2 Temmuz 2018 Pazartesi

Peter Ackroyd - İngiliz Hayalet

Ackroyd'un tırıdan ve vırıdan çıkardığı araştırma konuları ilgi çekici, biri hayaletlerle ilgili olan. Bu. Poe'yla ilgili araştırması iyiydi, diğerleri de karıştırdığım kadarıyla çok iyi. Kurmaca metinleri hakkında bir fikrim yok ama iyi araştırıyor, zaten dünyanın en iyi okullarında okumuş herif, o kadar yapsın. Hayaletleri araştırmasıyla çektiği dikkatleri kuru tasnifçilikle dağıtmıyor, ilginç vakaları ele alıyor ve edebi tarihin içine, çok da uzak zamanlara gitmeden bu vakaları yerleştiriyor. Bunu yaparken hayalet nedir, nerelerde bulunur, etimolojik olarak nerededir ve nerede değildir, meseleyi pek çok yönden ele alması da takdirlik. Çerçeve İngiltere ile sınırlı; Keltlerin çok zengin inanışlarına pek bulaşmadan, pagan inançlardan çok modern zamanlarda gerçekleşen olaylar üzerinden hikâyeleri sıralıyor Ackroyd. Hayaletlerin de garip huyları vardır, bu garip huyların yaşayanların dünyasına yansımalarını okurken hayaletlere dair bildiğimiz her şeyi aklımızdan geçiriyoruz ister istemez. Hayaletin gitmesi gereken yere gitmemesinin sebepleri, hayalet inancının ortaya çıkışındaki arketipik imgeler ve günümüzdeki versiyonları, enginar tutulan hayaletin kaçmama nedenleri, bir sürü şey. Bildiğiniz gibi enginar ve turp, hayaletler için ayak kokulu Doritos etkisi yapmaktadır. İyi pişirilirse tabii. Şener Şen koşuşuyla kaçan bir hayalet görürseniz az sonra kaliteli bir enginar yiyeceksiniz demektir diyorum ve burayı dağıtıyorum. Dıkş. Ha, elbette Stonehenge enginarı. Dünya'nın güç çizgilerinin kesiştiği sayılı yerden biridir Stonehenge, orada yetişen ürünler başka boyutlardan da enerji çeker, nelere dönüştükleri ancak kullanıldıkları zaman anlaşılabilir.

Yeterince gevezelik ettikten sonra Giriş bölümüne geleyim artık. İngiltere'nin cinler ve periler ülkesi olduğunu söylüyor Ackroyd. Çeşit çeşit mahluğun gezdiği, dolandığı bir yer, oldukça da eski. Ölülerle birlikte yaşayan topluluk olarak Çinlileri örnek gösterirler, adamların inançları gereği bu böyledir ama İngilizler de geri kalır gibi değil; ilk dalga göçlerle birlikte yerleşilen İngiltere'de kaynak kodlar olarak öcüler zaten yerleşmiştir diye düşünüyorum, sonraki göçlerde bu kadim inanışlar birbirine geçip kaynaşmıştır ve Nordik, Kelt, Cermen, daha da sayamadığım onca milletin yanlarında getirdiği özgün meseller iç içe geçerek adayı süreğen bir hayalet istilası altında bırakmıştır. Adanın, adaların hikâyeleri hayaletler üzerinden de korunmuştur böylece, bir insan topluluğunu bir arada tutacak hikâyeler böylece yaratılmıştır. "Hayalet bir nevi devamlılığı temsil etmektedir." (s. 13) Hayalet bağlantı noktasıdır, zamanın yoğunlaşmış halidir, geçmesi zor olandır. Travmanın bir uzantısı olabileceği gibi yeniye aralanan bir kapı da olabilir, metinlerde musallat olduklarını paradoksal biçimde kendilerinden kurtulmaya davet eden hayaletleri biliyoruz, işi yarım kalanların gidemediklerini de biliyoruz, gitmesine izin verilmeyenler de var. O kadar muhtelif hayalet var ki her biriyle farklı boyutlarda ilişkiler kurulabilir. Film izlemelik hayalet, kitap okumalık, yürüyüşe çıkmalık. Mesela Byron'ın ve Wordsworth'ün yürüyüşlerinde, dev bahçelerin hayaletlerinin kendileriyle birlikte yürüdüklerini, belki de kulaklara birkaç sözcük fısıldadıklarını hayal ederim. Bu meseleyi Neil Gaiman ne güzel ele alıyordu; Mezarlık Kitabı'ndaki şair hayaleti bilir misiniz? İşlerin en civcivli olduğu zamanda Nobody'nin hacamat ettiği bir düşmanı görünce bu konu hakkında enfes bir gazel yazacağını haykırıyordu, curcunanın içinde. Çok affedersiniz, gülmekten altıma işiyordum. O zamanlar her şey daha komikti galiba. Şimdi okusam o kadar komik gelmez belki. Ama komik ya.

Ackroyd Beowulf'tan giriyor tabii, afili bir eser. Grendel'in silueti bir hayalet; duvarlardan geçip insanlara huzursuzluk veriyor. Kaliteli bir hayalet. Antikalara, harabelere, geçmişin pek çok yönüne hasta olan İngilizler için güzel bir başlangıç. Saymaya başlıyor Ackroyd, eserlerdeki hayaletli bölümleri ele alıp bu -çoğu zaman- sevimsiz dostumuzun çetelesini çıkartıyor. Melankolinin Anatomisi'nde "şeytanın ta kendisi" olarak görürüz kendisini, özellikle 17. yüzyıldan itibaren varlığı son derece kanıksanmış, hatta yeminli ifadelerde varlığı hukuken kabul edilmiş gibidir. 1882'de Psişik Araştırmalar Derneği'nin kurulması, korku yazarlarının yavaş yavaş beyin yaktırmaları derken hayaletler ayyuka çıkmış, sonrasında film endüstrisi vs. derken almış yürümüş zaten. Sözcüklere bakıyoruz; coğrafi şekillerle hayalet/umacı/öcü anlamındaki sözcüklerin aynı kökten gelmeleri ilgi çekici, en azından eski metinlerde böyle olduğunu söyleyebiliriz. Keltçeden gelenler, dindar hayaletlere verilen isimler derken hobbit sözcüğünün Yorkshire civarında hayalet anlamına geldiğini görüp şaşırırız. Şaşırdım. Vay!

Hikâyeler başlıklar halinde inceleniyor, hayaletlerin huyları gereği bir yerde durabiliyorlar, gezici olabiliyorlar, çeşit çeşitler. Mesela bir mekânı ele geçirenlerine bakalım. Evdeki hayalet. Ömer Seyfettin'in Perili Köşk'ünden hallice hikâyeler var ama bazıları çok ilginç. Daha çok nasıl anlatıldıkları üzerinde duracağım, genellikle bir kaynaktan alıntı yapılıyor, derleme usulü. Andrew Lang'in bu konuda muazzam çalışmaları var, onlardan alınan çok sayıda hikâye yeterince hayalet sağlıyor zaten. Genellikle belirli odalarda, belirli bölgelerde takılıyor bunlar, oralarda yoğun bir şeyler yaşayıp duvarlara sindirmişler sanırım. Biraz bahsi geçiyor, bilinç parçalarını rastgele savuruyoruz ve bir yerlere gömüyoruz veya salınıp durmalarını sağlıyoruz. Öldükten sonra bizim için ekmek kırıntıları oluyorlar sanırım, geri gelebiliyoruz. Böyle bir durum varsa deli dehşet şeyler düşündüğüm yerlere gerçekten dönmek isterdim ama benim işim burada bitmiştir, en başta önemli olan buysa gelmeyeceğim. Burayı yeterince görmüş olacağım. Yani, konsepti anladık. Duygulanıyoruz, yaşadığımızı hissediyoruz ve zamanı gelince gidiyoruz. Herhangi bir neden-sonuç ilişkisi kurmuyoruz, herhangi bir şeyi mantığa bürütmüyoruz, sadece yaşıyoruz. Akışın uğultusunu hissediyoruz, içinden geçtiğimiz ve içimizden geçen şeyi seziyoruz, yaşıyoruz. Bu kadar. Zaten kentsel dönüşüm dalgası bizden önceki nesli son hayaletli nesil olarak belirlemiş olabilir, artık nereye döneceğimiz de belli olmadığı için bizim nesilden, seksen sonu ve sonrası doğumlulardan hayalet çıkmaz.

Gerçeklik paylarını pek incelemek istemiyordum, zira böyle hikâyelerde gerçeklik aramak, eh, gerçi herhangi bir metinde gerçeklik aramak metne tekme atmak demektir. Yine de yemin billahlı ifadelerin varlığı kesin, çapraz sorgulamalarda falso vermeyen insanlar kesin, toplu travma hali yoksa insanların aynı anda gördüğü şeyler kesin, hatta soylular sınıfından olan insanların ifadeleri o kadar güvenilir ki anlattıkları hayalet yerine unvanları inanılır haldeymiş gibi. Kısacası H. G. Wells, G. K. Chesterton gibi abilerin hayaletli öykülerinin başında kullandıkları kalıplar, hikâyenin kimden alındığının söylenmesiyle oluşması beklenen güvenilirlik direkt bu tür hikâyelerden aparılma.

Roma döneminden kalma, binlerce yıllık hayaletin hikâyesi benim en çok dikkatimi çeken hikâyeydi. Hep merak ederdim, on bin yıl öncesinin insanının hayaleti neden yok, neden bütün hayaletler modern? Burada bir tane var işte, iki bin beş yüz yıl öncesinin hayaleti ama iş görür, yeterince uzaklardan geliyor. Başka, hayvanların hayaletleri de ilgi çekici. Bir de filmleştirilmiş olanlar var tabii; Enfield Olayı, The Conjuring II. Filmin gerçekle ne kadar örtüştüğünü merak ediyorsanız öykü elinizden öper. Bir de hayaletlere karşı çok mantıklı bir tepki ortaya koyan, onları anlayışla karşılayan bir adamdan bahsedip bitireyim. Adam tiyatro oyuncusu, kaldığı odanın altında marangoz atölyesi var. Geceleri aşağıdan sesler gelirmiş, adam hiç istifini bozmazmış. Sesler kesilmiş olsaydı o zaman korkacağını, marangozların kendisini ziyaret etmek üzere yukarı geldiklerini düşüneceğini söylüyor. Makul, bence birlikte yaşayabiliriz. Herkes kendi işine bakarsa bu dünyada hepimize yer var.

Güzel bir öcü derlemesi bu, Ackroyd yine ince çalışmış. İyi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder