Epigrafta Douglas Coupland'ın bir umutsuzluk kırıntısı var: "Ya hayatlarımız hikâyelere dönüşecek ya da onlardan kurtulmanın bir yolunu asla bulamayacağız." Dönüşen bir şey göremiyorum, bu bana hiç iyi gelmedi. Hayatlarımızı olduğu gibi hikâyelere yerleştiriyoruz ve değişmelerini umuyoruz, yok olmalarını umuyoruz. Boşa. İkinci anlatının sonlarına gelmemiş olsaydım daha elimi sürmezdim, hiçbir şey yazmayıp sadece okurdum ama ikinciyi de bitirmek zorundayım. Yazdığım öykü uçlarını -Ali Teoman, selam- da bitirmek zorundayım. Yaşamımın bu dönemini, hatta yaşamımın kendisini de bitirmek zorundayım. Birileriyle tanışmalıyım, bir şeyler konuşmalıyım, bir yerlere gidip bir şeyler görmeliyim. Onca zamanın başka türlü nasıl dolacağını bilmiyorum. Pascal'ı anlıyorum, insan odasında bir başına kalamıyorsa hiçbir yerde kalamaz. Ben odamdan başka bir yerde kalamıyorum. Şu aralar."
Diye düşündü çoğu öyküdeki anlatıcı Ufuk. Ben değilim, ben bunların hiçbir yerinde değilim. Tepede bir yerdeyim, güneşle denizin buluşacağı ânı bekliyorum. Bir zaman bir şeyler yazıp bir kenara atmıştım, atmaya devam edebilirdim. Yine de bir şey oldu. "Bu da olsun," dedim. Olmasa neydi, huzur bulurdum belki. Bulamazdım. Bir biçimde iş dönüp dolaşıp kendimi kandırmaya geliyor, kendi avcumu açıp paranın orada olmadığını gördüğüm her seferde şaşırıyorum. Böyle bir kendini bilmezliği hiçbir öykü ortadan kaldıramaz, o yüzden bu konuda da kendimi kandırıp yazmaya devam ediyorum. Sevmeye sevmeye. Tersi de aynı sıkıntıya yol açabilirdi. O zaman... biri kafama vurabilir mi?
Lispector'un bıraktığı kırıntıları hatırlayacağım, öyküleri biraz anlatıp manzarayı izlemeye devam edeceğim.
"Oldu mu bir şey ve ben, onu nasıl yaşayacağımı bilmediğimden, onun yerine başka bir şey mi yaşadım?"
Onu Nasıl Unutmalıyız adlı öyküde Cansu'nun zaman içinde kayboluşundan başka kayboluşlara varılır, Derin'in gidişiyle birlikte yaşamın büyük bir parçası da ortadan kaybolur. Anlatıcının yasakladığı şarkıları, filmleri görürüz. Yasaklar ki hatırlamak istediklerini hatırlamasın. Hatırlar. Geçmişte bir yolculuk, çoğu öyküde olduğu gibi. Anlatıcının bahsetmediği şeylerden de bahsedeyim, ben her şeyi gördüm çünkü, o anlatmasa da ben anlatayım. En eski ikinci öykü bu, iki buçuk yıllık. Adam askerden döndüğü zaman yazdı, kenara koydu. O sürede duygular eskidi, kayboldu. Zaten o yüzden adam adam, ben değilim. Başka bir ben, ben değildir. Başka biridir. Bu benim.
Vurdulu Kırdılı daha eski, beş yılı var. Karga'da geçiyor. Anlatıcı, arkadaşlarına içecek, içki ısmarlıyor. Elma suyu. Bir oyun olarak, önce içki olarak bahsedilen şeyin memurlukla birlikte elma suyuna dönüştürülmesinde bir, ne desem, zavallılık, korkaklık yok mu? Neyse, sonra sevgilisine bakıyorlar, adam gebeşlere dalmak istiyor. Dalmadan önce memurluğunu, çocukken yediği dayakları ve devleti hatırlıyor. Girişiyor, havada bir şeyler uçuşuyor. Sözcük oyunları, güldürmeceler, latifeler ara ara ortaya çıkıyor. Gebeşler dayak yiyor sanırım, tam bilemiyoruz orayı. Ayırıyorlar. Uçan tepik atıldığı sırada öykü bitiyor.
Gün nam öykü bir günü anlatıyor, Derin'le kesin ayrılığın az öncesi. Bu günün geleceği biliniyordu, yaşanmadan çok önce anlatıldı. Anlatıcıda da incelikler kaybolmuş, anlıyoruz. Kapkalın bir dünya, kalas gibi. Kalaslık bulaşıcı, anlatıcı da bir başkasına bulaştıracak belki. Bulaştırdı da, o başka bir öykünün konusu. Yazacak şeyleri azaltmaya çalışırken hep yeni bir şeylerin ortaya çıkması delirtici bir şey. Böyle olmadığında da uyduruyorum gerçi; Pospelov'un öyle bir nanesi yok, Dede Korkut'un postmodern zımbırtılarını anlatmadım hiç. Aynı şekilde Ufuk da beni uyduruyor. Karşılıklı bu işler.
Öyküde bir gereç var, çantada. Her şeye dönüşebiliyor. Başka öykülerde de ara ara ortaya çıkıyor. Dikkatli gözler için bulmacalar bıraktım. Sayılarla, nesnelerle alakalı. Bu gereç öyle. Her işe yarıyor. Bir şeyi simgeliyor tabii, ne olduğunu biliyorum ama söylemem. Düşünülürse anlaşılır. Düşünülmezse bir halt olmaz. Öyküler çok basit ama zor. Baran bunları temizlemeye çalıştı. "Abicim," dedi, "sen bunları böyle yazdın da okur bir bok anlamaz bunlardan. Bir iki ipucu koyalım." Koyduk. Ben okura güvenmek istiyorum, zaten bu uçan kuşa güvenme meselesinden oldu ne olduysa. Neyse, anlatıcı öğretmen. Okuluna gidiyor, geliyor. Arada bir şeyler oluyor, düşüncelerini takip etmeyi bırakıyor bir noktadan sonra, her şey tam gaz. Anlatıcı bile takip edemiyor, her şeyi birbirine karıştırıyor. Korkunç be.
Song Of Unborn dinlenirken yazılmış olabilir. Yarın Steven Wilson konseri var -dedim ve iki gün önceki konserin bir önceki günündeymişim gibi yapmaya başladım. Çok heyecanlıyım. Joan Baez'e gidecektim ama gidemiyorum, benim için daha anlamlı olan şeyi seçtim. Pişmanım, bir yandan pişman değilim.
Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor ama dinliyor, askerde yapacak pek bir şeyiniz olmaz. Oyunun içindeyken oyundan önce gerçekleşmiş olan hiçbir şey gerçek gibi gelmez bir de, dışından daha da kötü her şey.
Son öykü, bir öykü. İtirafname değil, bir gecenin muhasebesi değil, diğer öykülerin açıklandığı -ne için açıklama?- bir kılavuz hiç değil. Yalanın kusursuza yakın olması için gerçeğe bulanması gerekirse, aralarında en iyisi bu. Fotoğraflarla oynanmış olabilir ama insanlarla oynanmadı diye biliyorum.
Eh, diğer öyküler de bir garip. Uzunlu kısalı. Okudum, yanağımı okşayıp cebime 20 TL sıkıştırdım. Dördün katı. Anlatılan her şey yaşandı ama tek bir bakışın çerçevesinde. Bu da her şeyin gerçekliğinin sorgulanmasına yol açabilir. Bu durumda duyguları takip etmek gerekiyor. Öykülerin taşıdığı duygular ne kadar gerçek, okur bu gerçeği ne kadar hissedebiliyor, önemli olan bu. Ben adama üzüldüm açıkçası. Adamın çalıştığı okulda Mine Hoca diye bir arkadaşı vardı, öykülerden birini okuduktan sonra, "Oğlum, okurken güldüm ama öykü bitince aslında çok üzüldüğümü fark ettim," demişti. O hesap.
Tabii, Elliott Smith. Kendine sapladığı bıçağı bizden çıkardı. Sözcükleri ziyan etmeyeceğim, canım Elliott Smith. Seni seviyorum.
Ek: Árstíðir'in şarkısını buraya koydum diye hatırlıyorum, Things You Said'in albüm versiyonu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder