23 Temmuz 2019 Salı

David Eagleman - Incognito

Korkumu dindirmek için okurken derinleri gördükçe daha fazla korkuyorum, kırılmaz bir döngü. Dikkatimi başka yere veriyorum, bu kez davranışlarımı incelemeye başlıyorum ve farkına varıp varamadığım onca etkenin içinden çıkamıyorum. Herkesin cevabını alamayacağını bilerek sorduğu soru: '"Ben", kimsin veya kimsiniz?' Bir noktaya kadar aydınlık, sonra teorilerin yarım yamalak ışığı, sonrası karanlık. Korkutan bu, Laplace'ın Şeytanı'nı aramıyorum ama bir örüntü, bir anlam, bir şey. Yeni değil, çağlar boyunca kuyruğunun peşinden koşulan, sorulmazsa bilinen anlam için düşüncelerden başka çatılan bir şey olmamıştı, geçtiğimiz yüzyıla kadar. Anlam nörolojide gizli demek de istemem ama en somut verileri nöroloji sağlıyor, ben de Eagleman'ı ve beyinle, düşünceyle, soyut tasarımın somut karşılığıyla ilgili her şeyi takip ediyorum. Aklımın almadığı bir sonsuzluğun kıyısında durduğumu seziyorum bu adamın metinlerini okudukça, yanı başımda giz bütün ihtişamıyla duruyor ama göremiyorum. Çıldıracağım. Sakinim. Kafamın içinde bir şey var, ne olduğunu bilmiyorum. Yabancı el sendromunu yabancı zihin sendromu olarak hayatımız boyunca taşıyoruz ve bunun farkına varmıyoruz, benlikler arasında el yordamıyla aranıp duruyoruz ama hepsi toza dönüşüp kayboluyor. Her şey uzun vadede toza dönüşüyor, bunu ben hariç bütün benler biliyor. Gizliyorlar, varlıklarını böyle sürdürüyorlar. Kendi savunma mekanizmaları. Bilincin oluşturulma sebebi ardındaki onca uğultunun sesini kısmak mı? "İnanılmaz bir hikâyedir bizimkisi. Bildiğimiz kadarıyla, gezegende kendi programlama dilini çözme oyununa bodoslama dalacak kadar karmaşık tek sistemi oluşturuyoruz. Farz edin ki bilgisayarınız kendi donanımını denetlemeye başladı, kasasını söktü ve kamerasını kendi devrelerine yönlendirdi. İşte biz buyuz." (s. 2) Şu da var, gördüğümüzü anlayacak seviyede değiliz. Belki de "Her Şeyin Teorisi" karşımızda apaçık duruyor ama verileri işleyebilecek teknolojiye, bilime ve görüye sahip olamadığımız için bilinmeyenler öylece duruyor. Batı Afrika yerlilerinden örnek veriyor Eagleman, kendi sesini hoparlörden duyan bir yerli, mikrofonla sesini kaydeden adamı "sesini çaldığı için" dövmeye kalkmış. Müzik dinletildiği zaman da "müthiş bir sihir" demişler. Biz sihri görebiliyoruz nihayet, fotoğraflanan kara delik gösterdi ki teorilerden ulaşılabilecek somut veriler var, süper. Adım adım olacak, onca bilimsel verinin önünde sonunda ulaşacağı noktada anlamı yakalayabiliriz. Bunun umuduyla dinginleşiyorum, huzursuzluğu başka türlü zapt edemiyorum. "Ben" olarak gördüğüm şeyin -"bildiğim" diyemiyorum, ben hakkı(n/m)da hemen hemen hiçbir şey bilmiyorum- ötesinde bilmediğim milyon tane sistem çalışıyor, bunlar hormonlarla veya benzeri zamazingolarla çalışıyor, bilincimin ötesinde uzanan dünya öylece duruyor. "Beyin gösterisini kılık değiştirerek -"incognito"- icra eder." (s. 7) Incognito'yu Ultima Online'dan biliyorum, hiç oynadınız mı Ultima Online? 2000'li yılların başından 2005'e kadar hayatımı ele geçirmişti lanet oyun. Neyse, sizi anonimleştiren bir büyü Incognito, adınızı silip yerine saçma sapan bir isim koyuyor, tanınamıyorsunuz böylece. Guild, isim, her şey siliniyor. Burada benzer bir olgu var, arkada sistemler çalışıyor, biz de yaşıyoruz. Eagleman bu sistemleri incelemeye başlamadan önce bilincin ötesini görmeye çalışan bilim insanlarının bulgularını kronolojik bir sıraya koyarak anlatıyor. James Clerk Maxwell, William Blake, Goethe ve Coleridge gibi isimler Incognito'yu sezmiş, verileriyle ve sözcükleriyle kıyısından geçmişler. Galileo'yla başlıyor aslında, her şeyin merkezinde olmadığımız fikri ortaya çıkınca benlik algısı da değişiyor ve içe bakış deneyimleri başlıyor. Daha da geriye gidebiliyoruz, Thomas Aquinas bilince ek bir kategori getirerek kontrolünde olmayan davranışlar için karanlık bir bölgenin varlığından bahsediyor. Leibniz bilincinde olmadığımız arzularımızdan ve isteklerimizden bahsediyor ama düşünceleri Aydınlanma'nın "kendini bilme" anlayışıyla ters düştüğü için görmezden geliniyor, buluşun ortaya çıkış zamanını beklemesi gerekiyor. Montaigne'in de "ben"den bahislerinde derinliğe bakma çabası görülüyor. Mevzuyu bilimsel bir konsepte oturtma çabası Charles Bell ile başlıyor, sonrasında Ernst Heinrich Weber ile sürüyor, Peter Müller çeşitli deneyler yoluyla sinyallerin uyardığı bilinci irdeleyen çalışmalarıyla nörolojinin çerçevesini çizenlerden biri oluyor. Sonrasında Freud, hikâye bir zemine oturuyor böylece. Sonraki adımda Eagleman algı oyunları, zombi beynin işlevleri gibi meselelere girerek günümüzün bilimsel verileri ışığında bilinmeyenin sınırlarını belirliyor.

Kötü bir gözlemci olmamıza dair örnekler görme ediminin ardındaki boşluklara odaklanıyor. Doğduğumuz zaman verili bir dünya ve edinilmiş algılarımız ne yapabileceğimizin kabaca bir şemasını verir. Belli bir tayftaki renkleri görürüz, biçimleri algılarız, her şey beyinde olup biter. Gözler nasıl iş göreceğini kısa sürede öğrenir, beyin bilişsel olarak gelişir ve bakış açımızdan kaybolan nesnelerin tamamen yok olmadığını öğreniriz, doğal bir süreç. Elli yıl boyunca hiç görememiş bir insanın gözleri açılınca normal bir şekilde yaşamını sürdürebileceğini düşünürüz, sonuçta beynin gelişimi tamamlanmıştır ve göz de işini yapmaya hazırdır ama öyle değil, Mike May ameliyat olup görebilmeye başladığı zaman kendisini tam bir kaosun içinde buluyor. Elli yıl boyunca eksik duyunun yerini mevcut duyular doldurmuştu, seslerin yankılarından yola çıkarak üç boyutlu şekiller çizebilirdi ama görmeye başladıktan sonra beynin işleyemediği pek çok geometrik şekil, "anlamını bilmediği" pek çok yüz, saldırgan bir dünya çıktı karşısına, beyni onca veriyi işlemeyi öğrenene kadar yaşamı işkenceye döndü. Biz duyularımızı kullanarak bu kaostan veri ve anlam çıkarabiliyoruz, fizyolojimizden ötürü normalde görmemiz gereken kapkara iki noktayı görmüyoruz, çünkü beyin o noktaları yok ediyor ama oradalar aslında, farkında olmadığımız pek çok gedikle doluyuz. "Zombi beyin" işte bu noktaları kapatan bir şey, bilinçaltıyla ilişkili bir parçamız. Özümüzü oluşturan şey belki de, Eagleman düşünce tarihini eşeleyerek ruh olgusuyla bu zombi beyni birlikte ele alarak birtakım çıkarımlara ulaşıyor ama oraya girmeyeceğim ben. Sonuçta duyu organlarımız veri toplamaya yarar, verileri işleyen beyindeki en ufak bir karmaşa dünyayı cehenneme çevirebilir. Animatrix'in bir bölümünde beynin belirli noktalarına verilen elektrik sinyalleri insanı güldürüp ağlatabiliyordu, bunu akılda tutmalıyız. Tamamını henüz bilmediğimiz ve anlamadığımız bir program çalışıyor geride, umalım ki hiç bozulmadan sürdürsün işini. Tümörlerle ve yaralanmalarla ilgili bölümlerde nasıl bir dehşetin içine düşebileceğimiz anlatılıyor, korkulu rüya gibi. "Şu anda bile masanızın üzerinde bir gümüş kalem sanrısı görüyor ve gerçekliğinden kuşkulanmıyor olabilirsiniz; varlığı, ne de olsa akla aykırı değil." (s. 46) Beynin sağ ve sol bölümünün bağlantılarının kesilmesiyle ilgili bozukluklar da oldukça ilginç; "yabancı el sendromu" gibi pek çok arıza çıkıyor ortaya. Eagleman'a elden gel diyesim geldi, bir yerde Evil Dead'den örnek veriyor. Bruce'un elinin yabancılaştığı sahne, konağının gözlerini çıkarmaya çalışan bir el. Düşünün, siz uykudayken eliniz komodinin üzerindeki bardağı alıyor, parçalıyor ve kırık bardağı boğazınıza saplıyor. Mümkün bu.

Beyin bir açıdan tamamen eğitilebilen parçalardan oluşur, bazı bölümleriyse sezgisel bir şekilde çalışır. Tavuk seksörleri ve uçak gözcüleri örneğini veriyor Eagleman, Japonya'daki bir okulda civcivlerin neye dönüşeceklerinin bilinmesi için dünyanın her yerinden gelen insanlara eğitim veriliyor. Şöyle bir şey, civcivin kıçına bakıyorsunuz, horoza veya tavuğa dönüşeceğini anlıyorsunuz. Bunun sistematik bir eğitimi yok, uzman seksörler öğrencileri toplayıp seçim yaptırıyorlar, onaylıyorlar veya reddediyorlar. Bu kadar. Öğrencilerin içgörü kazanmaları gerekiyor, tamamen sezgisel bir olay. Uzmanlar seçimleri onaylıyor veya reddediyorlar, eğitim de bu. Binlerce defa tekrarlanan bir uygulama. Uçak gözcülerinin eğitimi de aynı şekilde işliyor, II. Dünya Savaşı sırasında İngilizler kendi uçaklarını vurmamak için gözlemci yetiştiriyorlar. Ufukta beliren uçağın hangi ülkeye ait olduğunun hemen belirlenmesi çok önemli olduğu için iyi gören insanlar bir alana toplanıyor, görü kazanana kadar uçakları dikizliyorlar. Eagleman bu iki örneği henüz farkına varamadığımız bir işlemin en önemli parçası olarak yorumluyor. Normalde görebiliyoruz ama bilinçle, algıladığımız biçimde değil. Bir örneği görme yetisini kısmen veya tamamen kaybetmiş insanların edimleriyle açıklanıyor, göremediğini ısrarla söyleyen bir insanın karşısında parmaklarımızın kaçı gösterdiğini sorduğumuz zaman -şartlara göre- doğru cevabı vermesi olası, duyunun farkına varmadığımız işlemleri aslında görebildiğimizi gösteriyor, sadece bunu bilmiyoruz. Bu da mümkün.

Beynimiz yaşamamızı sürdürecek bir gerçeklik inşa etmemizi sağlar. Aslında bunu kendi varlığını sürdürmek için yapıyor olabilir, bunu beyine sormak lazım. İçgüdülere dokunamıyoruz, onları değiştiremiyoruz, sistemin kapalı kaynak kodları onlar. "Sonuçta, kendi içgüdülerimizden oluşan bir umwelt içinde yaşar ama onlarla ilgili pek az şey algılarız; bir balık, içinde yüzdüğü suyu ne kadar algılayabiliyorsa o kadar." (s. 91) Sayısız arzumuz, eğilimimiz, bize ait olduğunu düşündüğümüz parçamız bu biçimde oluşur. Çok sayıda örnek var, birkaçını alacağım. Sarışın kadınlara duyulan ilgi örneğin, açık tenli kadınların hastalık belirtilerini tenlerinden okumak kolaydır. Esmerler bu açıdan bir tür perdeye sahip oldukları için şüphe doğururlar. Bu bir görüş. Kadınların adet dönemlerinde daha fazla bahşiş aldıkları kanıtlanmış. Doğurganlık. Feromonlar, en basitinden teri itici olmayan insanlarla birlikte oluruz, genetik olarak birbirimizle uyumluyuzdur çünkü. İlginç bir bilgi daha: Sadakat geni bulunmuş. Bir gün evlenmeye karar verildiği zaman bu genin ölçülmesi istenebilir, iş biyolojide bitiyorsa çürük aile kurumunun sürdürülmesi garanti altına alınabilir.

Bir de "rakipler takımı olarak beyin" olayı var, Mel Gibson örneğini veriyor Eagleman. Mel Gibson bir gün alkollü bir şekilde araba kullanırken yakalanıyor ve Yahudilere giydirmeye başlıyor. Olay oluyor tabii, Mel Gibson özür diliyor ve normalde o tür düşüncelere sahip olmadığından bahsediyor, Yahudilikle ilgili kurumlardan yardım istiyor falan. Samimi olduğu anlaşılınca affediliyor, bilmem ne. Olay şu, hepimiz ırkçıyız ve ırkçı değiliz. Bastırabiliriz ama yok edemeyiz, çünkü içimizde yaklaşık sekiz milyon dört tane insan yaşıyor ve birinin sesi zaman zaman diğerlerini bastırabiliyor. İnsanın olduğu yerde her şey mümkün kısacası. Yine birkaç örnek alacağım ve bitireceğim. Zeki, işini seven ve yaşam dolu bir insanın çıktığı kuleden etrafına ölüm saçması ne kadar olası? Sıfırdan bire kadar puanlarsak bir diyeceğiz, olmuş bir şey. Teksas'ta adamın teki kuleye çıkıyor, elindeki uzun namlulu silahla sağa sola sıkıyor. Ondan önce eşini ve çocuğunu, annesiyle babasını öldürüyor. Geride bıraktığı mektupta bir süredir iyi olmadığını, korkunç bir öfkeyle dolup taştığını, beyninin incelenmesi gerektiğini söylüyor. İnceliyorlar, tümör bulunuyor. Tümör insanın öfkesini, sinirini, artık her neyse onu ayarlayan bölgeye baskı yapıyor ve adamın kişiliği değişiyor resmen. Tarihte pek çok örneği var bunun, dileyen kitabı alıp okusun. Walt Whitman'dan alıntılar eşliğinde kaç kişiden oluştuğumuzu görmek biraz korkutucu, kabullenmenin tesellisini de taşıyor ama.

Eagleman insanların gizli bölmelerini kurcalıyor, yaşamda neyle karşılaşabileceğimize dair uyarılarda bulunuyor ve daha da önemlisi, aslında ne olduğumuzu anlatıyor. Çok az bir bölümü çözümlenmiş muazzam bir kaosuz. Bu.



2 yorum:

  1. Ya biyoloji ile alakalı bir şey elime almamaya yeminliydim, senelerdir okumadım. Bu sene Cogito'nun Evrim sayısını okumaya başladım. Bari bunu da okuyayım. Evde Neil'in Beyni İle Konuşmalar var, işte lokal anestezi ile cerrahi bi operasyon yaparlarken beynini kurcalıyorlar adamın, nereye elektrik verince ne oluyormuş falan diye. Metis basmış, onu da okuyayım. İlgileniyosan sen de oku.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bakayım ya. Beyinle ilgili ne var ne yok okumak istiyorum.

      Sil