31 Temmuz 2018 Salı

Clarice Lispector - G. H.'ye Göre Çile

Ekelund'un Knausgaard'a yolladığı mektuplardan birinde karşılaşınca Lispector'ı daha fazla ertelemeyeyim dedim, ertelemedim. Şu sıralar Proust'un meşhur eserini okuyor olmam lazımdı, geçen yaz yaptığım plana göre işler başka türlü olacaktı ama planlar bir yana, yaşam değişti. Umduğum şeyler umduğum gibi olmadı, her şey bambaşka bir yola girdi. Tanrı'ya gülücük gönderdim, "Ben de kendime gülüyorum," dedim. "Nihayet çaktın mı köfteyi?" dedi. "Nihayet," dedim. Hemen Lispector'ı okudum. Planlarımı kendim bozmaya başladım, böylece güç bendeydi artık. Sonra metnin içinde yittikçe aslında gücün Lispector'da olduğunu anladım. Yaşam Suyu'nda da kendine binlerce parçaya ayrılmış bir aynadan bakış vardı ama çok da uzağa düşmüyordu bu bakışlar, bu kez uzam biraz daha geniş. Metinde Xavier de Maistre anılıyor muydu hatırlamıyorum ama bir odanın genişleyebileceği ölçünün kırıldığı, bir hamam böceğinin taşıdığı ikinci yaşam üzerinden insanın düşüncesinden çok uzağa sürüklenilen bir anlatı bu. Lispector yine benliğinin izini sürüyor ve sonsuzu yakalamaya çalışıyor, bu bir çile ve çilelerin en yaşam dolusu.

Epigrafta Bernhard Berenson'ın bir şiiri. Tamama ermiş bir hayatın benlik yokluğuyla özdeşleşmesi, ölecek bir benliğin kalmaması. Ölümün farkına varacak bir bilinçten söz etmek mümkün değil artık, benlik sayısız parçaya bölündükten sonra yaşamın herhangi bir parçasını taşıyabilmesi için ihtiyaç duyduğu tekilliği tekrar sağlayabilecek duruma gelemez, yaşamın parçaları etrafa dağılır ve toparlanabilenler toparlanır. Hatıralarla aynı meşreptendir bu mevzu, hatta onun bir parçasıdır, belki de yaratıcısıdır, parçalanmadan bilemeyiz ama bir kez dağıldıktan sonra artık her yerdeyiz, ölüm yanımızdan geçip gider, evrenin ilk ışıkları yolumuzu aydınlatır, bir sonsuzun gözlemcisi oluruz. Neredeyse. Çileden geçiriyor yolunu Lispector, okurlara seslendiği bölümde G. H. karakterinin zamanla zorlu bir mutluluk verdiğini, buna yine de mutluluk dendiğini söylüyor. Yaşamın en saf olduğu zaman, bir çilenin uyandırdığı hassaslık ortaya çıkınca beliriyor. Bir yaklaşmanın tamamlanmaması gerek, yarımlıkta uyanıyoruz, yarım kalmanın kıyısında anlıyoruz ki o biricik anda hemen her şeyi anlayabiliriz. Beklentinin ve hiç bir araya gelemeyecek olmanın tam ortasında.

"Oldu mu bir şey ve ben, onu nasıl yaşayacağımı bilmediğimden, onun yerine başka bir şey mi yaşadım?" (s. 13) Varoluş şeklinin sınırlarını çizmeye çalışan anlatıcı, yaşadıklarını düşündüğü zaman kesinliğe ulaşamadığını görüyor. Kuantum mekaniğine -mekanik denebilirse- yakın bir durum; kendini sabitlediğinde yaşamını çözümleyemiyor, yaşamını çözümlemeye kalktığında hangi parçasının eyleme geçtiğini, hangi parçalarının atıl hale geldiğini bilemiyor. Aradalığın metni diyorum buna, dedim gitti. Devam, "içeriye bir yol" gerekiyor, anlamlandırma çabasının odağında bir şeyin yitirilmesi var, kaybedilen bir temel parça, anlatıcı o parçayla birlikte kendini de kaybetmek istiyor, benliğinin ötesine geçmek istiyor ve bunun için çabalıyor, çilesinin hedefi bu. "Beni altüst edecek o korkunç özgürlükle ne yapacağımı bilmiyorum." (s. 15) Görebilmenin özgürlüğü, hiçbir şeyin gerçek olmadığı noktasına ulaşmak çok olası, anlatıcı bu ihtimali düşünerek yola çıkıyor. Kendini bir hiçlikte bulabilir, bu kez elinde hiçbir parça kalmaz, insanlığını hatırlatan parçalara sıkı sıkıya sarılı ama onları ardında bırakamadıkça hedefine varamayacak. "İnsanileştirilmiş hayat. Çok fazla insanileştirilmiş hayatım oldu." (s. 16) Anlatıcı için insanın duygusal anlamda ulaşabileceği eşiğin çok daha ötesini biçimleyebilecek sözcükler, yeni sözcükler, yeni duygular gereklidir, bunlara ulaşabilmek için tek bir yaşamın toplayabildiği bütün veriler kullanılır ama çaba yeterli değildir, bu noktadan sonra devreye böcek girer. "Başıma gelen şeyi yaratacağım. Çünkü yaşamak anlatılamaz. Yaşamak yaşanabilir de değil. (...) Bana olan şeyin gerçekliğini yaratacağım." (s. 22) Adını taşıyan insanın kendisi olmadığını, bir başkası olduğunu ve ona ihtiyacının olmadığını söyler anlatıcı, başkalarının kendinde gördüğü olan kendinden ötesine geçmek ister, işi bırakan hizmetçisinin odasında karşılaştığı böceğin yaşamını ödünç alır. Böcek kendisi tarafından yaratılmış değildir, kendinin dışında bir varlıktır, eşyaların, insanların ve gerçekliğin bir parçasının dışındaymış gibi bir izlenimi vardır.

Odanın anlatıcıya bakan gözleri karanlığın içindedir, o bir diğeri olabilecek niteliklere sahip değildir. Nitekim, ışık yandığı an ortadan kaybolur ama böceğin varlığı ışıktan bağımsızdır. Anlatıcının yarattığı kendi "ben"i olmadan bunu anlaması mümkün değil, çatlatıp binlerce çizgiyle ayırdığı bilincinin yansıması, bir başka ben olarak böceğin varlığı olumlanır. Yeryüzünün ilk varlıklarından sayılan hamam böceği, anlatıcının sonsuz yolculuğunun başlarından beri oradadır, ikisi de dünyayla yaşıttır ve Tanrı olarak da adlandırılan o yüceliğin parçaları olarak birbirlerini tamamlarlar. Yine de huzursuzluk kaybolmaz, eminsizliğin bataklığında hiçbir şey yüzeyde kalamaz. "Şimdiye kadar ne ölçüde kendime bir kader uydurup gizli gizli başka bir kaderi yaşadım?" (s. 58) Olanla "muhtemel olan" arasındaki ikilik, huzursuzluğun kaynağı gibi gözükür. Hakikatle ilk temaslarının kirletici olduğundan bahseder anlatıcı, hiçliğe karışır. Böcekle birlikte hiçliğin bir parçası olurlar, "gören" olmaktan çıkıp "görmek" olunur, bedenler değiştirilir ki bilincin içinde ıstırap çekmediği bir hiçliğin ne olduğu anlaşılabilsin. Dilin bu hiçlikte hiçbir anlamı yoktur, canlı olan sevginin sözcük olarak bir anlamı yoktur, o sadece bir edimdir ve bu boşlukta anlaşılabilir, edimin bilinçle olan bağlantısı ortadan kaldırılarak. Monolog olmayan bir monolog belirir, bu boşlukta varlığın sesi tek başına yankılanmaktadır. Yaşamın Cehenneme benzerliği ele alınır, ulaşması beklenen şey/kişi için ulaşılan bu noktadan vazgeçilip vazgeçilemeyeceği düşünülür. Ardından "şimdi"ye düşülür, birbiri ardına açılan varlık kapıları ardından.

Beklenen hatırlanır; öpüşlerin bıraktığı tuz tadı, hiçliğin ve yaşamın nötrlüğüne kazılı tek bir an. Bir sonsuz olarak nokta. Dünyayı kapsayan bir nokta. "Dünya ancak dünya olursam beni korkutmazdı. Eğer dünyaysam korkmam." (s. 86) Bütün oluş biçimleri dünya yoluyla olur, anlatıcının hedefi buraya ulaşabilmektir. Sevgi de bu oluşta kendine yer bulur ve anlatıcının sözcükleri tarafından biçimlenir. Hamam böceği anlatının yardımcısı olarak hâlâ odada bulunmaktadır ama konuşan o değildir. Şimdi beklenen içindir onca söylenen söz, uzaktaki bir düş için ağıt.

Lispector'ın kendini yaratış biçimleri her kezde ayrı bir şaşkınlık doğuruyor, ürkütüyor ve hayran bırakıyor. Tek bir noktadan bir evrene ulaşılabilir, bunu pek az kişi yapabilmiştir, Lispector da onlardan biridir. Bence.

28 Temmuz 2018 Cumartesi

Paul Pourveur - Shakespeare Öldü

Hatta bir de "Aş bunu."

Seran verdi. Kahve içiyorduk, çantasından çıkardı. "İzlediğin şeyler gibi değil, çok değişik," dedi. Bir de Turgut Uyar'ın Veys'ini verdi, onu da çok merak ediyordum. Konuştuk, gece ilerledi.

"Bizim çardağa geçsek ya."

Minibüse atladık, yolda yazdığı öykü uçlarını gösterdi. Yusuf Atılgan'ın taşrası. "Oyunun çok daha iyi, öyle yazsana," dedim. "Dil konusunda aklıma takılan şeyler var, bir dahaki buluşmamızın konusu bu olsun o zaman," dedi. Oyunu gerçekten çok iyiydi, mezun olmadan oyunu sahnelenen üç öğrenciden biri olmuş, diğer iki kişiden biri en sevdiği hocasıymış. "Hocan yazdırır sana, ben de ıstırap olurum, tamam o iş," dedim. Güldü.

Dün okudum, okumaya başladıktan on dakika sonra, "Bu ne ya?" diye mesaj attım Seran'a. Müthiş bir şeydi. Seran da müthiş bir şeydir ama o ayrı bir konu. Shakespeare ölmüştü, klasik anlatı ölmüştü, heybetli romanlar ölmüştü, Godard'ın yarattığı dünya ölmüştü ve bütün ölümler birbirine bağlanıyordu. Bağlantı noktaları tekrarlanıyordu, dünyayı yeniden onarmakla ilgili dizelenmiş bölüm tekrarlanıyordu, insanlar incelikleri parça parça ettikçe tekrarlar da giderek anlamsızlaşıyordu, bir uğultu olarak beliriyordu en fazla, ötesinde hiçbir nitelik yoktu. Zaman parçalıydı ve her parça keyfine göre davranıyordu, zamanların tekrarlandığı da vakiydi, her bir bölümün iki farklı epigrafik bakış açısı vardı; "remitolojize" ve "demitolojize", "redramatize" ve "detramatize", bunlar da tekrarlanıyordu ve anlatıcının kim olduğu, kimin neyi oynadığı belli değildi, fragmanlarla dolu bir anlatı gibi ilerliyordu her şey. Seran'a bunu sordum, "Orası belirsiz, herkes istediği role bürünebilir," dedi. Bu oyunun nasıl sahneleneceğini hâlâ aklım almadı. Gerçi alınacak bir akıl da kalmadı, o kadar iyi bir metin ki bir noktada düşünmekten okuyamadım, kenara koyup demlendim.

Çevirmen Şaban Ol'un önsözü olmasa her şey iyice havada kalırdı, okunması lazım ki oyun ona göre takip edilebilsin. Pourveur, klasik dram yapısının kurallarına uymadığını, o kuralların bugüne ait aktüel temaların anlatımını sınırladığını söylüyor. Ballard'ın klasik anlatının günümüzde hiçbir gerçekliğinin kalmadığını söylemesiyle paralel. "Pourveur'deki post dramatik kurgu, Shakespeare'in kullandığı dramaturjiye çok uzak olduğu kadar, yer, zaman ve aksiyon içeren modern dramaturjiye de mesafeli. Yazdığı şiirsel metinler ile, Pourveur için Avrupa'daki avantgard sembolistlerin bir uzantısı diyebiliriz, ama onlar gibi hermetik, kapalı bir dünya değil. O çelişkilerle dolu dış dünyayı temalaştırarak baş karakterlin arasında bir antagonist olarak devreye sokuyor." (s. 5) Pourveur'nün gerçeğin asla tarif edilemeyeceği fikrini bir teknik olarak yansıtmadığını, zamanı bölümlemesi ve farklı bakış açılarından farklı biçimlere sokmasını kuantum fiziğinden yola çıkarak gerçekleştirdiğini söylüyor Ol. Kedi ölü mü, değil mi? İkisi de, o zaman tek bir zamandan, lineer bir süreçten bahsetmek mümkün değil, bu sadece zihnimizin her şeyi yerli yerine koyma çabasından kaynaklanan bir fenomen. Boktanlık Üzerine'nin sonlarına doğru samimiyetin saçmalık olduğundan bahsedildiğini hatırlıyorum; her an her şey değişim halindeyse, korkunç bir akışın pençesinde devrilmeden durmaya çalışıyorsak ama medeniyetin bir parçası olarak barbarlığa/kurtuluşa erişemiyorsak neysek oyuz ve değiliz, bir sonraki anda bir başkasıyız, o zaman duyguların değişkenliği bizi nereye götürürse oradayız, güvenilir hiçbir şey yok, gerçeklik zaten onca parçanın arasında kaybolmuş durumda, kaosun tam ortasında bir şey arıyoruz ve bulamıyoruz, bulsak artık o şeyi aramıyoruz, arayan/aranan/arama eylemi birbirine karışıyor ve başka bir şeye dönüşüyor. Pourveur bu karışımdan müthiş oyunlar çıkartıyor, anlaşılması zor oyunlar. Hollanda'nın en iyi oyuncularından biri, Pourveur'nün bir oyununun prömiyerinden sonra oynadığı oyunu ve Pourveur'yü anlamadığını söylemiş. Makul.

Ne var, başlangıçta, "Düzgün yaşa, gelecek olanı düşün." (s. 9) Shakespeare'in öldürdüğü alageyikle tanışırız, tatlı bir hayvandır ve öldürülmesi yasaktır. Cezayı ödemeyen Shakespeare Londra'ya kaçıyor, bir tiyatronun girişinde at bakıcısı oluyor, sonrasında tiyatronun oyuncusu oluyor ve nihayetinde ünlü bir tiyatro yazarı oluyor. Bir alageyik bunlara sebep, o yüzden sıklıkla karşımıza çıkacak, zira karakterlerin biçimlenmesinde Shakespeare'in etkisi büyük. Godard da bir karakter olarak orada bulunacak, bakmaları gereken kitap yerine yanlışlıkla başka bir kitaba bakan iki karakter Marx'ın müridi olacak, aynı yanlışlık iki karakterin dindar olmasını sağlayacak, her karakter, her olay birbirine bağlanacak ve dini toplantılarla sermayeye karşı yapılan eylemlerin ortak noktası bir anlığına ortaya çıkıp kaybolacak. Laleler de bir ara anlatılacak, lale çılgınlığı yüzünden bundan birkaç yüzyıl önce inanılmaz paralara satılan lale soğanlarıyla Shakespeare bir tutulacak. "William ve laleler her şeyin temeline sıçmış, berbat etmiştir." (s. 10)

Anna ve William diğer karakterlerden daha önde değil, belki biraz daha yüksekte. Biri düzeni protesto eden bir eylemci, diğeri Shakespeare oyunlarında kendini gösteren bir oyuncu. İlişkileri birbirlerine karşı dürüst olmamaları, cinselliğin uyuşturucu etkisi ve benzeri pek çok sebepten ötürü kör topal ilerlese de birbirlerini yok edene kadar, birbirlerini bedenleri dışında anlamayana kadar, boşluk duygusu düşüncelerini doldurana kadar sürüyor. Anna'yı yönetmeni olan adamın tabağına ve sevgilisinin tabağına bakarak bir karar alacağı sırada görürsek her şeyin bu noktaya nasıl geldiğini sorguladığını da görürüz, tabaklardan okunan bir ilişkinin bağlamı sadece tabaklarla sınırlı kalmamalı ama akış. Tabaklar tek sabit, iletişimin en gerçek(!) yolu. İlişkilerle alakasız ne kadar konu varsa ilişkinin başına çöreklenmesi kadar yorucu ve yanıltıcı bir şey olamaz. Bu korkunçluğu Pourveur öyle bir yansıtmış ki oyunu izliyor olsaydım koltuğa çakılı kalırdım, oyun bitince alkışlamak aklımın ucundan geçmezdi.

"Böyle şeyler yazmak istiyorum, kurgulamak istiyorum hatta," dedi Seran dün gece. "Bir şey izlemeni istiyorum, bilgisayar başında mısın? Değilsen koş."

III. Richard'ın Thomas Ostermeier yönetimindeki halinden sahneler izledim, özellikle finalde kullanılan ışık ve kamera olayı yorumun bambaşka bir metin ortaya çıkarıp çıkaramayacağını düşündürdü. Öncesinde Caddebostan'da Ay'ın kızarmasını izliyordum, o da bir yorumdu. Her şey yorumlanabilirdi ve dahi çalınabilirdi, bunu düşündüm. Pourveur bir ufuk açtı, oyunlarını belki izleyemem ama yazdıklarını okuyacağım.

Tiffany Watt Smith - Duygular Sözlüğü: Acımadan Zevklenmeye

Adam Johnson'ın Güney Kore'de sıla hasreti çeken iki arkadaşı anlattığı öyküsünü düşünüyorum. Kuzeyden güneye dikenli telleri, askerleri ve kişisel tarihlerini aşıp gelmişler ama bir şeyler yolunda gitmiyor, uyum sağlayamıyorlar, tutunmaya çabalıyorlar. Bu duygunun evrenselliği makul, başka bir coğrafyada benzeri yaşanabilir, peki bilmediğimiz bir yerelliği var mı? İki ülke arasındaki birliği ve ayrılığı yaşamadığımız, bilmediğimiz, hissetmediğimiz için yerelliği hakkında bir şey bilemeyiz ama mutlaka var, bu da hissediş edimindeki farklılığı ortaya koyuyor. Kızılderilinin, eskimonun, yörüğün hissettiği duygular temelde ortaktır ama o kadar çok nüans var ki mutlaka bir noktada birbirinden ayrılır, kendine has bir niteliğe bürünür. Her kültür kendi üzüntüsünü, sevincini yaratır. Temel duyguların karışımından doğanlar bir yana, bunlara sadece çaprazlama duygular diyemeyiz, o kültürün bir parçası olmadıkça hiçbir fikrimiz olmaz. Hatta kaç farklı kültür varsa o kadar farklı üzüntü olduğunu düşünürüz de kaç insan varsa o kadar üzüntünün var olduğunu düşünmeyiz, aklımıza gelmez. Bu da birbirimizi hiçbir zaman tam olarak anlayamayacağımızın teminatıdır, bilincimiz sağ olsun.

Bu sözlük bir nevi anlama/anlaşılma çabasının ürünü gibi duruyor. Sevinç, mutluluk, korku, üzüntü ve benzeri temel duyguların çeşitli metinlere, filmlere dokunan açıklamalarının yanında belirli bir coğrafyada yaşayan insanların oraya özgü duyguları da mevcut. Bu ikinciler benim için çok daha önemli, bilmediğim veya sadece sezebildiğim duyguları öğrenmek güzel oldu. Sezebildiğim; mesela Bernhard'ın Avusturya için söylediklerini öfke bağlamında ele alırsak büyük bir eksiklik ortaya çıkar gibi geliyor bana, çok daha derin bir mesele var. Bununla da karşılaşmak isterdim ama böyle bir şey yok veya sözlüğe alınmamış. Kundera'nın bahsettiği Çek duygusu var, o iyi. Başka coğrafyaların yarattığı duygular var, o da iyi. Evrenselleşebilecek şeyler olduklarını sanmam, yine de o diyarların eserleriyle karşılaştığımızda daha iyi bir idrak sağlayabilirler. Chopin'in melankolisi bile başka bir isimle biricikleştirilmiş, öyleyse onca farklı duygunun incelenmesinde bu sözlüğün eksik kaldığını söyleyebiliriz. Zamanla genişleyebilecek bir çalışma, hatta keşke genişlese. İnsanı daha iyi tanımak, duyguları daha iyi anlayabilmek için. Tamamen değil, daha iyi.

"Bulutlara bakın, bir duygunun her şeyin rengini bir anlığına değiştirdiğini görebilirsiniz, birden gökyüzü kendini yeniliyor ve o renk kayboluyor." (s. 14) Bulutlarla ilgili otuz farklı sözcüğü olan bir dil var, bulutsuz bir meskende onların hiçbiri olmayacaktı. Tepede salınıp duran bulutların hissettirebildiklerini düşünelim. Geçicilik. Ölümlülük. Doğum, yaşam, devridaim ve sonsuzluk. Zıtlık doğuran duyguları da katalım; çok güzel bir şeyin karşısında duyulan o hiçliği düşünelim. O kadar yüce bir şeyin karşısındayız ki ansızın doğan burukluğu engelleyemiyoruz ve gözlerimiz doluyor. Geçen hafta Filyos'a gitmiştim, orada bir kez daha yaşadım bunu. Kayalıklarla denizin arasında, küçücük bir kumluk alan var. Karşıda güneşi çevrelemiş, kırmızının tonlarına boyanmış bulutlar zamanın başlangıcından beri oradaymış gibi hareketsiz. Dalgalar dizlere kadar geliyor, kaçacak bir yer yok. Biz buraya, bu manzaraya aitiz, görüp göreceğimiz bu güzelliktir, bu güzelliğe mahkumuz. Korkunç ve yaşamın baskınlığını teselli edici. Denizsiz bölgelerde bu duygunun çok benzeri varsa da tıpkısını bulmak mümkün değil. "Bazen duygular bize ait değil de biz duygulara aitmişiz gibi geliyor." (s. 15) Böyle anların bağlamında doğru. O duyguya kısılıp kalmamak elde değil.

Smith'in duyguların yapısını incelediği kısımda nörobilimcilerin duygulara getirdiği açıklamalar, duyguların bilimsel olarak doğuşları mühim bir yer kaplıyor. Kaku, duyguların aslında yaşamın olağanlığına karşı bir savunma mekanizması olarak doğduğunu söylüyordu, Smith bu doğuşları genel çerçevede inceliyor. Darwin'in zamanında "emotion" olarak halihazırda üretilmiş bir kavram vardı, bunun çeşitlemeleri üzerinden temel duygular ve bunların birleşiminden doğan yan duygular türetildi. Süreç devam ediyor; "Telefonum mu çaldı kaygısı" diye bir şey var, kaygının bir türevi. Literatüre girmiş durumda. Ben bu nanoteknoloji olayı patladığı zaman ortaya çıkacak duyguları merak ediyorum, mesela klonuyla konuşan bir insanın ne hissedeceğini düşünemiyorum. Ne bileyim, korkuyla karışık bir heyecan doğar herhalde. Doğaüstü bir olayla karşılaşıldığı zaman olduğu gibi. Başlangıçta bunları irdeliyor Smith, şöyle bitiriyor: "Duygularımızı anlatırken ihtiyacımız olan şey sözcükleri azaltmak değil. Daha fazlasına ihtiyacımız var." (s. 27)

Temel duyguların ilginç bölümlerine değineceğim, ilgimi çekenin farklı kültürlerdeki duygular olduğunu söylemiştim. Mesela Abhiman. MÖ 1500'lerde yazılan Sanskritçe metinlerde geçiyor. Sevdiğimiz birinden kırıcı bir davranış gördüğümüzde hissettiğimiz acı ve kızgınlıkmış. Bu sözcüğe ihtiyaç var, elimizdekiler bunu tanımlamak için yeterli değil. Acı ve kızgınlık karışımı bir duygu denirse eksik kalır, sevilen kişinin kırıcı davranma sebebini çözmeye çalışmak da bu duygunun içine giriyor, başka pek çok şeyle birlikte. Acedia diye bir şey var, yalnız insana çöreklenen depresyon denebilir ama işin dini boyutu var; Çöl Rahibeleri ve Keşişleri bir zamanlar kafayı kırmaya yaklaşırlarmış, bu melankolinin oralarda takılan bir iblisten geldiğini düşünürlermiş. İlginç, çölün ortasında başka pek bir şey hissedilmez herhalde ama bu duyguyu hissetmek günah olarak bile nitelendirilmiş. Acımanın da benzer bir dini yanı var; 1000'lere kadar İsa'nın temsili şık; yakışıklı bir adam etrafındakilere ışık saçıyor. Sonrasında acıma biçim değiştiriyor ve İsa'yı çarmıha gerili, vücudu kanla kaplı olarak görmeye başlıyoruz. Rahatsızlık yaratılmadan acıma yaratılmıyor, bu hale geliyor duygu. Sözcüklerin kullanıldıkları bağlamlarda değişen anlamlarını da gösteriyor Smith, örneğin pity ve piety sözcüklerinden ilki acıma, ikincisi dindarlık anlamına geliyor ve iki anlam aynı sözcükte taşınıyormuş bir zamanlar. Etimolojik incelemeler başlı başına dikkat çekici.

Japonlar, geçtiğimiz yüzyılda literatüre duygu bombardımanı yaptılar. Çok azı alınmış gerçi. Biri Amae. "Çantada keklik" olarak görülen insanların pek de sallanmamasına yol açan duygu. Değer bilmemek de giriyor işin içine. Sevgiliniz size çok güvendiğini, aşırı güvendiğini söylüyor ve ilişkinin hep aynı çizgide ilerleyeceğini düşünüyor diyelim, ilişkiye özen göstermiyor, belki kırıcı oluyor falan. İnsanların sıklıkla düştüğü bir yanlış, bu rehavet benzeri duygunun içindeyken diğer tarafın ne hissettiklerini umursamamaları. Güven bir sabitleyici değildir, dolayısıyla ötelendiğini düşünen muhatap bir süre sonra ilişkiyi bitirir, bir sebepten bitiremezse kaygısını dindirecek bir arayışı başlatır. Hiçbir şey olduğu gibi kalmayacağı için bunun tersini düşünen insandan uzaklaşırız ve teselli bulmaya çalışırız, belki yeni ve daha iyi bir şeye başlamak için. Gerçi Japonlar bu duyguyu şımarık çocuklar için uydurmuşlar ama günümüzün tırt ilişkilerine de cuk oturuyor.

Hah, l'appel du vide. Metroda raylara atlamayı engelleyen nedir? Yüksek bir yerde boşluğun çağrısına sebep olan şey nedir? Bu o duygu işte, "boşluğun çağrısı". İnsanın kendine güvensizliğinden kaynaklandığı söyleniyor, sinir bozucu bir duygu. Mantığı ortadan kaldırıyor, rahatlığın özlemiyle dolduruyor ve hop! Atlamıyoruz. Atlamadığımız için atlayan versiyonumuzu özlüyoruz, bir sonraki yükseltiye veya raylara kadar ona veda ediyoruz.

Melankolinin, üzüntünün, hıncın ve yalnızlığın doğurduğu diğer duygular çok hoş, hepsi okunmalı. Daha ince bir görüş için okunmalı bu sözlük, insanların neler hissettiğini bilemesek de daha iyi bir sezgiye sahip olup empati kurabilmek için çalışabiliriz.

26 Temmuz 2018 Perşembe

Kjersti Skomsvold - Hızlandıkça Azalıyorum

Saudade bir duygu, tanımı şu: "Uzaktaki veya kaybolmuş bir kişiye ya da nesneye duyulan melankolik özlem. Hep orada, yüzeyin hemen altında atan, yasla karışık umut. Muğlak bir özlem var ama vazgeçiş ve geçmişin sevinçlerini hatırlamanın keyfiyle karışmış." (s. 240) Kolektif'ten çıkan Duygular Sözlüğü, yitirilenlerin hissettirdiklerini farklı kültürlerdeki yansımalarıyla birlikte ele alsa da pek çok duygunun arasında nokta atışı yapan bir tek bu var. Gülten Akın, "acının eşiğini aşmak" olarak imler bunu, acının bir ötesinin "yasla karışık umut" olması son çizginin gerçekten bitiş çizgisi olduğunu, ötesinde aşılan duyguyla bağlantılı başka bir duygunun olduğunu gösteriyor. O yas hep oradadır, zaman geçtikçe yanında başka yaslar da birikir. Yeterince çözemediğimiz zaman tortuları görürüz, dibe inerler. Yük ağırdır ama bir kez oluştu mu zevk verir, tabii bir noktadan sonra. Daha zevkli olan şey, bir şeyleri başka türlü yapabilecekken yapmamanın sonucu olarak ortadan kalkan alternatif gerçekliklerin düşüncesi. Burada da öncekinin tersi bir durum var sanırım; eşik aşıldığında korkunç bir mutsuzluk doğar, öfke de doğar. İkisinin arasında bir yerlerdeyiz; iyi ki yaptık ve keşke yapmasaydık. Sanırım daha çok "keşke yapmasaydık".

Belli bir eşiğe ulaşmadan muhasebeyle uğraşmak doğru değil, kaçırılan çok şey olabilir. Hesap yanlış çıkar muhtemelen. Bir şeyin içindeyken onu görmek mümkün değil, daha da içine girmek gerek. Mathea son noktada, belki tam ortada ve odağa dönüşür dönüşmez o da izleyenlere bakmaya başlıyor. Anlatıcı rolünü buna uyduruyorum, Mathea bir boşluk ve boşluğun gözleri var. Etrafı kırışık, yetmiş yılın rüzgarını yiyen bir yüzde ne kadar çizgi birikmişse her birinin anlatılacak bir hikâyesi var, Mathea çizgilerinin hikâyesini anlatıyor. Çok sevdiği, çocukluk aşkı olan eşiyle ayrılışının, sonrasında eşinin ölümünün ardından, Epsilon'la geçen onca yılın dökümü yapılabilir hale geliyor. Hiçbir zaman odak olmayan, insanlardan uzak duran ve toplumsal çözülmenin hızlandığı bir çağda korkularını var ederek yaşayan Mathea için sayım vakti. Bilincinin parçalarında birikenler bir bir sayılacak, Epsilon'la geçen yaşamıyla yalnızlığını kıyaslayacak ve yaşlılık, ölüm, sevgi, aşk gibi hayatın temel kavramlarını bu parçaların arasından söküp birleştirmeye, yeni bir şey oluşturmaya çalışacak. Yeni bir yaşam algısı arayışı, bir başınalığı kabulleniş, sessiz bir isyan. Ne için yaşanıyordu, bunu kim hatırlayacak? Mathea bile hatırlamayacak, sadece o anki konumuna gelene kadar yaşadıklarını gözden geçirecek. "Geriye kalan azıcık yaşamımı, onunla ne yapacağımı bilene kadar saklayabilmeyi isterdim." (s. 12) Anlamlı bir şey düşünme çabasıyla dalınan uykudan acıkmış olarak uyanmak gibi küçük olaylardan kaç dünyaya ulaşılır, bu durum neler çağrıştırır, üzerinde saatlerce düşünülecek bir mevzu. Denge isteği beliriyor; sözlerin karşısına birkaç parça peynir konmalı. Epsilon'un yokluğu, yol üstünde öylece bekleyip Mathea'yı her gördüğünde saati soran adamla tartılmalı. Gündelik olaylarla yılların ötesine uzanan acılar birbiriyle ölçülmeli, fazlalıklar törpülenmeli. En sonda gördüğümüz bu.

Mathea'nın çok ince biri olduğunu söylemek gerek, sokakta yürürken etrafındaki yapraklardan doğurduğu düşüncelerle zamanın içinde kaybolup başka bir yerden çıkabilir, çocukluğunu izleyebilir ve geri döndüğünde her şeyi yerli yerinde, hiç değişmemiş olarak gördüğünde kabullenebilir; nereye giderse gitsin kendisine dönecektir. Çok parçalı kendisinin her bir bölümü için ayrı bölümler kurulmuştur, metnin birçok parçası Mathea'nın farklı açılardan izlenebildiği pencereler olarak düşünülebilir. Birbiriyle ilgili bölümlerdir bunlar, gerçi Mathea'nın izin verdiği ölçüde. Aynı apartmanda oturduğu June'un ve annesinin anlatı içindeki rollerini metnin sonlarına doğru öğreniriz, başta sadece komşu olduklarını biliriz. Her şey ortaya dökülmez, anlatılmayanların anlatılanlardan daha sesli olduğu hikâyelerdendir bu. Adım adım kurulur. Norveç'in soğuğu, sokakların ıssızlığı, insanlarla iletişim kurma çabasının "artık hiçbir şeyden emin olmayan" biri tarafından gösteriye dönüştürülmesi, Schopenhauer'ın düşünceleri üzerinden Epsilon'la sürdürülen sohbetler, iz bırakmış ne kadar an varsa hepsi hikâyenin içindedir.

Çocukluklarında birbirlerinde buldukları şey yaşlılıkta nasıl kaybolur, yasın daha derin bir boyutu var mıdır, bunların cevabı Mathea'da. Epsilon tam bir mantık insanı, emekli olmayı bekliyor ki Mathea'yla daha çok zaman geçirebilsin. Bunu Mathea bekliyor galiba, Epsilon'un böyle bir niyetinin olup olmadığını söylemek zor. Hareketli biri olduğunu söylemek zor, eşine göre daha çözümleyici ve sakin. Eşiği içinde taşıdığı söylenebilir, bir şeyin olmasını bekler gibi geçirdiği yıllardan sonra komşu kadınla kurduğu ilişkinin sebebini sadece olabilirliğe bağlamasına bakarsak yaşadığı şeyin kendisine yetmediğini, daha da yaşamak istediği düşünülebilir. Zaman içinde bir kök çürüyor, iki insanın arasına azalan ihtimaller giriyor ve nihayetinde kopuş gerçekleşiyor. Arkadaşlık da ortadan kalktığı için, belki de empati kurmakla uğraşmadığı için Mathea'nın keşfetmesini bekliyor Epsilon, belki de hiçbir şey söyleyemeyecek kadar yorgundur, uzun süre beklediği emeklilik de pek bir şey değiştirmemiştir, kendini bir başkasının yanında bulmuştur. Mathea'nın bu durumu Monty Hall Problemi'yle anlatması ve ikisi arasında geçen enfes diyalog çok basit bir çözüm sunuyor aslında: Kapıyı değiştirirseniz kazanma şansınız artar ama keçiyi/ilk tercihinizi bırakmış olursunuz. Bir şeyi seçtiğimizde diğerlerini yitiriyoruz, Mathea'ysa yitemeyecek kadar seçilmiş durumda. Epsilon'da tükenen yakınlığı diyalogların soğukluğundan, yaşama bakış açılarının farklılığından sezebiliriz. Geriye bir tek eşyaları kalmıştır, öylesi bir yalnız gidiştir onunki. Ölümünün şiirselliği de bir yalnızlıktır ama bu kez Mathea açısından. İmgeler uçuşur, üzüntü yüz farklı biçime bürünür. Eşyalardan, nesnelerden kurtulmak gerekir, yaşlılığın ve üzüntünün işbirliğine karşı koyamayacak kadar yorgundur Mathea, Epsilon'dan kalan saati yol kenarında sürekli saati soran adama verir. Ne kadar çok verirsek o kadar özgürmüşüz, Mathea bu özgürlüğü tanıdı böylece. Epsilon'un hayaleti ortalarda gezinmeyecek, bir süre sonra.

Yaşlılıkla mücadele. Mathea, kendinden sonra arkada kalacak eşyalarını düşünür ve onlar için bir sandık hazırlar. Bir eşya dökümü müddetince hikâyeler birikir, nesnelerin dünyasına derinden bakılmasa da "yeni" anılara yer açılmış olur. Bir zamanlar birbirini sevmiş iki insanın yaşadıkları, konuşmaları, ölümün bir durak öncesinde hatıraları oluşturan maddeden tekrar yaratılır. Şimdiyi yaşamanın gerekliliğini söyleyen Epsilon'a karşı albümlerine özenle bakan Mathea. İki farklı insanın paslanmış tutkusu ölüm gibi bir şey olsa gerek. 45 Years'taki hüznün bir benzeri.

İşe Yarar Bir Şey'de geçen "hiçbir sözcüğün 'turuncu'yla kafiyeli olmadığı" bahsi bu metinden alınmıştır. Gerçi Skomsvold da Holst'tan çarpmış. Aslında bu bir çocuk şarkısından veya bir söylenceden geliyor olabilir, bilemiyorum. Sonuçta böyle bir bilgi var ve vereyim bence. Verdim gitti.

Norveç, canım memleket. Skomsvold, inceliğinden öptüğüm.

24 Temmuz 2018 Salı

Utku Yıldırım - Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor

"Bir adam konuşuyordu ama ne dediğini hatırlamıyordum, kitabı okuyunca hatırladım. Satırları gözden geçirmeden önce bir uğultu gibiydi, yavaş yavaş biçimlendi. Şimdi iddia edildiği gibi, her şey birbirine bu kez gerçekten girmiş durumda. Kendi sesim konuşmama hiç uygun değil, benim tanıdıklığım olmadığından başkalarına anlamsız, oysa başka bir şekilde, bir zemin üzerindeyken konuşmamın aslında farklı bir formda anlaşılabileceğini görüyorum. Yaşamı bu biçim anlatırsam olur belki. Belki bu kez.

Epigrafta Douglas Coupland'ın bir umutsuzluk kırıntısı var: "Ya hayatlarımız hikâyelere dönüşecek ya da onlardan kurtulmanın bir yolunu asla bulamayacağız." Dönüşen bir şey göremiyorum, bu bana hiç iyi gelmedi. Hayatlarımızı olduğu gibi hikâyelere yerleştiriyoruz ve değişmelerini umuyoruz, yok olmalarını umuyoruz. Boşa. İkinci anlatının sonlarına gelmemiş olsaydım daha elimi sürmezdim, hiçbir şey yazmayıp sadece okurdum ama ikinciyi de bitirmek zorundayım. Yazdığım öykü uçlarını -Ali Teoman, selam- da bitirmek zorundayım. Yaşamımın bu dönemini, hatta yaşamımın kendisini de bitirmek zorundayım. Birileriyle tanışmalıyım, bir şeyler konuşmalıyım, bir yerlere gidip bir şeyler görmeliyim. Onca zamanın başka türlü nasıl dolacağını bilmiyorum. Pascal'ı anlıyorum, insan odasında bir başına kalamıyorsa hiçbir yerde kalamaz. Ben odamdan başka bir yerde kalamıyorum. Şu aralar."

Diye düşündü çoğu öyküdeki anlatıcı Ufuk. Ben değilim, ben bunların hiçbir yerinde değilim. Tepede bir yerdeyim, güneşle denizin buluşacağı ânı bekliyorum. Bir zaman bir şeyler yazıp bir kenara atmıştım, atmaya devam edebilirdim. Yine de bir şey oldu. "Bu da olsun," dedim. Olmasa neydi, huzur bulurdum belki. Bulamazdım. Bir biçimde iş dönüp dolaşıp kendimi kandırmaya geliyor, kendi avcumu açıp paranın orada olmadığını gördüğüm her seferde şaşırıyorum. Böyle bir kendini bilmezliği hiçbir öykü ortadan kaldıramaz, o yüzden bu konuda da kendimi kandırıp yazmaya devam ediyorum. Sevmeye sevmeye. Tersi de aynı sıkıntıya yol açabilirdi. O zaman... biri kafama vurabilir mi?

Lispector'un bıraktığı kırıntıları hatırlayacağım, öyküleri biraz anlatıp manzarayı izlemeye devam edeceğim.

"Oldu mu bir şey ve ben, onu nasıl yaşayacağımı bilmediğimden, onun yerine başka bir şey mi yaşadım?"

Onu Nasıl Unutmalıyız adlı öyküde Cansu'nun zaman içinde kayboluşundan başka kayboluşlara varılır, Derin'in gidişiyle birlikte yaşamın büyük bir parçası da ortadan kaybolur. Anlatıcının yasakladığı şarkıları, filmleri görürüz. Yasaklar ki hatırlamak istediklerini hatırlamasın. Hatırlar. Geçmişte bir yolculuk, çoğu öyküde olduğu gibi. Anlatıcının bahsetmediği şeylerden de bahsedeyim, ben her şeyi gördüm çünkü, o anlatmasa da ben anlatayım. En eski ikinci öykü bu, iki buçuk yıllık. Adam askerden döndüğü zaman yazdı, kenara koydu. O sürede duygular eskidi, kayboldu. Zaten o yüzden adam adam, ben değilim. Başka bir ben, ben değildir. Başka biridir. Bu benim.

Vurdulu Kırdılı daha eski, beş yılı var. Karga'da geçiyor. Anlatıcı, arkadaşlarına içecek, içki ısmarlıyor. Elma suyu. Bir oyun olarak, önce içki olarak bahsedilen şeyin memurlukla birlikte elma suyuna dönüştürülmesinde bir, ne desem, zavallılık, korkaklık yok mu? Neyse, sonra sevgilisine bakıyorlar, adam gebeşlere dalmak istiyor. Dalmadan önce memurluğunu, çocukken yediği dayakları ve devleti hatırlıyor. Girişiyor, havada bir şeyler uçuşuyor. Sözcük oyunları, güldürmeceler, latifeler ara ara ortaya çıkıyor. Gebeşler dayak yiyor sanırım, tam bilemiyoruz orayı. Ayırıyorlar. Uçan tepik atıldığı sırada öykü bitiyor.

Gün nam öykü bir günü anlatıyor, Derin'le kesin ayrılığın az öncesi. Bu günün geleceği biliniyordu, yaşanmadan çok önce anlatıldı. Anlatıcıda da incelikler kaybolmuş, anlıyoruz. Kapkalın bir dünya, kalas gibi. Kalaslık bulaşıcı, anlatıcı da bir başkasına bulaştıracak belki. Bulaştırdı da, o başka bir öykünün konusu. Yazacak şeyleri azaltmaya çalışırken hep yeni bir şeylerin ortaya çıkması delirtici bir şey. Böyle olmadığında da uyduruyorum gerçi; Pospelov'un öyle bir nanesi yok, Dede Korkut'un postmodern zımbırtılarını anlatmadım hiç. Aynı şekilde Ufuk da beni uyduruyor. Karşılıklı bu işler.

Öyküde bir gereç var, çantada. Her şeye dönüşebiliyor. Başka öykülerde de ara ara ortaya çıkıyor. Dikkatli gözler için bulmacalar bıraktım. Sayılarla, nesnelerle alakalı. Bu gereç öyle. Her işe yarıyor. Bir şeyi simgeliyor tabii, ne olduğunu biliyorum ama söylemem. Düşünülürse anlaşılır. Düşünülmezse bir halt olmaz. Öyküler çok basit ama zor. Baran bunları temizlemeye çalıştı. "Abicim," dedi, "sen bunları böyle yazdın da okur bir bok anlamaz bunlardan. Bir iki ipucu koyalım." Koyduk. Ben okura güvenmek istiyorum, zaten bu uçan kuşa güvenme meselesinden oldu ne olduysa. Neyse, anlatıcı öğretmen. Okuluna gidiyor, geliyor. Arada bir şeyler oluyor, düşüncelerini takip etmeyi bırakıyor bir noktadan sonra, her şey tam gaz. Anlatıcı bile takip edemiyor, her şeyi birbirine karıştırıyor. Korkunç be.

Song Of Unborn dinlenirken yazılmış olabilir. Yarın Steven Wilson konseri var -dedim ve iki gün önceki konserin bir önceki günündeymişim gibi yapmaya başladım. Çok heyecanlıyım. Joan Baez'e gidecektim ama gidemiyorum, benim için daha anlamlı olan şeyi seçtim. Pişmanım, bir yandan pişman değilim.

Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor ama dinliyor, askerde yapacak pek bir şeyiniz olmaz. Oyunun içindeyken oyundan önce gerçekleşmiş olan hiçbir şey gerçek gibi gelmez bir de, dışından daha da kötü her şey.

Son öykü, bir öykü. İtirafname değil, bir gecenin muhasebesi değil, diğer öykülerin açıklandığı -ne için açıklama?- bir kılavuz hiç değil. Yalanın kusursuza yakın olması için gerçeğe bulanması gerekirse, aralarında en iyisi bu. Fotoğraflarla oynanmış olabilir ama insanlarla oynanmadı diye biliyorum.

Eh, diğer öyküler de bir garip. Uzunlu kısalı. Okudum, yanağımı okşayıp cebime 20 TL sıkıştırdım. Dördün katı. Anlatılan her şey yaşandı ama tek bir bakışın çerçevesinde. Bu da her şeyin gerçekliğinin sorgulanmasına yol açabilir. Bu durumda duyguları takip etmek gerekiyor. Öykülerin taşıdığı duygular ne kadar gerçek, okur bu gerçeği ne kadar hissedebiliyor, önemli olan bu. Ben adama üzüldüm açıkçası. Adamın çalıştığı okulda Mine Hoca diye bir arkadaşı vardı, öykülerden birini okuduktan sonra, "Oğlum, okurken güldüm ama öykü bitince aslında çok üzüldüğümü fark ettim," demişti. O hesap.

Tabii, Elliott Smith. Kendine sapladığı bıçağı bizden çıkardı. Sözcükleri ziyan etmeyeceğim, canım Elliott Smith. Seni seviyorum.

Ek: Árstíðir'in şarkısını buraya koydum diye hatırlıyorum, Things You Said'in albüm versiyonu.

17 Temmuz 2018 Salı

Jean Cocteau - Sahteci Thomas

Gerçeğin kırılma noktası olarak savaştan daha büyük bir facia bilmiyorum. İlk dünya savaşının son savaş olacağı söylenirken bunu kimse düşünemiyordu sanırım, herkes bilimde atlanan çağın getirdiği ve getireceği zenginliği hayal ediyor ve sömürü düzenine dahil olarak saatlerce çalışmaya, onca yorgunluğa rağmen refahın uzağından yakınından geçmeyen bir fakirliğin içinde can çekişiyordu. Dünya öyle veya böyle ilerliyordu, Polinezya'da binlerce yıllık gelenekler sürüyor, herkes mülkiyetsiz çocuklara bakıp ağaçlardan yiyecek topluyordu, Japonya'da tapınağında oturan bir rahip sonsuzlukla bütünleşiyordu ve Fransa'da bir asker, birkaç metre ötedeki cephede konuşlanmış Alman askerleriyle sohbet ediyor, papara yememek için arada havaya kurşun sıkıyordu. Black Mirror'ın bir bölümünde deniyordu ya, I. Dünya Savaşı'nda askerlerin silahlarındaki kurşunların %15'i kullanılmış, genellikle havaya sıkılırmış kurşunlar, komutanlar düşmanlara ateş etsinler diye askerlerini sopayla döverlermiş, o hesap. Savaş her şeye rağmen insanlığın sürdüğünü gösteriyordu, farklı bir cephede. Bombalar ortaya çıktığı zaman bu insanlıktan da eser kalmadı, Vonnegut'a ve Remarque'a baktığımızda son noktayı görebiliyoruz. Hatta Cocteau'yla Remarque'ı karşı cephelerde birbirleriyle sohbet eden iki asker olarak da hayal ediyorum, savaşların ikincisinde Böll'le Vonnegut'u hayal ettiğim gibi. Remarque olanca gerçekliğiyle anlatıyordu her şeyi, kopan uzuvlar ve yanan ciğerler vardı. Cocteau'da durum biraz daha değişik. İçki şişelerine benzetilen askerler, eğlenceye benzetilen savaş ve sarhoşluk sırasında kırılan şişeler bir arada. Bu işte, bahsettiğim kopuş. Savaş gayet gerçek dışı bir olgu, insana dair ne varsa zıt kutbunda. Belki Spartalılar şikayet etmezlerdi ama biz savaş gerçeğinden çok uzaktayız, savaşı anlayamayız. "Baby Boomers" derler, son savaştan sonraki ilk nesil. Verdikleri eserlere bakınca sıkıntılarının şöyle sıkı bir savaş görmemek olduğunu söylüyorlar, ondan önce her şey son derece anlamlıymış, gerçekmiş gibi. Kendi savaşlarını kendi bunaltılarında yaratıyorlar. Coupland'ın çöle taşınan veya hava alanında terör estiren insanları, Ellis'in ne yapabiliyorsa onu yapan -dilencinin gözüne bıçak sokmak, dünyaca ünlü arkadaşları havaya uçurmak vs.- insanları, hepsi boşluğun ürünü. Dolulukta ne vardı, uğruna savaşmaya değer bir şey?

Cocteau'nun karakterleri savaşın öyle pek de özlenmeyecek bir şey olduğunu gösteriyor, savaş da yaşamın bir parçası ve oyuna dahil. Bu yüzden herhangi yüce bir amaç uğruna değil, varoluşlarını sürdürmek için oyunlar yaratmak uğruna savaşa katılıyorlar. Çevirmen Özel Aydın'ın sunuş yazısına bakarak Cocteau ve yazdığı metin hakkında çok şey anlaşılabilir. 26 yaşında bir kaçak olarak gidiyor savaşa Cocteau, kendisinde uyanan coşku, düş, tedirginlik ve tehlikelerin yansıması metinde ortaya çıkıyor. Eleştirmenlerin Sahteci Thomas hakkında yazdıkları olumsuz eleştirilere verdiği cevapta hiç gitmediği, uydurma bir savaşı anlattığını söylediklerini, oysa bulunmadığı ve yaşamadığı hiçbir sahneyi metne almadığını söylüyor. Lispector'ın "kendini kurma"yla alakalı sözlerini, G.H.'nin bitmez çilesini bilirsek Cocteau'nun acıyı bal eylediğini, kendini olmayan bir şey olarak değil de olabilecek bir şey olarak anlattığını söyleyebiliriz. Adamın şöyle bir sözü var: "Ben her zaman gerçeği söyleyen bir yalanım." Yalanı yalan olarak değil, kurma edimi olarak göresim var. Savaşta -askerlikte de böyledir bu, örneklerini gördüm- kimlikler baştan yaratılabilir, herkes istediği kişiye dönüşebilir, o kaosun ortasında insanın kendi yaşamını kurmacaya çevirmesi çok kolay. Dolayısıyla Cocteau'nun oyunları için savaştan daha elverişli bir eylem yok. Thomas biraderimizi Cocteau'nun bir ölçüde yansıması olarak görmek çok kolay, kendisi bir nevi Chauncey. Kosinski'nin Bir Yerde'yi yazarken Thomas'ı bir anlığına da olsa aklından geçirdiğini hayal ediyorum. Anlatıcı da çanak tutuyor buna: "Savaş tam bir karışıklık içinde başladı. Bu karışıklık hiç durmadı bir uçtan ötekine. Kısa bir savaşta düzen sağlanabilirdi ağaçtan düşer gibi. Oysa garip çıkarlar yüzünden daha zorla tutturulmuşçasına uzatılan bir savaş sürüyle başlangıç ve akıma yol açan düzeltmeler sunuyordu hep." (s. 7)

Birkaç insanın garip çıkarlar, belki garip huylar peşinde yaptıkları, metnin kabaca özeti bu. Sadece Thomas üzerinden yürümüyor, belki farklı bir isim, daha kapsayıcı olanı kullanılsaymış daha anlamlı olabilirmiş ama Cocteau kitabın diğer adının Tarih olduğunu söylüyor zaten. Evet, tarih de tepedeki insanların garip huylarından başka bir şey değil, bir açıdan. Neyse ki tek açıdan değil. Diğer insanlara da bakınca her birini bir araya getiren özelliklerini görebiliriz, mesela Prenses Clémence Bormes ve kızı Henriette. Bormes, yoksulları sevmediğini ve hastalardan tiksindiğini söyler, savaşa katılması uçarı ruh halinden kaynaklanır. Sonradan oyuna dahil olup prensese tutulan bir doktor, kadının çok hafif olduğunu düşünür ve onu etkilemek için elinden geleni yapar. Clémence gerçekten de kafasına estiği gibi yaşar, bir süre önce ölen soylu eşi vasıtasıyla girdiği ortamlarda istenmeyen kadın damgası yemesine rağmen gerçekleri söylemenin cesaret istediğini ve bunun ödüllendirilmesi gereken bir erdem olduğunu düşünen birkaç kodaman Clémence'in arkadaşı olur. Savaşta da bu ilişkilerini kullanacak, yaralıların taşınması konusunda çok insanın yardımını görecektir.

Notlardan birine denk geldim, Clémence'in düşünceleri: "Savaş ona hemen bir savaş oyunu gibi geldi. Erkeklere ayrılmış bir oyun." (s. 12) Kendinden daha büyük bir şeyi yıkamayacağını anlayan kadın, onun bir parçası olmak ister ve kadroyu toparlamaya başlar. Kendisini binbaşı-hemşire olarak tanıtan Bayan Valiche, çıkarcı ve entrikacı bir kadındır, çıkarcılığı haricinde entrikacılığı Clémence'le yakınlaşmalarını sağlar. Guillaume Thomas de Fontenoy da bu sırada sahneye çıkar. On altı yaşında bir çocuk. Soyadı, meşhur bir generalin soyadıyla aynıdır, dolayısıyla herkes onu generalin akrabası sanır, o da aksi bir şey söylemez, kendisine verilen kişiliği sorgulamadan giyer. "Herhangi bir çocuk gibi kendini olmadığı şeyler sanıyordu, at ya da arabacı." (s. 19) Kemik kadro tamam, macera başlayabilir, absürt olaylar yaşanabilir, deli halayı çekilebilir, mantık bir süreliğine rafa kaldırılabilir, zira bombaların altında sayısız parçaya ayrılma tehlikesi var. "Bir Guillaume'u, Bir Bayan Valiche'i, Bir Bormes Prensesi'ni hangi gizem dolu yasa dipdiri bir araya getiriyor? Serüven anlayışları onları dünyanın sonuyla buluşturmaya götürüyor." (s. 22)

Yolculuk boyunca kendi oyunlarını oynarlar. Sırlar açığa çıkar, kapatılır, aşklar doğar, yıkılır. Bu yıkılma olaylarında Dehşet Çocuklar'daki katakullinin bir benzeri görülür, bu metin Cocteau'nun ilk metinlerinden biri olduğu için temeli burada bulabiliriz. Cocteau güzel yıkıyor, seviyoruz ama asıl anlatımını seviyoruz. Savaş atmosferini kurma biçimi müthiş, insanların deneyimledikleri duyguları kısa ve yalın bir biçimde aktarıyor. Mesele burada; anlatı bizimkilerin dünyasına geçtiği zaman her şey eğretilemelere, garip özdeşimlere dönüşüveriyor. Akıl alan bir zıtlık ve o kadar doğal bir şekilde beliriyor ki geçişin nerede olduğu anlaşılmıyor. Eleştirmenlerin Cocteau'yu gömmelerinin bir sebebi de bu benzetmelermiş, Özel Aydın öyle söylüyor. Savaşı bütün dehşetiyle aktaran yazarların yanında Cocteau çok laubali kalıyormuş, askerleri kırılmak için hazır bekleyen şişelere benzetmesi, insanın kafatasını patlamış mısıra dönüşebilecek bir nesneymiş gibi ele alması, bunun gibi şeyler bayağı bir kişiyi kızdırmış, böyle şey mi olurmuş, savaş bu kadar dalgaya alınmazmış, bilmem ne.

Cocteau harikası canım bu, kitapçılarda bulunmasa da sahaflarda bulunur. Ve bu kadar korkunç bir kapak hiçbir yerde bulunmaz, o yüzden türünün en kötü örneğini mutlaka görmenizi isterim.

16 Temmuz 2018 Pazartesi

Salâh Birsel - Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu

Kahvengiz, Beyoğlu tarihçesi, her neyse. Birsel'i pastanede oturanları anlatırken kapıda bekler halde bulabilirsiniz, aslında orada değildir ve yaşananları başkalarından duymuştur ama kendini oraya konduruverir, sanki gözlüyormuş gibi. Her şeyin orta yerindedir Birsel, sadece yaşananları anlattığının üzerinde durur da durur. Öyleyse gerçekten orada olduğunu inanmaktan başka bir seçenek yok ki orada olmadığını da söyleyemiyoruz, anlatımı her şeyi canlandırıyor. Sait Faik'i Orhan Kemal'le yürürken görüyoruz, Birsel önlerinden geçip gidiyor ve masasına oturunca ikisinin konuştukları şeyleri yazıyor. Baylan'da varoluşçu tayfanın muhabbetlerine Birsel de ortak oluyor, aynı masada oturarak. Aslında oturduğu masanın her yerde olduğunu düşünüyorum, sanki bütün anları bir araya getirip ortaya çıkan tek birinde yaşıyor/yazıyor. Birsel'in böyle bir imgesi var; o bir zaman yolcusu.

Kitabın Beyoğlu'nu anlattığını söyleyerek başlıyor. Rengârenk bir cümbüş. Ozanlar, ressamlar, gazeteciler, goy goycular, sürüsüyle insan. "İncikli-boncuklu kadınlar, cas-cas yanan bobstiller, bastonlu abuzettinbeyler, afi kesen pırpırılar, alengirli kızlar Beyoğlu Caddesini güvercin göğsüne, bakla çiçeğine, böcek kabuğuna, gül kurusuna, turna gözüne ve ördek başına boyar." (s. 1) Birsel'in detayları çok zengindir, benzetmelerinden inanılmaz keyif alınır. Dönemin deyişlerini kullanması da ayrı bir güzellik.

Beyoğlu'nun tarihi, Kahveler Kitabı'nda anlatılan İstanbul kadar genişçe bir yer tutmuyor, bu kısmı kısa tutmuş Birsel. Sadece kahvelere odaklandığı için muhtemelen, zaten önceki kitabında 1500'lü yıllardan itibaren şehrin geçirdiği değişimi kapsamlı bir biçimde ele alıyordu, bu kez konu sadece Beyoğlu. Kanunî çağında oralar bağlar, tarlalar ve bostanlarla kaplıymış ama Galata'nın nüfusu artmaya başlar başlamaz sokaklar kendiliğinden oluşmaya başlamış. Büyükelçilik binaları yapılmış, dükkanlar açılmış derken almış yürümüş Beyoğlu. Sokaklar başlarda darmış ama meşhur İstanbul yangınları sağ olsun, yapılar küle döndükçe caddeler genişletilmiş, sokaklar nefes almaya başlamış. Nerval'den ve Gautier'den bahseden Birsel, onların gözünden Beyoğlu ve civarının geçirdiği değişimi de aktarıyor. Gayrimüslimlerin eğlenceleri dillere destan, dünyanın çeşitli yerlerinden gelenler idareyle anlaşıp kanunları esnettikçe ortalık şenlenmiş. Baskınların yapıldığı dönemlerde karakola atılanlar bir müddet sonra çıkıp eğlenceye devam ederlermiş. Her mekanda gerçekleşmiyormuş bu, sadece adı duyulmuş olanlarda. Yazarların eserlerini anan Birsel, Halit Ziya'nın Mai ve Siyah'ta anlattığı Cristal'i, Peyami Safa'nın eserlerindeki diğer ortamları bir bir canlandırır. Tokatlıyan, pasajlar, eski ve yeni dükkanlar bir tarihe tanıklık etmiştir ve Birsel'in sözcüklerinde mekanların da sesini duyarız. Hemen hemen bütün mekanlara girip çıkan Ahmet Rasim'in sesi de araya karışır, mekanla insan arasında bir diyalog başlar. Aralara ilginç anekdotlar sıkıştırır Birsel, örneğin Yahya Kemal'in yemek yerken jambonu havaya atıp "Parislilere özgü bir ustalıkla" ağzına düşürmesi ilginçtir. Kişilerin yaşamları için ayrı bölümler oluşturmuş Birsel, yine de araya böyle küçük parçalar sıkıştırabiliyor. Coşkun akan bir nehir, durmayan bir hafıza, her şeyi karıştırıyor.

Birsel'in şahit olduklarıyla duydukları arasında küçük bir anlatım farkı var, duyduklarını olduğu gibi aktarıyor. Kendi zamanındaki olayları anlatırken takındığı karnaval havası bu bölümlerde yok, daha resmi bir üslup kullanmış. Yakup Kadri'nin meselesi bu biçimde anlatılmış, aktarayım: Servetifünuncuların toplantısının olduğu gün Kadıköy vapuruna binen Cenap Şahabettin, karşılaştığı Yakup Kadri'yi de toplantıya götürüyor, Tokatlıyan'a. O gün orada Ziya Gökalp de var. Şahabettin, Gökalp'e laf atıp Arap ve Fars tamlamalarının kullanılmadığı bir edebi eseri yazan birini tanıyıp tanımadığını sorar, alaylı. Gökalp, Yakup Kadri'yi göstererek, "İşte, dediğiniz kişi bu," der. Mekandan çıkan Ziya Gökalp, arkadaşına Yakup Kadri'yi onların ellerinden aldığını söyler. Şahabettin, Gökalp'in dille alakalı sıkıntısının ne olduğunu bir türlü çözemediğini söyler falan, bazen gizliden, bazen alenen bir münakaşa.

Lebon'a geldiğimizde Abdülhak Şinasi'yi, Macit Gökberk'i ve Nermi Uygur'u görüyoruz. Kimin ne sıklıkla uğradığını söyler Birsel, kendisi de ortamdan ortama geçtiği için, gününün büyük bir kısmını buralarda geçirdiğinden kimin nerede olduğunu, neler yaptığını bilir. Dergi tayfalarının hangi mekanlarda takıldıklarını, aralarındaki münakaşaları, edebi tartışmaları falan, hemen her şeyi bilir. Neyse, Lebon. Zamanında burada Namık Kemal ve Ziya Bey -o zamanlar paşalığı henüz yok- de takılmış, İstanbul'u kıran koleradan bahsetmişler. Servetifünuncular kapağı atmışlar sonra, Cenap'ın Fikret hakkında söyledikleri ilginç. Fikret'in Doğu'yu pek az bildiğini, Batı'yı ise hiç bilmediğini, yeter derecede kitap okumadığını ve Mehmet Rauf'un bile etkisinde kaldığını söyler. Birsel'e göre Cenap kendini beğenmiştir, gerçi Servetifünuncuların tamamı kendini beğenmiştir, bu yüzden Ataç bu adamların -Halit Ziya hariç- en büyük özelliklerinin "böbürlenmek ve zekâ kıtlığı" olduğunu söyler. Lebon'un bir diğer müdavimi Abdülhak Hâmit'tir, kadın düşkünlüğünden her gün birini alıp götürür. Birsel hemen araya sokuşturuverir; putların devrilmesi hadisesinde Hâmit, Nâzım Hikmet'i yemeğe çağırır ve bilinen konuşmasını yapar. Nâzım Hikmet şaşırır, Hâmit'in ellerinden öperek oradan ayrılır ama Hâmit kinlenmiştir, arkadan sallamaya başlar. O da Nâzım Hikmet gibi yazabilir, o şiirin pek bir olayı yoktur. Cabası: "'Nâzım Hikmet Bey benden yanlışsız bir sayfa okuyamaz.'" (s. 49)
Nâzım'ın bir olayı da Semiha Berksoy'a takıklığı. Nâzım, Berksoy'a eğer evlenirlerse sahneye çıkmayacağını, hatta kapıdan bile çıkmayacağını söyler. Nâzım'ın böyle huylarının olduğuna dair bilgilere birçok kaynakta denk gelebilirsiniz, doğrudur. Yapardı da.

O kadar çok anı var ki hangisini anlatacağımı bilemedim. Sait Faik'in maceraları bile başlı başına yeter. Derleyip bırakayım şuraya: Yahya Kemal'in Orhan Seyfi'yi ve Yusuf Ziya'yı gömmesi. Yahya Kemal'e göre bu ve bunun gibi şairler yeteneksizdir, çağdaş Fransız şiirlerini anlayamazlar. "Bundan dolayı yüzeyde kalan manzumeleri daha kendileri hayatta iken unutulacaktır." (s. 119) Yahya Kemal'e dair anlatılanlar da ilginç. Şöyle demiş mesela: "'Ben de Nâzım Hikmet gibi, o tarzda şiir yazabilirim. Ama üç gün sonra hapse atarlar beni. Hayatım da mahvolur." (s. 119) Zaten bir komünist dalgası patlamıştır, Peyami Safa beğenmediği kim varsa "komünist" diye damgalamaktadır, devlet de aynı şekilde kör bir şiddet uygulayarak insanları düşüncelerinden dolayı doğduklarına pişman etmektedir. Sakat zamanlardır kısaca, Yahya Kemal'in tavrı anlaşılabilir. Kendisinin Nâzım Hikmet'le de ayrı bir ilişkisi, meselesi vardır zaten. Nâzım'ın annesiyle bir gönül macerası olur, sonra kadın hapse atılan oğlu için -yanılmıyorsam- Galata Köprüsü'nde protesto eylemini sürdürürken oradan geçen Yahya Kemal kadından uzak durur, karşı kaldırımdan yürür falan, böyle bir işler vardı.

Çok küçük bir iki şey: Türkçede yayımlanan ilk Kafka öyküsünü 1952'de Naim Tirali'nin çevirdiğini öğreniyoruz. Edip Cansever'in henüz İkinci Yeni'nin yer çekimini bozmadığı zamanlarda Birsel'le takıldığını, sade şiirler yazdığını ve birbirlerini pohpohladıklarını da öğreniyoruz. Daha da pek çok şey öğreniyoruz, müthiş bir yolculuk bu, Türkçede benzeri var mıdır, bilemiyorum. Birsel'in anlatısı şahane.

15 Temmuz 2018 Pazar

Jean Cocteau - Dehşet Çocuklar

"Cap ou pas cap?"

Oyundan ne zaman çıkıldığı görülmeyen kırıklar yoluyla anlaşılabilir ama iş zaten kırığın görülmemesindedir, kırığı olan dışında kim bilir? Karşı taraf bilmez, sürdürmek istiyorsa muhataba acı vererek kendi acısını bastırmak ister, her şey bunun bir çeşitlemesidir. Kendi acısına kim boğulmuşsa yalnız kalsın, bir başkasını da kendiyle birlikte mahvediyor yoksa. Aslında kolay, hepimizde soyut düşünme yeteneği var, kendimizin olmayan duyguları hissedebiliriz, bir ölçüde bir başkasını anlayabiliriz de, o zaman oyunun ciddileştiği noktada neden durulmaz, bilmiyorum. Ben hiç o konumda bulunmadım, ne zaman oyundan çıkılır gibi olduysa kestim ama genelde karşı taraftaydım. Oyundan çıkıldığını her düşündüğümde aslında devam ettiğini gördüm. Bir keresinde şu tepkiyi vermiştim, Zonguldak'ın bütün köpekleri başıma üşüşmüştü, site güvenliği güvenli bir mesafeden beni izlemişti. Çok tuhaf, şimdi orada bir boşluk var. Neler olduğunu hatırlamıyorum, yükü hissetmiyorum. Dünyadaki tek mucize, bence, insanın taşıdığı acılarla yaşayabilmesi. Savunma mekanizmaları ne kadar ağırlık taşıyabilir, insan hangi noktada tam olarak onmasız kırılır, bunu merak ediyorum. Bunu irdeleyen filmleri izlemeden duramıyorum, en son 10 timer til Paradis'i izledim. Vücut geliştirmeci otuz sekizlik adamla annesinin hastalıklı ilişkisi korkunçtu, mutluya benzer bir sonla bitmeseydi kusursuz olurmuş sanırım. Bunu anlattım çünkü Cocteau'nun çocuklarında da sağlıksız bağlardan doğan, yaşamları mahveden bir ilişki var. Adamın filmlerinde de bu ilişkinin örneklerini görebiliriz, faciaları anlatır Cocteau. Sadece kendisi de anlatmaz, kendisinden sonra gelenlere esin vermiştir. Metnin 1950'de Jean-Pierre Melville'in yönetmenliğinde sinemaya uyarlandığını da sıkıştırayım şuraya.

Cocteau'nun kendi çizimleri aralara serpiştirilmiştir. Basit, gerçeküstüne göz kırpan çizimler. Karakterlerin kişiliklerinin birkaç çizgiyle aktarılmış olması aklımı aldı; hizmetçi Mariette'in kardeşlerin kaotik dünyasının dışında yer alması, hatlarını daha biçimsiz kılmış. İki kardeş Elisabeth ve Paul, yalın çekicilikleriyle oradalar. Mekân onlar kadar detaylı, olayların gerçekleştiği ev ve oda kapalı bir alanın yalıtılmışlığını yansıtıyor, iki kardeş arasındaki ilişkiye dışarıdan dahil olanların bozguna uğrayacağı, hatta ölümle yüz yüze gelebilecekleri birkaç çizimden çıkarılabiliyor, bir de Cocteau'nun serbest dolaylı anlatımı sayesinde karakterlerin seslerini odanın sesine karışmış olarak bulabiliriz. Hızını alamayan Cocteau, kendi sesini de zaman zaman anlatıya katmıştır ama pek göze batmaz bu, kararındadır. Karakterlerin anlatımındaki detaylar, duygu durumlarının çeşitlemeleri vs. metaforlarla kuvvetlenir, dahi renklenir diyeyim. Basit bir kerevit, karakterlerin birbirlerinin üzerinde iktidar kurma eyleminin nesnesi haline gelir. Ayrıntılar ne kadar küçülürse anlatım o kadar detaylanır, farklı anlamlar kazanır.

İki bölüm. İlk bölüm, Paul'ün eğitim hayatının bitmesiyle açılır. Önce mekân kurulur, kardeşlerin yaşadıkları mahal anlatılır. Sokaklar, binalar, lise binası. Binanın önünde çocuklar kar topu oynarlarken Paul'ün göğsüne atılan kar topu, çocuğun bilincini yitirmesine sebep olur. Anlatıcı bu noktada çocukların kapalı dünyalarına bodoslamadan dalar; çocuklar yetişkinlerle konuşmaz, kendi dünyalarında oyun-yaşamlarını sürdürürler. Din gibidir bu, anlatıcıya göre bu dinin karanlık ayinleri asla açığa vurulmaz. "Tek bildiğimiz bu dinde kurnazlığın, kurbanların, üstünkörü yargıların, korkunun, işkencenin, insan kurban etmenin yerinin olduğudur." (s. 8)  King'in öykülerinde bu çocukların, daha doğrusu çocukların potansiyel kötülüklerinin yansımalarının kusursuz örneklerini görürüz. Çocukların dünyasının bu karanlık yönü önemlidir, yıllar geçse de Paul'le Elisabeth arasındaki ilişkinin bu dünyadan kurtulamadığını göreceğiz çünkü. Neyse, Paul'e içine taş konmuş kar topunu atan eleman, Dargelos, serseri ruhlu bir heriftir, inceliksiz haytadır, yakışıklı bir gebeştir. Bu yüzden Paul ona tutkundur, hatta şöyle: "Bulanık, yoğun, devasız bir acıydı bu, cinsiyetsiz, amaçsız, iffetli bir arzu." (s. 13) Bu arzu, okul yönetiminin Paul'ü sorgulamasında Dargelos'u suçlamamasına sebep olur, yaşananların tanığı olan Gérard en iyi arkadaşının neden Dargelos'u suçlamadığını merak eder. Anlayacaktır ama yıllar sonra, her şey için çok gecikilmişken.

Gérard arkadaşını evine götürür ve tutkunu olduğu Elisabeth'in korkunç şirretine maruz kalır. Elisabeth, Paul'den iki yaş büyüktür ve kardeşiyle birlikte etrafındaki insanlara eziyet etmekten, onları kukla gibi oynatmaktan keyif alır. Bir noktaya kadar Paul'le birlikte oynadığı oyunlarda kardeşiyle uyumludur, insanların şaşkınlıklarına birlikte gülerler ama Paul'ün büyümesiyle birlikte yakışıklı bir adam olmaya doğru evrilmesi, Elisabeth'in aklını iyice karıştırır ve kızı kaotik bir ruh haline sokar. Paul'ü kaybetmemek için elinden geleni yapacaktır. Biraz yavaşlayayım, arada bir sürü olay var. Anneyle baba, anlatılmaları lazım. Baba siroza tutuldukça eve gelen bir adam, ölene kadar. Anne yatalak, yaşamanın neye yaradığını düşünüyor. Çocukların zaten bozuk olan psikolojisini iyice haşat ediyor, aile dostları olan doktoru olmasa daha en başta faciaya yol açabilirdi ama doktor her şeyi geciktiriyor, yıkımı da. Şöyle: "Annelerini severlerdi, itip kaktılarsa bu onu ölümsüz zannetmelerindendi." (s. 40) Bir yerde geçiyordu, insanlar sonsuza kadar yaşacayacaklarını sandıkları için böylesi hoyratlar diyen her kimse, selam. Neyse, annenin ölümünden sonra Gérard'la birlikte üçü tatile gidiyorlar, insanlarla oynadıkları oyunları sürdürüp dönüyorlar, bu sırada Elisabeth kardeşine iyice tutuluyor. Paul kar topunun da etkisiyle uzunca bir süre hasta yatıyor, Elisabeth'in eline düşüyor bir anlamda. Kız kardeşin erkek üzerindeki egemenliğinin yansılarını çok daha sonra, Agathe ortaya çıkınca göreceğiz. Paul'ün mücadeleci olmasına rağmen kabullenen bir yapıda olması, aralarındaki şefkatsiz, gerçeklikten çıkıp oyuna dönüşen ilişkiyi de çarpıtıyor. Bir başyapıt bu ilişki, özel bir şey, sadece kendilerine ait bir dünya. Olumsuz yan, başka bir dünya tanıyamıyor olmaları. Dargelos'a duyduğu sevgiyi ona çok benzediği için Agathe'ye de duymaya başlayan -bunda Elisabeth'in parmağı var- Paul, dünyanın yıkılma tehlikesi olarak ortaya çıkınca Elisabeth tarafından durduruluyor.

Agathe ve Paul birbirlerini gizliden seviyorlar ama konuşamıyorlar bir türlü, bunun farkına varan Elisabeth kardeşini kaybetmemek için hemen bir plan yapıyor. Bundan sonrası tam Servetifünun. Paul'ün Agathe için yazdığı mektubu gören Lise, Paul'e kızın kendisini sevmediğini, Gérard'la evlenmek istediğini söylüyor. Gérard'ın da ağzından girip burnundan çıkıyor ve ikisini evlendiriyor, korkunç bir evlilik, çözülmez bir ilişkiler yumağı. Çözülecek, sonlara doğru Paul'ün intihara kalkışmasıyla düğümleri çözen bir yüzleşme yaşanıyor ve Lise silahını çıkartıyor. Lise, yarattığı kaosu en kaotik, debdebeli biçimde sona erdiriyor. Tam bir sanat eseri; silahın patlamasından öncesi ve sonrasının anlatımı o odanın karanlığını müthiş bir şekilde yansıtıyor, Cocteau'nun atmosfer yaratımı mükemmel.

Çok özel bir yaratıcı Cocteau. Cocteau Twins şarkısı paylaşmak isterdim ama bugünün şarkısı başka.

14 Temmuz 2018 Cumartesi

Martin Cohen - 101 Felsefe Problemi

Felsefe nedir? Felsefe, kafayı çalıştırıp dünyaya dair anlayışımızı değiştirmektir. Ayer böyle demiş, demek ki anlayışımızı değiştirmeyen şey felsefe değildir. Lakin ki böyle de değildir, felsefe düşünmenin ta kendisidir, düşünmenin içinde dil vardır, efendime -Cthulhu- söyleyeyim, bilgi vardır. Düşünmek birçok şeyin çorbaya, aşureye -aşurenin ne leş bir yiyecek olduğu bahsi ayrı bir felsefe problemidir- katılır gibi katıldığı bir bulamaçtır. Açık olur, kapalı olur, soru içerir, cevap da içerir ama daha çok soru içerir. Anlaşılır, anlaşılmayabilir. Problem de içerir tabii ama burada daha çok "uygulamalı felsefe" problemleriyle uğraşacağız, felsefenin pratikte işlerlik kazandığı alanla. Klasik problemler de var tabii; Zenon Paradoksları mesela. Genellikle lisede tanışılan mevzular. Bir oku attık, hedefle ok arasındaki mesafede sonsuz nokta varsa ok bu sonsuzluğu nasıl aşabiliyor olabilir? Gibi. Cohen'ın ürettiği problemlerin bir bölümü de bu paradoksların güncel çeşitlemeleri. Sonsuz odalı otel gibi. Cantor'un Kümeler Kuramı'yla ortaya koyduğu büyük ve küçük sonsuzlar. Badiou, Sonlu ve Sonsuz'da iyice bir ele alıyordu bu konuyu. Neyse, matematiğin soyut modellemeleriyle fiziğin somut dünyası arasındaki bazı çatışmaları da görüyoruz böylece. Kısacası, Cohen ontolojik problemlerden algısal cortlamalara -Escher'ın resimleri- pek çok mesele üzerinde kafa patlatıyor.

Problemler sıralanmış durumda, her biri için ayrı bir başlık var. Hepsinin sonunda kilit bir soru var, sorunun cevabı köfteyi çakınca beliriyor ama mutlak bir çözüm beklememek gerekiyor, zaten cevapları veren Cohen da durumlar üzerinden oluşacak başka problemleri araya sıkıştırıveriyor. The Man From Earth'teki antropolog abinin dediği gibi, "Bir bebeğin içinde bir başkası, Matruşka sinir bozucu bir şey." Keyif alıyor bundan Cohen, mizahını sevdim, felsefeyi çok ciddiye alıp dalgacılığıyla okurun gözünün korkmasını engelliyor. Okur biraz düşünecek, bulmaca gibi yaklaşacak olaya. O zaman keyifli. Ben keyif aldığım birkaç problemi anlatıp bırakacağım.

Pastane İkilemi aslında paralel sorgulamalarda ortaya çıkan tipik bir durum. Birlikte suç işlediğiniz arkadaşınızı daha az ceza almak uğruna satar mısınız? Aslında ikiniz de suçu kabul etmeseniz yırtma ihtimaliniz var ama arkadaşınızın sorgulama sırasında ötüp ötmediğini bilmediğiniz için, eğer ötmüşse alacağınız cezadan daha azına razı olarak ötersiniz. Genellikle ötüyormuş insanlar, doğal olarak. Bir diğerini asla tanıyamayacağımız için, kendimizi de tam olarak tanıyamayacağımız için güvensizlik ortamı, aslında orada olduğunu bildiğimiz ama yaşamda anlam arayışından, ilişkilerin yanıltıcı doğasından ötürü görmezden geldiğimiz boşluk ortaya çıkar. İnsanlar değişmez, sadece her şeye dönüşebileceklerini unuturuz, boşluğu doldurmaya çalışırız ama o hep oradadır, aldatıldığımız veya hak etmediğimizi düşündüğümüz bir şey yaşadığımız zaman içimizde kendini hatırlatır. Bir şey gitmiştir, dünyanın inanılacak bir parçası -büyüklüğü insanlara verdiğimiz değer ölçüsünde değişir- kaybolmuştur, boşlukta süzüldüğümüzü hissederiz, işin kötüsü; boşluğu tekrar doldurmaya çalışırız. Yaşamayı değerli kılacak bir şeylerle. Genazino mu diyordu, yaşamın kendisi yaşama zahmetine değmiyor diye? Eh, bazen böyle hissederiz ama bir şeylere tutunmak isteriz. Boşlukta elimize ne gelirse değil, o zaman boşluğun kendisini tutarız. Değer verdiğimiz şeyleri yakalamamız gerekir, onun için onları bulmamız gerekir. Kısaca zor bu işler. Felsefi açıklamaları Cohen zaten yapıyor, ben izlenimlerimi inceliyorum. Boşlukta.

Beklenmeyen Sınav, beklenen olaylara karşı her zaman hazırlıklı olunduğuna ama böyle bir şeye aslında hiçbir zaman hazırlıklı olunamayacağına dairdir. Bir şey bir kere gerçekleşmişse ikinciye de gerçekleşebilir, hiç gerçekleşmemesinden daha yüksek bir ihtimal doğmuştur artık, o yüzden ikiyi, üçü, dördü de bekleyebiliriz ve buna hiçbir zaman hazır olamayız. Yaşam deneyimlenebilecek bir şeydir, yaşamı böyle bilebiliriz, düşünceler yaşamı kurmaca haline getirir, somut deneyimler onu gerçek kılar. Bunun tersi de mümkündür, kimi zaman. Her koşulda kayıplarımız zaten kaybedilebilecek şeylerdir, onların boşlukta olduğunu unutmamalıyız. Belli bir zaman aralığında bir sınav olacaksak, hoca hiç beklenmeyen bir zamanda sınav yapacağını söylüyorsa her gün yapılacakmış gibi düşünüp sınavı ortadan kaldıramıyoruz ne yazık ki, yaşam mantıksal çıkarsamalarla ters köşeye yatırılabilecek bir olgu değil. Olacakları biliyoruz, seziyoruz ve yine de duygularımızla veya mantığımızla hareket edip farklı bir sonuç bekliyoruz. Sezgilerimize değil, bir başkasına güveniyoruz. Değerlerimizi değil, bir başkasının değerini benimsiyoruz. Kendimizi değil, bir başkasını önemsiyoruz. Sonrasında boşlukta salınırken, "Neden böyle oldu ya bu?" diyoruz. Tam o sırada karanlığın içinden bir fısıltı duyuluyor: "Neden olmasın?"

Sorites Paradoksu da çok bilinenlerden. Bir geminin bütün parçaları yavaş yavaş değişirse o gemi aynı gemi olarak kalır mı? Geminin tinsel niteliği onun gemiliğinde ne kadar etkilidir? Materyalist bir bakışla her şey aynı kalır, sonuçta ne kadar tahtası değişirse değişsin Mustafa diye bir sandal olsa o Mustafa'dır. Yoksa değil midir? Benim için değildir. Nesnelerle ilgili büyük sıkıntılarım var, her birinin karşısında sahneye çıkan bir müzisyenin heyecanını duyuyorum, sanki izleniyormuşum gibi. Mağazalardaki mankenlerin önünden geçerken zirve yapıyor. İşin kötüsü şu; tam tersini de yaşamaya başladım bir süre önce. Erotik hadiselerde karşımdakinin mankene dönmesi bir yana, kendimi de manken gibi hissetmeye başladığımı fark ettim. Eşyaya döndüğümü hissettiğim zaman kendimi bir sebze veya meyve olarak hayal ediyorum. Besin maddesiz halini Yalçın Tosun bir öyküsünde müthiş anlatıyordu, direkt o aklıma geliyor. Yani bir nesne hem kendi halinde vardır, hem kendiliğinden çok öte bir düzlemde vardır, hem de tarafımızca yaratıldığı haliyle vardır. Buradan da Kant'a, Hegel'e ve daha kimlere varırız, özne-nesne ilişkisinden iş uzar gider. Uzatmıyorum.

Bugün yağmur yağacak galiba. Yağmur altında bisiklet sürdünüz mü hiç? Deneyin bir. Nesnelikten kurtuluyorsunuz, dünya üzerinize yağdığında boşluk kendiliğinden doluyor. Ne yazık ki yağmur her zaman yağmıyor, bu yüzden yazları hiç sevmiyorum. Boşlukta tek bir mevsim sürüyor.

Uygulamalı felsefe problemlerinde Harari'nin Homo Deus'ta, Kaku'nun Zihnin Geleceği'nde değindiği meseleler var. Organ naklinden sonra ne ölçüde aynı kişiyiz? Sorites mevzusunun günümüz versiyonu. Bilimkurgu da bu konuda çokça kafa patlattı tabii, beynimizi bir makineye aktardığımızda günümüz hukukunun işlerliği sekteye uğruyor, en basitinden bir örnek: Bir yazarın bilinci, yazarın vücudu öldükten sonra sanal ortama aktarılıyor. Telif hakkı konusunda ne yapacağız? Transcendence  ne güzel filmdi mesela, Johnny Depp'in sanal yansımasının gerçekliği çok acayip problemlere yol açıyordu. Başka bir örnek: Klonlanan biri, orijinali öldükten sonra sahibi bankadaki parasını kullanmaya devam edebilir mi, veya bir insan diğer kendine miras bırakabilir mi, onu mirasından men edebilir mi? Bunlar tartışılıyor, tartışılmaya devam edilecek işler. Dünya çok hızlı, hukuk ve benzeri düzenleyicilerin yenilikleri yakalaması gerekiyor, yoksa çok absürt durumlarla karşılaşacağız.

Gestalt, şekil-zemin meselesi, sanat eserinin değeri, topluluğun salahiyeti için azınlığın yok edilmesi gibi konular da çözülmesi gereken başka problemleri taşıyor. Cohen, düşünülecek 101 problem veriyor okura. Ben deniz kenarında çokça düşündüm, bilemediklerimi Duygu'ya sordum, o da bilemeyince denize girdik artık, ne yapalım. İyi ama, düşünmek güzel. Diye de üfürükten bağlayayım.

12 Temmuz 2018 Perşembe

Viktor A. Lektorski - Özne Nesne Biliş

Bilişin ve bilginin ne olduğu konusu uzun süredir kafamı kurcalıyordu. Bilginin doğası, paradigmal bilginin varlığı, diğer paradigmalarla uyumu, bilginin metafizik ve materyalist niteliği, filozofların epistemolojiye katkıları ve Lektorski'nin bahsettiği "burjuva filozofların" bilgiye atfettikleri duyum ötesi özellik gibi meseleler sağ olsun, kafam daha da kurcalandı. Pek bir cevap bulamadım Ama Martin Cohen'ı okuyorum şimdi, felsefedeki problemlerle ilgili bir kitabı var, müthiş bir şey, neyse, adam diyor ki, "Cevaplar sizi sorular kadar açmayabilir kardeşim. O yüzden hiçbir şeyi çözmeyi ummayın, sadece başka sorulara yönelin. Ayaklarınızın yerden kesildiğini hissedebilirsiniz." Eh, adam Zen'den bahsediyor biraz. Benim de ayaklarım yerden kesilmedi değil, aklımın karışıklığı daha düzenli bir hale geldi, kaostan azıcık kurtuldum. Yine de aradığım şeyin cevaplar olmadığını anladım, zira özne-nesne arasında bir yerde duran, bazen ikisinde birden duran "ben" kavramına getirilen pek çok bakış açısını inceledikten sonra hiçbir aydınlanma yaşamadım. Hiçbir soruma cevap alamadım. Her şey aynı kaldı. Sonra bunun felsefeyle, kuramla falan çözülemeyecek bir şey olduğunun farkına vardım. Yaşamın kendisinin kağıt üzerindeki yansımalarıyla hiçbir ilgisi yoktu. O yüzden daha başka sorular sorabilmek için devam ettim. Hegel'i, Kant'ı, Husserl'ı geçtim, Sartre'da biraz durdum, kurdukları özneleri inceledim. Ağırdan aldım, okumayı üç güne yaydım. Kuramsal bir metin, yolda okumaya gelecek gibi değil.

Bilişin başlı başına yolculuğu bir yana, asıl önemli olan özne-nesne ilişkisi ve gerçeklik problemiydi, kitabı ilk gördüğümde her şey bütündü ama bir gün bunlar üzerinde kafa yormak isteyebileceğimi düşünmüştüm. Zonguldak'taydım, hayat çok güzeldi. Şimdi o kadar güzel değil. Gerçekliğin ne olduğunu bilmiyorum. Aslında şöyle bir bakınca pek kimsenin de bildiğini düşünmüyorum, sadece ortaya atılan fikirler var ve bunlar herhangi bir gerçeklik algısı yaratmıyor ki zaten yaratmak için ortaya çıktığını sanmam bunların, ayağı yerden kesmeye yaradığı kadar yere sağlam basmaya da yol açıyorlar, insanlar bu yüzden bu kadar düşünüyor. İnsanlar düşünüyorlar ve fizikle metafiziği dengeleyip, belki birini tamamen silip bir nirengi noktası oluşturmaya çalışıyorlar. Birikenleri derme çatmalığa orasından burasından katıyorlar, yıkılmaması için uğraşıyorlar. Filozofların söylediklerini sadece bilgi edinmek için kullanmak bir yana, yaşamı oluşturma çabasında da kullanıyorlar. Bir ölçüde kullanıyorum ve özneliğimi, nesneliğimi anlamaya çalışıyorum. Lektorski bu çabayı ilerletici, iyi bir inceleme ortaya koyuyor ama Marksist pencereden yaklaştığı için kendi fikirlerine göre yargıladığı burjuva filozoflarının kurdukları sistemleri son kertede başarısız buluyor. Öznel idealizme saplanıp kaldıklarını söylüyor, oysa tarihsel, diyalektik materyalizm özneyi gelişim aşamaları boyunca toplumsal bir açıdan, nesneyle somut ilişkilerini belirleyerek kuruyor. Metnin planı kabaca bu; Lenin'le birlikte "mükemmelleşen" materyalizmin, öncelin hatalarını tekrarlamadan kusursuza yakın bir dizge kurması. Eh, iş ideolojiye gelip dayanıyor ister istemez, ben tefekkürüme bakarım deyip bu niteliği es geçtim.

Çok katmanlı meseleler tabii; nesnenin ve öznenin özellikleri, idealist ve materyalist yansımaları, matematikteki sonsuz kümeler hadisesinden Piaget'nin bilincin oluşumuna dair fikirlerine kadar pek çok açıdan irdeleniyor. Farklı disiplinlerin birbirlerini düzenlemeleri ve geliştirmeleri bir yana, Kuhn-Popper ikilisinin, dahi Lakatos'un bilim felsefesine yaptıkları katkılar da karşılaştırmalı olarak inceleniyor. Bilimin paradigmaların bir ürünü olup olmadığı, Antik Yunan'dan beri süregelen tartışmalarla birlikte ele alınıyor ve her görüşün olumlanabilecek fikirler ürettiği söyleniyor. Lektorski için eksik bulduğu düşünceler değersiz değil, bir şeyi olumlamanın yanında olumsuzlamanın da bilişe katkı sunduğunu belirtiyor, bu yüzden tamamen gözden çıkarıcı değil, bir noktada eklemleyip başka bir noktada bütünden çıkarıcı bir bakış açısı var. O kadar da partizan değil, bilimsel objektifliği tartışılabilir olsa da mevcut. Amaç zaten okurun neyle karşılaşacağını açıklıyor: "Bu çalışma, ilk önce, hem yazarın kendisinin hem de diğer Sovyet bilgibilim uzmanlarının bu alandaki incelemelerini özetlemeye, ikinci olarak da eldeki sorunun genel ve temel nitelik taşıyan ama Sovyet yazınında yeterince incelenmemiş olan birçok yönünü çözümlemeye çaba göstermektedir." (s. 22) Marksist olmayan anlayışları en geniş biçimde çözümleme amacı güdülmediği de satır aralarındaki notlardan. Daha çok ulaşılan sonuçlardan, Batı felsefesinde yaygın olarak kabul edilen fikirlerin ulaştığı noktadan hareketle eleştirel bir çözümleme yapılıyor. Kronolojik bir sıra izlenmiyor, söz gelişi Sartre ve Hegel arasındaki benzerlikler sırayla incelenip bir çıkarıma varılıyor. Bu yöntemle Piaget'nin kuramsal yorumları -genetik epistemoloji, özne-nesne ilişkileri vs.- birçok bölümde karşımıza çıkabiliyor, tabii Lektorski, Piaget'yi işlemselci zeka anlayışı yüzünden eleştirdikten sonra. Aslında çoğu bilim insanını ve filozofu eleştirdiği nokta ortak; toplumsal bir seviyede karşılığını bulamayan kuramlar eksik, dünyayı anlama yolunda yetersiz. Marksizm gelecek, dertler bitecek.

Dil meselesiyle ilgili bölümler özellikle dikkat çekti, hatta Arrival'ın düşünsel kökenlerinin varsayımsal bir deneyle ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bağlam, sentaks ve dille alakalı pek çok mesele, Chomsky'den Wittgenstein'a pek çok yetkili abinin düşünceleriyle birlikte ele alınıyor ve dilin yapısı, özne-nesne-biliş kurulumundaki işlevi inceleniyor. Bunun dışında "ben"in kurmaca niteliği, "ben"in algılanması Antik Yunan'dan Descartes'a, Husserl'dan Piaget'ye bir çizgi halinde inceleniyor, öznenin kurulumundaki paradigmalar bilginin yapısı da incelenerek karşılaştırılıyor ve sonuçta yine Marksizm'in kollarına atılıyor.

Soruları çeşitlendirmek için elden öper, mis kitap.

9 Temmuz 2018 Pazartesi

Jean-Paul Didierlaurent - 6.27 Treni

Detaylara tutunuyoruz. Anlam arayışı iş yerindeki fayans sayısı, bulamaç haline getirdiği kitapların başka kitaplara dönüşmesini sağlayan bir makineden kurtarılan birkaç sayfa, bu makineye kaptırılan bacakların sayfalara dönüştüğü kitaplar, ölümü bekleyen insanların dinleyerek teselli bulduğu birkaç hikâye, belli bir ölçüyle söylenen gündelik cümleler haline geliyor. Nevrotik hale gelmeden yaşamak mümkün değil gibi gözüküyor; aradığımızı insanlarda bulamıyoruz, meşgalelerde bulamadığımız oluyor, öyleyse sadece kendi egemenliğimizdeki detayları bulup çıkarmamız gerekiyor. 14717 fayansın ortasında çalıştığımızı bilmek, bir şeyi biliyor olmak köksüzlükten kurtarıyor bizi, dünyada yerimizin sağlamlaştığını hissediyoruz. Ne kadar sağlıklı olduğu tartışılır ama şunun korkusunun çekildiğini hem kendimden, hem de yakınımdaki insanlardan çok iyi biliyorum; kendimizi bu takıntılardan, takıntı da demeyelim de, yaşam biçimlerinden kurtarma yolunda bir şekilde sağaltırsak -psikoloğa giderek, antidepresan kullanarak vs.- aslında kendimizi, bizi biz yapan özü kaybetme tehlikesi doğar mı? İnce bir nokta; birey durumundan rahatsız, daha "iyi" olmak istiyor ama bu "iyi"nin ne olduğunu bilmiyor, bilmediği "iyi", bildiği "kötü"den daha kötüymüş gibi hissediliyor. Belki öyledir, kim bilir?

Bu anlatı, kendine has takıntılarıyla yaşayan insanların hikâyelerini taşıyor. Makinenin korkunçluğu, patronun anlayışsızlığı, iş arkadaşlarının kabalığı ve benzeri şeyler, tüketim toplumunun sıkı bir eleştirisi olarak incelenebilir. Anlatıcının "sıçma, kusma, fare öğütme" edimlerini yansıttığı makine, Zerstor 500, kendisini çalıştıran, bakımını yapan insanlardan farksız. Makineleşmiş insan olarak görülebilir ama bir farkla, bu makinenin tükettiği kitaplar başka kitapların üretilmesi için kullanılıyor. Geri dönüşüm açısından baktığımızda, aslında bu pek can yakıcı bir şey gibi gelmiyor. Doğanın ta kendisi olarak görülebilir hatta; doğanın mucizevi yaratıları milyar yıldır müthiş bir döngüde sürekli olarak ölüyor ve yeniden doğuyor. Makinenin -yarattığı yıkıma rağmen- böyle bir işlevi var, bu iyi. Kötü olan, yeniden üretilen değerin aynı şekilde tüketime sunulması ve makinenin yarattığı şeyle hiçbir bağının kalmaması. "Yabancılaşma", belki. Makineden daha makine olan insanları düşündüğümüzde bu aletin o insanlardan daha masum olduğu söylenebilir, isyan bile ediyor ki fabrikanın eski işçilerinden Guiseppe'nin bacaklarını kapmasını, kendisini yöneten (sömüren?) insanlara karşı küçük bir elektrik kaçağı olarak göstermesi son derece akıllıca. Madem yorumluyoruz, aşırı yorumun sonuna kadar gidelim. Makinenin özgürlük mücadelesinde kendisinin durmadan çalışmasını isteyen gaddar patrona dokunamayacağı açık. Esas oğlanımız Guylain Vignolles, makineyi çalıştıran eleman olarak Guiseppe'nin bacaklarını kaybetmesini hatırlayarak temkinli bir şekilde, dikkatle çalışır ki başka bir isyan dalgasında canından olmasın. Karşılıklı bir kontrol, yerini bildirme, ket vurma durumu var burada. Birbirini kontrol eden, denetleyen iki toplumsal sınıf gibi düşünebiliriz makineyle Vignolles'ü. Makinenin zaten bir yere gideceği yoktur, garibim her gün tonlarca kitabı parçaladığı gibi kendisini üreten ve aynı şekilde hor gören yaratıcılarına boyun eğmek zorunda. Ya Vignolles? Adamımız otuz altı yaşında, yalnız yaşıyor. Annesi onun bir yayınevinde çalıştığını biliyor ama bu bir yalan, Vignolles kendi gerçekliğini yaratarak, annesine yalan söyleyerek ilk ve son kırılmasını yaşıyor. Yaşamı hakkında çok bir bilgiye sahip değiliz, adamımız birkaç bilgiden ibaret olduğu için derinlemesine bir karakter analizi yapamıyoruz. Elindeki gücü bir türlü bırakamadığını, belki de bırakmak istemediğini söyleyebiliriz; başka bir iş aramıyor, istifa etmiyor, sadece makineyi yönetiyor. Denetleme mekanizmasının bir kutbu olmaktan kurtulmuyor, kurtulmak da istemiyor belki. Özünü kaybetmek istemiyor olabilir, yukarıda anlattığım gibi.

Kurguyu çok başarılı bulduğumu söyleyemeyeceğim. Anlatıyı kabaca ikiye ayırıp bakıyorum; ilk bölümde fabrika ve Vignolles'ün arkadaşları baş rollerde beliriyor. Adamımızın kendisi de tabii en az diğerleri kadar ilginç. Makineden kurtardığı sayfaları 6.27 treninde okuyor. İnsanların bakışlarını, tepkilerini tahmin edebilirsiniz. Farklı kitaplardan sayfalar bir kolaj oluşturuyor, rayların üzerinde dümdüz ilerleyen makinenin içinde farklı yollara sahip anlatılar. Trendekilerin işleri düz, yaşamları düz, Vignolles'ün eylemi yaşamlarındaki tek heyecan verici ayrıntı olabilir, yaşadıklarını hissediyorlardır belki sabah treninde. Yvon var, fabrikanın bekçisi. On iki heceli dizelerle konuşuyor, kendisi tiyatro hastası ve Antik Yunan metinlerini yalayıp yutmuş durumda. Makineyi de ele alalım, Vignolles ona "Şey" diyor. Adsız. Varlığı öylesine kontrol altında ki isimlendirmeye, şahsiyet kazandırmaya lüzum yok. "Şey, iğrenç bir oburlukla kendi bokunu yiyen bir saçmalıktı." (s. 29) Üretimsel açıdan sağladığı fayda silik, zira o bir yok edici. En başta Guiseppe'nin bacaklarını kaptı. Adamı pek de yüklü olmayan bir tazminatla evine postalamışlar. Bulamaca dönüşen bacaklarının hangi kitap haline geldiğini çözüp o kitaptan ne kadar varsa hepsini bulmak da onun takıntısı. Evindeki bir duvar, boydan boya aynı kitapla kaplı. Bok yeşili bir duvar. Makine de bok yeşiliydi. Julie de bir alışveriş merkezinin kenefinde çalıştığı için her yerin bok yeşili olmasının manası var.

İkiye ayırdım, ilk parça bu: Vignolles'ün etrafında kurduğu yarı sihirli, yarı boklu dünya. İkinci parça bir anda ortaya çıkıyor, piyango gibi. Julie meselesi. Vignolles trende bir USB buluyor ve zamazingoyu incelediği zaman bir kadının yazdığı metinlerle karşılaşıyor. Okuyor, kadına abayı yakıyor hafiften. Kadın da Vignolles'e cuk oturacak kadar kırık biri. Günümüzün leş dünyasında hayatta kalabilmek için kayışı birkaç yerinden koparmış, küçük deliliğiyle mutlu. Sonu tahmin edebiliyoruz, bu renksiz dünyayı birlikte sevecekler. Tamam, iyi ama bu mutlu sona varışla ilk bölüm arasında hem anlatım, hem atmosfer açısından büyük fark var. Belki aşkın çarpık dünyayı düzeltmede yegane etken olduğunu sezdirmek için kasıtlı olarak yapılmıştır ama yine de çok keskin, USB bulunur bulunmaz başlıyor. Vignolles'ün trende tanıştığı, kendisini huzurevine çağıran yaşlı kadınların kendilerine has dünyası da o karanlığı bir anda dağıtıyor ama bir yandan karikatürleştiriyor da, gerçeklik duygusunu kaybettiriyor. Gibi geliyor bana. Bilemiyorum. Bunun dışında daha normal diyebileceğimiz takıntılar anlatının çok da hasar almamasını sağlıyor, örneğin Vignolles'ün hep aynı tür kırmızı balıktan alıp beslemesi. Kırmızı balıkları izlemek gerçekten keyifli. Ben balık beslemedim hiç ama balık besleyenleri izledim. Keyifli keratalar.

Bu metin iyidir, karakterlerle çabuk özdeşleşebilirsiniz ve içinden tren geçiyor, müthiş. Bir de kağıt tüketimi ve üretimi, düşünülmeye değer mevzu. Hrabal'ın da buna benzer bir metni var, bulursanız okuyun.

7 Temmuz 2018 Cumartesi

Karl Ove Knausgaard & Fredrik Ekelund - Evdeyken Deplasmanda

Okumayı bitirdiğim sırada İngiltere attı bir tane, Ekelund'un üzüntüsü gözlerimin önünde belirdi. İsveç iyi bile geldi aslında, çeyrek final görmeleri bile büyük bir olay. Belçika-Hırvatistan finali oynansın istiyorum. Bu yaz bitmesin istiyorum, 2022'ye kadar beklemek istemiyorum. İngiltere ikinciyi de attı, aldılar maçı. İngiltere-Hırvatistan eşleşmesi olursa Hırvatların yanındayız, iyice bir ezip geçsinler İngilizleri. Knausgaard da öyle ister. Ekelund tersini diliyor olabilir, futbol görüşleri biraz ayrı. Knausgaard makine futbolunu beğenmiyor, bireysel yeteneklerin sürüklediği takımları da beğenmiyor ama yine de mantıksız olduğunu bile bile bir onu, bir diğerini tutuyor. Ekelund biraz daha oturaklı, keyifli futbol izlemek istiyor ve takımların potansiyellerini kullanmasını diliyor. Ekelund on yıl daha yaşlı, Knausgaard'ın dengesizliğini stabilize edebiliyor. Keyifli sohbetler, okurun istediği de bu.

2014 Brezilya Dünya Kupası süresince birbirlerine elektronik postalar yollayarak maçları, takımları ve yaşama dair hemen her şeyi yorumluyorlar. Knausgaard'ın Kavgam'ından sonrasında neler olduğuna dair merakımız diniyor; adamın dördüncü çocuğu olmuş, İsveç'te kuş uçmaz bir yerde, Geir'in evinin az aşağısında yaşıyor. İmza günlerine gidiyor, sigarayı bırakmaya çalışıyor, bildiğimiz Knausgaard aslında. Maçları izlerken uyuyakalması, adamın elli yaşına bastığını öğrenince makul bir hale geliyor. Gerçi bu sene de bazı maçlar son derece uyutucuydu, daha fazla uyumuş olabilirler. Ekelund hâlâ Brezilya'da yaşıyorsa onun için aynı şey geçerli değil. 2014'te heyecanı tam kalbinde yaşamış bir adam Ekelund, Brezilya gözlemleri son derece renkli, melez bir dünyanın her ögesini taşıyor. Siyahla beyazın değil, grinin ülkesinde futbol büyük bir heyecan, katliamlara yol açabilmesi bir yana, rakip takım taraftarlarının kardeşçe maçı izlemelerine de sebep olabiliyor. Futbolun bu birleştirici ve ayırıcı doğası, mektuplaşmalardaki pek çok tartışma konusunu -milliyetçilik, globalizm, feminizm, ataerkillik, dünyanın ahvali- belirliyor bir yandan. Daldan dala atlıyorlar, güzel bir muhabbet çıkıyor ortaya. Bizde böyle bir şey yapılsa bir tarafın Ali Ece olmasını isterdim. Diğer tarafa herhangi birini düşünemiyorum.

Biri elli, diğeri altmış yaşında iki adamın geyik muhabbeti olabildiğince samimi ama mektupların yayımlanacağını bildikleri için ne kadar rahat olurlarsa olsunlar bazı konularda ihtiyatlılar, bu da işin doğallığını bozuyor açıkçası. Mektup çok özel bir şey, Turgut Uyar'ın Tomris Uyar'la mektuplaşmalarından hiçbir şey kalmamış geriye mesela, Turgut Uyar'ın isteğince onca mektup ortadan kaldırılmış. Bu işin bir kutbu, diğer yanda yayımlanacak mektupların aslında kapalı olan açıklığı var. Söz gelişi bir kulturmann tartışması var, kodaman abilerin genç kadınları istemedikleri şeyleri yapmaya zorlamalarına dair. Muhabbet erkek kokuyor; Knausgaard galiba, bu işin hep böyle olduğunu, bunun bir çıkar ilişkisi olarak görülebileceğini söylüyor. Erkekler gördükleri kadınla sevişmenin nasıl olacağını düşünürlermiş ilk, bu da bir iddia. Neyse ki daha fazla batırmadan kesiyorlar muhabbeti, biz de adamlara duyduğumuz saygıyı kendi kendilerine fazla baltalamadıkları için akıcı konuşmalarını okumaya devam ediyoruz ama bir kere çorbanın içindeki sineği gördük, keyif kaçtı. Çok yakınımda bir örneğini gördüm; düşüncesi bile tiksindirici ama bu ciddi ciddi düşünülüyor, bir erkeğin konumundan faydalanmak için kadınlığını kullanıp kullanmayacağını düşünen bir kadın, en az erkek kadar itici. Diğer meseleler bu kadar itici değil, mesela Brezilya'nın rengarenk sokakları, caddeleri ve havası ilgi çekici, Ekelund maçlardan önce ve sonra şahit olduklarını, Brezilyalı arkadaşlarını, kumsalda oynanan futbolu, yaşadığı hemen her şeyi anlatıyor. Knausgaard da gezdiği yerleri anlatıyor, aslında tam bir orta sınıf paslaşması bu. Kendileri de söylüyor zaten; yazdıkları kitapları kendileri gibi insanlar okuyor, muhabbetlerini kendileriyle özdeşleşebilecek olanlar, kendi yaşam standartlarına yakın olanlar okuyor, başkalarını ilgilendiren bir dünyaları yok. Az okunuyorlar, ortalamaya göre daha da az okunacaklar, bunun sıkıntısını duyuyorlar ama bir yandan da "Üçüncü Dünya" diye bir şeyin kalmadığını söylüyorlar, herkes orta sınıflaşmaya doğru gidiyor. Bu da goy goy muhabbetlerinden biri. Angola'nın IMF'ye -bunu sıktım, bir kuruluşa diyelim- yardım edebildiği, çetelerin giderek azaldığı, küreselleşe küreselleşe bir olmaya doğru ilerleyen bir dünyada yaşadıklarını söylüyorlar. Eskisi gibi savaşlar yapılmıyor, şiddet eylemleri azaldı, dünya artık daha süper bir yer. Bunları bu yaşlı heriflerin konfor alanlarından görülen dünya üzerine yaptıkları şımarıklık olarak görüyorum, zaten kendi iddialarını da bir noktada yok ediyorlar. Ekelund, favelalardaki çetelerin ortadan kalktığını, sokak ortasında adam öldürülmediğini vs. söylüyor. Bunun sebebi dünyanın en büyük turnuvalarından birinin yaklaşması/gelmesi olabilir mi acaba? Gözden ırak olan gönülden de mi ıraktır? Katranı kaynatsak olur mu şeker? Sonradan bir başkası, arkadaşı sanırım, söylüyor zaten; bela çıkaracak unsurlar başka şehirlere def edilmiş durumda. Hiçbir şeyin iyiye gittiği yok, sadece görünürlükleri azaltılıyor, hepsi bu.

Maradona, Pele ve Messi muhabbetleri müthiş. Pele'yi sevmezmiş Brezilyalılar, para için yapmayacağı iş yokmuş adamın, o yüzden kendilerinden görmezlermiş. Messi de erkenden İspanya'ya gittiği için Arjantinliler tarafından öyle pek de sevilmezmiş, Tevez daha çok sevilirmiş mesela. Maradona pek çok mektupta sohbet konusu oluyor, hepsini alamayacağım ama oyunun güzelliği açısından bir anekdotu aktarabilirim. 1986'da attığı çılgın koşulu golde kendisine neden pas vermediğini soran takım arkadaşına, "Biliyorum, pas vermeliydim, seni gördüm ama pas vermek hiç aklıma gelmedi," demiş, bireysel yeteneğiyle dünyanın farkını yaratan bir adama neden pas vermediğini sormak da ilginç bir şey. Neyse, oyunun doğası ve yaşamın doğası da karşılaştırılıyor, ilki diğerinin alt kümesi olmasına rağmen futbol gibi kitlelerin takip ettiği oyunlarda yaşama zıt bir durum da ortaya çıkabiliyor, gerçi bu yaşamın nasıl görüldüğüyle de ilgili bir şey. Kaos futbolunun pek sevilmediği malum, oysa yaşamın kendisi ne kadar rasyonel gözükse de kaotik. Bu yüzden Almanya'yı seviyorlar ve sevmiyorlar. Brezilya'nın yedi yediği maç için pek coşkulu yorumlar yapmıyorlar, Arjantin'in Almanya'yı finalde haşat etmesini bekliyorlar ama sonucu hepimiz biliyoruz.

Keyifli bir verkaç bu metin, iki genç ruhlu adamın bütün düşüncesizlikleri, incelikleri, ruhları ortada. Tam olarak ortada değil gerçi, olabildiğince ortada. Yeterli.

Kurt Vonnegut - Gece Ana

"Neymişiz gibi davranıyorsak oyuz; dolayısıyla büründüğümüz role dikkat etmeliyiz." (s. 7)

Hawthorne'un da buna benzer bir sözü vardı, takılan maskelerin yüzü unutturmasıyla ilgili. Mekânlar, insanlar değiştikçe roller de değişiyor. Kimseyle ilkinde olduğumuz kişi gibi tanışamıyoruz, herkeste kişiliğimizin bir başka parçası olarak var olduğumuzu ilk düşündüğümde aklımı kaçıracak gibi olmuştum, çok fazla insan, çok fazla görev, sorumluluk, mekân demek farklı kimlikler demekti. İnsan nasıl bir kişi olarak kalabilirdi? Kalamazdı, kalamamasının keyifli bir yönü yok değil ama bu durumda birçok parçayı bir arada tutmaya çalışmak yorucu oluyor. Birçok insanla birçok ilişki, görünenin ardındakine bir kat daha uzaklaştırıyor. Bu yüzden az insan az bölünme demek, zaten bir insanın sağlıklı arkadaşlıklar kurabilmesi için belirli bir kişi sınırı varmış, ünlü bir düşünür söylüyordu, Bauman olabilir. O sınır aşılmazsa kendimizden uzağa düşmüyoruz, bu iyi. İnsanlarda durum böyle, sorumluluklarda veya yapılması gereken işlerde? Vonnegut'un bu metninde tek bir kırılmanın yol açtığı kaotik silsileyi, zincirleme reaksiyonun yarattığı karmaşayı görebiliyoruz.

Dresden'i anlatarak başlıyor Vonnegut, Avrupa tarihinin en büyük katliamı sırasında yukarıda fırtınalar koparken sığındığı mezbahanın tavanından dökülen sıvaları, sonrasında sığınaklardan çıkarılan cesetleri. Ne kadar büyük bir travma olduğunu kendisi söylemez, hatta kendine has üslubuyla şöyle bir anlatır, kestirip atar. Oysa pek çok metninde bu katliamın yansımalarını görürüz. Ressam bir karakterine kendi gördüğü manzarayı çizdirir Vonnegut; genişçe bir alanda insanlık panayırı. Kül olmuş insanlar, eşyalarını sırtlarında taşıyıp kaçmaya çalışanlar, aklını kaçıranlar, hepsi resmin bir yerinde yer alır. Yıkmak için elinden geleni yapan insandan ümidini kesmese de insanın ne olduğunu bilir Vonnegut, o yüzden kendine karşı da dürüsttür, Almanya'da doğsaydı katliamın bir parçası olabileceğini ve içindeki gizli erdemlerle avunabileceğini söyler. Howard W. Campbell, Jr.'ı bu fikirden doğurmuştur bence; ABD doğumlu ve çocukluğunda ailesiyle birlikte Almanya'ya taşınmış bir karakterin neler yapacağı, ne kadar ileri gidebileceği aklını kurcalamıştır, hatta adamı anlatıcı yapmıştır, bolca casusluk hikâyesini birbirine bağlamıştır ve karakterinin yaptıklarının karşılığını vicdanın yeterince çürümesinden sonra başkasının vereceği cezayla görmek istemiştir. Bolca Vonnegut komedisi, şahane diyaloglar derken elde mis gibi bir metin. Vonnegut da bitiyor yavaştan, başka yazarlar bulmalıyım.

Vonnegut bir de editörün notunu düşüyor, anlatının bir parçası. Campbell'ın itiraflarını hazırlarken itirafçının isteğiyle sansürlediği yerler, değiştirdiği isimler hakkında bilgi veriyor. "Gece Ana" adının Faust'tan geldiğini öğreniyoruz, karanlıktan ve ışıktan bir parça taşıyan Mefisto'nun konuşmasında geçiyor. Campbell'ı yansıtan bir izlek; adamımız da gerek Nazi propagandası yaparken, gerek propaganda metinlerinin içine gizlenen şifrelerle ABD için gizli gizli casusluk yaparken karanlıkla aydınlık arasında gidip geliyor ama bir noktada ikisi de birbirine karışıyor, insanın yıkıcılığının irdelendiği bölümlerde ideolojilerin -insanların demek daha doğru- bir diğerini yok edebilmek için ateş fırtınalarına ve ciğer parçalayan gazlara başvurma eşiğini belirlemeye çalışıyor Vonnegut. Birinin diğerinden daha önce davranmış olması, ortaya çıkardığı yıkım açısından karşı tarafı haklı kılmıyor. Bunu Dresden'in sokaklarında, açık havada oksijensizlikten ölen, toplama kamplarında katledilen, hapsolduğu gemilerle birlikte denizin dibine gönderilen, anında küle dönüşen insanlara sormaya lüzum yok, bu böyledir. Vonnegut da işin bu  boyutu üzerinde pek durmuyor, gerçekten de çözülecek bir problem değil. Sorgulanabilir, daha iyi. Radikal eylemlerin, uç öğelerin mantıktan uzak davranışları başka karakterlerin düşüncelerinde karşımıza çıkıyor, fanatiklerin bitmeyen öfkesine bakıldığında şiddetin hiçbir zaman dinmeyeceği ortada ama mesele bu da değil, birey olarak insanın bu karmaşanın içinde var olmaya çabalaması. Campbell hâlâ çabalıyor, Eski Kudüs'te parmaklıklar ardında hakkında verilecek hükmü beklerken.

Altı saatlik vardiyalar dört nöbetçiye dağıtılmış durumda, bu da Yahudilerin kendisine bakış açılarını çeşitliyor. Arnold amatör bir arkeolog, İsrail doğumlu ve yurt dışına hiç çıkmamış. Ailesi 1930'larda Almanya'dan göçmüş, tam zamanında. Arnold Goebbels'i tanımıyor ama Asur krallarının yol açtığı yıkımları biliyor. Eh, binlerce yıldır değişen pek bir şey yok. Arnold'dan sonra Andor geliyor, daha yaşlı ve bön bir adam. Toplama kamplarından son anda kurtulmuş. Orada tutuklulardan seçilen kolluk kuvvetlerinin varlığını sorguluyorlar, pek çok mahkum bu göreve gönüllü olarak yazılıyormuş. Bir örneğini The Pianist'te görmüştük. Andor'a göre mahkumların neden gönüllü olduklarını anlatabilen bir kitap muhteşem olurmuş ama bu soruya verilecek cevaplar az çok belli; daha geç boğulmak, daha uzun yaşamak, buna benzer şeyler. Mahkumlara dinletilen korkunç şarkıyı daha uzun süre dinlemek işin pis yanı ama insan katlanıyor, değil mi? Bu şarkıyı en sonda, Campbell'ı tutuklatan kadının ağzından çıkan mırıltılar olarak duyuyoruz, ABD'de. Acı dünyanın her yerine yayılmış durumda. Andor'dan sonra Arpad. Macar SS'inde çalışan bir köstebek. Birliğinin görevi, Yahudilere bilgi uçuranları bulmak. Arpad iyi bir köstebek, on dört Nazinin öldürülmesine yol açıyor, hatta Eichmann birliği doğrudan kutlamış bu sebeple. Bundan iyi bir kara mizah düşünemiyorum. Arpad'dan sonra Mengel. Altın dişlerini söken Nazi karşısında ölü taklidini o kadar iyi yapmış ki yaşıyor işte, üst düzey bir savaş suçlusunu asarken ve bavulunun deri kayışlarını gererken aynı duygular belirmiş. Hiçlik.

Dört adam üzerinden Yahudi cephesine bir göz atma şansımız olur, bir yandan yaşamın devam ettiğini görürüz, genç neslin geçmişle pek bir ilgisi yoktur, yüzü geleceğe dönüktür. Yaşlılar hatırlar, dehşetle baş edebilme konusunda her birinin ayrı bir uğraşı vardır. Kimi unutmaya çalışır, kimi öfkesini başka bir şeye yansıtır. Campbell'a kötü davranmazlar, anlamaya çalıştıkları için sohbet ederler. Bu itirafnamenin de Campbell'ın kendi kendiyle sohbeti denebilir, o da kendini anlamaya çalışır. Oyun yazarı, sanatçı Campbell'ın Yahudi karşıtı söylemleri, savaşın sonunda Almanya'da ortadan kaybolup Greenwich Village'ta belirmesi, New York günleri ve Kudüs'e son yolculuğu iç içe geçmiş hikâyeler halinde belirir. İnsanlar belirir, kaybolur, her şey fırtına halinde yaşanır.

Almanya'daki GE şubesinde görevlendirilen babanın peşinden Almanya'ya. Yeni bir yaşam kurma çabası, yazarlık, aktris Helga Noth'la evlilik ve savaşın başlangıcı. İngilizce konuşan bir dünyaya propaganda yayınları yapmaya başlar Campbell, çalıştığı süre boyunca neden bu işi yaptığını pek düşünmez, savaşın bitmesiyle birlikte yakalandığında düşünmeye başlar. Nazileri sıradan insanlar olarak görmektedir, cephede bulunmadığı için, gaz odalarını da görmediği için belki, onlara karşı nefret beslemez, onlara bayılmaz da. ABD hesabına çalışması da onlara bayılmamasına yol açan, bir şeylerin yanlış gittiği duygusunu doğuran, derinlerde bir yerin etkisiyledir. Çift taraflı çalışmasının yol açtığı ironik, gülünç durumlar ortaya çıkar, tam Vonnegut işi. Diyalog ağırlıklı muhteşem bir teknik. Neyse, casus olduğunu bilen üç kişi vardır, bu yüzden yakalandığında savaş suçlusu olarak görülür. Kendisini yakalayan Teğmen Bernard O'Hare'ın önünde, darağacına baktığı fotoğraf yayımlanır ama milyonların beklediği gibi idam edilmez, ABD hesabına casusluk yapmasını sağlayan adamın yardımıyla ortadan kaybolur. Aynı adam birkaç kez daha yardım eder, savaş sonrasında cadı avı başladığı zaman en yakınlarının da kendisini ortadan kaldırmak istediğini öğrenen Campbell, hayalet olarak yaşayamayacağını anladığı an kendisini ihbar eder.

ABD'nin gizemli adamı, onca yanlışın içinde doğru bir şeyler yapmaya çabalayan Campbell'a muhtemelen hiçbir zaman gerçekte ne yaptığının bilinmeyeceğini, suçlu olarak görüleceğini söyler ama Campbell'ın vicdanının kefaretidir bu; nihayetinde erdemli bir insan olamayacaksa da erdemliliğe olabildiğince yaklaşmak ister. Bu uğurda geleceğini gözden çıkarır, çok sevdiği karısının Rus casusu olduğunu öğrenince ondan da kopar, teslim olur. Ölüm cezasına çarptırılmayı beklerken ABD'nin gizemli adamından mektup gelir, yıllar sonra. Adam son anda gerçeği anlatmaktadır, mektupta Campbell'ın ABD casusu olduğuna şahitlik ettiğini söyler ve kendini ifşa eder, Campbell'ın hayatını kurtarmak uğruna. Bu, ruhsal bir sağalmaya yol açmaz. "Howard W. Campbell, Jr'ı kendine karşı işlediği suçlar nedeniyle asacağım bu gece, galiba bu gece." (s. 244) Son.

Kimlikler, kimliklerin inşası, birey, toplum, savaş, öfke, kin, hemen her şey üzerinde düşündüren bir Vonnegut şahanesi.