27 Temmuz 2019 Cumartesi

Banu Özyürek - Bir Günü Bitirme Sanatı

Raskol'un Baltası ne güzel öyküler basmış ya, geçende kampanyadan aldığım kitapları birer birer okuyasım var ama aralara başka kitaplar sıkıştırıyorum ki hemen bitirmeyeyim, güzelliği zamana yayayım. Banu Özyürek'i hemen okumak istedim, Twitter'da sıklıkla övülüyordu, merak ettim. Evet, Banu Özyürek övülmelidir, iyi bir öykücü. Öykülerdeki birkaç tökezden de bahsedilmeli, bunun yanında öyküler derinlemesine incelenmeli. Fatma Nur Kaptanoğlu'yla kıyaslamalı bir okuma yapılabilir mesela, sesleri çok benzer, hatta birinde dedenin vefatından hemen sonrasındaki cenaze evi sekansını diğerindeki bir öyküde yer alan anneanne, anne ve meftun dede üçgeninin hemen berisine yerleştirmek mümkün. Bizim kuşağın torunluğu ağırlıklı olarak annenin veya babanın kayıpla baş edememesi üzerinden biçimleniyor, biyolojik duvar yıkıldığı için ölüme bir adım daha yaklaştıklarını fark eden ebeveyn bir yana, ikinci sıraya yükseldiğimizi bildiğimiz için ölümle kendiliğinden bir mesele doğmuş oluyor. Korkuyu dizginlemek için anneden ve babadan beklediğimiz teskinlik bir türlü görünmüyor, zira onlar da ilk kez olmasa bile ölümle "bu ölçüde ilk kez" bir yüzleşmeyle karşı karşıya kaldıkları için kendi acılarını, belki de duyguların bastırılmasından ilk kez kurtulabildikleri için -onların bir iki kuşak büyükleri baskılamayı süper bir nimetmiş gibi öğretmişler, yaşamlar bu gölgenin altında serpilmiş, gördüğüm kadarıyla- ilk kez özgürce duygulanmanın serbestliğinde, üstelik o zincirleri taşıyanlar ve çocuklarına takanlar öbür tarafa göç etmişken yükü kaldıramıyorlar. İş çok kişiselleştiği için burada bırakıyorum, ben de bir iki öyküde anneanne ve anne meselesini kurcaladığım için çıkarımdan çıkarıma koştum, öykülere dönüyorum. İthaf anneye, Özyürek'in bazı öykülerinde anne önemli bir yer tutuyor. Bunun yanında bütün öykülerde anlatıcının yaşamı üzerinden gidiyoruz, ses hemen hiç değişmiyor, olayın odaklanma ölçüsüne göre detaylandırmanın inceliği değişse de hemen hemen tek bir karakterin yaşamından kesitler gördüğümüz söylenebilir. Çok kişisel/kahraman odaklı bir dünyanın, anlatının sundukları içinde bolca sosyal iletişimsizlik ve karakterin kendiyle "aşırı" iletişimi var. İlk öykü Bir Günü Bitirme Sanatı, öyküler arasında en uzun olanı. İtalik bir bölümle başlıyor, mektubun girişi. Sonradan ana anlatı bu mektupla paslaşmalı olarak ilerleyecek. Semra'yla tanışıyoruz doğrudan, anlatıcıya umut verdiği söyleniyor. Hemen ardından bir günün başlangıcına şahit oluyoruz, uyanma anından sonra düşünceler yığılmaya başlıyor. Anlatıcı ayak parmaklarıyla oyalanmayı bir tür ölüm gibi görüyor, kafasındaki kaosu susturabildiği için. Kendinden, başkalarından ve Semra'dan kurtuluyor böylece ama mektubun başlangıcını ele alırsak hatırlamanın bu geçici kurtuluştan daha önce geldiğini, hatırlamanın her zaman her şeyden daha önce geldiğini ve aslında kurtuluşun da başka hatırlayışlar için bir nevi boşluk yarattığını söyleyebiliriz. Anlatıcının hapları ve temizinden bir agorafobisi var, sosyofobisi de var, aslında çok sayıda fobisi var ve bu fobiler kalbini havaya uçurabilecek seviyede. Bu infilakı göze alarak Semra'yı arıyor, yer ve zaman belirleniyor, buluşacaklar. Buluşma anına kadar birtakım kaygılar peydah oluyor. İletişim yeteneğini yitirme, sıkıcılık, kendini gerçekleştiren kehanet bağlamında bir yenilgi, öğrenilmiş -veya kaktırılmış- çaresizlik, gerçekliğin ağır yükü, bu tür şeyler. Semra'yla buluşuyorlar ama Semra telefonla konuşuyor, anlatıcı yumruk atmak isteyip atamıyor. Yapmak isteyip yapamadığı çok şeyden biri, hepsinin hayalini kurup o ânın ağırlığından kurtuluyor, gerçekliği hafifletmek veya silikleştirmek için bir nevi savunma mekanizması. Şiddete meyil de bir başka mesele, başka öykülerde de karşımıza çıkıyor. Neyse, buluşuyorlar ve anlatıcı garip davranmak istemeye istemeye garip davranıp rahatlıyor nihayetinde, evine dönüyor ve "elindelikten" yoksun olduğunun farkında olduğunu söylediği bir mektup yazıyor, sonrasında pek çok mektup yazıyor. Telefonla aramayı düşünüyor. Rüyalarını ele geçirmeye kalkışmıyor ama kalkışsa yerinde olurdu. Sırf Semra üzerinden ilerlemiyoruz, anlatıcının işinden ve meskeninin civarında olup bitenlerden de facialar ve sosyallik hayalleri devşirilmesine şahit oluyoruz. Sokakta oynayan çocukların babalarıyla yaşanacak aşklardan depremin sokaklara döktüğü insanların arasına karışma hayallerine kadar pek çok arzuya denk gelsek de "elde edilemeyen" bir yaşamın bu arzuların gerçekleşme ihtimali olmadan akıp gittiğini duyuyoruz daha çok, hatta bu yaşamın elde edilmemesinin istendiğini de düşünebiliriz, bilinmeyendense bilinen -ne ölçüde kötü olursa olsun- daha iyi. Allah konuşsa deli korkacağını söylüyor karakter, Allah'a neden o kadar yalnız olduğunu sorduktan sonra. Bir cevap istenci yok, çocukluktan beri böyle, arada derede öğreniyoruz bunu da. Dünya ekseninden kayıp düşse ne olacağını merak edip korkan bir çocuk, büyüdüğü zaman kendisi dünyanın çekiminden kurtulup düşüyor, her şey giderek uzaklaşırken o benmerkezciliğine sarılıp varlığını sürdürüyor. Geriye kendinden başka bir şey kalmamacasına.

M.'nin 78. Yalanı geliyor ardından. Evlilik, pilav ve M.'nin dönüşünü beklemek. Sigara içiliyor, sigaranın dumanının anlatıcıyla M.'nin adının yazması bekleniyor. Karakterin nesnelerle kurduğu sihirli ağlardan yalnızca biri, huzursuzluğu dindirmek için gereken tek insan ortalarda olmayınca sunacağı sihir nesnelerde aranıyor, öylesi bir gereksinim ve yalnızlık var elde. Anlatıcı M. ile evli ama M. karakterle evli değil, eve geç gelmesinden ve bazen hiç gelmemesinden anlıyoruz bunu. Tatar Çölü'nün bekleyiş psikolojisi anlatıcıya aktarılmış, öyküde romana küçük göndermeler var. İletişimsizlikten ötürü M.'nin ciklemesi veya havlaması dahi bekleniyor, yeter ki paylaşılabilecek bir iletişim düzlemi oluşsun ama olmuyor bu tabii, M. ortalarda yok. Kızgınlığın sınırı aşılırsa M.'nin gitmesinden korkuluyor ki bunun görsel örneğini şurada görmek mümkün, adamın masayı devirmesinden korku dolu haline geçişindeki kaygıyı elimle tutuyormuş gibi hissedebiliyorum, anlatıcı da benzer bir gerilimi taşıyor. M.'nin eve geldiği saatleri not ediyor, kapıdan pırıl pırıl, son model bir M.'nin girmesini bekleyip ona evlenme teklif etmeyi düşünüyor, paylaşılan bir gerçekliği oluşturmanın hayalini kuruyor. Yaşadıkları M.'yi doğrudan ilgilendirse de M. hiçbir şey olmamış gibi davrandığı için, nasıl desem, varlıksal bir yalanı söylüyor her an, anlatıcının gerçekliğinin içinde bir leke gibi, bütün uyumsuzluğuyla duruyor. Kurduğu hayalle şahitlik istencini sunuyor anlatıcı, yaşamını aynı düzeyde paylaştığı bir diğerinin, sevdiği insanın gerçekliğe uyumlu bir katılımını bekliyor. En sonunda çirkin gerçeklikte eve gelip 78. yalanını söylüyor M., Markov.

M.'nin 79. Yalanı düzyazı şiire benzer bir formla anlatılıyor. Başta epigraf niteliğinde bir giriş var, bir yalan varsa ikinci yalanın olmayabileceğine, 78 yalan varsa 79. yalanın olabileceğine dair. Burada bir dipnot var, Eskimoların böyle bir atasözünün olmadığı söyleniyor. Bence buna lüzum yok, zira epigrafın oyunculluğu bu açıklamayı zaten içeriyor, esprisini açıklamaya çalışan komedyenin halini düşünelim. İkinci bir mevzu da M.'nin kafasında kırılan vazonun ardından yenecek helvayla alakalı. Ya ben anlamadım -ki bu hiç şaşırtıcı olmaz- ya da bir sıkıntı var ortada. Markov'un "yalancıların azizi" olarak tasvir edileceği söyleniyor, ismini de düşünürsek Türk olmadığı söylenebilir. Sonlarda anlatıcının "bütün dillerde şıkır şıkır oynayacağı" söyleniyor üstelik. Elde helva da var. Bu durumda anlatıcı Türk o zaman, başka memleketlerde ölünün ardından helva yeme geleneği varsa Türk olması şart değil ama yoksa, o zaman Markov'un neden Markov olduğunu düşünüyorum ve aşırı yorumluyorum, yazarın tercihi neden Markov, çok kişisel bir simgelem sebebiyle mi? Neden? Bu böyle kalsın, vazoya dönersek anladığımız kadarıyla güzel bir vazoydu ve tek parçaydı, artık değil. Anlatıcı, "Bana yalan söyleme!" diye bağırıp geçiriyor vazoyu ve ekliyor: "Markov / Hu-hu / içine tüm eğri büğrü cümleleri / atabileceğin bir çuval değildim ben;" (s. 56)

Yara doğurganlık meselesi üzerine bir öykü, başka bir iki öyküde de jinekolojik problemlerden bahsedildiği için bunu bir izlek olarak alabiliriz. Huzursuzluk tam gaz sürüyor, anlatıcının rahminde 1 lira büyüklüğünde bir, ne olduğunu hatırlamıyorum, sıkıntılı varlık diyeyim, böyle bir şey olduğunu söyleyen doktorun önlüğündeki yağ lekesi anlatıcı için güvenilmezlik karinesi haline geliyor. Aslında bütün problem doktorun insancıl davranması, yakınlık göstermesi, profesyonel soğukluğu ortadan kaldırması ama böyle bir şey olmuyor. Ameliyatta görev alan hemşirelerden biri yapıyor bunu. Hemşirenin kıyafetinden bahsedilmediğine göre yakınlık yoksunluğunu nesnelere yüklemece tekniğinden bahsedebiliriz yine. Nispeten kısa bir öykü ama buruğu diğerlerine denk.

Kalan öykülerden şöyle bir bahsedeceğim ama okur şöyle bir okumasın, sıkı bir uğraşın içine girerek okusun isterim. Sosyalliğe yeteneksiz karakterler var, annenin boynundaki damarları her geçen gün daha da çirkinleştiriyor. Aslında insanları çirkinleştiriyor bu, yoksa onca ölüm/ortadan kaybolma isteği belirmezdi. Başka bir mevzu, olmayan gelecekle çarpık bir şimdinin arasında durulan çürük zemin. Geleceğin hayali kurulurken parodiyi andıran bir iyimserlik beliriyor, Pıtırcık'ın hayalleri gibi. Okuyan bilir, mesela Pıtırcık evden kaçtığı zaman çok uzaklara gideceğini, çok zengin olacağını ve ailesinin kendisini deliler gibi özleyip pişman olacağını abarta abarta tahayyül eder. Eh, bir çocuğun abartısıyla bir yetişkinin hayallerini aynı çizgide birleştirmek zor olsa da çok yaklaştıklarını söylemek mümkün. Bir de ne zaman acı verici bir olay gerçekleşse o ânın gerek hayal kurmayla, gerek o atmosferin detaylı bir duygu/nesne betimiyle genişletildiğini, uzatıldığını görüyoruz, bu da travmanın süreğenliğini gösteren iyi bir örnek. Son olarak Bilen Duyan Kıvrılan Varsa, Lütfen öyküsüyle ilgili bir şey söyleyip bitireyim. Fatih Altuğ'un Onat Kutlar'la ilgili bir makalesi var, Altuğ, Deleuze'ün kıvrılma, katlanma vs. kavramları üzerinden Kutlar'ın birkaç öyküsünü açımlıyor, Yaşanmış Ağır Bir Ezgi'de okunabilir. Bu öykü için de benzer bir inceleme yazılabilir, çok da şahane bir şey olur. Katlanan, kıvrılan, kırılan veya dümdüz duran, çizgilenen, çaprazlanan bir karakter var bu öyküde, akademisyenler veya eleştirmenler göreve.

Özyürek'in Poz'u çıktı en son, denk gelirsem onun hakkında da üç beş bir şey üfürmek isterim. Çünkü öyküler ne hoş. Kalabalıklık yok, meseleler ilgi çekici, on numara beş yıldız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder