Seran verdi. Kahve içiyorduk, çantasından çıkardı. "İzlediğin şeyler gibi değil, çok değişik," dedi. Bir de Turgut Uyar'ın Veys'ini verdi, onu da çok merak ediyordum. Konuştuk, gece ilerledi.
"Bizim çardağa geçsek ya."
Minibüse atladık, yolda yazdığı öykü uçlarını gösterdi. Yusuf Atılgan'ın taşrası. "Oyunun çok daha iyi, öyle yazsana," dedim. "Dil konusunda aklıma takılan şeyler var, bir dahaki buluşmamızın konusu bu olsun o zaman," dedi. Oyunu gerçekten çok iyiydi, mezun olmadan oyunu sahnelenen üç öğrenciden biri olmuş, diğer iki kişiden biri en sevdiği hocasıymış. "Hocan yazdırır sana, ben de ıstırap olurum, tamam o iş," dedim. Güldü.
Dün okudum, okumaya başladıktan on dakika sonra, "Bu ne ya?" diye mesaj attım Seran'a. Müthiş bir şeydi. Seran da müthiş bir şeydir ama o ayrı bir konu. Shakespeare ölmüştü, klasik anlatı ölmüştü, heybetli romanlar ölmüştü, Godard'ın yarattığı dünya ölmüştü ve bütün ölümler birbirine bağlanıyordu. Bağlantı noktaları tekrarlanıyordu, dünyayı yeniden onarmakla ilgili dizelenmiş bölüm tekrarlanıyordu, insanlar incelikleri parça parça ettikçe tekrarlar da giderek anlamsızlaşıyordu, bir uğultu olarak beliriyordu en fazla, ötesinde hiçbir nitelik yoktu. Zaman parçalıydı ve her parça keyfine göre davranıyordu, zamanların tekrarlandığı da vakiydi, her bir bölümün iki farklı epigrafik bakış açısı vardı; "remitolojize" ve "demitolojize", "redramatize" ve "detramatize", bunlar da tekrarlanıyordu ve anlatıcının kim olduğu, kimin neyi oynadığı belli değildi, fragmanlarla dolu bir anlatı gibi ilerliyordu her şey. Seran'a bunu sordum, "Orası belirsiz, herkes istediği role bürünebilir," dedi. Bu oyunun nasıl sahneleneceğini hâlâ aklım almadı. Gerçi alınacak bir akıl da kalmadı, o kadar iyi bir metin ki bir noktada düşünmekten okuyamadım, kenara koyup demlendim.
Çevirmen Şaban Ol'un önsözü olmasa her şey iyice havada kalırdı, okunması lazım ki oyun ona göre takip edilebilsin. Pourveur, klasik dram yapısının kurallarına uymadığını, o kuralların bugüne ait aktüel temaların anlatımını sınırladığını söylüyor. Ballard'ın klasik anlatının günümüzde hiçbir gerçekliğinin kalmadığını söylemesiyle paralel. "Pourveur'deki post dramatik kurgu, Shakespeare'in kullandığı dramaturjiye çok uzak olduğu kadar, yer, zaman ve aksiyon içeren modern dramaturjiye de mesafeli. Yazdığı şiirsel metinler ile, Pourveur için Avrupa'daki avantgard sembolistlerin bir uzantısı diyebiliriz, ama onlar gibi hermetik, kapalı bir dünya değil. O çelişkilerle dolu dış dünyayı temalaştırarak baş karakterlin arasında bir antagonist olarak devreye sokuyor." (s. 5) Pourveur'nün gerçeğin asla tarif edilemeyeceği fikrini bir teknik olarak yansıtmadığını, zamanı bölümlemesi ve farklı bakış açılarından farklı biçimlere sokmasını kuantum fiziğinden yola çıkarak gerçekleştirdiğini söylüyor Ol. Kedi ölü mü, değil mi? İkisi de, o zaman tek bir zamandan, lineer bir süreçten bahsetmek mümkün değil, bu sadece zihnimizin her şeyi yerli yerine koyma çabasından kaynaklanan bir fenomen. Boktanlık Üzerine'nin sonlarına doğru samimiyetin saçmalık olduğundan bahsedildiğini hatırlıyorum; her an her şey değişim halindeyse, korkunç bir akışın pençesinde devrilmeden durmaya çalışıyorsak ama medeniyetin bir parçası olarak barbarlığa/kurtuluşa erişemiyorsak neysek oyuz ve değiliz, bir sonraki anda bir başkasıyız, o zaman duyguların değişkenliği bizi nereye götürürse oradayız, güvenilir hiçbir şey yok, gerçeklik zaten onca parçanın arasında kaybolmuş durumda, kaosun tam ortasında bir şey arıyoruz ve bulamıyoruz, bulsak artık o şeyi aramıyoruz, arayan/aranan/arama eylemi birbirine karışıyor ve başka bir şeye dönüşüyor. Pourveur bu karışımdan müthiş oyunlar çıkartıyor, anlaşılması zor oyunlar. Hollanda'nın en iyi oyuncularından biri, Pourveur'nün bir oyununun prömiyerinden sonra oynadığı oyunu ve Pourveur'yü anlamadığını söylemiş. Makul.
Ne var, başlangıçta, "Düzgün yaşa, gelecek olanı düşün." (s. 9) Shakespeare'in öldürdüğü alageyikle tanışırız, tatlı bir hayvandır ve öldürülmesi yasaktır. Cezayı ödemeyen Shakespeare Londra'ya kaçıyor, bir tiyatronun girişinde at bakıcısı oluyor, sonrasında tiyatronun oyuncusu oluyor ve nihayetinde ünlü bir tiyatro yazarı oluyor. Bir alageyik bunlara sebep, o yüzden sıklıkla karşımıza çıkacak, zira karakterlerin biçimlenmesinde Shakespeare'in etkisi büyük. Godard da bir karakter olarak orada bulunacak, bakmaları gereken kitap yerine yanlışlıkla başka bir kitaba bakan iki karakter Marx'ın müridi olacak, aynı yanlışlık iki karakterin dindar olmasını sağlayacak, her karakter, her olay birbirine bağlanacak ve dini toplantılarla sermayeye karşı yapılan eylemlerin ortak noktası bir anlığına ortaya çıkıp kaybolacak. Laleler de bir ara anlatılacak, lale çılgınlığı yüzünden bundan birkaç yüzyıl önce inanılmaz paralara satılan lale soğanlarıyla Shakespeare bir tutulacak. "William ve laleler her şeyin temeline sıçmış, berbat etmiştir." (s. 10)
Anna ve William diğer karakterlerden daha önde değil, belki biraz daha yüksekte. Biri düzeni protesto eden bir eylemci, diğeri Shakespeare oyunlarında kendini gösteren bir oyuncu. İlişkileri birbirlerine karşı dürüst olmamaları, cinselliğin uyuşturucu etkisi ve benzeri pek çok sebepten ötürü kör topal ilerlese de birbirlerini yok edene kadar, birbirlerini bedenleri dışında anlamayana kadar, boşluk duygusu düşüncelerini doldurana kadar sürüyor. Anna'yı yönetmeni olan adamın tabağına ve sevgilisinin tabağına bakarak bir karar alacağı sırada görürsek her şeyin bu noktaya nasıl geldiğini sorguladığını da görürüz, tabaklardan okunan bir ilişkinin bağlamı sadece tabaklarla sınırlı kalmamalı ama akış. Tabaklar tek sabit, iletişimin en gerçek(!) yolu. İlişkilerle alakasız ne kadar konu varsa ilişkinin başına çöreklenmesi kadar yorucu ve yanıltıcı bir şey olamaz. Bu korkunçluğu Pourveur öyle bir yansıtmış ki oyunu izliyor olsaydım koltuğa çakılı kalırdım, oyun bitince alkışlamak aklımın ucundan geçmezdi.
"Böyle şeyler yazmak istiyorum, kurgulamak istiyorum hatta," dedi Seran dün gece. "Bir şey izlemeni istiyorum, bilgisayar başında mısın? Değilsen koş."
III. Richard'ın Thomas Ostermeier yönetimindeki halinden sahneler izledim, özellikle finalde kullanılan ışık ve kamera olayı yorumun bambaşka bir metin ortaya çıkarıp çıkaramayacağını düşündürdü. Öncesinde Caddebostan'da Ay'ın kızarmasını izliyordum, o da bir yorumdu. Her şey yorumlanabilirdi ve dahi çalınabilirdi, bunu düşündüm. Pourveur bir ufuk açtı, oyunlarını belki izleyemem ama yazdıklarını okuyacağım.
İlginç bir kitapmış :) Önsöz olmasa aynı blogunun adı gibi bodoslamada kitap olacakmış :) :D
YanıtlaSilwww.birsenle.com