"Baturay, adamın bu metnini okudun mu?"
"Listeye eklenmiştir."
"Ne listesi lan, başla çabuk."
Ekle de, bu sefer de aynı şey. Bir metni atlatabilmek için gerekenleri listeleyeceğim, belki yardımı dokunur. Askere gitmek iyi bir fikir, düşünce namına ne varsa silip süpürülür. Askerlik olmazsa fiziksel bir iş şart, markette çalışmak iyi fikir. Gelen malları indirmek, depoya yerleştirmek, raflara dizmek bütün bir günü alan süper bir iş. Yürümek iyi bir iş değil, iyi olsa şemsiyeliğinden pek de memnun olmayan adamımız zannediyorum ki nesneleri, anıları, insanları ve yaşamını birbirine karıştırmazdı. Anlatıcı olarak kendisinin hikâyesini dile getirir, bu iyi değildir. "Hayatımın, hayatımın bir incelemesine dönüşmesinden hoşlanmıyorum." (s. 155) Bir şeyin güzelliğini düşünmenin o güzelliği örselemesinden nasıl kaçınılacak, idrak etmeden yaşamanın bir olasılığı düşünme yetisinden uzağa düşmekte yatıyor bu, evet ama toplum böyle bir yaşamı istemiyor, toplum insanı bilincini koruması yönünde zorluyor, aksi halde parmaklıklar ardına atıyor ve diyor ki, "Sen bu halinle işime yaramazsın, bu tür maddeler kullanmamalısın." Madde kullanmak. Bir olasılık, tehlikeli olanından. Adamımız tehlikeden biraz uzak, herhangi bir şey kullanmıyor. Kırk altı yaşında. Ayakkabı denetçisi. Giydiği ayakkabılarla kentte dolanıp duruyor ve hissettiklerini raporlaştırıp işverenine teslim ediyor. İşi bu. Ölümden uzak, ölümle bir işi olmasa da adım adım yaklaşan bir karanlık var, bu onu çabalayan birine dönüştürüyor. Çabalamayı bırakırsa delirir, bazen delirmeyi çok istiyor ama yaşamı, dünyayı her şeyiyle, olduğu gibi kabul edemiyor bir türlü, kabul edebilseydi, işte o zaman delireceğini düşünüyor. Ölümü olduğu gibi kabul edemiyoruz, yaşamı da aynı şekilde, tam bir yalınlığı deliliğin yüzlerinden biri olarak görüyoruz.
Hızlı geçişlerden bahsetmem gerekiyor, mutsuz olduğu zamanlarda mutluluğu arayan adamı hatırlıyorum, yaşamın olağanlığındaki detayları fark ederek yırtıyordu mutsuzluktan. Ha, neydi, aslında yavaş yavaş kayışı koparıyordu ama mutluluğun derecesi arttıkça önemsizleşiyordu bu. Her zaman izlenecek bir şeyler, düşünülecek bir şeyler vardı, burada da var. Adamımız yürüdükçe okul çocuklarını görüyor, okul çocukları üzerinden kendi yaşamını biçimliyor ve havada süzülen bir kağıt parçasına takılıyor bu kez, kendi yaşamının uçuculuğuna bağlanıyor, her şey birbirine bağlanıyor ve bütün bunlar, nesnelerle düşüncenin iletişimi çizgi üzerine çizgi çekiyor, çizgiler koyuruyor ve derinleşiyor, yüzeyde iz bırakmaya başlıyor ve daha derine işliyor. Daha derine, adımlar sürdükçe. Adamımız yürüyor, başka hiçbir şey yapmıyor. Tanıdıklarına rastlıyor, yirmi yıl öncesinin arkadaşları, sevgilileri, tanıdıkları, nefret ettikleri, hepsi şehrin bir yerinde karşısına çıkıyor ve hepsiyle bir şekilde iletişimini sürdürüyor. Onların yaşamlarını hatırlıyor, ne iş yaptıklarını biliyor ve yalanlara başvurarak hepsini anlatıyor. Doğruları aralardan seçebiliyoruz, isteğince. Dalgıç gözlükleri yüzünden terk ettiği ilk sevgilisi, mekanik bir sevişmenin sonunda dükkânından çıktığı kadın, yeşillendiği bir başkası, hepsinin bir noktada birbirine bağlanabilmesi adamın düşüncesini sürüklüyor, düşünce peşte bir sürüngene dönüşüyor, üç kuruş paraya yapılan işin asıl getirisi düşünceler ve delirmekten biraz daha uzaklaşmak oluyor. Üç kuruş, "dünyada kendi icazeti olmaksızın dolanan bir adam" için gayet yeterli ama kendisini terk eden sevgilisinin istekleri için acınası ölçüde yetersiz. Kadın, adam için ortak hesaplarında bir miktar para bırakmış, adam bu paraya dokunmak istemiyor. Başkaca, çocukluğunu hatırlamak istemiyor, çocukluğunun bir anlatıya dönüşmesini istemiyor. Bunlar izlek. Genel olarak hatırlamamak istiyor ve en büyük yardımcısı yürümek, yürümezse hatırlayacak. Yürümekle ilgili onca kitap okundu, yürümekle kaybolmak arasındaki bağlantıları hatırlayın. Solnit'in anlattıklarını, Le Breton'u ve Gros'u hatırlayın, sonra yürümeye başlayın ki hatırlamayın. Yürümek, evet, ilk adım hatırlayıştan gelir, ikinci ve sonrakiler unutuştan.
Düşünce panayırı, oradan oraya atlayışlar ve pek çok sokak, adımlanacak yollar düşüncenin sokaklarında filizleniyor önce. Martıların sokaklarının uçuşta filizlenmesi gibi. Ailenin attığı ilk tohuma da bir yerde rastlıyoruz; öpülmeye isteksiz bir annenin babayı ve diğer erkek kardeşi itmesi de bu sokakların ortaya çıkarken çarpılmasına yol açtığı bariz, adamın karşılaştığı onca kadın, ulaşılmazlar topluluğu olarak hep bir adım ötede duruyor. Küçük kıçını bir güzel çavuşladığı kadın bile ulaşılabilecek bir yerde değil, bir insanın diğerine dokunamayacağının farkında bu adam, Ishiguro'nun hiçlik zeminini hatırlıyorum hemen. Derinlik sandığımız şeyin yoklukta beliren bir yanılsama olduğunu anlamıyoruz, yokluğa daha da fazla kapılıyoruz, ötesinde hep bir şeylerin olduğunu düşünüyoruz ama sonsuz bir düşüşten başka bir şey yok. Her insanın kuyuluğu bu nafile çabada beliriyor. Kendisini terk eden kadına, Lisa'ya yaklaşmaya çalışan adamın başına sadece "yaşamın geldiğinden" haberi çok sonra olacak, her şey olup bittikten sonra. Öğrencileriyle baş edemeyen Lisa, malulen emekli olup kafayı kırınca yapacak hiçbir şey kalmıyor. Bu şeye benziyor; bir ânın hayatımızın en güzel ânı olup olmadığını, o an anıya dönüşmeden bilemeyiz, dolayısıyla o ânı hiçbir zaman yakalayamayacağız, yakalar gibi olacağız ama bunun boşa çabalamak olduğunu bileceğiz. Bunu bir kere anladıktan sonra -yine an- gideni rahat bırakabileceğiz, yoksa omuzda bir çöküntü olarak kalacak.
Sadece yürümek, sadece akış, tercihlerle beliren düzen, sürüklenilen kaos, Genazino yine biraz kül, biraz duman bırakıyor geriye. Yine denizin sakin hakikatini aradım bugün, dalgaların gelişini ve gidişini Calvino'dan başkası anlatmamalı belki ama Genazino'nun "yaşayan" insanlarından başkası da sezdirmemeli.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder