. Yazarların metinlerinde yer verdikleri yemekleri gördüğü zaman siniri bozuluyor, gerçek yaşamda bahsedilen yemeklerin uzağından yakınından geçmediği için. Keşiş gibi yaşıyor, Fransızca bir metin okuduğu zaman Fransızlaşıyor, bir katilin anlatılıyorsa küçük bir kızın ölüsü civardaki kuyulardan birinde bulunuyor, mesela. Anlaşılıyor ki kız aşağıdaki kasabada kaybolmuş, Icamole'ye kadar nasıl geldiği bilinmiyor. Lucio mevzudan haberdar olunca hemen okuduğu metinleri hatırlıyor ve ne yapılması gerektiğini söylüyor falan, babayla oğlunun arasındaki ilişkiye baktığımız zaman genellikle babanın sözünün geçtiğini ve oğlanın kendini pek dinletemediğini görüyoruz, baba sürekli olarak okuduğu metinlerdeki karakterleri canlandırıyor, oğlunu o sırada ne okuyorsa oradaki bir karaktermiş gibi görüyor. Remigio için zorlu bir yaşam. Annesinin ölmesi Remigio için büyük bir kayıp, babası içinse kayışı koparmak için geçerli bir neden. Anne sık sık karşımıza çıkıyor, anılarda ve okunan metinlerde. Eşini yaşatmak için durmadan kitap okuyan bir adam işte Lucio, Remigio'ysa kaybının yasını tutup yaşamına devam ediyormuş gibi görünüyor. Lucio'nun okuduğu kitaplar, en azından bir kısmı tamamen uydurmaca değil, aralarında Metis'in bastığı Madrid'de Sonbahar var örneğin. Başka neyin tamamen gerçek olduğu konusunda aynı şeyi söylüyorum, her şey gerçek.

Icamole'nin tarihçesi için genişçe bölümler ayrılmış, 1876'daki savaştan sonra Icamole açık hava mezarlığına dönüştüğü ve ölenlerin hiçbirinin adı bilinmediği için ölülerin Icamole'ye gömülmesi yasak, bedenlerin birbirine karışmaması için. Onca bedenin ayırt edilmesi imkansız gibi gözükse de, evet, imkansız. Bir şeyi değiştirmiyor bu, Remigio emre karşı gelip çocuğu gömüyor ve gömer gömmez kızın annesi çıkıyor ortaya, ondan önce iki jandarma köye geliyor ve küçük bir kız çocuğunun görülüp görülmediğini araştırıyorlar. Köy pek kalabalık olmadığı için işleri kısa sürüyor, kibirle ayrılıyorlar o mezbeleden. Lucio'nun kurgusu bunlar, Son Okur'da kendi hikâyesinin anlatıldığını düşünürsek, üstelik her okurun metni kendince biçimlediğini de aklımızda tutarsak katman katman bir yoklukla karşılaşıyoruz, karakterler hem yer aldıkları metinden hem de yaşamlarından yola çıkarak korkunç bir yalnızlığın içinde yaşamaya mahkum oluyorlar, kendilerini de mahkum ediyorlar bir yandan. Lucio'nun kitaplardan başka çıkış yolu olmamasına rağmen en sonda mevzu bahis metne dönmesi bu yalnızlıktan, eh, belki de hoşlandığını gösteriyor. Yalnızlığa şekil veriyor üstelik, noktalama işaretlerine dair fikirlerinin okuduğumuz metin üzerinde uygulandığını görüyoruz zaten, karmaşık bağlantıları çözmek için metnin gizemlerini açığa çıkarmak, karakterlerle anlatım biçimini denklemek gerekiyor. Metni iyi okumak lazım yani, yoksa aslında kuru olmayan ama kuru bir anlatıyla karşı karşıya kalabilirsiniz. Bazı ipuçlarını bulmak kolay, Lucio'nun okuduğu metinde geçen Alberto Santín'in gömdüğü çocukla Remigio'nun gömdüğü çocuk arasındaki paralellik kendiliğinden oluşuyor, bu noktada da Lucio'nun dünyayı görme biçimiyle Remigio'nunki ayrılıyor. Remigio kitaplarda anlatılan hiçbir şeyin gerçek yaşamda edinilen deneyimlerin yerini tutamayacağını düşünüyor, babasının düşündüğünün aksine. Çocuğu gömerken duyduğu acıyı düşünürken şöyle diyor: "Alberto Santín bunların hiçbirini bilmeyecek çünkü yazmak yaşamak değildir, çünkü okumak da yaşamak değildir." (s. 50) Bu yüzden kitaplarla pek ilgisi yok Remigio'nun, edebiyatla ilgili ne kadar eleştiri ve görüş varsa hepsini Lucio vasıtasıyla görüyoruz. Mesela ölü yazarların metinlerini daha çok beğeniyor, o metinlerde aşırı tüketimin çirkinliğine dair aşırı örnekler olmadığı için. Günümüzün edebiyatında ürünler, duygular, insanlar kolayca tüketiliyor, oysa yüz yıl öncesinin yazarları yaşamın özüne dair yazıyorlar, karakterleri çok gerçekçi -çook gerçekçi- ve kola içmiyorlar.

Lucio'nun takıntıları -kendisince- gerçek edebiyatın peşinden koşmasına yol açıyor ve tutkuyla yaklaşıyor bu işe, örneğin beğenmediği metinler için ayırdığı bir oda/mezarlık var, kitapları oraya atıp çürümelerini bekliyor. Yakamıyor, gömemiyor, ulaşılmaz kılıyor. Bunun yanında çocuğun annesi ortaya çıkınca kadınla kurduğu ilişki de bu tutkusunun yardımıyla biçimleniyor. Kadın da kitap kurdu, deli gibi okuyor ve bu sayede iyi anlaşıyorlar. Kaybedilen eşin yası, kurmacalardaki kusursuz kadının ortaya çıkmasıyla birlikte tamamlanan bir sürece dönüşüyor. Eşin bir kitapta geçip geçmediği konusunda elimizde tutarlı bir bilgi yok, Lucio'nun da kafası karışıyor en sonunda, her şey giderek kurmacanın bir parçasına dönüşüyor ve malum sona ulaşıyoruz.

Son olarak toplumsal meseleler. Toscana sürüyle çarpıklığın olduğu ülkesini eleştirmekten geri durmuyor. Şu sadece bir örnek: "Meksika her daim en iyi Meksikalıları sürgüne gönderdiği için akbabaların ganimeti haline gelmiştir." (s. 113)

Sağlam bir metin bu, okumalısınız.

28 Temmuz 2019 Pazar

H. P. Lovecraft - Tuhaf Kurgu Yazmak Üzerine Notlar

Lovecraft'ın mektuplarından bir parça, makalelerinden de bir parça. Adamın otuz bin mektup yazdığı söyleniyor, o zamanların WhatsApp'i mektup zincirleri olduğu için, Lovecraft da her türlü amatör oluşumu desteklediği için gününün önemli bir bölümünü mektup yazarak geçirdiğini söyleyebiliriz. Bunun yanında yazar arkadaşlarıyla mektuplaşmaları da var ki asıl ilgi çeken kısım bu ama derlemeye Clark Ashton Smith'e yolladığı mektup dışında dişe dokunur bir metin alınmamış ne yazık ki. Lovecraft'ın zaten bir avuç okuru varken mektuplarının basılması ekonomik intihar olur, elini bu taşın altına sokacak babayiğit henüz yok, interneti kurcalayınca bazı mektuplarına ulaşılabiliyor gerçi. Her neyse, bu bile önemli bir girişim. Laputa Kitap güzelliği.

Sıradan gidiyorum, Lovecraft'ın kısa bir otobiyografisi. Ataları toprak sahibi olduğu için kendini daha çok taşralı olarak görüyor. Evliliğini sürdürmek için yaşadığı topraklardan ayrılıp New York'a yerleştiği kısa sürede tutulduğu buhranları, her gün çıktığı kısa gezintilerin eksikliğini düşünürsek doğadan ayrı kalamadığını söyleyebiliriz. Çok küçükken tuhaf şeylere tutulduğunu söylüyor, babasının ölümünden sonra eksantrik bir büyükbabanın gözetiminde büyüdüğü için bu da normal. Büyükbabası Lovecraft'ı geceleri karanlık koridorlarda ve boş odalarda gezdirirmiş, karanlık korkusunu yensin diye. Poe'nun da küçükken mezarlıklarda takıldığını biliyoruz, çocukluklarında alıyorlar zehri. Peri masallarını, cadı ve hayalet hikâyelerini dinlemekten keyif alıyor Lovecraft, Yerel Şam Pazarı'ndan edindiği eşyalarla bir Arap köşesi yaptırıyor, Abdul Alhazred'in kurgusal unvanını bu sırada aldığını söylüyor. Bulfinch'in meşhur mitolojisini okuyor ve Boston'daki klasik sanat müzelerine giderek "Romalıya dönüşüyor". Roma dönemine hayranlık duyuyor kendisi, Roma'nın yıkılışından sonraki zamanların karanlığından nefret ediyor, yaşadığı çağdan da nefret ediyor, bu yüzden Roma dönemini ve öncesini araştırıyor, Yunan ve Roma mitolojisindeki varlıklara inanıp onları göreceğini hayal ediyor. Okumayı üç yaşında söktüğü ve dört yaşından itibaren uçuk kaçık metinleri okumaya başladığı için pazar okulunda pagan pagan şeyler söyleyip din adamlarını dehşete düşürüyor, okula devam etmiyor liseye kadar, evde eğitim görüyor. Liseyi zar zor bitirdikten sonra üniversiteye gitmiyor, yazma çalışmalarına başlıyor ama önce Poe okumaya başlıyor tabii, sekiz yaşında "idolüm" dediği Poe'yla tanışıyor, Poe etkisi kendini gösteriyor ve kendi sözleriyle "kötü öyküler" yazmaya başlıyor Lovecraft. Bu sırada bilimlere merak sarıyor, evinin mahzenine bir kimya laboratuvarı kurduruyor. Herbert West'in bulunduğu öyküler bu dönemin anılarıyla yazılıyor. Sonra Lovecraft bakıyor ki bilim pahalı ve ailesinin durumu iyi değil, edebiyata dönüyor. Doğup büyüdüğü ev satılıyor bu sırada, Lovecraft için büyük travma. Bir gün zengin olup evi geri almayı düşünüyor ama hiçbir zaman zengin olamayacağını anladığı an kendi dünyasını kendinden emin bir şekilde inşa etmeye başlıyor. Geçinmek için başka yazarların metinlerini düzeltiyor, bir yandan da öykülerini ve makalelerini yayımlatıyor. Yıllar geçiyor böylece. "Sosyal, sanatsal ve politik bakımdan son derece muhafazakârım ve bununla birlikte tümüyle bilim ve felsefeyle geçen otuz dokuz yılıma rağmen uç noktada bir modernistim de." (s. 17) Daktilo kullanmıyor, soğuğa karşı olağanüstü hassas olması zaten bilinen bir şey, 37 derecede kasılmaya başlıyormuş. En önemli kısımlardan biri şu: "Yayımlanmayacak yazılar üretmekteki olağanüstü hızım, ciddi baktığım bir hikâyeyi ağır ağır, özenle incelememe olanak veriyor. Ahenk ve nüanslar da dâhil, ayrıntılara çok dikkat ediyorum ama amacım mümkün olan en kuvvetli sadeliği, sanatı saklayan sanatı yakalamak. Genelde orta uzunluktaki bir hikâyeyi üç günde, farklı uzunlukta seanslarla yazıyorum. Düşünce silsilemin bozulmasını sevmediğimden başka bir işin araya girmesine izin vermiyorum." (s. 19) Cthulhu'nun üç günde ortaya çıktığını düşünüyorum, müthiş bir şey.

Bir makale, kedilerle köpeklerin kıyası. Lovecraft ağır bir kedici ama iş bununla kalmıyor, kediler üzerinden psikolojik, siyasal vs. pek çok çıkarımda bulunuyor. Ağır bir ırkçı, öyle olmadığını söylese de ırkçılık alenen ortada. Kedileri Ari ırkın yılmaz ruhundan parçalar taşıdıkları için, mitolojide önemli bir yer tuttukları için ve daha pek çok sebepten ötürü çok seviyor, kedili fotoğrafları da var kendisinin. Neyse, özet şu: "Köpeklerin en çok hayal gücünden yoksun köylü ve kasabalılar tarafından, kedilerin ise hassas şairler, aristokratlar ve filozoflar tarafından sevildiği az sonra, biraz biyolojik ortaklık üzerine fikir yürütünce daha iyi ortaya çıkacaktır." (s. 25) Valla ortaya çıkan şey müthiş bir hayal gücüne sahip bir adamın dünyayı görmek istediği biçimiyle görmesinden başka bir şey değil. Ağır bir monarşi yanlısı, faşist düşüncenin zaferini bekleyen bir adam Lovecraft, demokrasinin saçma sapan bir icat olduğunu ve aristokratik monarşiyi desteklediğini söylüyor. Seçkinci, "melez" ve "aşağılık" olarak gördüğü diğer ırkları yerin dibine sokarken köpekleri de o ırklarla bir tutuyor. Köpekler aptal, sağa sola salyalarını akıtan köleler, başka bir şey değil. Üniversitenin ilk yılında Hasan Fehmi Nemli çevirisinden külliyatı okuyup derinlemesine araştırmaya giriştiğimde Lovecraft'ın bu fikirlerini öğrenip şok olmuştum, hiç yakıştıramamıştım ama o zamanlar ayrım yapamıyordum, öykülerle öykülerin yazarı arasında derin bir uçurum olabileceğini çoktandır biliyorum.

Clark Ashton Smith'e bir mektup. Smith'in Verlaine çevirdiğini öğreniyoruz, Fransızca şiirler yazdığını öğreniyoruz, resimlerinden zaten haberdarız, eğer azıcık ilgimiz varsa. "Şimdi çizim tahtana yerleştirdiğin o yeni kâğıt için merakım daha da kabardı. Şeytani dehanın tasavvurlarıyla kâfirleşen o kâğıdı çok geçmeden görebilecek miyim acaba!" (s. 42) Lovecraft'ın bir öyküsünün karakteri olan ressam Pickman acaba Smith'ten esinlenmenin sonucu mu diye düşünüyorum, muhtemelen. Abdul Alhazred ve Necronomicon'la ilgili bilgi topladığını söylüyor Lovecraft, kurmacayı samimi arkadaşlarına yolladığı mektuplarda bile sürdürüyor, çok ilginç. Vathek'ten esinlendiğini de söylüyor arada bir yerde, zaten Doğu kültürüyle ilgili canavar gibi araştırma yaptığı için gayet mümkün. Arkham ve Miskatonic Üniversitesi de bahislerden biri. İnandırıcılık için başlangıç noktası arkadaşlar sanırım, Lovecraft inanmadığı bir şeyi yazmıyor sanki.

August Derleth'e bir mektup. Randolp Carter'ın Hikâyesi nam öykünün kaynağını anlatıyor Lovecraft, aslında öyküyü yazmadan "yazdığını" söylemek mümkün. Gördüğü bir rüyanın detaylarını veriyor: sis, mezarlık, telefon teli, kürekler, sonrasında arkadaşın mezardan aşağı inişi falan, hikâyenin aynısı işte. Lovecraft kendisini Randolph Carter'a çevirerek yazmış öyküyü. Merak ettiğim şu ki Randolph Carter'ın geçtiği diğer hikâyeleri de rüyasında mı gördü Lovecraft, yoksa iş bir noktadan sonra uydurmacaya mı döndü? Bu meselenin yer aldığı mektuplar varsa keşke onlar da çevrilseymiş.

Robert E. Howard'ın intiharından sonra kaleme alınmış bir makale var, bu makale Minima'dan çıkan Solomon Kane'in sonunda da yer alıyor. Howard'a derin bir hayranlık duyuyor Lovecraft, hatta imreniyor. Mektup arkadaşı ikisi ama hiç görüşmemişler, Howard tek bir yazar arkadaşıyla görüşmüş intiharına kadar. Onun hikâyesi de ilginç ve garip. Petrolün yanı başındaki yaşamın da petrol gibi çürümüş vaziyete geleceğinden bahsetmiş bir kez, babasının işi yüzünden petrolle sürekli burun buruna geldiği için yaşamından vazgeçmiş. Howard da çok şahane yazardır, gıyabında teşekkür edeyim.

Geri kalan makalelerde tuhaf kurgu yazmak üzerine birtakım notlar, şiir sanatı üzerine birtakım atıp tutmalar, bolca ırkçılık ve tepeden bakmacılık, ukalalık ve benzeri şeyler var, Lovecraft hayranı olan beni tatmin etti açıkçası. Fikirler değil, öykülerini sevdiğim adamdan birkaç şey daha okumak tatmin etti. Lovecraft hayranları mutlaka okumalılar, kesmeyince internetten başka mektuplarını da bulmalılar. Çevirmeliler ve mümkünse basmalılar. Evet.

27 Temmuz 2019 Cumartesi

Banu Özyürek - Bir Günü Bitirme Sanatı

Raskol'un Baltası ne güzel öyküler basmış ya, geçende kampanyadan aldığım kitapları birer birer okuyasım var ama aralara başka kitaplar sıkıştırıyorum ki hemen bitirmeyeyim, güzelliği zamana yayayım. Banu Özyürek'i hemen okumak istedim, Twitter'da sıklıkla övülüyordu, merak ettim. Evet, Banu Özyürek övülmelidir, iyi bir öykücü. Öykülerdeki birkaç tökezden de bahsedilmeli, bunun yanında öyküler derinlemesine incelenmeli. Fatma Nur Kaptanoğlu'yla kıyaslamalı bir okuma yapılabilir mesela, sesleri çok benzer, hatta birinde dedenin vefatından hemen sonrasındaki cenaze evi sekansını diğerindeki bir öyküde yer alan anneanne, anne ve meftun dede üçgeninin hemen berisine yerleştirmek mümkün. Bizim kuşağın torunluğu ağırlıklı olarak annenin veya babanın kayıpla baş edememesi üzerinden biçimleniyor, biyolojik duvar yıkıldığı için ölüme bir adım daha yaklaştıklarını fark eden ebeveyn bir yana, ikinci sıraya yükseldiğimizi bildiğimiz için ölümle kendiliğinden bir mesele doğmuş oluyor. Korkuyu dizginlemek için anneden ve babadan beklediğimiz teskinlik bir türlü görünmüyor, zira onlar da ilk kez olmasa bile ölümle "bu ölçüde ilk kez" bir yüzleşmeyle karşı karşıya kaldıkları için kendi acılarını, belki de duyguların bastırılmasından ilk kez kurtulabildikleri için -onların bir iki kuşak büyükleri baskılamayı süper bir nimetmiş gibi öğretmişler, yaşamlar bu gölgenin altında serpilmiş, gördüğüm kadarıyla- ilk kez özgürce duygulanmanın serbestliğinde, üstelik o zincirleri taşıyanlar ve çocuklarına takanlar öbür tarafa göç etmişken yükü kaldıramıyorlar. İş çok kişiselleştiği için burada bırakıyorum, ben de bir iki öyküde anneanne ve anne meselesini kurcaladığım için çıkarımdan çıkarıma koştum, öykülere dönüyorum. İthaf anneye, Özyürek'in bazı öykülerinde anne önemli bir yer tutuyor. Bunun yanında bütün öykülerde anlatıcının yaşamı üzerinden gidiyoruz, ses hemen hiç değişmiyor, olayın odaklanma ölçüsüne göre detaylandırmanın inceliği değişse de hemen hemen tek bir karakterin yaşamından kesitler gördüğümüz söylenebilir. Çok kişisel/kahraman odaklı bir dünyanın, anlatının sundukları içinde bolca sosyal iletişimsizlik ve karakterin kendiyle "aşırı" iletişimi var. İlk öykü Bir Günü Bitirme Sanatı, öyküler arasında en uzun olanı. İtalik bir bölümle başlıyor, mektubun girişi. Sonradan ana anlatı bu mektupla paslaşmalı olarak ilerleyecek. Semra'yla tanışıyoruz doğrudan, anlatıcıya umut verdiği söyleniyor. Hemen ardından bir günün başlangıcına şahit oluyoruz, uyanma anından sonra düşünceler yığılmaya başlıyor. Anlatıcı ayak parmaklarıyla oyalanmayı bir tür ölüm gibi görüyor, kafasındaki kaosu susturabildiği için. Kendinden, başkalarından ve Semra'dan kurtuluyor böylece ama mektubun başlangıcını ele alırsak hatırlamanın bu geçici kurtuluştan daha önce geldiğini, hatırlamanın her zaman her şeyden daha önce geldiğini ve aslında kurtuluşun da başka hatırlayışlar için bir nevi boşluk yarattığını söyleyebiliriz. Anlatıcının hapları ve temizinden bir agorafobisi var, sosyofobisi de var, aslında çok sayıda fobisi var ve bu fobiler kalbini havaya uçurabilecek seviyede. Bu infilakı göze alarak Semra'yı arıyor, yer ve zaman belirleniyor, buluşacaklar. Buluşma anına kadar birtakım kaygılar peydah oluyor. İletişim yeteneğini yitirme, sıkıcılık, kendini gerçekleştiren kehanet bağlamında bir yenilgi, öğrenilmiş -veya kaktırılmış- çaresizlik, gerçekliğin ağır yükü, bu tür şeyler. Semra'yla buluşuyorlar ama Semra telefonla konuşuyor, anlatıcı yumruk atmak isteyip atamıyor. Yapmak isteyip yapamadığı çok şeyden biri, hepsinin hayalini kurup o ânın ağırlığından kurtuluyor, gerçekliği hafifletmek veya silikleştirmek için bir nevi savunma mekanizması. Şiddete meyil de bir başka mesele, başka öykülerde de karşımıza çıkıyor. Neyse, buluşuyorlar ve anlatıcı garip davranmak istemeye istemeye garip davranıp rahatlıyor nihayetinde, evine dönüyor ve "elindelikten" yoksun olduğunun farkında olduğunu söylediği bir mektup yazıyor, sonrasında pek çok mektup yazıyor. Telefonla aramayı düşünüyor. Rüyalarını ele geçirmeye kalkışmıyor ama kalkışsa yerinde olurdu. Sırf Semra üzerinden ilerlemiyoruz, anlatıcının işinden ve meskeninin civarında olup bitenlerden de facialar ve sosyallik hayalleri devşirilmesine şahit oluyoruz. Sokakta oynayan çocukların babalarıyla yaşanacak aşklardan depremin sokaklara döktüğü insanların arasına karışma hayallerine kadar pek çok arzuya denk gelsek de "elde edilemeyen" bir yaşamın bu arzuların gerçekleşme ihtimali olmadan akıp gittiğini duyuyoruz daha çok, hatta bu yaşamın elde edilmemesinin istendiğini de düşünebiliriz, bilinmeyendense bilinen -ne ölçüde kötü olursa olsun- daha iyi. Allah konuşsa deli korkacağını söylüyor karakter, Allah'a neden o kadar yalnız olduğunu sorduktan sonra. Bir cevap istenci yok, çocukluktan beri böyle, arada derede öğreniyoruz bunu da. Dünya ekseninden kayıp düşse ne olacağını merak edip korkan bir çocuk, büyüdüğü zaman kendisi dünyanın çekiminden kurtulup düşüyor, her şey giderek uzaklaşırken o benmerkezciliğine sarılıp varlığını sürdürüyor. Geriye kendinden başka bir şey kalmamacasına.

M.'nin 78. Yalanı geliyor ardından. Evlilik, pilav ve M.'nin dönüşünü beklemek. Sigara içiliyor, sigaranın dumanının anlatıcıyla M.'nin adının yazması bekleniyor. Karakterin nesnelerle kurduğu sihirli ağlardan yalnızca biri, huzursuzluğu dindirmek için gereken tek insan ortalarda olmayınca sunacağı sihir nesnelerde aranıyor, öylesi bir gereksinim ve yalnızlık var elde. Anlatıcı M. ile evli ama M. karakterle evli değil, eve geç gelmesinden ve bazen hiç gelmemesinden anlıyoruz bunu. Tatar Çölü'nün bekleyiş psikolojisi anlatıcıya aktarılmış, öyküde romana küçük göndermeler var. İletişimsizlikten ötürü M.'nin ciklemesi veya havlaması dahi bekleniyor, yeter ki paylaşılabilecek bir iletişim düzlemi oluşsun ama olmuyor bu tabii, M. ortalarda yok. Kızgınlığın sınırı aşılırsa M.'nin gitmesinden korkuluyor ki bunun görsel örneğini şurada görmek mümkün, adamın masayı devirmesinden korku dolu haline geçişindeki kaygıyı elimle tutuyormuş gibi hissedebiliyorum, anlatıcı da benzer bir gerilimi taşıyor. M.'nin eve geldiği saatleri not ediyor, kapıdan pırıl pırıl, son model bir M.'nin girmesini bekleyip ona evlenme teklif etmeyi düşünüyor, paylaşılan bir gerçekliği oluşturmanın hayalini kuruyor. Yaşadıkları M.'yi doğrudan ilgilendirse de M. hiçbir şey olmamış gibi davrandığı için, nasıl desem, varlıksal bir yalanı söylüyor her an, anlatıcının gerçekliğinin içinde bir leke gibi, bütün uyumsuzluğuyla duruyor. Kurduğu hayalle şahitlik istencini sunuyor anlatıcı, yaşamını aynı düzeyde paylaştığı bir diğerinin, sevdiği insanın gerçekliğe uyumlu bir katılımını bekliyor. En sonunda çirkin gerçeklikte eve gelip 78. yalanını söylüyor M., Markov.

M.'nin 79. Yalanı düzyazı şiire benzer bir formla anlatılıyor. Başta epigraf niteliğinde bir giriş var, bir yalan varsa ikinci yalanın olmayabileceğine, 78 yalan varsa 79. yalanın olabileceğine dair. Burada bir dipnot var, Eskimoların böyle bir atasözünün olmadığı söyleniyor. Bence buna lüzum yok, zira epigrafın oyunculluğu bu açıklamayı zaten içeriyor, esprisini açıklamaya çalışan komedyenin halini düşünelim. İkinci bir mevzu da M.'nin kafasında kırılan vazonun ardından yenecek helvayla alakalı. Ya ben anlamadım -ki bu hiç şaşırtıcı olmaz- ya da bir sıkıntı var ortada. Markov'un "yalancıların azizi" olarak tasvir edileceği söyleniyor, ismini de düşünürsek Türk olmadığı söylenebilir. Sonlarda anlatıcının "bütün dillerde şıkır şıkır oynayacağı" söyleniyor üstelik. Elde helva da var. Bu durumda anlatıcı Türk o zaman, başka memleketlerde ölünün ardından helva yeme geleneği varsa Türk olması şart değil ama yoksa, o zaman Markov'un neden Markov olduğunu düşünüyorum ve aşırı yorumluyorum, yazarın tercihi neden Markov, çok kişisel bir simgelem sebebiyle mi? Neden? Bu böyle kalsın, vazoya dönersek anladığımız kadarıyla güzel bir vazoydu ve tek parçaydı, artık değil. Anlatıcı, "Bana yalan söyleme!" diye bağırıp geçiriyor vazoyu ve ekliyor: "Markov / Hu-hu / içine tüm eğri büğrü cümleleri / atabileceğin bir çuval değildim ben;" (s. 56)

Yara doğurganlık meselesi üzerine bir öykü, başka bir iki öyküde de jinekolojik problemlerden bahsedildiği için bunu bir izlek olarak alabiliriz. Huzursuzluk tam gaz sürüyor, anlatıcının rahminde 1 lira büyüklüğünde bir, ne olduğunu hatırlamıyorum, sıkıntılı varlık diyeyim, böyle bir şey olduğunu söyleyen doktorun önlüğündeki yağ lekesi anlatıcı için güvenilmezlik karinesi haline geliyor. Aslında bütün problem doktorun insancıl davranması, yakınlık göstermesi, profesyonel soğukluğu ortadan kaldırması ama böyle bir şey olmuyor. Ameliyatta görev alan hemşirelerden biri yapıyor bunu. Hemşirenin kıyafetinden bahsedilmediğine göre yakınlık yoksunluğunu nesnelere yüklemece tekniğinden bahsedebiliriz yine. Nispeten kısa bir öykü ama buruğu diğerlerine denk.

Kalan öykülerden şöyle bir bahsedeceğim ama okur şöyle bir okumasın, sıkı bir uğraşın içine girerek okusun isterim. Sosyalliğe yeteneksiz karakterler var, annenin boynundaki damarları her geçen gün daha da çirkinleştiriyor. Aslında insanları çirkinleştiriyor bu, yoksa onca ölüm/ortadan kaybolma isteği belirmezdi. Başka bir mevzu, olmayan gelecekle çarpık bir şimdinin arasında durulan çürük zemin. Geleceğin hayali kurulurken parodiyi andıran bir iyimserlik beliriyor, Pıtırcık'ın hayalleri gibi. Okuyan bilir, mesela Pıtırcık evden kaçtığı zaman çok uzaklara gideceğini, çok zengin olacağını ve ailesinin kendisini deliler gibi özleyip pişman olacağını abarta abarta tahayyül eder. Eh, bir çocuğun abartısıyla bir yetişkinin hayallerini aynı çizgide birleştirmek zor olsa da çok yaklaştıklarını söylemek mümkün. Bir de ne zaman acı verici bir olay gerçekleşse o ânın gerek hayal kurmayla, gerek o atmosferin detaylı bir duygu/nesne betimiyle genişletildiğini, uzatıldığını görüyoruz, bu da travmanın süreğenliğini gösteren iyi bir örnek. Son olarak Bilen Duyan Kıvrılan Varsa, Lütfen öyküsüyle ilgili bir şey söyleyip bitireyim. Fatih Altuğ'un Onat Kutlar'la ilgili bir makalesi var, Altuğ, Deleuze'ün kıvrılma, katlanma vs. kavramları üzerinden Kutlar'ın birkaç öyküsünü açımlıyor, Yaşanmış Ağır Bir Ezgi'de okunabilir. Bu öykü için de benzer bir inceleme yazılabilir, çok da şahane bir şey olur. Katlanan, kıvrılan, kırılan veya dümdüz duran, çizgilenen, çaprazlanan bir karakter var bu öyküde, akademisyenler veya eleştirmenler göreve.

Özyürek'in Poz'u çıktı en son, denk gelirsem onun hakkında da üç beş bir şey üfürmek isterim. Çünkü öyküler ne hoş. Kalabalıklık yok, meseleler ilgi çekici, on numara beş yıldız.

25 Temmuz 2019 Perşembe

Henry A. Giroux - Toplumsalın Alacakaranlığı: Kullanılıp Atılabilirlik Çağında Yeniden Dirilen Topluluklar

Bu üfürdüğüm bininci kitap olduğu için kutlama babında iki takla attım evde, bir de bazı şeyleri not düşmek istedim.

* 2008'de oldu galiba, okuduğum şeyleri doğru düzgün hatırlayamadığımı fark ettim. Aklımda pek bir şey kalmıyordu. "Blog açayım ben" diye düşündüğümü hatırlıyorum, hatta şansa o günlerden bir iki fotoğraf da var. Tarık Buğra'nın Dönemeçte'sini okuyordum, bir de uyumaya niyetlenmiştim ki Sema Uğurcan'ın dersinde uyunabilirdi. Kendisinden dört sene boyunca Mehmet Akif, Namık Kemal falan dinledik, yeni metinlerin yer aldığı bir derse başlamadan önce, "Sizin Bilge Karasu'yu, Sevgi Soysal'ı falan anlamanız için Tanzimat'ı bilmeniz gerekir," demişliği var, bütün sene Tanzimat'a boğulmuştuk. Derya deniz bir hocaydı da işte, ben Tanzimat'tan alacağımı almıştım. Aslında ikinci sene bölümden de alacağımı almıştım, bırakmayı çok düşündüm, Köktürkçe sınavının ortasında, "Ne işim var lan benim burada?" deyip çıkmışlığım da var ama olmadı, başladığım şeyi yarım bırakmama huyum baskın geldi. Her neyse, şu camışlık örneğinde muhtemelen blog işini düşünüyorum. Henüz hayata geçirmemişim, daha üç senesi var.

* 2011'de Jeffrey Burton Russell'ın Şeytan'la ilgili dörtlemesini okurken, "Eeyh," dedim ve açtım burayı. Kendim içindi, metin güncesi gibi bir şey. Notlarımı aktarırım, biraz da zevzeklik edip eğlenirim demiştim ama öncelik hatırlamaktaydı. Yazarsam unutma süreci uzar, sonrasında da yazdıklarıma dönüp bakarım ve unuttuklarımı hatırlarım, plan buydu. Sekiz yıl olacak, bir kez olsun dönüp bakmış değilim, baktıysam da çok şaşırtıcı bir şey, hatırlamıyorum. Satın aldığım kitapları da hatırlamıyorum zaten, aynı kitabı dört kez aldığımı biliyorum. Şimdi Yeşim'e veriyorum fazla olanları, evindeki kulesini yükseltiyor. Neyse, açtım burayı ve zırvalamaya başladım. Random gülmeler, aptal aptal yorumlar. Şimdi en azından random gülmüyorum. Yirmi üç yaşındaydım, bir işi ne kadar ciddiyetle ele alabilirsem buna da o kadar ciddiyetle girişmiştim. Yüksek lisansın ders dönemindeydim bir de, aptallığı kes. Bölümden ne gördüm ki yükseğe başvurdum acaba, hangi düşünceyle ve motivasyonla yüksek lisansa başladığımı hatırlamıyorum. Akademisyen olmak istemiyordum, Murat Koç haricinde akademiden iğreniyordum açıkçası. Sanırım işsizliği ertelemekti amacım. Bir de müzikle uğraşıyordum, Dorock'ta çalıyorduk o zamanlar. Sonra bambaşka şeyler oldu, hiç ummadığım şeyler. Hayat çok deli iş.

* Okuduğum her şeyi yazamıyorum, taslaklarda sekiz senedir yazılmayı bekleyen kitaplar var, yazmaya hiç girişmediklerim de var. Mesela Bertrand Russell'ın üç ciltlik Batı Felsefesi Tarihi nam metni, Platon'un Yasalar'ı, Aristoteles'in Magna Moralia'sı, Norman Mailer'ın Çıplak ve Ölü'sü, bir dünya. Şiirin altından kalkamam diye yazmaya hiç yeltenmiyorum, okuyorum bir tek. Felsefenin durumu ortada. Bir de buraya yazmaya başlamadan önce okuduğum şeyler var, Bilge Karasu metinleri haricindekilere döneceğimi pek sanmıyorum, uçtu onlar. Lisede okuduğum klasikleri tekrar okumanın vakti geldi, onları okurum. Var okunacak bir sürü şey.

* Her bir yazı için aşağı yukarı bir saat harcıyorum ama kesintisiz yazmıyorum. Mesela izlediğim bir şey varsa yirmi dakika o, sonra gitar çalmaca, beste varsa onunla uğraşıyorum, bir şeyler okuyorum, bilgisayarın başına geçip yazmaya başlıyorum, sonra yürüyüşe çıkıyorum, o gün sosyalleşilecekse Kadıköy'e gidiyorum. Yalapşap iş yaptığım için yazılarda bir dünya hata vardır, sinirini bozduğum varsa affetsin. Bitince metne dönüp düzeltmiyorum da, yallah tazyik.

* İşe ve Kadıköy'e trenle gidip geliyorum, yolda okuyorum. Aslında bir şeyle uğraşmadığım her vakitte okuyorum. Günde beş altı saat kadar. Bir metin bitince hemen diğerine geçiyorum. Bazı metinler nefes almam için iki gün beklememe yol açıyor, Proust'ta öyle olmuştu. Her yerde okuyorum, mesela Moby Dick'i Mamak'ta askerlik yaparken okudum, üç yüz kişilik bölükte silah sırası gelene kadar oturup birkaç sayfa okuyordum, kamuflajın cebinde tuğla taşıyordum resmen. Beş altı kişiydik, getirdiğimiz kitapları döndüre döndüre okuyorduk. Daudet'nin Sappho'sunu, şimdi hatırlamadığım birkaç kitabı orada okudum, aralarda. Saçma sapan bir anım da var okumakla ilgili, eksik olmasın. Kıbrıs'ta ustalığı yaparken 1-3 nöbetini tutuyordum bir gün, erzak deposunun önünde. Mülksüzler var elimde. Benimle birlikte nöbete kim gelirse yaşıyordu, devriye gelene kadar uyuyabilirdi, nasıl olsa okuyorum ben, kulağım devriyede. Neyse, bir elde fener, diğer elde kitap, okuyorum. Süngü rahatsız ettiği için çıkarıp bir yere koymuşum, farkında değilim. Devriye geldi, arkadaşı uyandırdım, gidip imzayı attık ve nöbet bitti. Koğuşa geldik, eşofmanları giyip sızacağız. Tüfeği gececiye verdim, "Süngü nerde lan?" dedi. "Hassiktir, nerde lan süngü?" dedim, süngünün neredeliği uyku muyku bırakmadı. Yarım yamalak giyinip çıktım, nöbet bölgesine koştum. Yürüyerek yarım saat ötede, ben beş dakikada falan ulaşmış olabilirim. Bakıyorum bakıyorum, yok. Öttürürler valla, bulmam lazım. Bizden sonraki nöbetçiler de oradaydı, birlikte arayıp bulduk nihayet, otların arasına düşürmüşüm. Küfrede küfrede koğuşa dönmüştüm sonra. Evet.

Sanırım bu kadar.

Henry A. Giroux eleştirel pedagojinin kurucusu, düşünür ve eleştirmen. Akademide yer aldığı süre boyunca, özellikle 1980'lerden sonra neoliberalizmin pörtlemesiyle birlikte kamusal alanın ve sosyal devletin uğradığı saldırılara tanık olduktan sonra kesinti politikalarını, üniversitenin toplumsal niteliğini yitirmesini ve toplumun sürüklendiği boşluğu analiz ederek makaleler halinde sunuyor. İrdelenen konular birbiriyle bağlantılı, çürümenin tek bir kaynaktan doğup dallara ayrılması kaç cepheden birden kuşatıldığımızı gösteriyor, dehşete düşürüyor açıkçası. İlk makale hariç odak ABD ama neoliberalizmi muhteşem bir şekilde devşirdiğimiz için ülkeler arasında pek bir fark görülmüyor bu açıdan, siyasadan aynı şekilde etkileniyoruz. İlk makaleye bakıyorum, geriye bir şeyin kalıp kalmadığını soruyor Giroux, Amerikan gençliğiyle küresel demokrasi mücadelesini ele alıyor. Londra'da, Atina'da, İspanya'da ve Arap ülkelerinde gençler pasif veya aktif olarak direndiler, biz de direndik bir güzel, dokunulmaz olduğu düşünülen devlet kurumlarının sarsılabileceğini gösterdik. Sonrasında başlayan ve günümüzde de tam gaz süren zulme karşı ses çıkaran insanlar olduğunu gösterdik, sırf bu bile bir kazanım ama öyle bir tahakküm kurulmuş ki devletin hemen her organı ele geçirilmiş durumda. Yerel değil, küresel anlamda böyle. Bu yüzden protestolar ve gösteriler sadece kazanım elde etme amacıyla bakılmadığı sürece, devamlılıklarını sağladıkları ölçüde kodamanların kurdukları sömürü düzeninde bir şeylerin yolunda gitmediğini anlatacak. "İktisadi Darwincilik" güçlü olanın hayatta kalmasını sağlıyor ve geri kalan atıl toplulukların gözden çıkarıldığını söylüyor ama topluluklar bu sistemde geleceğin daha iyi olmayacağını, kapitalizmin vadettiği cennetin asla gelmeyeceğini idrak ettikten sonra, eh, seslerini çıkarmaya devam ediyorlar ama sosyal paydaşlar sessiz kaldıkça ses çıkardıklarıyla kalıyorlar ne yazık ki. İlk makalede yakın geçmişte gerçekleşen protestolardan, devrilen diktatörlerden ve yerlerinde huzursuz huzursuz kıpırdanan politikacılardan bahsediliyor, bir de protestoların amacından. "Demokrasi artık savunulmuyor. Siyaseti olanaklı kılan bir tür müşterek varoluş olarak yeniden icat ediliyor." (s. 11) Demokrasinin temel dayanakları birer birer ortadan kaldırıldıktan sonra savunulacak yeni bir demokrasi modeli isteniyor kısaca. Eğitimin baltalanması ve işsizlik gibi problemler demokrasinin işlerliğine bir zarar vermese de bireylerin kararlarını özgürce ve bilinçli bir şekilde vermelerini engellediği için tepkilerin ana hedefi kamu yararının gözetilmesine yöneliyor. Savaş ekonomisi ve neoliberal politikalar gençleri ıskartaya çıkarıyor, gençler de varlıklarını hatırlatıyorlar. "Tüketimcilik, anlık doyum ve özelleştirmenin narsisist etiği" eleştiriliyor, bunu da alkol yasağı üzerinden örnekliyor Giroux. Özetle yanlış hedeflere yönelen eylemler alkol yasağı gibi daha kısıtlı bir arızanın giderilmesine odaklanınca gücünden ve amacından çok şey yitiriyor, farklı türdeki toplulukların bir araya gelmeleri ve asıl amaçları etrafında birleşmeleri engellenmiş oluyor böylece. "Adorno'ya göre bu koşullar altında, düşünme kendisinin ötesine geçebilme yetisini kaybetti, mevcut kesinliklerin ve sağduyu biçimlerinin taklidine indirgendi." (s. 32) Yirmili ve otuzlu yaşlarınızın boşa geçtiğini düşünüyorsanız Bauman'ın "daimi olağanüstü hal" dediği durumu yaşıyorsunuz demektir. Ben şahsen böyle hissediyorum, aileden akademiye kadar pek çok kontrol kurumunun güdümünde, korkutulduğumuz için oradan oraya sürüklendik. Şimdi sesleri dinleme ve yeterince cesursak ses çıkarma zamanı. Evet.

Walter Benjamin'in Tarih Meleği'nin günümüzde dönüştüğü hali anlatan bir makale var, ona değineyim. İlerlemenin yıkım temelli olduğunu simgeliyor bu Melek, yüzü geçmişe dönük bir şekilde yükseliyor, savaşların ve katliamların itici gücü onu yukarıya taşıyor. Bir zamanlar taşıyordu, günümüzde Melek evinde oturuyor ve onun işini cesur insanlar yapıyor. Cesurlar, sessizlerin ve karşıtların çıkarlarını da koruyacak kadar, özellikle kamusal refahın tırpanlandığı bugün. "Bir zamanlar ilerlemenin anlamını tanımlayan herhangi bir ortak ve kamusal fayda anlayışı bireysel özgürlük ve sorumluluk olasılığını ezen bir tür sosyalist kâbusun kalıntısı, bir patoloji olarak yorumlanırken, toplumsal ilerleme de tarihsel sahneyi bireysel eylemlere, değerlere, beğenilere ve kişisel başarıya terk etti." (s. 48) Bauman'ın gündelik yaşam eleştirilerine, akışkanlıkla ilgili iğnelemelerine yaklaşıyoruz bu noktada. İki örnek: Stranger Things'in son sezonunda ufaklığın söylediği sözleri hatırlıyorum. İyi bir Amerikalı, kapitalizmin sıkı bir destekçisi, korkunç ölçüde bireyci. Sekiz yaşındaydı galiba. Dizinin seksenli yıllarda geçtiğini düşünürsek neoliberal politikaların zirveye ulaştığı yıllarda tahakkümün veletlere dek ulaştığını görmek benim adıma dehşet vericiydi. Diğer örnekte üniversitelerde zorla okutulan Ayn Rand metinleri var, bu meseleye başka bir makalede daha detaylı değiniyor Giroux. Başka bir örnek daha var ki kan dondurucu. 75 dolarlık yıllık yangın sigortasını yatırmayan bir adamın evi yanıyor, itfaiyeciler yangının etraftaki evlere sıçramaması için ellerinden geleni yapıyorlar. Evin sahibi 75 doları orada ödemek istiyor ama kabul görmüyor tabii, dalga geçiyorlar adamla bir de. Dehşet verici bir şey, özel şirketlere peşkeş çekilen toplum hizmetleri bürokratik çarklara sıkışmış durumda, en insancıl davranışlar bile sözleşmelerle suç haline getiriliyor. Çalışma izni olmayan herhangi biriyle yakınlığınız varsa, evinize yemeğe çağırmış olsanız bile hapse atılıyorsunuz. ABD'de işler böyle. İnsanların organ nakilleri için ayrılan yardım bütçesinden kesintiler yapılıyor ve insanlar ölüme terk ediliyor, prim kültürü sayesinde toplumun en en en tepesindekiler geri kalanların toplamından daha fazla para kazanıyorlar. Para tek bir sınıfta toplanıyor kısaca, azınlığın zenginliği hiçbirimizin çıkarına değil.

Bir makale daha, kamu değerlerinin yeni medya çağındaki bunalımını ele alıyor. "Şimdicilik" ve bireysellik biçim değiştirdi ve kamu değerlerinin ortadan kalkmasına yol açtı, artık üniversite eğitimleri için korkunç paralar gerekiyor, orta ve alt sınıfın üniversite eğitimine erişmesi çeşitli kesintiler yüzünden bazı yerlerde askıya alınmış durumda, bu uygulama giderek yayılıyor. Üstelik üniversite eğitiminin bu sınıflar için işe yaramaz bir hale getirilmesi konusunda kodamanlar ellerinden geleni yapıyorlar. Kamusal faydayı baltalayan bir durum bu, nitelikli ve eğitimli birey sayısının azalmasıyla atıl insanların sayısı artıyor, kısacası yolda karşılaşıp öküzlüğünü izlediğimiz veya başa bir iş getirmemek için açığından dolaştığımız insanlar bu kesintiler ve politikalar sonucunda oradalar. "Sonuç itibarıyla, başkalarının kişisel acılarını bir bütün olarak topluma karşı ahlaki bir yükümlülüğe dönüştürme yeteneğimiz neoliberalizmin oluşturduğu koşullar altında -ortadan kaybolmadıysa da- azaldı." (s. 74) Medyanın bu işte rolü büyük, Giroux çürümenin bu yönünü ele alıyor ve örneklerle anlatıyor. Diğer makalelerinde ağırlıklı olarak eğitim sisteminin durumuna yoğunlaşıyor, akademisyenlerin/entelektüellerin üniversitenin bir tüketim fabrikasına dönüştürülmemesi için ellerinden geleni yapmaları gerektiğini söylüyor. Üniversite demokrasinin ve aydınlanmanın kalesi olarak siyasetten uzak duramaz, aksine, siyasetin tam ortasında olmalı, demokrasiyi besleyecek kaynaklar yaratmalı ama nasıl bir saldırı altında olduğunu da biliyoruz. Yine de cesurlar var işte, sayılarının artması dileğiyle.

Nasıl bir toplumun ve sistemin içinde yaşadığımızı daha iyi anlamak için bu metnin okunmasını tavsiye ederim. Giroux umutlu bir adam, belki bir parça umudu okur olarak ödünç alabiliriz.

24 Temmuz 2019 Çarşamba

Tzvetan Todorov - Poetikaya Giriş

Orhan Koçak'ın bir sunuş yazısı var, Todorov'un başka metinleriyle bu metni arasında paralellikler kurup mevzuyu açıyor. Poetika başka bir disiplinin -felsefe, psikoloji vs.- ve kavramlarının ödünç alınmadan, tamamen edebilikten yola çıkarak edebiyatın kendi terimleriyle incelenmesi çabası denebilir. Aristoteles kendi dönemindeki edebi türlerin ayrımını bu yolla yaptıktan sonra haliyle kerteriz noktası vazifesi görmeye başladı, Todorov da bu bahsi güncele taşımak istiyor. Koçak, Todorov'un makalelerini eşeleyerek "projeksiyon", "açımlayıcı şerh" ve "poetika" kavramlarını kısaca inceleyerek Todorov'un poetikasının yapısalcılığa ve dilbilimsel yapısalcılığa yakın olduğunu, kuramsal temelin anlam parçalarından yola çıkılarak oluşturulduğunu belirtiyor ve hiyerarşik ağdan bahsediyor. Poetikanın edebi olguların yorumlarını içermesi, dilin sözcükler ve dil kurallarını içermesiyle benzer bir küme ilişkisi oluşturuyor. Todorov'un poetikadan türettiği bireysel yorum denemeleri "okuma" olarak adlandırılıyor, biraz açımlayıcı şerhe benzese de sistematikleştirilmiş bir yakın okuma niteliği taşımasıyla ondan ayrılıyor. Metnin anlamının incelenmesi poetikaya göre bir "sonuç" oluyor, metnin özü değil. Etkin okumanın ve yorumsayıcılığın sınırsızlığında Todorov bir açıdan post-yapısalcı oluyor Koçak'a göre, yapısalcılık Todorov'a göre bazı açılardan yetersiz, okuma ve betimleme arasındaki fark üzerinden Todorov'un açıklamaları var, bu kısmı derinleştirmiyorum ama Todorov'un Rus Biçimcileriyle ve yapısalcılarla fikren yakınlaşıp uzaklaştığı noktaların belirlenmesinde önemli bölümler mevcut, poetikanın açımlanmasında tekniklerin ve kavramların karşılaştırılması sırasında bahisleri geçecek, okunması lazım. Todorov'un kaynaklarını inceleyen Koçak, Propp'un yapısal çözümlemelerini döneminin Aristoteles Poetikası olarak görüyor, yapısalcılığı özetleyerek Todorov'un niyetine geliyor: "Poetikanın nihai konusunu oluşturan 'edebiliğin' elde edilmesi de okurun bu matrisi şu ya da bu şekilde zihninde canlandırabilmesine, başka bir deyişle bu farklılaşmaları kendi okuması içinde 'işletebilmesine' bağlıdır: Todorov'un Poetikaya Giriş'i, her iy okurun kısmen bilinçli kısmen de bilinçsiz olarak gerçekleştirdiği bu işlemlerin bir ilk dökümünü sunmaktadır." (s. 13) Metin bir uygulama rehberi değil, daha çok poetikanın neliğine ve bileşenlerine dayalı bir çerçeveleme, sınır çizme girişimi olarak görülebilir ve evet, Beckett'in öznelerinden Kafka'nın kıstırılmışlığına kadar pek çok anlatı öğesinin, atmosferinin kıyasını yaparak çıkarımlarda bulunabiliyorsak ve dilsel ayrımların bilincine vararak anlatının kurulma biçimini ayrımsayabiliyorsak sezgisel olarak poetik bir okuruz. Todorov okurun metinler arasında koşutluklar bulmasında, edebi bir yorumsama şeması oluşturmasında yardımcı olabilir. "Ben kafama göre okurum," diyen de öyle okusun ama Todorov mühim bir düşünürdür, bir dinleyin adamı bence.

İngilizce basıma önsözde metnin geçirdiği değişimi anlatıyor Todorov, metni ilk haliyle 1967'de Yapısalcılık Nedir? başlıklı ortak bir yapıtın parçası olarak yazmış, 1973'te ayrı bir kitap olarak basılacağı zaman gözden geçirerek eklemeler yapmış. Tarih ile bilim arasındaki ilişkiyi farklı bir gözle görmeye başladığını söylüyor, metindeki değişimin sebebi bu. Edebiyatın tarihsel boyutundansa biçimsel boyutuna ağırlık verdiği söylenebilir. "Edebiyat üzerine teorik söylem yapıtlarla değil 'edebiyat' ile, ya da diğer empirik nesnelerin içgüdüsel olarak karşılaştırılıveren genel kategorileriyle ilgilenir. Edebiyat teorisinin temel sorununu oluşturan şey de bu seçim olanağıdır (ve dolayısıyla bu keyfilik tehididir)." (s. 17) Metnin ilk hali elimde olmadığı için karşılaştırma yapamadım, bu konuda doyurucu bir açıklamaya giremeyeceğimden geçiyorum ama şunu söyleyebilirim; Todorov teori ve şerhi birleştirerek bir senteze ulaşmaya çalışıyor. Bildiğimiz anlamıyla edebiyat 19. ve 20. yüzyıllarda Avrupalılar tarafından sistemleştirilmeye çalışılmış ve halihazırda uğraşın sürdüğü bir alan, özerkliğini Alman romantizmiyle birlikte edinmiş ve 20. yüzyıldan itibaren farklı "okulların" çabalarıyla beslenmiş. Aristoteles'ten Yeni Eleştiri'ye kadar kısa bir tarihçe sunuluyor, ardından farklı disiplinlerin verileriyle biçimlenen teorilere yer veriliyor. Yapısalcılığa da dokunuluyor ucundan, daha çok teoriye yer verdiği, şerhe pek bulaşmadığı söyleniyor ki anlamla pek az ilgisi vardır yapısalcılığın, en azından yorumlamaya denk gelen anlamla. Todorov için yorumlama, sentezin bir kanadı olarak önemli bir yere sahip. Doğru veya yanlış değil, zengin ya da fakir, açıklayıcı ya da kısır olmak üzere çeşitleri var ve yeri sağlam. Todorov tarihsel bir proje oluşturduğunu ve düzanlam şerhi yaptığını söylüyor, aslında kavramları olduğu gibi almayıp bileşimden bir poetika çatmaya çalıştığı söylenebilir.

Önsözden sonra tanım kısmına geliyoruz, en başta Todorov edebi metnin kendisini yeterli bir bilgi nesnesi olarak gören tutumla yazarın yaşamı gibi pek çok etkeni de metne dahil eden diğer tutumu birbirinden ayırıyor ama ikisinin de birbirini dışlamadığından bahsediyor ve ilk tutumu açmaya başlıyor, yorumlama olarak adlandırıyor bu tutumu. Şerh, yorum, metin açıklaması, okuma, çözümleme ve eleştiri olarak da adlandırılabiliyor. Şöyle özetlenebilir: Her şey yorum değildir, metinde dilin yapısının yorumu farklılaştıracak pek çok etki noktası mevcuttur ve yapıyı bilmeden anlam da tam olarak bilinemez. Bunun yanında tamamen maddi olan ölçümler de yorumu zenginleştirmez. Okur olarak metni yeniden yazarız, oluştururuz, donanımımız ölçüsünde. Poetika bu iki yaklaşımdan faydalanan bir yapıdır. "Poetika, tek tek yapıtları yorumlamaya karşıt olarak, anlamı adlandırmayı değil her bir yapıtın ortaya çıkışını yöneten genel yasaların bilgisine ulaşmayı amaçlar. Ancak, psikoloji, sosyoloji, vs. gibi bilimlerin aksine, bu yasaları edebiyatın kendi içinde arar. Demek ki, poetika, edebiyata dair hem 'soyut' hem de 'içsel' bir yaklaşımdır." (s. 37) Todorov diğer bilim dallarıyla edebiyat arasında kurulan ilişkileri incelerken edebiyatın psikolojiyle kurduğu ilişkinin sosyolojiyle kurduğu ilişkiyle birlikte ele alınabileceğini, kısacası böylesi birleşimlerin kabul edilebilir olduğu fikrine karşı çıkar, "cisimler bilimi" çerçevesinde bir "kimya çözümlemesi", "geometri çözümlemesi" olmadığını söyler. Sadece edebi olanla uğraşıyoruz yani, pişmiş aşa su katmıyoruz. Evet.

Anlambilimsel görünüşle poetikanın bölümlerine geçiyoruz. Dilin nitelikleri anlamla doğrudan ilgili olduğu için dille başlıyoruz, "sözdizimsel ve anlambilimsel görünüşler" bizi türleri değerlendirmeye götürüyor. Dili belirli kurallar çerçevesinde kullanarak dizimi oluşturan bir edime ulaşıyoruz, edebiyatla dilin en kalın çizgilerle kesiştiği nokta bu. Ayrıştıkları noktada lirizm başlıyor, şiirin başına buyrukluğu. Ayrımı "gerçeğe uygunluk" beklentisinin çerçevesinden incelediğimizde türlerle, özellikle romanın tarihiyle karşılaşıyoruz. Romanın pikareskliğinden günümüzdeki gerçeklik algısıyla ilişkilerine kadar gelen kısa bir inceleme var, ardından şiir için aynı değerlendirme yapılıyor. Sözün bağlamlarıyla ilgili bölümle birlikte derin bir nefes alıyoruz, zira teorik kısımdan biraz uzaklaşarak edebi örneklerle karşılaşmaya başlıyoruz. Oh be. Gerçekçi romanda Madam Bovary, romantik romanda "lirik kanatlanışlar" değerlendiriliyor. Sözcük tercihleri bu somutluğu veya uçarılığı sürdürmede başat öneme sahip oluyor, Todorov sözcükler arasındaki ilişkilere göre kavramlarını kuruyor ve açıklıyor. Verdiği örnekler üzerinden aklınızdaki örneklerle kıyaslama yaparak terimleri oturtabilirsiniz. Kip, zaman, ses, görüş açısı gibi başlıklar etrafında bir metnin organik bir şekilde hangi parçalardan oluştuğunu anlatıyor sonrasında.

Bu metin, karanlıkta el yordamıyla ilerlediğini hisseden okurlar için başlangıçta intihar sebebi olabilir ama biraz sabredilirse iyi bir yol göstericidir, nitelikli okumalara yol açabilir.

23 Temmuz 2019 Salı

David Eagleman - Incognito

Korkumu dindirmek için okurken derinleri gördükçe daha fazla korkuyorum, kırılmaz bir döngü. Dikkatimi başka yere veriyorum, bu kez davranışlarımı incelemeye başlıyorum ve farkına varıp varamadığım onca etkenin içinden çıkamıyorum. Herkesin cevabını alamayacağını bilerek sorduğu soru: '"Ben", kimsin veya kimsiniz?' Bir noktaya kadar aydınlık, sonra teorilerin yarım yamalak ışığı, sonrası karanlık. Korkutan bu, Laplace'ın Şeytanı'nı aramıyorum ama bir örüntü, bir anlam, bir şey. Yeni değil, çağlar boyunca kuyruğunun peşinden koşulan, sorulmazsa bilinen anlam için düşüncelerden başka çatılan bir şey olmamıştı, geçtiğimiz yüzyıla kadar. Anlam nörolojide gizli demek de istemem ama en somut verileri nöroloji sağlıyor, ben de Eagleman'ı ve beyinle, düşünceyle, soyut tasarımın somut karşılığıyla ilgili her şeyi takip ediyorum. Aklımın almadığı bir sonsuzluğun kıyısında durduğumu seziyorum bu adamın metinlerini okudukça, yanı başımda giz bütün ihtişamıyla duruyor ama göremiyorum. Çıldıracağım. Sakinim. Kafamın içinde bir şey var, ne olduğunu bilmiyorum. Yabancı el sendromunu yabancı zihin sendromu olarak hayatımız boyunca taşıyoruz ve bunun farkına varmıyoruz, benlikler arasında el yordamıyla aranıp duruyoruz ama hepsi toza dönüşüp kayboluyor. Her şey uzun vadede toza dönüşüyor, bunu ben hariç bütün benler biliyor. Gizliyorlar, varlıklarını böyle sürdürüyorlar. Kendi savunma mekanizmaları. Bilincin oluşturulma sebebi ardındaki onca uğultunun sesini kısmak mı? "İnanılmaz bir hikâyedir bizimkisi. Bildiğimiz kadarıyla, gezegende kendi programlama dilini çözme oyununa bodoslama dalacak kadar karmaşık tek sistemi oluşturuyoruz. Farz edin ki bilgisayarınız kendi donanımını denetlemeye başladı, kasasını söktü ve kamerasını kendi devrelerine yönlendirdi. İşte biz buyuz." (s. 2) Şu da var, gördüğümüzü anlayacak seviyede değiliz. Belki de "Her Şeyin Teorisi" karşımızda apaçık duruyor ama verileri işleyebilecek teknolojiye, bilime ve görüye sahip olamadığımız için bilinmeyenler öylece duruyor. Batı Afrika yerlilerinden örnek veriyor Eagleman, kendi sesini hoparlörden duyan bir yerli, mikrofonla sesini kaydeden adamı "sesini çaldığı için" dövmeye kalkmış. Müzik dinletildiği zaman da "müthiş bir sihir" demişler. Biz sihri görebiliyoruz nihayet, fotoğraflanan kara delik gösterdi ki teorilerden ulaşılabilecek somut veriler var, süper. Adım adım olacak, onca bilimsel verinin önünde sonunda ulaşacağı noktada anlamı yakalayabiliriz. Bunun umuduyla dinginleşiyorum, huzursuzluğu başka türlü zapt edemiyorum. "Ben" olarak gördüğüm şeyin -"bildiğim" diyemiyorum, ben hakkı(n/m)da hemen hemen hiçbir şey bilmiyorum- ötesinde bilmediğim milyon tane sistem çalışıyor, bunlar hormonlarla veya benzeri zamazingolarla çalışıyor, bilincimin ötesinde uzanan dünya öylece duruyor. "Beyin gösterisini kılık değiştirerek -"incognito"- icra eder." (s. 7) Incognito'yu Ultima Online'dan biliyorum, hiç oynadınız mı Ultima Online? 2000'li yılların başından 2005'e kadar hayatımı ele geçirmişti lanet oyun. Neyse, sizi anonimleştiren bir büyü Incognito, adınızı silip yerine saçma sapan bir isim koyuyor, tanınamıyorsunuz böylece. Guild, isim, her şey siliniyor. Burada benzer bir olgu var, arkada sistemler çalışıyor, biz de yaşıyoruz. Eagleman bu sistemleri incelemeye başlamadan önce bilincin ötesini görmeye çalışan bilim insanlarının bulgularını kronolojik bir sıraya koyarak anlatıyor. James Clerk Maxwell, William Blake, Goethe ve Coleridge gibi isimler Incognito'yu sezmiş, verileriyle ve sözcükleriyle kıyısından geçmişler. Galileo'yla başlıyor aslında, her şeyin merkezinde olmadığımız fikri ortaya çıkınca benlik algısı da değişiyor ve içe bakış deneyimleri başlıyor. Daha da geriye gidebiliyoruz, Thomas Aquinas bilince ek bir kategori getirerek kontrolünde olmayan davranışlar için karanlık bir bölgenin varlığından bahsediyor. Leibniz bilincinde olmadığımız arzularımızdan ve isteklerimizden bahsediyor ama düşünceleri Aydınlanma'nın "kendini bilme" anlayışıyla ters düştüğü için görmezden geliniyor, buluşun ortaya çıkış zamanını beklemesi gerekiyor. Montaigne'in de "ben"den bahislerinde derinliğe bakma çabası görülüyor. Mevzuyu bilimsel bir konsepte oturtma çabası Charles Bell ile başlıyor, sonrasında Ernst Heinrich Weber ile sürüyor, Peter Müller çeşitli deneyler yoluyla sinyallerin uyardığı bilinci irdeleyen çalışmalarıyla nörolojinin çerçevesini çizenlerden biri oluyor. Sonrasında Freud, hikâye bir zemine oturuyor böylece. Sonraki adımda Eagleman algı oyunları, zombi beynin işlevleri gibi meselelere girerek günümüzün bilimsel verileri ışığında bilinmeyenin sınırlarını belirliyor.

Kötü bir gözlemci olmamıza dair örnekler görme ediminin ardındaki boşluklara odaklanıyor. Doğduğumuz zaman verili bir dünya ve edinilmiş algılarımız ne yapabileceğimizin kabaca bir şemasını verir. Belli bir tayftaki renkleri görürüz, biçimleri algılarız, her şey beyinde olup biter. Gözler nasıl iş göreceğini kısa sürede öğrenir, beyin bilişsel olarak gelişir ve bakış açımızdan kaybolan nesnelerin tamamen yok olmadığını öğreniriz, doğal bir süreç. Elli yıl boyunca hiç görememiş bir insanın gözleri açılınca normal bir şekilde yaşamını sürdürebileceğini düşünürüz, sonuçta beynin gelişimi tamamlanmıştır ve göz de işini yapmaya hazırdır ama öyle değil, Mike May ameliyat olup görebilmeye başladığı zaman kendisini tam bir kaosun içinde buluyor. Elli yıl boyunca eksik duyunun yerini mevcut duyular doldurmuştu, seslerin yankılarından yola çıkarak üç boyutlu şekiller çizebilirdi ama görmeye başladıktan sonra beynin işleyemediği pek çok geometrik şekil, "anlamını bilmediği" pek çok yüz, saldırgan bir dünya çıktı karşısına, beyni onca veriyi işlemeyi öğrenene kadar yaşamı işkenceye döndü. Biz duyularımızı kullanarak bu kaostan veri ve anlam çıkarabiliyoruz, fizyolojimizden ötürü normalde görmemiz gereken kapkara iki noktayı görmüyoruz, çünkü beyin o noktaları yok ediyor ama oradalar aslında, farkında olmadığımız pek çok gedikle doluyuz. "Zombi beyin" işte bu noktaları kapatan bir şey, bilinçaltıyla ilişkili bir parçamız. Özümüzü oluşturan şey belki de, Eagleman düşünce tarihini eşeleyerek ruh olgusuyla bu zombi beyni birlikte ele alarak birtakım çıkarımlara ulaşıyor ama oraya girmeyeceğim ben. Sonuçta duyu organlarımız veri toplamaya yarar, verileri işleyen beyindeki en ufak bir karmaşa dünyayı cehenneme çevirebilir. Animatrix'in bir bölümünde beynin belirli noktalarına verilen elektrik sinyalleri insanı güldürüp ağlatabiliyordu, bunu akılda tutmalıyız. Tamamını henüz bilmediğimiz ve anlamadığımız bir program çalışıyor geride, umalım ki hiç bozulmadan sürdürsün işini. Tümörlerle ve yaralanmalarla ilgili bölümlerde nasıl bir dehşetin içine düşebileceğimiz anlatılıyor, korkulu rüya gibi. "Şu anda bile masanızın üzerinde bir gümüş kalem sanrısı görüyor ve gerçekliğinden kuşkulanmıyor olabilirsiniz; varlığı, ne de olsa akla aykırı değil." (s. 46) Beynin sağ ve sol bölümünün bağlantılarının kesilmesiyle ilgili bozukluklar da oldukça ilginç; "yabancı el sendromu" gibi pek çok arıza çıkıyor ortaya. Eagleman'a elden gel diyesim geldi, bir yerde Evil Dead'den örnek veriyor. Bruce'un elinin yabancılaştığı sahne, konağının gözlerini çıkarmaya çalışan bir el. Düşünün, siz uykudayken eliniz komodinin üzerindeki bardağı alıyor, parçalıyor ve kırık bardağı boğazınıza saplıyor. Mümkün bu.

Beyin bir açıdan tamamen eğitilebilen parçalardan oluşur, bazı bölümleriyse sezgisel bir şekilde çalışır. Tavuk seksörleri ve uçak gözcüleri örneğini veriyor Eagleman, Japonya'daki bir okulda civcivlerin neye dönüşeceklerinin bilinmesi için dünyanın her yerinden gelen insanlara eğitim veriliyor. Şöyle bir şey, civcivin kıçına bakıyorsunuz, horoza veya tavuğa dönüşeceğini anlıyorsunuz. Bunun sistematik bir eğitimi yok, uzman seksörler öğrencileri toplayıp seçim yaptırıyorlar, onaylıyorlar veya reddediyorlar. Bu kadar. Öğrencilerin içgörü kazanmaları gerekiyor, tamamen sezgisel bir olay. Uzmanlar seçimleri onaylıyor veya reddediyorlar, eğitim de bu. Binlerce defa tekrarlanan bir uygulama. Uçak gözcülerinin eğitimi de aynı şekilde işliyor, II. Dünya Savaşı sırasında İngilizler kendi uçaklarını vurmamak için gözlemci yetiştiriyorlar. Ufukta beliren uçağın hangi ülkeye ait olduğunun hemen belirlenmesi çok önemli olduğu için iyi gören insanlar bir alana toplanıyor, görü kazanana kadar uçakları dikizliyorlar. Eagleman bu iki örneği henüz farkına varamadığımız bir işlemin en önemli parçası olarak yorumluyor. Normalde görebiliyoruz ama bilinçle, algıladığımız biçimde değil. Bir örneği görme yetisini kısmen veya tamamen kaybetmiş insanların edimleriyle açıklanıyor, göremediğini ısrarla söyleyen bir insanın karşısında parmaklarımızın kaçı gösterdiğini sorduğumuz zaman -şartlara göre- doğru cevabı vermesi olası, duyunun farkına varmadığımız işlemleri aslında görebildiğimizi gösteriyor, sadece bunu bilmiyoruz. Bu da mümkün.

Beynimiz yaşamamızı sürdürecek bir gerçeklik inşa etmemizi sağlar. Aslında bunu kendi varlığını sürdürmek için yapıyor olabilir, bunu beyine sormak lazım. İçgüdülere dokunamıyoruz, onları değiştiremiyoruz, sistemin kapalı kaynak kodları onlar. "Sonuçta, kendi içgüdülerimizden oluşan bir umwelt içinde yaşar ama onlarla ilgili pek az şey algılarız; bir balık, içinde yüzdüğü suyu ne kadar algılayabiliyorsa o kadar." (s. 91) Sayısız arzumuz, eğilimimiz, bize ait olduğunu düşündüğümüz parçamız bu biçimde oluşur. Çok sayıda örnek var, birkaçını alacağım. Sarışın kadınlara duyulan ilgi örneğin, açık tenli kadınların hastalık belirtilerini tenlerinden okumak kolaydır. Esmerler bu açıdan bir tür perdeye sahip oldukları için şüphe doğururlar. Bu bir görüş. Kadınların adet dönemlerinde daha fazla bahşiş aldıkları kanıtlanmış. Doğurganlık. Feromonlar, en basitinden teri itici olmayan insanlarla birlikte oluruz, genetik olarak birbirimizle uyumluyuzdur çünkü. İlginç bir bilgi daha: Sadakat geni bulunmuş. Bir gün evlenmeye karar verildiği zaman bu genin ölçülmesi istenebilir, iş biyolojide bitiyorsa çürük aile kurumunun sürdürülmesi garanti altına alınabilir.

Bir de "rakipler takımı olarak beyin" olayı var, Mel Gibson örneğini veriyor Eagleman. Mel Gibson bir gün alkollü bir şekilde araba kullanırken yakalanıyor ve Yahudilere giydirmeye başlıyor. Olay oluyor tabii, Mel Gibson özür diliyor ve normalde o tür düşüncelere sahip olmadığından bahsediyor, Yahudilikle ilgili kurumlardan yardım istiyor falan. Samimi olduğu anlaşılınca affediliyor, bilmem ne. Olay şu, hepimiz ırkçıyız ve ırkçı değiliz. Bastırabiliriz ama yok edemeyiz, çünkü içimizde yaklaşık sekiz milyon dört tane insan yaşıyor ve birinin sesi zaman zaman diğerlerini bastırabiliyor. İnsanın olduğu yerde her şey mümkün kısacası. Yine birkaç örnek alacağım ve bitireceğim. Zeki, işini seven ve yaşam dolu bir insanın çıktığı kuleden etrafına ölüm saçması ne kadar olası? Sıfırdan bire kadar puanlarsak bir diyeceğiz, olmuş bir şey. Teksas'ta adamın teki kuleye çıkıyor, elindeki uzun namlulu silahla sağa sola sıkıyor. Ondan önce eşini ve çocuğunu, annesiyle babasını öldürüyor. Geride bıraktığı mektupta bir süredir iyi olmadığını, korkunç bir öfkeyle dolup taştığını, beyninin incelenmesi gerektiğini söylüyor. İnceliyorlar, tümör bulunuyor. Tümör insanın öfkesini, sinirini, artık her neyse onu ayarlayan bölgeye baskı yapıyor ve adamın kişiliği değişiyor resmen. Tarihte pek çok örneği var bunun, dileyen kitabı alıp okusun. Walt Whitman'dan alıntılar eşliğinde kaç kişiden oluştuğumuzu görmek biraz korkutucu, kabullenmenin tesellisini de taşıyor ama.

Eagleman insanların gizli bölmelerini kurcalıyor, yaşamda neyle karşılaşabileceğimize dair uyarılarda bulunuyor ve daha da önemlisi, aslında ne olduğumuzu anlatıyor. Çok az bir bölümü çözümlenmiş muazzam bir kaosuz. Bu.



21 Temmuz 2019 Pazar

Fatma Nur Kaptanoğlu - Kaplumbağaların Ölümü

Babil'de Raskol'un Baltası indirimdeydi, yumuldum. Kıymetli şair Tevfik Fikret'in bir şiirinde dediği gibi: "Bugün yine açız çocuklar". Bir kez iki gün aç kaldım gerçekten. 10 yıl önce bizimkiler memlekete giderken bana bir miktar para bıraktılar, bir hafta idare etmem gerekiyordu. Ertesi gün Taksim'de arkadaşlarla buluştum, Mustafa Amca'da oturduk. Hemen yandaki sahafa girdim, üst katlarda rafları eşeliyorum. Bir dünya Bilge Karasu buldum, üstelik çok ucuz. 5 TL, 7 TL, başka yerde o fiyata bulmam mümkün değil. Okumak da istiyorum uzun süredir, öğrenci halimle satın alamıyorum, kitabın üzerine notlar almam gerektiği için ödünç de alamıyorum. Başka şeyler de buldum, cinnet getirip hepsini aldım. 300 TL kadar bir para harcadım o gün, sonrasında ciddi ciddi aç kaldım. Makarna pişirip pişirip yiyorum, evdeki bakliyatın suyu çekildi, dip tutmadan yedim hemen. Son iki gün yiyecek bir şey kalmadı. Hayatımda borç istememişim o güne kadar, kimseden para alamam, hiç kimseye bir şey söyleyemem. Kaldım öyle. Bizimkiler iki gün sonra geldi, hemen markete koşup peynir aldım, eve gelene kadar yarısını yedim. Pişman değilim, yine yaparım ki yapıyorum ama bu sefer işim gücüm var, garanti gelir olduğu için daha rahatım. İstediğimi okurum valla, şu saatten sonra armudun sapıymış, üzümün çöpüymüş, umrumda olmaz. Ona göre. Herkes akıllı olacak. Ünlü düşünür Yiğit Özgür'ün bir karikatüründe dediği gibi: "Allah'ıma kopartırım boynunu it!"

Evet, Fatma Nur Kaptanoğlu. Altı öykü. Perde'yle başlıyoruz, tam karşıda ince bir hırka, genetikten ötürü düz bir saç, yarısı enseye yuvarlanmış bir topuz. Dikizleniyor bunlar, anlatıcı karşı evden birini gözlüyor, gözlediğiyle inşa ediyor. Betimlemenin yanında imgelemin duyuları kışkırtma biçimi de güzel: "Uyku sersemliğine emanet bakışları kirpiklerinin hemen altında. Perçemi uçuş uçuş. Perdeler sabit. Karnı aç. Nefesi; iki kalın pencere camını ve dev bir hava boşluğunu aşarak burnuma çarpıyor. Derin bir of çekiyor. Oooooooof! İçim, sabah kokuyor." (s. 9) Sabahın nefesinden için sabah kokması ne hoş. Bir de uzatılmış sözcük, Kaptanoğlu'nun diğer öykülerinde de karşımıza çıkıyor ve anlatıcının ânı ve duyguyu uzatma biçimi olarak kullanılıyor. Devam, birtakım sabah ritüelleri. Suya damlatılan limon, limonun çekirdeğinin düşüp düşmemesinden çıkarılan karakter özellikleri. Anlatıcı dikizlediğini kurduğu gibi kendini de kuruyor, fark edilip edilmediğini düşünürken kendi hallerini de sayıp döküyor, karşısındakinin kendisini izleme ihtimaline dönük olarak, eyleme yardımcı olmak için veri sunarmış gibi. Sonrasında duş, yarım saatlik ayrılık, sabaha dair törensel davranışlar geliyor. İçte sutyen yok bir de, bu birkaç kez tekrarlandığı için aklımızda dursun. Sonda çiçeklerin arasından geçen bir bornozun, görülmenin, görmenin hayali. Aşağı yukarı bir saate sıkıştırılmış bir deneyimin anlatımı. Güzel başlangıç. Ali Teoman geliyor aklıma, bir anda. Hangi öyküsünde geçiyordu hatırlamıyorum, şu karşı daireye bakıp onca açının ve nesnenin arasında gördüğü şeye ve görüldüğüne dair kuşkularının ulaştığı nokta bir gözün öyküde nasıl gördüğüne dair güzel çeşitlemeler barındırıyordu. Perde'deyse çok kişisel ve odaklı bir edim var. Okur, anlatıcının bakışının ve düşüncelerinin uzağına düşmüyor.

Kaplumbağaların Ölümü altı öykünün en öyküsü. Anlatıya birer birer düşen izlekleri olay örgüsünde tekrar ortaya çıkarmak, en sonunda hepsini birbirine bağlamak iyi bir işçilik gerektiriyor, döküp saçmaya çok müsait bir teknik iyi bir şekilde kullanılırsa metin birkaç basamak atlıyor. Bu böyle bir öykü, diğerlerine göre daha yukarılarda. İsmet'in bir günü, bir gününün bir kısmı. İş görüşmesi için bekliyor İsmet, terlemekten kıçında ter çemberi oluştuğunu düşünüyor. Bu çember mevzusunu kenara koyduk. Kaplumbağaları düşünüyor, kaplumbağa olmanın ağırlığını. Bu da kenara. Strese dayanamıyor, tam bir nevrozlu gibi davranıyor ve dışarı çıkıyor, vazgeçiyor işten güçten. Aklından geçenler: lisedeki güzel bacaklı öğretmen, kaplumbağaya dönüşmesi, eski sevgilisi Semra. Bütün burukları bir araya geliyor, yükü ağır İsmet'in, kabuğunu taşıyan hayvanların yükü kadar. Bir de ayakkabı mevzusu var, anlatıda zaman değişimine güzel bir örnek. Kırmızı topraklı bir yolda yürürken çocukluğunda yürüdüğü benzer bir yol geliyor aklına, ayaklarındaki siyah ayakkabılar çocukluğunun sarı ayakkabılarına dönüşüyor ve on adımlık yol zaman makinesi olup şöyle bir tur attırıyor İsmet'e, çok hoş. Mezarlık, mezar taşları, ilkokuldaki heceleme anıları derken, son. Yatağında yatan bir İsmet, kaplumbağaların nasıl öldüğüne dair koca bir soru işareti. Budur. Stres karşısında savunma mekanizması olarak gerileme çıkıyor ortaya, çocukluğun güvenilir duygusuna dönülüyor, ter çemberleri alta işemenin verdiği rahatlığı, ılıklığı sağlamıştır belki, geçmişin anahtarını bilincin kilidine hşonk diye sokup çevirivermiştir dili, belki böyledir. Belki de değildir, her türlü İsmet tanışılması gereken biridir, bu öykü de güzel bir öyküdür, okunması lazım gelir.

Sevgili Z.'nin Sayıları. Yazarın anneye ithafı. Z. adımlarını ve su damlalarını saymayı unutuyor o gün, tamirci çağırmak için "babaanne dişleri kadar dağınık numaraları" çevirmek, telefonu açan adama bağırmak, bunlar gerçekleşebilecek şeyler, gerçekleşmiyor. Z. saymayı tamamen unutuyor, "uzuuuun" koridorunda yürüyor, doğanın döngüsüne şahit olmak istese de hareketleri çok ağır, bakışları istediği uzaklığa varmıyor, su damlalarının delirmesiyle birlikte ıslanıyor. Z.'nin anlatısı, sanırım yaşlı bir adamın. Dede mi acaba, başka bir öyküde vefat ettiğini anladığımız dedenin son zamanları sanki. Doğru veya yanlış, direkt empati kurarak kendime çıkardım öyküyü. Anneanneme vefat edene kadar, bir yıl boyunca gece gündüz baktıktan sonra Z. çok tanıdık geldi. Z. okurun geleceği ve anıları. Z. için şefkat duyuyoruz, demansın çarpık gerçekliği öyküyü biçimlendiren esas etken midir acaba? Aşırı yoruma kaçalı yıl oldu, bunu burada bırakıyorum ve Hop Kuşu'na geçiyorum, babaannenin lokumla ve evin bir vefatla imtihanına. Kadınlar gelmiş, anlatıcı ezan seslerinin yardımıyla ölümü evin ağır havasına katmış, renklendirmeye çalışıyor ama yetmiş yaşına gelmiş babaannenin özgürlüğünü, özgürlükten pek de bir şey anlamayacağını düşününce yine acı bir tıkanma çıkıyor ortaya.

Yaz Ortasına Bir Güzelleme ve Adım Adım Leyla Çıkmazı da yine aynı anlatıcının sesini taşıyan, iç dünyaya koca bir pencere açan, çağrışımlarla döne döne döne arkadaşın bir türlü gelmemesine ve yaz ortasının ter damlalarına bağlanan güzel öyküler.

Kaptanoğlu güzel bir başlangıç yapmış bence, öyküler hoş. Farklı meseleleri kurcalaması, farklı anlatım biçimlerini denemesi öykülerini daha da güzelleştirir sanıyorum.

20 Temmuz 2019 Cumartesi

Dubravka Ugresiç - Okumadığınız İçin Teşekkürler

Hiçbir şey hatırlamıyorum, üç yıl olmuş okuyalı. Yine notları eşeleyip çorba yapacağım artık.

Ugresiç yayıncıları eleştiriyor, okuru eleştiriyor, yazarı eleştiriyor, piyasayı yerin dibine geçiriyor ve bütün ikiyüzlülükleri, türlü katakullileri okurun önüne seriyor. Okuduğumuz için kitabın adına başka bir kitabın adıyla cevap veriyoruz: Bu Satırların Okuruna Sonsuz Lanet. Okur olarak yememiz gereken laflar var. Yazar kendini de iğneliyor arada, böylece yalnız hissetmiyoruz.

İlk bölümde Londra Kitap Fuarı'nı açan Joan Collins'le karşılaşıyoruz. Romanı kısa süre önce çıkan oyuncu, ablası Jackie Collins'in de etkisiyle orada, parıl parıl kıyafetiyle açılış konuşmasını yapacak. Buradan ambalaja bağlıyor mevzuyu Ugresiç, kitaplardan çok kitapların ardındaki bağlantılar değer görüyor. Popüler bir isim çoksatar bir metin yazdı(rdı) ve okura yedirdi. Hemen okura laf: Okur kitap vitrinlerine, şık kitapçılara, internet sitelerine güvenerek okurluğunu çoktan kaybetmiş durumda. Ugresiç kendi yazarını özlediğini söylüyor, az sattığı için raflarda kendine yer bulamayan, vasatlarla aynı tornadan çıkmamış yazarlar ortada yok, aranıp bulunmaları gerekiyor ama okurun hali ortada. Başka bir bölüm, Erşan Kuneri'nin muadili editör. Taslak yollanır, editör anlatının tümünün kısa bir özetini ister. Özet yollanır, editör görüşme talep eder. On dokuzuncu yüzyıl Fransa'sında taşralı bir doktorla evli kadının aşk arayışı, yirminci yüzyılda geçen iki aşığın yaşadıklarına evrilir. Aşıklardan birinin kocası eşcinsel "olur", anlatının sonu da büyük bir değişim geçirir. Kendini trenin altına atan kadın çok klişedir, başka bir formül bulunur. "'Harika!' diyor editör. 'İki kız kardeş var ve bunlardan biri KGB görevlisiyle evli, Sovyet Rusya'sında yaşıyor ve bir muhalife âşık oluyor. Diğeri göç ediyor ve sıkıcı, taşralı bir Fransız doktorla evleniyor. İki kız kardeş 1990 yılında karşılaşıyor. Geriye dönüşler, iki farklı hayat, iki farklı kader... Doğu ve Batı'nın komünizm sonrası hayalleri ve hayal kırıklıkları... Kitabın adı: Two Sisters. Hemen yazmaya başla!'" (s. 22) Tolstoy'la Flaubert'in kemikleri sızlatıla sızlatıla üretilen metin kadınlara hitap ediyor, çok satacağı belli. Ugresiç anladığımız kadarıyla editörleri trolllüyor, konuşmaları derlese uzunca bir metin ortaya çıkar ama bu kadarıyla yetiniyor, ekmeğinin peşindeki editörler üç sayfaya sığışıyor. Gerçekten yeterli, yayın dünyası insanı delirtecek saçmalıklarla dolu ve Ugresiç okuruna merhametle yaklaşıyor. Bazen. Ajanslara ve tarifelerine kılıcını çekerek saldırıyor bunun yanında. Temsilcilerinin edebiyatla pek ilgili olmamaları bir yana, adını unutan temsilcisinin üç yüzden fazla yazarı temsil etmesi bir başka ilginçlik. Üç yüz yazar, her birinin kazancından tırtıklanan %10'luk gelir, iyi iş. Yayınevlerini ve yazarları ayarlar, metinlerin niteliklerini zerrece umursamaz, parayı da cukkalar. Temiz. Başka bir başlık, düşük gelirli yazar. Yazarlıktan kazanılan paraya hiç girmeden Ugresiç'in yaşadığı bir olayı 
aktarıp kapıyorum bahsi. ABD'ye geldiğinde kitabı çoksatarlar arasına girmiş bir yazarla buluşmak için Brooklyn Heights'a gidiyor, zengin muhitiyle karşılaşmayı bekliyor ama Brooklyn'in filmlerde gördüğümüz ortamında buluyor kendisini. Zili çalıyor, orta yaşlı ve etine dolgun bir kadın açıyor kapıyı. Önce yazarın sekreteri sanıyor kadını ama karşısında duran yazarın ta kendisi. Kitabı tek bir dile çevrilmiş, tek odalı bir evde yaşıyor ve yakınlarda oturan Norman Mailer'ın ara sıra kendisine selam verdiğini övünçle anlatıyor. Mütevazı bir kadın, yaşamı da öyle. "Edebiyat sahası, dünyadaki yerlerini bilen ve tanınmayı hak eden alçakgönüllü yazın işçileriyle doludur." (s. 31) Doludur da, çoğu unutulup gider. Unutulmamak için görünür olmak gerekir, görünür olmak da bir nevi müsamere olduğundan yapay, bayat bir şeydir. En iyisi bir şeyler yazıp yazar olmamak, mesela domates satarak yaşamak. Arada da yazma itkisine boyun eğip coşkunca akmak. Beklentileri de en aza indirdik mi tamam bu iş.

Sosyalist gerçekçilik, devrim sürecinin tarihsel olarak somut bir betimlemesinin dışına çıkmayı engelliyor. Silah zoruyla. Zamanında yazarların hapse tıkılmasının genel geçer sebebi buydu, Ugresiç kendi coğrafyasında entelektüellerin hedef olduğuna, kültürel despotizmin "ayrık" sesleri kıstığına  şahit olduğu için bu meseleyi de inceliyor. Bu garabet, paldır küldür yıkılan rejimin ardından biçim değiştirerek sürmeye devam ediyor, kültürel hegemonyanın ürünü olarak. "Günümüzde edebiyat, başarısını büyük oranda sosyalist gerçekçiliğin ilerleme fikri üzerine kurmaktadır. Kitabevi tezgâhlarını dolduran kitapların hepsi tek bir fikir üzerine kurulu: Kişisel başarısızlıklarının üstesinden gelip, bir kişi mevcut pozisyonlarını nasıl geliştirebilir?.. Görme yetisini yeniden kazanan, şişmanken zayıflayan, hastayken iyileşen, yoksulken zenginleşen, dilsizken konuşan, alkolikken ayılan, inançsızken dini keşfeden, talihsizken şansı dönen insanları konu alan kitaplardır bunlar. Tüm bu kitaplar, parlak bir kişisel geleceğe duyulan inancın virüsünü bulaştırırlar." (s. 35) Üstelik bu akımın metinleri belirli şablonlar kullanılarak yazılır, başka bir bölümü buraya bağlayabiliriz. Herkes yazar olabilir, herkes yazar. Yazar olabileceğini başkalarından duymak isteyenler atölyelere gidip yontulurlar, atölyeye parası yetmeyip yine de onaylanma gereksinimi hissedenler yaratıcı yazarlık kitaplarını edinip kendilerine konu, anlatım biçimi, artık her neyse onu devşirirler. Ugresiç bu arkadaşlara da çekiyor kılıcını, "item" olarak taşıdıklarına bakıyor. Şu kitabı alın ve içindeki teknikleri uygulayın, öykünün bir yerinde takılıp kaldıysanız büyük yazarların tıkanıklığı açma vecizelerini okuyun, mekân değiştirin, yalnız kalacağınız deniz kenarlarını, dağ başlarını arayıp izninizi ve o an sahip olmayıp gelecekteki kazancınızdan kırptığınız paranızı ayarlayın, basıp gidin. Doğa karşısında yarım yamalak düşünün, duygulanın, programa uyduğunuzu düşünüp bir şeylerin değişmesini bekleyin. Öykünüzün teknik kusurlardan arınmasını, daha derin bir insan olmayı, giderek uzaklaşan ama hâlâ görebildiğiniz güzelliklere yaklaşmayı bekleyin ya da hiçbir şey beklemeyin, hiçbir şey istemeyin, fazlalıklardan arının, takıntıya varan uğraşlarınızdan kurtulun ve yürüyün. Bu konuda Ugresiç'in söylediklerini de dinlemeyin, verdiği örnekleri kendinize denklemeye çalışmayın. Yapılacak tek bir şey var, dürüst olmak. Ne istediğinizi ve istemediğinizi düşünürken, hatalarınızı ve dileyip dilemediğiniz özürleri düşünürken dürüst olmak müthiş bir berraklık sağlıyor, insanın doğrudan kendisine bakmayı deneyimlemesi öylesine zor ki aptalca bahaneler için mükemmel boşluklar oluşuyor, aslında olmayan sebepler olan sonuçlarla birleşiyor ve ta ta, yanlış kurulmuş bir yazamayansınız artık. Berraklığın çoğu şeyi çözdüğünü düşünüyorum, sağlıklı bir kurmaca oluşturmak buna dahil.

Piyasanın talepleri. Joan Collins, aldığı dört milyon dolarlık avansın ardından metnini yayınevine bir türlü teslim etmediği için hakkında açılan davada kendini şöyle savunuyor: "'Yayıncı ne bekliyordu ki, yeni bir Ulysses mi?'" (s. 51) İşlerin zamanında yürümesi önemli bir şey ama gazeteciler de Collins'in tarafını tutuyorlar, sonuçta yayınevi davayı kaybediyor. Başka bir yazar, neden kısa öyküden romana geçtiği sorulunca altı haneli bir farktan bahsediyor. Piyasanın taleplerinin hiçbir ideolojisinin olmadığını söylüyor Ugresiç, işin ahlaki boyutunun hiç önemli olmadığını, çok satan bir metnin önemli olduğunu söylüyor. Stalinist yazarlar üzerinden profesyonelleşme örneği de işin diğer bir boyutu. Resmi ideolojiye uygun metinler yazan bir sanatçı, parasını tıkır tıkır alırmış. Şairlere dize başına ödeme yapılıyormuş, profesyonel bir yazar bu işten iyi para kazanabilirmiş. Bunun karşılığı olarak Stephen King örneği veriliyor, tartışmaya açık bir konu. King, kendinden istenen şeyleri yazdığı için milyon dolarlık avanslar alabiliyor ve korku romanları yazmaya devam ediyor, işleyen bir makine gibi. Adamın çocukluğunu, kitaplarla kurduğu ilişkiyi ve yazmaya başladığı zamanları biliyorsak, üzerine geçirdiği trafik kazasını da biliyorsak yazma itkisi hakkında bir şeyler söyleyebiliriz, King'i piyasanın talep karşılayıcısı olarak görmek pek doğru gelmedi bana.

Edebi Referans Olarak Yazar konusu bizdeki gösteri işinin güzel bir iğnelemesi aslında. Sevdiğim bir yazar var, şiirleri de çok iyi. Bu yazarın genç bir yazarın kitabı için yazdığı arka kapak yazısını okuyorum. Övgü dolu, üfürükten. Metni okuyorum, iyi değil. Bu adamın niye bu metin için yazı yazdığını düşünüyorum, cevabı bildiğim halde düşünüyorum. "Bir yazar edebi referans dünyasına girmek istiyorsa, erişilir ve iletişime açık olmalı; diğer bir deyişle, davet edildiği her yere gitmelidir. Yanı sıra böyle bir yazar (doğal bir yeteneği yoksa) en azından referans öncesi, 'ebedi gerçekler' başlığı altında hafızalarda kalacak sözlük alıntılarını telaffuz etmeyi bilmelidir. Söyleşi, bir yazar için potansiyel okuruyla ruhun farklı katmanlarına yükselebilecekleri ulaşılmaz bir fırsat sunar. Ruh katmanlarını muhakkak yüksek olması gerekmez. Yani bir yazar ne kadar sıcak ve anlaşılır olursa, o kadar çok sevilecek ve alıntılanacaktır." (s. 57) Devamında birbirini yağlayan, pohpohlayan edebiyat tayfalarının eleştirisi var, edebiyatı tekelleştiren bu insanlar ne yapmak, nereye varmak istemektedirler? Şuraya, çünkü şurası her yerden görülebiliyor.

Benim nefesim bu kadarına yetti, metnin onda biri bile değil bu. Bir güzel iğnelenmek isterseniz buyurun. Belki berraklaşırsınız, iyi olur.

18 Temmuz 2019 Perşembe

William Trevor - Yağmurdan Sonra

Öykülerin başlıklarına baktığımda insanları ve zamanları görüyorum. Piyano Akortçusunun Karıları, Dullar, Gilbert'in Annesi, Patates Tüccarı. Timothy'nin Yaşgünü ve Damian'la Evlenmek de ilişir bunlara. Trevor'ın öyküleri karakter odaklı, genellikle dışarıdan anlatımlı. Son öykü ilk elden anlatılıyor, karakterin sesini duyuyoruz ama anlatım biçimi değiştiğine göre anlatımın "sesinin", üslubun da değişmesi güzel bir teknik fark yaratırdı, şu durumda elimizde yekten bir ses var. Zamanlara bakayım, anlatım tekniği olarak zamanda yolculuk sıklıkla, hemen her öyküde kullanılıyor, onun dışında hikâyenin güncel zamanından pek de uzaklaşılmıyor, genellikle kısıtlı ve belirli bir zaman aralığı mevzu bahis. Yitirilen Toprak'ta olaylar bir yıla yayılmış olsa da sona doğru zaman hiç geçmemişçesine ilerleniyor, Trevor kilit olaylara odaklanıp geçen zamanın detaylarına pek yer vermiyor. Karakterlerin süreğen dönüşümleri olmasa göze batmayabilirdi ama plan, kurmaca dünya öyle dolu ki hızlı akış, ileri sarmaca baş döndürebiliyor. Bunların dışında zamanlar, mesela öyküler nokta atışı bir zamandan itibaren kurulmaya başlanıyor. İki öykünün başlangıcı tam tarih, sallıyorum 20 Kasım 1989 ve 14 Eylül 1989. Başka bir öyküde ekimin başı. Başka bir öyküde akşam vakti. Biraz, nasıl diyeyim, makine tadı alıyorum ister istemez bütün bunları düşününce. Formüle edilmiş bir çatkı. Anlatım teknikleri çok benzer, karakterlerin derinleştirilme biçimleri benzer. Eh, belki Trevor'ın sadece bu öyküleri için geçerli bir şeydir, bilemiyorum, başka hiçbir metnini okumadım. Can Yayınları'nın bastığı bir metni daha varmış, denk gelirsem... Yüz Kitap sağ olsun, bu öyküleri okuyabildik. Onur Çalı'nın çevirdiği bir Trevor röportajı var, şurada, dileyen göz atabilir. Timaş veya başka bir yayınevi de röportaj serisini basmaya devam ederken bu çeviriyi kullansa bir şekilde, şükela olur. Neyse, Trevor'a gelecektim ama Maile Meloy'u da anmam lazım, öykülerini Tek İstediğim Her İkisi Birden adıyla Yüz Kitap bastı yine, Trevor'la çok yakınlar. İkisinde de İrlanda kanı var, bu bir dursun. Karakterlerinin benzerlikleri bir yana, anlatım biçimlerinin -mekanikliğin demek istemiyorum- benzerliği de dikkat çekici. Meloy'un öyküleri ABD'deki kasabaların ve kentlerin insanlarını konu alıyor, Trevor'ınkiler İrlanda'nın kırsalında ve kentlerinde yaşanan, ince ince kırgınlıklara ve çarpık ilişkilerin yarattığı burukluklara odaklanıyor, iki farklı coğrafyanın insanlarının yerlerini değiştirsek yeni yerlerine hemen uyum sağlarlar, hatta muhtemelen hikâyeler benzer biçimlerde sürüp sonlanır. Belirli olayların etrafında yaşamlarını düzenlemeye çalışan insanların denklikleri düşünüldüğünde Meloy'un Trevor'dan esinlendiğini söylemek, eh, çok zorlama bir çıkarım olmaz gibi geliyor bana. İnternette şöyle bir arandım ama pek bir şey bulamadım bu konuda, şunun dışında: "They almost always begin with a scene or a situation, often very small, always involving at least two people." Öykülerine nasıl başladığına, daha doğrusu nasıl yazdığına dair bir soruya verdiği cevabın ilk cümlesi. Bir sahne veya durum, en az iki kişi. Trevor da aynı işte. Bir de alakasız olacak ama Maile Meloy'un kardeşi Colin Meloy, The Decemberist'in esas oğlanı. Buram buram İrlanda koktu ortalık.

Piyano Akortçusunun Karıları ilk öykü, iki eşten ikincisinin adamdaki birinci eşin izleri karşısındaki tavrı ele alınıyor. Piyano akortçusu kör, bu bilgi önemli. Mevzu küçük bir mahallede geçiyor, bu da önemli. Körlük konusunda söyleyeceğim bir iki şeyi bıkıp usanmadan okuduğum, okumaya devam ettiğim beyinle alakalı metinlerden tutup çıkarıyorum, bir duyunun yokluğunda diğer duyuların eksik duyunun yerini doldurmasının yanında bu sürecin kolayca gerçekleşebilmesi için yardımcı olan insanların bıraktıkları izler de ayrı bir duyuya dönüşebiliyor. Yakınlarının sesi olmadan yönlerini bulamayan insanlar var örneğin, akortçunun ilk eşine ne ölçüde bağlandığını buradan çıkarabiliriz. Violet ilk eş, Belle ikinci. Belle adamla evlenmek isteyen ilk kadın ama akortçunun tercihi Violet oluyor. Belle otuz yıl bekliyor, davet edilmiş olmasına rağmen katılmadığı düğünden tam otuz yıl sonra adamla evlendiği zaman çok heyecanlı, parti vermeyi düşünüyor, öylesi mutlu. Adamı piyanoların bulunduğu evlere getirip götürüyor, Violet'ın işi. Ev de Violet'ın, babasından miras kalınca eşiyle birlikte taşınıyorlar oraya. Kısacası etraftaki hemen her şeyde Violet'ın izi varken, Belle belki de adam görmediği için bu izlerden kolayca kurtulabileceğini düşünürken daha derin bir mesele çıkıyor ortaya: alışkanlıklar ve birbirine benzeyen çiftlerde görülen, ötekine "ait" davranışlar. Belli belirsiz ama zamanla Belle'i rahatsız edecek kadar büyüyor. Arada kadının geçmişi de anlatılıyor, evlenmek istediği adamla evlenemeyip ailesinin durumu iyice bozulunca evlenmiyor onca yıl, aile işini sürdürmeye çalışıyor, öteberi satıyor. Detaylı bir şekilde anlatılıyor bu tür bölümler, karakterlerin köklerinden davranışlarına veya düşüncelerine dair anlamlar çıkarabiliriz. Belle'in ödeyeceği bedeli göze aldığını söyleyebiliriz, akortçuyla açık açık konuşuyor eski eş mevzusunu ve Violet'tan kalan ne varsa yüklenmeyi kabul ediyor. "Sonunda Belle kazanacaktı, çünkü hayatta olan daima kazanır. Bu da âdildi, zira Violet başta kazanmış, daha güzel yılların tadını çıkarmıştı." (s. 24) Kıyas yapmadan iki kadının da en güzel zamanlarını yaşadığı söylenebilir ama Belle bu açıdan bakamıyor, yine de yeterince mutlu.

Bir Dostluk, çocukluk arkadaşı olan iki kadının çocuklarının televizyon izledikleri, oyun oynadıkları, atlayıp zıpladıkları bir sahneyle açılır. Veletler iyi anlaşırlar, Trevor öykünün sonunun vuruculuğunu artırmak için evlatların mutluluk dolu anlarını detaylandırmıştır, iyi de yapmıştır. Çocuklardan kadınlara geçeriz, Margy biraz delişmen bir kadındır, Francesca daha sakindir, Philip'le evlidir, birlikte sıkıcı bir hayatı sürdürmeye çalışırlar. Margy'ye göre Francesca bu sıkıcı adamla evlenme kararının bedelini ödeyecektir bir gün, fevriliğinin sonucu yıkıcı olacaktır. Sebastian adlı yakışıklı bir tanıdıklarıyla evlenmediği için içten içe Francesca'yı suçlar. Dostunun yaşamının hareketlenmesini ister, böylece kendi yaşamı da heyecan içinde geçecektir. Sonuçta Francesca kocasını aldatır, Philip eşini tek bir şartla affetmeye yanaşır: Margy'yle selam sabah kesilecektir. Sonuçta dostluk sona erer, ikisi de son defa buluşup farklı yönlere yürürler, öykü biter. Evet.

Timothy'nin Yaşgünü'ünde yaşlı bir çift, oğulları ve oğullarının arkadaşı -arkadaş, partner, hizmetçi, artık her neyse- arasında geçen, yaşlı çiftin mutluluklarını sürdürmek pahasına oğullarından uzaklaşmalarını -veya tam tersi, oğullarının uzaklaşmasını- konu alan bir durum var. Her yıl Timothy geliyor ve doğum gününü kutluyorlar, üçü birlikte. Son doğum gününün hazırlıkları sürüyor. Yemekler, süsler, pasta, her şey tamam ama Timothy gitmek istemiyor bu kez, o eskiliği ve küflenmeyi görmek istemiyor bir daha, o yüzden Eddie'yi yolluyor. Son bir iyilik diye düşünüyor Eddie, normalde pılısını pırtısını toplayıp Timothy'nin yanından ayrılmaya niyetliydi, Timothy ailesinin evine doğru yola çıktığında bir daha dönmemek üzere evi terk edecekti ama tırtıkladıklarına saydı ve yaşlı çiftin evine gitti, Timothy'nin hasta olduğunu, gelemeyeceğini söyledi. Sessiz bir anlaşma, herkes durumu biliyordu. Yemekler yendi, Eddie yola çıktı ve evdeki para edecek bir eşyayı çantasına atmayı unutmadı. Çift bunu da kabullendi, böyle şeyler olurdu. Birlikte yaşlanmış iki insanın aşkları sürerken yaşamın getirdiklerini, her şeyi kabulleneceklerdi. Timothy bir kulamparanın evine yerleştiğinde, adam öldüğü zaman Timothy'ye bıraktığı evde yaşayacaktı ve eşcinselliğinin hiçbir zaman sorun edilmediğini -babası biraz arıza çıkarır gibi olmuştu ama sorun değildi- hatırlamayacaktı. Şehirden ayrılmak, ailesini görmek, yoksulluğa şahit olmak istemiyordu. Olmadı da.

Çocuk Oyunu, erkenden büyümek zorunda kalanların öyküsüdür. İki skandal, iki boşanma, bir evlilik ve aynı evde yaşamaya başlayan iki çocuk. Gerard ve Rebecca iyi anlaştılar, anneleriyle babalarının evliliklerinden öncesinin sarsıntılarını hissetmişlerdi, sonrasını da hissettiler. Biri annesini, diğeri babasını görmek için hafta sonları başka evlere gittiler, döndükleri zaman yaşadıklarını anlattılar ve oyunlar kurdular. Aldatma oyunları, sevgi oyunları, tartışma oyunları, yetişkinlerden gördükleri her şey çocuk oyununa dönüştü. Yetişkinlerin de çocuk olduklarına dair basit bir çıkarım yok, iki çocuğumuzun kurdukları ilişki ve sonrasında gelen ayrılığın kanıksanması, açılan yaralara rağmen kabul edilmesi üzerinde duruluyor. Beni sarstı, hatta en çok sarsan öykü bu oldu. Hafta sonları başka evlere gitmenin ne demek olduğunu bilirim, kardeş olmayan ama kardeş olan çocuklarla neyi paylaşıp paylaşamayacağımı acı şekilde öğrenmenin ne olduğunu bilirim, onları bir daha görmemek üzere geride bırakmanın ne olduğunu bilirim, aileye duyulan öfkeyi ve sonrasında gelen kayıtsızlığı çok iyi bilirim, yaşamın tamamına yayılır bunlar. Travmalar büyüyebilseydi ben de biraz daha büyüyecektim ama olmadı, o zamanların duygusundan kurtulamadım bir türlü.

Neyse, Trevor iyi bir öykücü ve mutlaka okunmalı. Toplamda on iki öykü var kitapta, bütün öyküler gayet iyi. Evet.

Ek: Oren Lavie'ye ulaştım, şarkılarının canlı kayıtlarını istedim. Çok tembel olduğunu, canlı kayıt yapmaktan imtina ettiğini ama çokça ısrar edildiği için bir sonraki konserlerinden birinin kaydedileceğini söyledi. Sevindim, canlı kayıt lütfen. Ben bu adamın iki şarkısı yüzünden geçen sene çok zor zamanlar geçirdim. Şarkıları kendi kendime çalıp söylemek sıkıntıyı dindirmeyince, bir yandan da o acayip duygu -mu diyeyim artık, ne diyeyim bilmiyorum- bir anda bastırınca yeni bir öyküye başladım. 2000 sözcük yazmışım, aynı şevkle devam edebileceğim bir noktada bıraktım. Sabahtan beri döndürüp duruyorum albümü. Öyküyü sözlerinin bir bölümünün üzerine kurduğum şarkıyı paylaşıyorum, geceye nokta.


Yetmedi, iki şarkıdan biri:

17 Temmuz 2019 Çarşamba

John Badham & Craig Modderno - Artistlik Yapma: Yönetmenlerle Oyuncular Arasındaki Yaratıcı Mücadeleler

Çok temelde sosyal ilişkileri anlatıyor bu metin. Oyuncuların ve yönetmenlerin sanatçı kişiliklerinin çatışmaları bir yana, bir insanla iletişim kurmanın yolları, anlayış, empati, bu tür şeyler var. Mesela oyuncuyuz, oynayacağız, setteyiz. Çekimin öncesinde ve sonrasında karşılaşacağımız onca sıkıntı var, örneğin rolü daha iyi oynamak için birtakım yönlendirmelere ihtiyaç duyuyoruz ama yönetmen bizi pek sallamıyor. Hitchcock yönettiği bir oyuncuya ilham olarak maaş çekini düşünebileceğini söylemiş, bunun işimize yarayacağını söyleyemeyiz. İyi bir oyuncu olsak bile işler yolunda gitmeyebilir, iyi hissetmeyiz, bir sürü aksilik olur, o halde kimi yardıma çağıracağız? Ghostbusters!  Yönetmenin işidir bu. Karakterle bütünleşemedik, kostümümüz tam oturmadı, birtakım şımarıklıklar peşinde koşacağız, hepsi yönetmenin uğraşması gereken işleri oluşturuyor. Çeşit çeşit oyuncu ve yönetmen olduğu için sayısız çatışma gerçekleşiyor, yönetmenler ve oyuncular kovuluyor, stüdyo para kaybediyor ve filmi askıya alıyor. Milyon dolarlar harcanıp bir problemden ötürü yıllarca dağıtılmayan filmler var üstelik, çekimler bittikten sonra işler ters gidebilir. John Badham deneyimli bir yönetmen olarak psikolojiden ekonomiye pek çok açıdan bir filmin oluşum aşamalarını inceliyor, odağı oyuncu-yönetmen ilişkileri olsa da prodüksiyon sürecini etraflıca ele alıp merakımızı dindiriyor, süper. Kendisi Saturday Night Fever'ın ve daha pek çok filmin yönetmeni, Emmy'ye aday gösterilmiş ve filmlerinin Oscar adaylıkları var. California'da bir sanat okulunda profesör olarak çalışıyor, yönetmen ve oyuncu yetiştiriyor. Birlikte çalıştığı isimler arasında Laurence Olivier, Johnny Depp, Mel Gibson, Kevin Costner, Richard Pryor ve John Travolta gibi ünlü oyuncular var. Bir dünya hikâyesi de var, film yapım aşamalarının yer aldığı bölümlerde görüştüğü oyuncu ve yönetmen arkadaşlarından, kendi deneyimlerinden yola çıkarak sağlıklı bir çekim sürecinin nasıl olması gerektiğine dair anlattığı hikâyeler ilgi çekici. Kaprisli oyuncularla giriştiği mücadeleler, şirket yöneticilerinin durmadan sıkıştırması falan, yönetmenliğin pek de akıllı insan işi olmadığını gösteriyor. Oliver Stone'a göre sonradan öğrenilen bir iş değil bu, yönetmenin her şeyi görebilmesini sağlayan niteliklerle doğmuş olması gerekiyor. İyi bir yönetmenin tabii. "Şu soruların cevaplarını aramaya çalıştık: Bir oyuncu prova sırasında veya rolünü oynarken yönetmenden ne duymak ister? Yönetmen ne yapar da oyuncu yabancılaşır? Bir oyuncunun yönetmenden asla duymak istemediği şeyler nelerdir?" (s. 24) Craig Modderno, metnin eş yazarı gazeteci, oyuncularla ve yönetmenlerle yapılan röportajları kendisine borçluyuz sanırım. İzlenimlerini kısaca aktarıyor o da, dediğine göre piyasada insan olarak iyi veya kötüler var. Paul Newman ve Woody Allen şeker gibi insanlarmış mesela, hatta Allen benim ayıla bayıla izlediğim Take the Money and Run çekilirken Modderno'ya iş de vermiş, helal. Kötülere bir örnek, Friends'in Chandler'ı, Matthew Perry. "Onunla ilgili doğrudan edindiğim izlenim, bir ünlü olarak ilk ortaya çıktığında dosttan çok düşman edinmekten hoşlandığı yönündeydi." (s. 30) İnsanların cevabını merak ettiği sorulardan biri: "Gerçekte nasıllar?" Modderno oyuncuların yaşamları hakkında bildiklerini anlatmaktan çekinmiyor, gerçi onun sesini Badham'ın yönetmenlikle ilgili araştırmasının arasında deresinde duyuyoruz ama metni tamamlayıcı bir işlevi olduğu için duyabiliyoruz. Bir şey daha, Cary Grant'in Modderno'ya söylediğine göre şu sahnede uçak Grant'e söylenenden çok daha alçaktan geçmiş, oyuncunun korkusu daha doğal olsun diye. Hitchcock'la Grant yakın arkadaşmış, yönetmenin oyuncuya nazı geçmiştir ama günümüzde ayağı burkulduğu için yönetmenine dava açan oyuncular varken böyle bir şeye cüret etmek zor. Şunu da bırakayım, sabah sabah fişeklenelim.

Her bölümü ele almayacağım, ilginç meseleler üzerinden gidiyorum. Film çekmenin hiç kolay olmadığına dair bir örnekle başlıyor Badham, 1977'nin Mart ayında, gece yarısı, -12 derecede bütün ekip hiçbir şey yapmadan bekliyor. 22 yaşındaki John Travolta kendisini karavanına kapatmış, sahnesinin çekimi var ama çıkmıyor dışarı, herkes öylece duruyor. Badham genç bir yönetmen, ne yapacağını bilmiyor. Bir yıl öncesinde yine benzer bir durum var, Richard Pryor öylece duruyor, Badham'dan özür bekliyor. Karar anları, setin disiplini o an bozulabilir ve yönetmenin ne yapacağını bilmediği anlaşılırsa herkes kafasına göre davranmaya başlar. Badham işi öğreniyor ama işten önce insan ilişkilerini öğreniyor, hatalar yaparak. Pryor bir sahnenin çekimi sırasında can güvenliğinin tehlikeye girmesi sonucu özür dilenmeden çekime devam etmek istemiyor, John Travolta canlandırdığı karakterin yürüyüşüne taktığı için karavanından çıkmıyor, boşa geçen her an yapımcılar için maddi zarar. Yönetmen şutlanıp yerine bir başkası getirilebilir, sonuçta oyuncuyla yönetmen arasında bir seçim yapılacak olsa yönetmen uğurlanır, yeri hemen doldurulur. "Asla oyuncularınızla ölümüne mücadele etmeyin. Kazanamazsınız. Kazansanız bile bunu yanınıza bırakmayacaklardır." (s. 58) Badham geri adım atmak istemiyor, bir şekilde Pryor'la uzlaşıp çekimleri sürdürüyor ama Travolta'yla en azından o sahne için anlaşamıyor, adamın dublörünü yürütüyor ve köprüden aşağı attırıyor. Dediğine göre Saturday Night Fever'daki şu efsane sahnede iki farklı kişi yürümüş bu yüzden. "Bir mizanseni asla, asla, ama asla en başta oyuncunun katılımı olmadan sahnelemeyin." (s. 53) Travolta'nın mevzusuyla alakalı bir şey. Önce Travolta oynar, sonra dublör Travolta'ya uyum sağlar, tersi her türlü sürprize açık.

Yönetmenin nasıl davranması gerektiğine dair tavsiyeleri var Badham'ın, özgüvenli davranmayı öğrenmek bunlardan biri. "Kararsızlık yönetmenin Waterloo'sudur." (s. 65) Oyuncuları yönlendirmeyi bilmek, repliğin nasıl okunması gerektiğini söylememek gibi pek çok öneri konusunda tanınmış isimlerin deneyimleri küçük ve renkli bölümlere sıkıştırılmış. Mel Gibson, Oliver Stone, Martin Sheen, Kurtwood Smith gibi isimler sinemaya ve insana dair edimlerini paylaşıyorlar, mis. Tavsiyeler arasında bazıları var ki deneyimlemeden edinmek zor, örneğin çıplak sahneler. "Başınızı kaldırıp çatı kirişlerine bakmayı unutmayın. Şişman bir ekip elemanı aniden doksan basamak yukarıdaki asma platforma çıkıp bir elektrik bağlantısını kontrol etmesi gerektiğini söyleyebilir..." (s. 80) Bir oyuncuyla veya set elemanıyla yakın ilişkiye girmemek de başka bir tavsiye. Cinsel münasebet olur, başka bir şey olur, çekimin doğal havasını mahvedeceği için bu da her tür sürprizi doğurabilir. Bunların yanında ana başlıkların oluşturduğu bölümlerin sonlarında o bölümlerde anlatılanların özetlendiği maddelere yer verilmiş, hap bilgi. "Şöyle edin, böyle yapın" gibi.

Yönetmenin etki derecesi. Oyunculara dönüt vermek gerekiyor, mutlaka. Gevşemeleri sağlanmalı. Oyunculuk dersi alınsa çok iyi, oyuncuların psikolojisini bilmek lazım. Gary Busey, yönetmenlerin üniversitede psikoloji dersi almaları gerektiğini söylüyor bir yerde. Oliver Stone da gerçekten başarılı bir yönetmen olmak isteyenlerin oyuncunun bakış açısından bakmaları gerektiği fikri üzerinde duruyor. Yetiştirilme tarzı, eğitim, eğilimler, göz önünde tutulacak pek çok veri var, hepsi değerlendirilmeli ve oyunculara bu değerlendirmelerin sonucuyla yaklaşılmalı. Yoksa karavana kapatıyorlar kendilerini falan, bir dünya iş. Rol dağıtımı ve provalar esnasında setin genel havası ve gidişatı belirlenmiş oluyor, yönetmenin yapması gereken tek şey elindeki malzemeden en iyi sonucu çıkarmak. Çekimden önce prova yaptırıp yaptırmamak kendisine kalmış ama bazı oyuncuların provaya ihtiyaç duymamalarını da anlayışla karşılamak gerektiğini söylüyor, örneğin Robert De Niro prova yapmazmış pek, böyle büyük bir oyuncuyu prova yapmaya zorlamak akıl dışı bir iş olur. Woody Allen yetenekli oyuncuları çok az provayla bir sahnenin içine atarmış mesela, çekim başlayınca kendisi dışında bütün oyuncular panik içinde olurmuş. Anlaşılıyor, Allen'ın filmlerinde herkesin serseri mayın gibi dolandığını sezebiliriz, Allen dışındaki herkesin. Sinatra da prova yapmayı sevmezmiş, "doğuştan provalıymış" kendisi. Yönetmenler için istisnai oyuncular var ve huy keşfi yönetmenin en iyi becerdiği iş olmak zorunda, yoksa daha en başta oyuncularla çatışmanın önü alınamıyor. Steven Soderbergh şöyle demiş: "'Oyuncular bir şeyi biliyor gibi göründükleri zaman çenemi kapamayı ve yoldan çekilmeyi yaşayarak öğrendim. Rol dağıtımını doğru yapmışsanız ve sahne yapısal olarak temelde başarılıysa, onların canını fazla sıkmamalısınız. Bir şeye takılıp kalmalarına neden olmayın ve çok iyi yaptıkları bir şeye dikkatlerini çekmeyin, çünkü bir daha asla çok iyi olmayacaktır.'" (s. 180) İltifat ayarı oyuncunun ayarı demek, denge kurulmalı.

Badham'ın oyuncularından istediği üç şey var zamanında gelmek, replikleri bilmek ve karakterin geçmişiyle hedeflerini bilmek. Bunların dışında oyunculardan istedikleri konusunda detaylara iniyor, mesela oyuncuyu çekime hazır hale getirmek için "anne bakışı" dediği bir şeye başvurmayı tavsiye ediyor. Oyuncuların şamar oğlanı olmaktansa kovulmanın daha iyi olduğundan bahsediyor, öz saygıyı yitirmektense filmden şutlanmak çok daha iyi. Korkulmaması gereken bir şey aynı zamanda, kötü olduğu kadar iyi yanları da var bunun ama yine anlayış giriyor işin içine, Natalie Wood örneği mevzuyu açıyor. Wood bir filminin çekimini saatlerce durdurmuş, oynamayı reddetmiş. Neden? doğru ruh haline girebilmek için Jungle Gardenia diye bir parfüme ihtiyaç duyduğunu belirtmiş. Şoförler araçlarına atlamışlar, bu parfümü aramışlar, bulmuşlar ve getirmişler. Çekimler kaldığı yerden devam etmiş sonra. İstediği hamburger gelmeden çekime başlamayacağını söyleyen oyuncu için yapılacak pek bir şey yok, kameranın yanındaki sopanızı elinize alın.

Böyle. Sırf sinema dünyasındaki ilginç olaylar için bile okunabilir ama Sennet'ın kamusal insanını düşündüğümüzde, eh, her gün karşılaştığımız maskelerle iletişim kurmanın veya kurmamanın yollarını da gösteriyor bir açıdan.