16 Temmuz 2018 Pazartesi

Salâh Birsel - Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu

Kahvengiz, Beyoğlu tarihçesi, her neyse. Birsel'i pastanede oturanları anlatırken kapıda bekler halde bulabilirsiniz, aslında orada değildir ve yaşananları başkalarından duymuştur ama kendini oraya konduruverir, sanki gözlüyormuş gibi. Her şeyin orta yerindedir Birsel, sadece yaşananları anlattığının üzerinde durur da durur. Öyleyse gerçekten orada olduğunu inanmaktan başka bir seçenek yok ki orada olmadığını da söyleyemiyoruz, anlatımı her şeyi canlandırıyor. Sait Faik'i Orhan Kemal'le yürürken görüyoruz, Birsel önlerinden geçip gidiyor ve masasına oturunca ikisinin konuştukları şeyleri yazıyor. Baylan'da varoluşçu tayfanın muhabbetlerine Birsel de ortak oluyor, aynı masada oturarak. Aslında oturduğu masanın her yerde olduğunu düşünüyorum, sanki bütün anları bir araya getirip ortaya çıkan tek birinde yaşıyor/yazıyor. Birsel'in böyle bir imgesi var; o bir zaman yolcusu.

Kitabın Beyoğlu'nu anlattığını söyleyerek başlıyor. Rengârenk bir cümbüş. Ozanlar, ressamlar, gazeteciler, goy goycular, sürüsüyle insan. "İncikli-boncuklu kadınlar, cas-cas yanan bobstiller, bastonlu abuzettinbeyler, afi kesen pırpırılar, alengirli kızlar Beyoğlu Caddesini güvercin göğsüne, bakla çiçeğine, böcek kabuğuna, gül kurusuna, turna gözüne ve ördek başına boyar." (s. 1) Birsel'in detayları çok zengindir, benzetmelerinden inanılmaz keyif alınır. Dönemin deyişlerini kullanması da ayrı bir güzellik.

Beyoğlu'nun tarihi, Kahveler Kitabı'nda anlatılan İstanbul kadar genişçe bir yer tutmuyor, bu kısmı kısa tutmuş Birsel. Sadece kahvelere odaklandığı için muhtemelen, zaten önceki kitabında 1500'lü yıllardan itibaren şehrin geçirdiği değişimi kapsamlı bir biçimde ele alıyordu, bu kez konu sadece Beyoğlu. Kanunî çağında oralar bağlar, tarlalar ve bostanlarla kaplıymış ama Galata'nın nüfusu artmaya başlar başlamaz sokaklar kendiliğinden oluşmaya başlamış. Büyükelçilik binaları yapılmış, dükkanlar açılmış derken almış yürümüş Beyoğlu. Sokaklar başlarda darmış ama meşhur İstanbul yangınları sağ olsun, yapılar küle döndükçe caddeler genişletilmiş, sokaklar nefes almaya başlamış. Nerval'den ve Gautier'den bahseden Birsel, onların gözünden Beyoğlu ve civarının geçirdiği değişimi de aktarıyor. Gayrimüslimlerin eğlenceleri dillere destan, dünyanın çeşitli yerlerinden gelenler idareyle anlaşıp kanunları esnettikçe ortalık şenlenmiş. Baskınların yapıldığı dönemlerde karakola atılanlar bir müddet sonra çıkıp eğlenceye devam ederlermiş. Her mekanda gerçekleşmiyormuş bu, sadece adı duyulmuş olanlarda. Yazarların eserlerini anan Birsel, Halit Ziya'nın Mai ve Siyah'ta anlattığı Cristal'i, Peyami Safa'nın eserlerindeki diğer ortamları bir bir canlandırır. Tokatlıyan, pasajlar, eski ve yeni dükkanlar bir tarihe tanıklık etmiştir ve Birsel'in sözcüklerinde mekanların da sesini duyarız. Hemen hemen bütün mekanlara girip çıkan Ahmet Rasim'in sesi de araya karışır, mekanla insan arasında bir diyalog başlar. Aralara ilginç anekdotlar sıkıştırır Birsel, örneğin Yahya Kemal'in yemek yerken jambonu havaya atıp "Parislilere özgü bir ustalıkla" ağzına düşürmesi ilginçtir. Kişilerin yaşamları için ayrı bölümler oluşturmuş Birsel, yine de araya böyle küçük parçalar sıkıştırabiliyor. Coşkun akan bir nehir, durmayan bir hafıza, her şeyi karıştırıyor.

Birsel'in şahit olduklarıyla duydukları arasında küçük bir anlatım farkı var, duyduklarını olduğu gibi aktarıyor. Kendi zamanındaki olayları anlatırken takındığı karnaval havası bu bölümlerde yok, daha resmi bir üslup kullanmış. Yakup Kadri'nin meselesi bu biçimde anlatılmış, aktarayım: Servetifünuncuların toplantısının olduğu gün Kadıköy vapuruna binen Cenap Şahabettin, karşılaştığı Yakup Kadri'yi de toplantıya götürüyor, Tokatlıyan'a. O gün orada Ziya Gökalp de var. Şahabettin, Gökalp'e laf atıp Arap ve Fars tamlamalarının kullanılmadığı bir edebi eseri yazan birini tanıyıp tanımadığını sorar, alaylı. Gökalp, Yakup Kadri'yi göstererek, "İşte, dediğiniz kişi bu," der. Mekandan çıkan Ziya Gökalp, arkadaşına Yakup Kadri'yi onların ellerinden aldığını söyler. Şahabettin, Gökalp'in dille alakalı sıkıntısının ne olduğunu bir türlü çözemediğini söyler falan, bazen gizliden, bazen alenen bir münakaşa.

Lebon'a geldiğimizde Abdülhak Şinasi'yi, Macit Gökberk'i ve Nermi Uygur'u görüyoruz. Kimin ne sıklıkla uğradığını söyler Birsel, kendisi de ortamdan ortama geçtiği için, gününün büyük bir kısmını buralarda geçirdiğinden kimin nerede olduğunu, neler yaptığını bilir. Dergi tayfalarının hangi mekanlarda takıldıklarını, aralarındaki münakaşaları, edebi tartışmaları falan, hemen her şeyi bilir. Neyse, Lebon. Zamanında burada Namık Kemal ve Ziya Bey -o zamanlar paşalığı henüz yok- de takılmış, İstanbul'u kıran koleradan bahsetmişler. Servetifünuncular kapağı atmışlar sonra, Cenap'ın Fikret hakkında söyledikleri ilginç. Fikret'in Doğu'yu pek az bildiğini, Batı'yı ise hiç bilmediğini, yeter derecede kitap okumadığını ve Mehmet Rauf'un bile etkisinde kaldığını söyler. Birsel'e göre Cenap kendini beğenmiştir, gerçi Servetifünuncuların tamamı kendini beğenmiştir, bu yüzden Ataç bu adamların -Halit Ziya hariç- en büyük özelliklerinin "böbürlenmek ve zekâ kıtlığı" olduğunu söyler. Lebon'un bir diğer müdavimi Abdülhak Hâmit'tir, kadın düşkünlüğünden her gün birini alıp götürür. Birsel hemen araya sokuşturuverir; putların devrilmesi hadisesinde Hâmit, Nâzım Hikmet'i yemeğe çağırır ve bilinen konuşmasını yapar. Nâzım Hikmet şaşırır, Hâmit'in ellerinden öperek oradan ayrılır ama Hâmit kinlenmiştir, arkadan sallamaya başlar. O da Nâzım Hikmet gibi yazabilir, o şiirin pek bir olayı yoktur. Cabası: "'Nâzım Hikmet Bey benden yanlışsız bir sayfa okuyamaz.'" (s. 49)
Nâzım'ın bir olayı da Semiha Berksoy'a takıklığı. Nâzım, Berksoy'a eğer evlenirlerse sahneye çıkmayacağını, hatta kapıdan bile çıkmayacağını söyler. Nâzım'ın böyle huylarının olduğuna dair bilgilere birçok kaynakta denk gelebilirsiniz, doğrudur. Yapardı da.

O kadar çok anı var ki hangisini anlatacağımı bilemedim. Sait Faik'in maceraları bile başlı başına yeter. Derleyip bırakayım şuraya: Yahya Kemal'in Orhan Seyfi'yi ve Yusuf Ziya'yı gömmesi. Yahya Kemal'e göre bu ve bunun gibi şairler yeteneksizdir, çağdaş Fransız şiirlerini anlayamazlar. "Bundan dolayı yüzeyde kalan manzumeleri daha kendileri hayatta iken unutulacaktır." (s. 119) Yahya Kemal'e dair anlatılanlar da ilginç. Şöyle demiş mesela: "'Ben de Nâzım Hikmet gibi, o tarzda şiir yazabilirim. Ama üç gün sonra hapse atarlar beni. Hayatım da mahvolur." (s. 119) Zaten bir komünist dalgası patlamıştır, Peyami Safa beğenmediği kim varsa "komünist" diye damgalamaktadır, devlet de aynı şekilde kör bir şiddet uygulayarak insanları düşüncelerinden dolayı doğduklarına pişman etmektedir. Sakat zamanlardır kısaca, Yahya Kemal'in tavrı anlaşılabilir. Kendisinin Nâzım Hikmet'le de ayrı bir ilişkisi, meselesi vardır zaten. Nâzım'ın annesiyle bir gönül macerası olur, sonra kadın hapse atılan oğlu için -yanılmıyorsam- Galata Köprüsü'nde protesto eylemini sürdürürken oradan geçen Yahya Kemal kadından uzak durur, karşı kaldırımdan yürür falan, böyle bir işler vardı.

Çok küçük bir iki şey: Türkçede yayımlanan ilk Kafka öyküsünü 1952'de Naim Tirali'nin çevirdiğini öğreniyoruz. Edip Cansever'in henüz İkinci Yeni'nin yer çekimini bozmadığı zamanlarda Birsel'le takıldığını, sade şiirler yazdığını ve birbirlerini pohpohladıklarını da öğreniyoruz. Daha da pek çok şey öğreniyoruz, müthiş bir yolculuk bu, Türkçede benzeri var mıdır, bilemiyorum. Birsel'in anlatısı şahane.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder