29 Temmuz 2019 Pazartesi

David Toscana - Son Okur

Gerçeklikle kurmaca arasındaki sınırı zorlayan yazarların arasına Toscana'yı da katıyorum, sıranın önlerine geçmesini sağlayan biçemi takdire oldukça değer. Yer yer postmodern klişelere yaslansa da Meksika'nın kaotik ortamında biten -neydi o her yerde biten arsız ot?- insanların yaşadıkları dünya gerçek, mesela Meksika diye bir yer yok. Kurmaca bir Meksika var, Sancho Villa ve diğer isyancılar gerçek ama hikâyeleri anlatılan toprakların var olup olmadıkları konusu dönüp dolaşıp kurmaca duvarına tosluyor. Aslında anlatılan her şey bu duvara toslamak zorunda ama okur olarak sınırsız bir güce sahibiz, mesela ben anlatılan her şeye inanıyorum. Meksika diye bir yer var, kayıp bir çocuğun cesedini kuyudan çıkarıp armut ağaçlarının dibine gömen bir adam var, bu adamın tek başına açtığı ve hiç kimsenin gelmediği kütüphanesinde gerçekliği okuduğu metinler üzerinden yaratan bir babası var, bunların hepsi gerçek, gerçeklikleri değillenemez. Galileo'dan mülhem, "Ben gerçek değil desem de gerçek." O yüzden Toscana'nın dünyasında neyin gerçek olduğuna odaklanıyorum şu an ama önce klişeler. Okuduğumuz metnin anlatının sonunda bir karakter tarafından okunmaya veya yazılmaya başlanması, bir. İç savaş zaten o coğrafyanın kaderi ve kederi, bunu klişeden saymayabiliriz veya yarım sayalım, tamamen gerçek bir mevzu olduğu için. Gerçekliği okuduğu metinler yoluyla tekrar kuran -tersi de geçerli- karakter, iki buçuk. Bir kayıp, bir yitim sonucu gerçeklik algısı kaymış olan bir karakter, üç buçuk. Toplamda bu klişelerin gayet iyi bir şekilde kullanıldığı iyi bir metin var elde, okunmasını öneririm. Toscana'nın iyi bir buluşu, çevirmen Pınar Savaş'ın da notunda belirttiği gibi gerçeklikle kurmaca arasındaki sınırı ortadan kaldırmak için noktalama işaretlerini ketlemek. Alıntılarda, diyalogların başında ve sonunda vs. herhangi bir tırnak veya ayırıcı bir işaret yok, virgül ve noktadan başka. Diyaloğun nerede başlayıp nerede monoloğa geçtiği, anlatı zamanının nerede kesilip karakterin okuduğu metindeki anlatının nerede başladığı olabildiğince belirsiz kılınmış ki metin içindeki metin ana metinden ayrılmasın, diyaloglar tek bir karakterin ürünü olsun veya monologlar herkes tarafından söylensin. Aşırı deneysel bir durum yok, yine de dikkatli bir okuma şart. İsyancılarla askerler arasındaki çatışmaların, ülke tarihindeki ayaklanmaların ele alındığı bölümler nispeten lineer anlatıya uyuyor ama karakterlerin dahil olduğu her bölümden bir oyunculluk bekleyebiliriz. Şöyle aslında, Rushdie'nin Geceyarısı Çocukları nam muazzam, olağanüstü metnini ele alalım, meseleyi çok daha basitleştirelim ve noktalama işaretlerinden kurtaralım, Toscana'nın metnine ulaşabiliriz diyeceğim ama ulaşamayız, Geceyarısı Çocukları'nın girift yapısı bu sihirli dünyaların anlatısını çok uç bir noktaya ulaştırmış durumda. Sonuç olarak elimizde anlatım tekniği açısından yeni -bildiğim kadarıyla yeni tabii- ama ele alınan meseleler açısından çok da yeni olmayan bir metin var.

Güneş kavurucu, insanlar yoksul, su kuyuları kurumaya yüz tutmuş. Icamole'de durum aşağı yukarı böyle. Melquisedec'in kuyusu iş görüyor, bütün köy adamın kuyusunu ihtiyatlı bir şekilde kullanıyor ama Remigio bol bulmuş gibi saçıyor biraz, yıkanmak gibi biraz lüzumsuz işlerde kullanıyor suyu. İlk bölümde suyun önemini anlıyoruz, kuyuya atılan ölü bir hayvanın bütün kuyuları kirleteceğini, yer altındaki su yollarının birbirine bağlı olduğunu söylüyor Lucio, Remigio'nun babası. Mesela Remigio kuyuda bir kız bulduğu zaman onu hemen oradan çıkarmak gerektiğini düşünüyor, zaten azaldıkça azalan suyun kirlenmemesi için. Önce kızın ölü olup olmadığını anlamıyor, çıkarınca anlıyor. Kızın civar yerleşimlerden olmadığını anlıyor, babasının da fikrini alarak armut ağaçlarının dibine gömüyor bedeni. Bu ağaçlar önemli, civardaki sayılı besin kaynaklarından biri olan armudun ana vatanı, yetiştiği yer, toplandığı mekan, yendiği gölgelik, düşmeye teşne yaprakların meskeni bu ağaçlar. Lucio için kütüphanesi kadar önemli. İnsanlar Lucio'ya yemek getiriyorlar, bir de kitap alıyorlar, ödünç. Lucio kitaplarına öyle bağlı ki tek başına inşa edip doldurduğu kütüphaneye devlet yardımı kesildiği zaman bile açık tutuyor mekanı, tek başına işletiyor. Sözün gelişi işletmek, bütün gün oturup kitap okumaktan başka yaptığı bir şey yok. Yazarların metinlerinde yer verdikleri yemekleri gördüğü zaman siniri bozuluyor, gerçek yaşamda bahsedilen yemeklerin uzağından yakınından geçmediği için. Keşiş gibi yaşıyor, Fransızca bir metin okuduğu zaman Fransızlaşıyor, bir katilin anlatılıyorsa küçük bir kızın ölüsü civardaki kuyulardan birinde bulunuyor, mesela. Anlaşılıyor ki kız aşağıdaki kasabada kaybolmuş, Icamole'ye kadar nasıl geldiği bilinmiyor. Lucio mevzudan haberdar olunca hemen okuduğu metinleri hatırlıyor ve ne yapılması gerektiğini söylüyor falan, babayla oğlunun arasındaki ilişkiye baktığımız zaman genellikle babanın sözünün geçtiğini ve oğlanın kendini pek dinletemediğini görüyoruz, baba sürekli olarak okuduğu metinlerdeki karakterleri canlandırıyor, oğlunu o sırada ne okuyorsa oradaki bir karaktermiş gibi görüyor. Remigio için zorlu bir yaşam. Annesinin ölmesi Remigio için büyük bir kayıp, babası içinse kayışı koparmak için geçerli bir neden. Anne sık sık karşımıza çıkıyor, anılarda ve okunan metinlerde. Eşini yaşatmak için durmadan kitap okuyan bir adam işte Lucio, Remigio'ysa kaybının yasını tutup yaşamına devam ediyormuş gibi görünüyor. Lucio'nun okuduğu kitaplar, en azından bir kısmı tamamen uydurmaca değil, aralarında Metis'in bastığı Madrid'de Sonbahar var örneğin. Başka neyin tamamen gerçek olduğu konusunda aynı şeyi söylüyorum, her şey gerçek.

Icamole'nin tarihçesi için genişçe bölümler ayrılmış, 1876'daki savaştan sonra Icamole açık hava mezarlığına dönüştüğü ve ölenlerin hiçbirinin adı bilinmediği için ölülerin Icamole'ye gömülmesi yasak, bedenlerin birbirine karışmaması için. Onca bedenin ayırt edilmesi imkansız gibi gözükse de, evet, imkansız. Bir şeyi değiştirmiyor bu, Remigio emre karşı gelip çocuğu gömüyor ve gömer gömmez kızın annesi çıkıyor ortaya, ondan önce iki jandarma köye geliyor ve küçük bir kız çocuğunun görülüp görülmediğini araştırıyorlar. Köy pek kalabalık olmadığı için işleri kısa sürüyor, kibirle ayrılıyorlar o mezbeleden. Lucio'nun kurgusu bunlar, Son Okur'da kendi hikâyesinin anlatıldığını düşünürsek, üstelik her okurun metni kendince biçimlediğini de aklımızda tutarsak katman katman bir yoklukla karşılaşıyoruz, karakterler hem yer aldıkları metinden hem de yaşamlarından yola çıkarak korkunç bir yalnızlığın içinde yaşamaya mahkum oluyorlar, kendilerini de mahkum ediyorlar bir yandan. Lucio'nun kitaplardan başka çıkış yolu olmamasına rağmen en sonda mevzu bahis metne dönmesi bu yalnızlıktan, eh, belki de hoşlandığını gösteriyor. Yalnızlığa şekil veriyor üstelik, noktalama işaretlerine dair fikirlerinin okuduğumuz metin üzerinde uygulandığını görüyoruz zaten, karmaşık bağlantıları çözmek için metnin gizemlerini açığa çıkarmak, karakterlerle anlatım biçimini denklemek gerekiyor. Metni iyi okumak lazım yani, yoksa aslında kuru olmayan ama kuru bir anlatıyla karşı karşıya kalabilirsiniz. Bazı ipuçlarını bulmak kolay, Lucio'nun okuduğu metinde geçen Alberto Santín'in gömdüğü çocukla Remigio'nun gömdüğü çocuk arasındaki paralellik kendiliğinden oluşuyor, bu noktada da Lucio'nun dünyayı görme biçimiyle Remigio'nunki ayrılıyor. Remigio kitaplarda anlatılan hiçbir şeyin gerçek yaşamda edinilen deneyimlerin yerini tutamayacağını düşünüyor, babasının düşündüğünün aksine. Çocuğu gömerken duyduğu acıyı düşünürken şöyle diyor: "Alberto Santín bunların hiçbirini bilmeyecek çünkü yazmak yaşamak değildir, çünkü okumak da yaşamak değildir." (s. 50) Bu yüzden kitaplarla pek ilgisi yok Remigio'nun, edebiyatla ilgili ne kadar eleştiri ve görüş varsa hepsini Lucio vasıtasıyla görüyoruz. Mesela ölü yazarların metinlerini daha çok beğeniyor, o metinlerde aşırı tüketimin çirkinliğine dair aşırı örnekler olmadığı için. Günümüzün edebiyatında ürünler, duygular, insanlar kolayca tüketiliyor, oysa yüz yıl öncesinin yazarları yaşamın özüne dair yazıyorlar, karakterleri çok gerçekçi -çook gerçekçi- ve kola içmiyorlar.

Lucio'nun takıntıları -kendisince- gerçek edebiyatın peşinden koşmasına yol açıyor ve tutkuyla yaklaşıyor bu işe, örneğin beğenmediği metinler için ayırdığı bir oda/mezarlık var, kitapları oraya atıp çürümelerini bekliyor. Yakamıyor, gömemiyor, ulaşılmaz kılıyor. Bunun yanında çocuğun annesi ortaya çıkınca kadınla kurduğu ilişki de bu tutkusunun yardımıyla biçimleniyor. Kadın da kitap kurdu, deli gibi okuyor ve bu sayede iyi anlaşıyorlar. Kaybedilen eşin yası, kurmacalardaki kusursuz kadının ortaya çıkmasıyla birlikte tamamlanan bir sürece dönüşüyor. Eşin bir kitapta geçip geçmediği konusunda elimizde tutarlı bir bilgi yok, Lucio'nun da kafası karışıyor en sonunda, her şey giderek kurmacanın bir parçasına dönüşüyor ve malum sona ulaşıyoruz.

Son olarak toplumsal meseleler. Toscana sürüyle çarpıklığın olduğu ülkesini eleştirmekten geri durmuyor. Şu sadece bir örnek: "Meksika her daim en iyi Meksikalıları sürgüne gönderdiği için akbabaların ganimeti haline gelmiştir." (s. 113)

Sağlam bir metin bu, okumalısınız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder