* 2008'de oldu galiba, okuduğum şeyleri doğru düzgün hatırlayamadığımı fark ettim. Aklımda pek bir şey kalmıyordu. "Blog açayım ben" diye düşündüğümü hatırlıyorum, hatta şansa o günlerden bir iki fotoğraf da var. Tarık Buğra'nın Dönemeçte'sini okuyordum, bir de uyumaya niyetlenmiştim ki Sema Uğurcan'ın dersinde uyunabilirdi. Kendisinden dört sene boyunca Mehmet Akif, Namık Kemal falan dinledik, yeni metinlerin yer aldığı bir derse başlamadan önce, "Sizin Bilge Karasu'yu, Sevgi Soysal'ı falan anlamanız için Tanzimat'ı bilmeniz gerekir," demişliği var, bütün sene Tanzimat'a boğulmuştuk. Derya deniz bir hocaydı da işte, ben Tanzimat'tan alacağımı almıştım. Aslında ikinci sene bölümden de alacağımı almıştım, bırakmayı çok düşündüm, Köktürkçe sınavının ortasında, "Ne işim var lan benim burada?" deyip çıkmışlığım da var ama olmadı, başladığım şeyi yarım bırakmama huyum baskın geldi. Her neyse, şu camışlık örneğinde muhtemelen blog işini düşünüyorum. Henüz hayata geçirmemişim, daha üç senesi var.
* 2011'de Jeffrey Burton Russell'ın Şeytan'la ilgili dörtlemesini okurken, "Eeyh," dedim ve açtım burayı. Kendim içindi, metin güncesi gibi bir şey. Notlarımı aktarırım, biraz da zevzeklik edip eğlenirim demiştim ama öncelik hatırlamaktaydı. Yazarsam unutma süreci uzar, sonrasında da yazdıklarıma dönüp bakarım ve unuttuklarımı hatırlarım, plan buydu. Sekiz yıl olacak, bir kez olsun dönüp bakmış değilim, baktıysam da çok şaşırtıcı bir şey, hatırlamıyorum. Satın aldığım kitapları da hatırlamıyorum zaten, aynı kitabı dört kez aldığımı biliyorum. Şimdi Yeşim'e veriyorum fazla olanları, evindeki kulesini yükseltiyor. Neyse, açtım burayı ve zırvalamaya başladım. Random gülmeler, aptal aptal yorumlar. Şimdi en azından random gülmüyorum. Yirmi üç yaşındaydım, bir işi ne kadar ciddiyetle ele alabilirsem buna da o kadar ciddiyetle girişmiştim. Yüksek lisansın ders dönemindeydim bir de, aptallığı kes. Bölümden ne gördüm ki yükseğe başvurdum acaba, hangi düşünceyle ve motivasyonla yüksek lisansa başladığımı hatırlamıyorum. Akademisyen olmak istemiyordum, Murat Koç haricinde akademiden iğreniyordum açıkçası. Sanırım işsizliği ertelemekti amacım. Bir de müzikle uğraşıyordum, Dorock'ta çalıyorduk o zamanlar. Sonra bambaşka şeyler oldu, hiç ummadığım şeyler. Hayat çok deli iş.
* Okuduğum her şeyi yazamıyorum, taslaklarda sekiz senedir yazılmayı bekleyen kitaplar var, yazmaya hiç girişmediklerim de var. Mesela Bertrand Russell'ın üç ciltlik Batı Felsefesi Tarihi nam metni, Platon'un Yasalar'ı, Aristoteles'in Magna Moralia'sı, Norman Mailer'ın Çıplak ve Ölü'sü, bir dünya. Şiirin altından kalkamam diye yazmaya hiç yeltenmiyorum, okuyorum bir tek. Felsefenin durumu ortada. Bir de buraya yazmaya başlamadan önce okuduğum şeyler var, Bilge Karasu metinleri haricindekilere döneceğimi pek sanmıyorum, uçtu onlar. Lisede okuduğum klasikleri tekrar okumanın vakti geldi, onları okurum. Var okunacak bir sürü şey.
* Her bir yazı için aşağı yukarı bir saat harcıyorum ama kesintisiz yazmıyorum. Mesela izlediğim bir şey varsa yirmi dakika o, sonra gitar çalmaca, beste varsa onunla uğraşıyorum, bir şeyler okuyorum, bilgisayarın başına geçip yazmaya başlıyorum, sonra yürüyüşe çıkıyorum, o gün sosyalleşilecekse Kadıköy'e gidiyorum. Yalapşap iş yaptığım için yazılarda bir dünya hata vardır, sinirini bozduğum varsa affetsin. Bitince metne dönüp düzeltmiyorum da, yallah tazyik.
* İşe ve Kadıköy'e trenle gidip geliyorum, yolda okuyorum. Aslında bir şeyle uğraşmadığım her vakitte okuyorum. Günde beş altı saat kadar. Bir metin bitince hemen diğerine geçiyorum. Bazı metinler nefes almam için iki gün beklememe yol açıyor, Proust'ta öyle olmuştu. Her yerde okuyorum, mesela Moby Dick'i Mamak'ta askerlik yaparken okudum, üç yüz kişilik bölükte silah sırası gelene kadar oturup birkaç sayfa okuyordum, kamuflajın cebinde tuğla taşıyordum resmen. Beş altı kişiydik, getirdiğimiz kitapları döndüre döndüre okuyorduk. Daudet'nin Sappho'sunu, şimdi hatırlamadığım birkaç kitabı orada okudum, aralarda. Saçma sapan bir anım da var okumakla ilgili, eksik olmasın. Kıbrıs'ta ustalığı yaparken 1-3 nöbetini tutuyordum bir gün, erzak deposunun önünde. Mülksüzler var elimde. Benimle birlikte nöbete kim gelirse yaşıyordu, devriye gelene kadar uyuyabilirdi, nasıl olsa okuyorum ben, kulağım devriyede. Neyse, bir elde fener, diğer elde kitap, okuyorum. Süngü rahatsız ettiği için çıkarıp bir yere koymuşum, farkında değilim. Devriye geldi, arkadaşı uyandırdım, gidip imzayı attık ve nöbet bitti. Koğuşa geldik, eşofmanları giyip sızacağız. Tüfeği gececiye verdim, "Süngü nerde lan?" dedi. "Hassiktir, nerde lan süngü?" dedim, süngünün neredeliği uyku muyku bırakmadı. Yarım yamalak giyinip çıktım, nöbet bölgesine koştum. Yürüyerek yarım saat ötede, ben beş dakikada falan ulaşmış olabilirim. Bakıyorum bakıyorum, yok. Öttürürler valla, bulmam lazım. Bizden sonraki nöbetçiler de oradaydı, birlikte arayıp bulduk nihayet, otların arasına düşürmüşüm. Küfrede küfrede koğuşa dönmüştüm sonra. Evet.
Sanırım bu kadar.
Henry A. Giroux eleştirel pedagojinin kurucusu, düşünür ve eleştirmen. Akademide yer aldığı süre boyunca, özellikle 1980'lerden sonra neoliberalizmin pörtlemesiyle birlikte kamusal alanın ve sosyal devletin uğradığı saldırılara tanık olduktan sonra kesinti politikalarını, üniversitenin toplumsal niteliğini yitirmesini ve toplumun sürüklendiği boşluğu analiz ederek makaleler halinde sunuyor. İrdelenen konular birbiriyle bağlantılı, çürümenin tek bir kaynaktan doğup dallara ayrılması kaç cepheden birden kuşatıldığımızı gösteriyor, dehşete düşürüyor açıkçası. İlk makale hariç odak ABD ama neoliberalizmi muhteşem bir şekilde devşirdiğimiz için ülkeler arasında pek bir fark görülmüyor bu açıdan, siyasadan aynı şekilde etkileniyoruz. İlk makaleye bakıyorum, geriye bir şeyin kalıp kalmadığını soruyor Giroux, Amerikan gençliğiyle küresel demokrasi mücadelesini ele alıyor. Londra'da, Atina'da, İspanya'da ve Arap ülkelerinde gençler pasif veya aktif olarak direndiler, biz de direndik bir güzel, dokunulmaz olduğu düşünülen devlet kurumlarının sarsılabileceğini gösterdik. Sonrasında başlayan ve günümüzde de tam gaz süren zulme karşı ses çıkaran insanlar olduğunu gösterdik, sırf bu bile bir kazanım ama öyle bir tahakküm kurulmuş ki devletin hemen her organı ele geçirilmiş durumda. Yerel değil, küresel anlamda böyle. Bu yüzden protestolar ve gösteriler sadece kazanım elde etme amacıyla bakılmadığı sürece, devamlılıklarını sağladıkları ölçüde kodamanların kurdukları sömürü düzeninde bir şeylerin yolunda gitmediğini anlatacak. "İktisadi Darwincilik" güçlü olanın hayatta kalmasını sağlıyor ve geri kalan atıl toplulukların gözden çıkarıldığını söylüyor ama topluluklar bu sistemde geleceğin daha iyi olmayacağını, kapitalizmin vadettiği cennetin asla gelmeyeceğini idrak ettikten sonra, eh, seslerini çıkarmaya devam ediyorlar ama sosyal paydaşlar sessiz kaldıkça ses çıkardıklarıyla kalıyorlar ne yazık ki. İlk makalede yakın geçmişte gerçekleşen protestolardan, devrilen diktatörlerden ve yerlerinde huzursuz huzursuz kıpırdanan politikacılardan bahsediliyor, bir de protestoların amacından. "Demokrasi artık savunulmuyor. Siyaseti olanaklı kılan bir tür müşterek varoluş olarak yeniden icat ediliyor." (s. 11) Demokrasinin temel dayanakları birer birer ortadan kaldırıldıktan sonra savunulacak yeni bir demokrasi modeli isteniyor kısaca. Eğitimin baltalanması ve işsizlik gibi problemler demokrasinin işlerliğine bir zarar vermese de bireylerin kararlarını özgürce ve bilinçli bir şekilde vermelerini engellediği için tepkilerin ana hedefi kamu yararının gözetilmesine yöneliyor. Savaş ekonomisi ve neoliberal politikalar gençleri ıskartaya çıkarıyor, gençler de varlıklarını hatırlatıyorlar. "Tüketimcilik, anlık doyum ve özelleştirmenin narsisist etiği" eleştiriliyor, bunu da alkol yasağı üzerinden örnekliyor Giroux. Özetle yanlış hedeflere yönelen eylemler alkol yasağı gibi daha kısıtlı bir arızanın giderilmesine odaklanınca gücünden ve amacından çok şey yitiriyor, farklı türdeki toplulukların bir araya gelmeleri ve asıl amaçları etrafında birleşmeleri engellenmiş oluyor böylece. "Adorno'ya göre bu koşullar altında, düşünme kendisinin ötesine geçebilme yetisini kaybetti, mevcut kesinliklerin ve sağduyu biçimlerinin taklidine indirgendi." (s. 32) Yirmili ve otuzlu yaşlarınızın boşa geçtiğini düşünüyorsanız Bauman'ın "daimi olağanüstü hal" dediği durumu yaşıyorsunuz demektir. Ben şahsen böyle hissediyorum, aileden akademiye kadar pek çok kontrol kurumunun güdümünde, korkutulduğumuz için oradan oraya sürüklendik. Şimdi sesleri dinleme ve yeterince cesursak ses çıkarma zamanı. Evet.
Walter Benjamin'in Tarih Meleği'nin günümüzde dönüştüğü hali anlatan bir makale var, ona değineyim. İlerlemenin yıkım temelli olduğunu simgeliyor bu Melek, yüzü geçmişe dönük bir şekilde yükseliyor, savaşların ve katliamların itici gücü onu yukarıya taşıyor. Bir zamanlar taşıyordu, günümüzde Melek evinde oturuyor ve onun işini cesur insanlar yapıyor. Cesurlar, sessizlerin ve karşıtların çıkarlarını da koruyacak kadar, özellikle kamusal refahın tırpanlandığı bugün. "Bir zamanlar ilerlemenin anlamını tanımlayan herhangi bir ortak ve kamusal fayda anlayışı bireysel özgürlük ve sorumluluk olasılığını ezen bir tür sosyalist kâbusun kalıntısı, bir patoloji olarak yorumlanırken, toplumsal ilerleme de tarihsel sahneyi bireysel eylemlere, değerlere, beğenilere ve kişisel başarıya terk etti." (s. 48) Bauman'ın gündelik yaşam eleştirilerine, akışkanlıkla ilgili iğnelemelerine yaklaşıyoruz bu noktada. İki örnek: Stranger Things'in son sezonunda ufaklığın söylediği sözleri hatırlıyorum. İyi bir Amerikalı, kapitalizmin sıkı bir destekçisi, korkunç ölçüde bireyci. Sekiz yaşındaydı galiba. Dizinin seksenli yıllarda geçtiğini düşünürsek neoliberal politikaların zirveye ulaştığı yıllarda tahakkümün veletlere dek ulaştığını görmek benim adıma dehşet vericiydi. Diğer örnekte üniversitelerde zorla okutulan Ayn Rand metinleri var, bu meseleye başka bir makalede daha detaylı değiniyor Giroux. Başka bir örnek daha var ki kan dondurucu. 75 dolarlık yıllık yangın sigortasını yatırmayan bir adamın evi yanıyor, itfaiyeciler yangının etraftaki evlere sıçramaması için ellerinden geleni yapıyorlar. Evin sahibi 75 doları orada ödemek istiyor ama kabul görmüyor tabii, dalga geçiyorlar adamla bir de. Dehşet verici bir şey, özel şirketlere peşkeş çekilen toplum hizmetleri bürokratik çarklara sıkışmış durumda, en insancıl davranışlar bile sözleşmelerle suç haline getiriliyor. Çalışma izni olmayan herhangi biriyle yakınlığınız varsa, evinize yemeğe çağırmış olsanız bile hapse atılıyorsunuz. ABD'de işler böyle. İnsanların organ nakilleri için ayrılan yardım bütçesinden kesintiler yapılıyor ve insanlar ölüme terk ediliyor, prim kültürü sayesinde toplumun en en en tepesindekiler geri kalanların toplamından daha fazla para kazanıyorlar. Para tek bir sınıfta toplanıyor kısaca, azınlığın zenginliği hiçbirimizin çıkarına değil.
Bir makale daha, kamu değerlerinin yeni medya çağındaki bunalımını ele alıyor. "Şimdicilik" ve bireysellik biçim değiştirdi ve kamu değerlerinin ortadan kalkmasına yol açtı, artık üniversite eğitimleri için korkunç paralar gerekiyor, orta ve alt sınıfın üniversite eğitimine erişmesi çeşitli kesintiler yüzünden bazı yerlerde askıya alınmış durumda, bu uygulama giderek yayılıyor. Üstelik üniversite eğitiminin bu sınıflar için işe yaramaz bir hale getirilmesi konusunda kodamanlar ellerinden geleni yapıyorlar. Kamusal faydayı baltalayan bir durum bu, nitelikli ve eğitimli birey sayısının azalmasıyla atıl insanların sayısı artıyor, kısacası yolda karşılaşıp öküzlüğünü izlediğimiz veya başa bir iş getirmemek için açığından dolaştığımız insanlar bu kesintiler ve politikalar sonucunda oradalar. "Sonuç itibarıyla, başkalarının kişisel acılarını bir bütün olarak topluma karşı ahlaki bir yükümlülüğe dönüştürme yeteneğimiz neoliberalizmin oluşturduğu koşullar altında -ortadan kaybolmadıysa da- azaldı." (s. 74) Medyanın bu işte rolü büyük, Giroux çürümenin bu yönünü ele alıyor ve örneklerle anlatıyor. Diğer makalelerinde ağırlıklı olarak eğitim sisteminin durumuna yoğunlaşıyor, akademisyenlerin/entelektüellerin üniversitenin bir tüketim fabrikasına dönüştürülmemesi için ellerinden geleni yapmaları gerektiğini söylüyor. Üniversite demokrasinin ve aydınlanmanın kalesi olarak siyasetten uzak duramaz, aksine, siyasetin tam ortasında olmalı, demokrasiyi besleyecek kaynaklar yaratmalı ama nasıl bir saldırı altında olduğunu da biliyoruz. Yine de cesurlar var işte, sayılarının artması dileğiyle.
Nasıl bir toplumun ve sistemin içinde yaşadığımızı daha iyi anlamak için bu metnin okunmasını tavsiye ederim. Giroux umutlu bir adam, belki bir parça umudu okur olarak ödünç alabiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder