Bu anlatı, kendine has takıntılarıyla yaşayan insanların hikâyelerini taşıyor. Makinenin korkunçluğu, patronun anlayışsızlığı, iş arkadaşlarının kabalığı ve benzeri şeyler, tüketim toplumunun sıkı bir eleştirisi olarak incelenebilir. Anlatıcının "sıçma, kusma, fare öğütme" edimlerini yansıttığı makine, Zerstor 500, kendisini çalıştıran, bakımını yapan insanlardan farksız. Makineleşmiş insan olarak görülebilir ama bir farkla, bu makinenin tükettiği kitaplar başka kitapların üretilmesi için kullanılıyor. Geri dönüşüm açısından baktığımızda, aslında bu pek can yakıcı bir şey gibi gelmiyor. Doğanın ta kendisi olarak görülebilir hatta; doğanın mucizevi yaratıları milyar yıldır müthiş bir döngüde sürekli olarak ölüyor ve yeniden doğuyor. Makinenin -yarattığı yıkıma rağmen- böyle bir işlevi var, bu iyi. Kötü olan, yeniden üretilen değerin aynı şekilde tüketime sunulması ve makinenin yarattığı şeyle hiçbir bağının kalmaması. "Yabancılaşma", belki. Makineden daha makine olan insanları düşündüğümüzde bu aletin o insanlardan daha masum olduğu söylenebilir, isyan bile ediyor ki fabrikanın eski işçilerinden Guiseppe'nin bacaklarını kapmasını, kendisini yöneten (sömüren?) insanlara karşı küçük bir elektrik kaçağı olarak göstermesi son derece akıllıca. Madem yorumluyoruz, aşırı yorumun sonuna kadar gidelim. Makinenin özgürlük mücadelesinde kendisinin durmadan çalışmasını isteyen gaddar patrona dokunamayacağı açık. Esas oğlanımız Guylain Vignolles, makineyi çalıştıran eleman olarak Guiseppe'nin bacaklarını kaybetmesini hatırlayarak temkinli bir şekilde, dikkatle çalışır ki başka bir isyan dalgasında canından olmasın. Karşılıklı bir kontrol, yerini bildirme, ket vurma durumu var burada. Birbirini kontrol eden, denetleyen iki toplumsal sınıf gibi düşünebiliriz makineyle Vignolles'ü. Makinenin zaten bir yere gideceği yoktur, garibim her gün tonlarca kitabı parçaladığı gibi kendisini üreten ve aynı şekilde hor gören yaratıcılarına boyun eğmek zorunda. Ya Vignolles? Adamımız otuz altı yaşında, yalnız yaşıyor. Annesi onun bir yayınevinde çalıştığını biliyor ama bu bir yalan, Vignolles kendi gerçekliğini yaratarak, annesine yalan söyleyerek ilk ve son kırılmasını yaşıyor. Yaşamı hakkında çok bir bilgiye sahip değiliz, adamımız birkaç bilgiden ibaret olduğu için derinlemesine bir karakter analizi yapamıyoruz. Elindeki gücü bir türlü bırakamadığını, belki de bırakmak istemediğini söyleyebiliriz; başka bir iş aramıyor, istifa etmiyor, sadece makineyi yönetiyor. Denetleme mekanizmasının bir kutbu olmaktan kurtulmuyor, kurtulmak da istemiyor belki. Özünü kaybetmek istemiyor olabilir, yukarıda anlattığım gibi.
Kurguyu çok başarılı bulduğumu söyleyemeyeceğim. Anlatıyı kabaca ikiye ayırıp bakıyorum; ilk bölümde fabrika ve Vignolles'ün arkadaşları baş rollerde beliriyor. Adamımızın kendisi de tabii en az diğerleri kadar ilginç. Makineden kurtardığı sayfaları 6.27 treninde okuyor. İnsanların bakışlarını, tepkilerini tahmin edebilirsiniz. Farklı kitaplardan sayfalar bir kolaj oluşturuyor, rayların üzerinde dümdüz ilerleyen makinenin içinde farklı yollara sahip anlatılar. Trendekilerin işleri düz, yaşamları düz, Vignolles'ün eylemi yaşamlarındaki tek heyecan verici ayrıntı olabilir, yaşadıklarını hissediyorlardır belki sabah treninde. Yvon var, fabrikanın bekçisi. On iki heceli dizelerle konuşuyor, kendisi tiyatro hastası ve Antik Yunan metinlerini yalayıp yutmuş durumda. Makineyi de ele alalım, Vignolles ona "Şey" diyor. Adsız. Varlığı öylesine kontrol altında ki isimlendirmeye, şahsiyet kazandırmaya lüzum yok. "Şey, iğrenç bir oburlukla kendi bokunu yiyen bir saçmalıktı." (s. 29) Üretimsel açıdan sağladığı fayda silik, zira o bir yok edici. En başta Guiseppe'nin bacaklarını kaptı. Adamı pek de yüklü olmayan bir tazminatla evine postalamışlar. Bulamaca dönüşen bacaklarının hangi kitap haline geldiğini çözüp o kitaptan ne kadar varsa hepsini bulmak da onun takıntısı. Evindeki bir duvar, boydan boya aynı kitapla kaplı. Bok yeşili bir duvar. Makine de bok yeşiliydi. Julie de bir alışveriş merkezinin kenefinde çalıştığı için her yerin bok yeşili olmasının manası var.
İkiye ayırdım, ilk parça bu: Vignolles'ün etrafında kurduğu yarı sihirli, yarı boklu dünya. İkinci parça bir anda ortaya çıkıyor, piyango gibi. Julie meselesi. Vignolles trende bir USB buluyor ve zamazingoyu incelediği zaman bir kadının yazdığı metinlerle karşılaşıyor. Okuyor, kadına abayı yakıyor hafiften. Kadın da Vignolles'e cuk oturacak kadar kırık biri. Günümüzün leş dünyasında hayatta kalabilmek için kayışı birkaç yerinden koparmış, küçük deliliğiyle mutlu. Sonu tahmin edebiliyoruz, bu renksiz dünyayı birlikte sevecekler. Tamam, iyi ama bu mutlu sona varışla ilk bölüm arasında hem anlatım, hem atmosfer açısından büyük fark var. Belki aşkın çarpık dünyayı düzeltmede yegane etken olduğunu sezdirmek için kasıtlı olarak yapılmıştır ama yine de çok keskin, USB bulunur bulunmaz başlıyor. Vignolles'ün trende tanıştığı, kendisini huzurevine çağıran yaşlı kadınların kendilerine has dünyası da o karanlığı bir anda dağıtıyor ama bir yandan karikatürleştiriyor da, gerçeklik duygusunu kaybettiriyor. Gibi geliyor bana. Bilemiyorum. Bunun dışında daha normal diyebileceğimiz takıntılar anlatının çok da hasar almamasını sağlıyor, örneğin Vignolles'ün hep aynı tür kırmızı balıktan alıp beslemesi. Kırmızı balıkları izlemek gerçekten keyifli. Ben balık beslemedim hiç ama balık besleyenleri izledim. Keyifli keratalar.
Bu metin iyidir, karakterlerle çabuk özdeşleşebilirsiniz ve içinden tren geçiyor, müthiş. Bir de kağıt tüketimi ve üretimi, düşünülmeye değer mevzu. Hrabal'ın da buna benzer bir metni var, bulursanız okuyun.
Bence, gereksiz yere kullanılan müstehcen/argo ifadelere rağmen beğenerek okuduğum bir kitaptı. Muhtemelen bloğumda da kitap hakkında bir şeyler yazmak planlarım dahilinde.
YanıtlaSil