30 Ekim 2019 Çarşamba

Vladimir Propp - Masalın Biçimbilimi

Bahtin'den Campbell'a pek çok düşünürü etkilemiş temel bir metin, Saussure'ün artsürem ve eşsürem nanesi Rus masallarında görünür hale getirilmiş. Aslında sadece Saussure kaynaklı da değil,  biyolojiden "morf" kavramını çarpan Propp araştırmasını disiplinlerarası bir boyuta da taşımış. Mehmet Rifat'ın giriş yazısına bakıyorum şimdi, anlatı çözümlemesi ve masal incelemeleri konusunda Propp'un çığır açtığını söylüyor. 1915'te Biçimciler okulunun en has adamlarının toplandığı Puşkin seminerine katılan Propp, 1928'de bu metni kaleme alarak göstergelerin kurdukları bağıntıları masal ölçüsünde ortaya çıkarmış. O zamana kadar yapılan incelemelerde bilimsel niteliğin eksik olduğunu belirtiyor, artsüremli bir incelemeden önce eşsüremli çalışmalar yapılması gerektiğini söylüyor. Önceki araştırmaların yöntemsel eksikliklerini belirleyip birkaç örnek verdikten sonra öncelikle masalın tanımını yapıyor, önceki araştırmalarda yer alan tanımlama ve gruplama özelliklerini belirleyip ne yönden eksik olduklarını ortaya koyuyor, örneğin olağanüstü masalların konularına göre bölünmelerinin olanaksız olduğunu, konuların iç içe geçerek ayrışmaz bir bütün olduklarını belirtiyor. "(...) Demek ki, anlatının özelliklerini bir anlatı olarak incelemeden, masalı tarihsel gerçekliğe dayandırmak, bu çabayı gerçekleştiren araştırmacıların çok fazla bilgili olmalarına karşın, yanlış sonuçlara götürmektedir." (s. 18) Kısacası, kendi çalışması için kendisine yol gösteren araştırmaları yeterince takdir ederek eksik yönlerini ortaya koyduktan sonra biçimciliğe yönleniyor: "Parçanın, betimlemede, bütünden önce yer alması gerektiği konusunda Veselovski ile aynı düşünceyi paylaştığımıza göre (Veselovski açısından, motif, kökeni bakımından da konuya göre birincildir) sorunu çözmek zorundayız: Bu da, birincil öğeleri Veselovski'nin yaptığından değişik bir biçimde ayırmakla gerçekleşebilir." (s. 17) Veselovski motifle konuyu birbirinden ayırmakla Propp için yol gösterici bir teknik ortaya koysa da bunu sadece genel bir ilke olarak gördüğü, iyi uygulayamadığı için motif terimi uygulanabilirliğini yitiriyor, Propp'un başarısının kaynağında uygulanabilir ve daha da önemlisi bilimsel geçerliliği olan bir yöntem kurması var. "Yöntem ve Gereç" bölümünde amacı saptıyor Propp, önceden andığı Aarne ve Thompson'ın dizininde sıralanmış masallardan 300. ile 749. numaralar arasındaki masalları alıyor, oluşturucu bölümleri ortaya koyarak aralarındaki bağlantıyı ortaya çıkarıyor, bütünle oluşturdukları yapıya ve bütünün kendisine varıyor. Oluşturucu bölümlerden kişilerin ve eylemlerin işlevlerini anlayacağız, edimler yapının parçalarını oluşturacak. Campbell'ın Kahramanın Sonsuz Yolculuğu'nda doğrudan kullandığı yöntem bu aynı zamanda. Masalların sayısını düşürüyor bu arada, yüz masalı inceliyor Propp.

Kişilerin işlevleri için ayrı bir bölüm ayrılmış, araştırmanın temeli bu bölümde. İşlevin gösterdiği eylemin kısa betimlemesi, kısa tanımı ve işlevi belirten simge. Bu üç kısım Propp'un masalların geneli için oluşturacağı formüle dönüşecek sonradan, günümüzde bile kullanılıyor bu formül: Kahraman evden uzaklaşır, yasakla karşılaşır, yasağı çiğner, ortaya çıkan saldırgan bilgi edinmeye çalışır, bilgi toplar, saldırganla kahraman papaz olur falan, eve dönüşe kadar gidiyor bu böyle. Aralarda olaylar çeşitlenebiliyor, örneğin kahraman bir arayıcı haline gelebiliyor ve ödül için uzaklara gidebiliyor ama çeşitlemelerde kahraman hemen gönderiliyor, kovularak gönderiliyor, kendi evinden yola çıkıyor, bir sürü alternatif var. Propp her biri için simge kullanıyor, evden kovulma için "B¹" örneğin. Mesela Keloğlan evleneceği kızı hastalığından kurtarmak için yola çıkıyor ve Kaf Dağı'nı aşıp Gülen Ayva'yla Ağlayan Nar'ı alıyor, üç simge kullanarak bu olayı anlatabiliriz. Neyse, üçlemeler de var ki bunlar birbirlerinden ayrılamayan ama değişebilen olaylar dizisini oluşturuyor Propp bu özel yapıları da yeri geldikçe inceliyor. Okur bildiği masallar üzerinden bu simgeleri görselleştirebilir hemen, mesela kahraman önerilen güç işlerden biri yeme ve içme sınaması. Obelix'in dünyaları yiyip asıl yemeğin ne zaman geleceğini sorduğu Mısırlıların ağladıkları sahne geliyor aklıma, sınandıkları diğer işler de ayrı ayrı simgelerle gösterilebilir. Propp her ne kadar işlevleri simgelese de bazı olayların ve davranışların temayülden sapabileceğini söylese de bu durumla hemen hemen hiç karşılaşılmadığını söylüyor, tabii kendi incelediği masallara bakarak söylüyor bunu. Dünyanın algılanışıyla ve haliyle dille alakalı bir şey diye düşünüyorum bunu, Hint-Avrupa dillerinin dışında, örneğin Bantu dil ailesinde masalları incelesek farklı bir örüntü çıkar mı ortaya acaba? Bu soruyu Propp da soruyor bir yerde, bütün olağanüstü masalların tekbiçimli olmaları ön kabulüyle aynı kaynaktan çıkıp çıkmadıklarını sorguluyor, hemen ardından da bu soruyu biçimbilimcinin cevaplamaya hakkı olmadığını söylüyor, tarihçilerin ve filologların bu konuda daha çok söz hakkı var, zira biçimbilimciler sadece biçimsel yapıyı ortaya koymakla sorumlular. Neyse, sonuçta otuz bir işlev saptıyor Propp, hepsi tek bir eksene bağlı. Kitabın sonunda Meletinski'nin bir makalesi var, o makaleden öğrendiğimize göre Lévi-Strauss ve Greimas gibi düşünürler Propp'un biçimsel yeniliğini kendi görüşlerince "güncelliyorlar" diyeyim, değişikliklere uğratıyorlar. Bu makale Lévi-Strauss karşısında bir savunu olarak da görülebilir, eleştirilere bir cevap niteliği taşıyor ve biçimbilimin genel hatlarını çiziyor. Çok değerli, Masalın Biçimbilimi kadar.

"Olağanüstü Masalların Dönüşümleri" makalesinde Propp masalların kökenine ve değişimine odaklanıyor. Biçimbilimin oluşturucu bölümlere yüklediği anlamın açıldığı söylenebilir, "mekanik birleşme" sayesinde özel öğelerin değişmesi ve niteliği genel oluşumun özellikleriyle uyumunu bozmuyor. Biçemin din kökenli olması durumundan da bahsediliyor ve Propp'a göre biçimin aynılığı durumunda dinsel biçimi birincil, masalın ikincil kabul etmek gerekiyor. Arkaik dinlerde durumun bu olduğunu özellikle belirtiyor Propp, bu ilginç açıkçası. Pagan inanışlarından ve metinlerinden çok şeyin devşirildiğini biliyoruz, dolayısıyla dini belge daha eski tarihli değilse bu görüş geçerli değil sanıyorum. Bir de rastlantısallık olgusu var ki Rigveda ve Baba Yaga arasındaki bağıntının aslında bağıntı olmadığı, tamamen tesadüfi bir benzeşmeden bahsedilebileceğini söylüyor Propp. Kısacası şu: "Olağanüstü masal eski dinlerden gelir ama çağdaş din masallardan gelmez." (s. 157) Aziz Georgius'un ejderhayı öldürmesi meselesinin masallarla doğrudan bir ilişkisi olduğu malum, burada masalların baskınlığından ve Kilise'nin bu birleşmeyi zorla kabul ettiğinden bahsediliyor, bazı durumlarda heteronom olguların karşılaştırma dışında tutulması gerektiği söylense de buna benzer örneklerde kökenler -her ne kadar muğlak olsa da- göz önüne alınmalı. Masalın hangi olguyu kendi dünyasına çekip değişeceği de yine biçimsel açıdan incelendiğinde basit bir sonuca varılıyor: Masal yalnızca kendi kuruluşundaki biçimlere uygun olan şeyi kendi dünyasına çekiyor, başka bir şeyi anlatıya eklemiyor.

Kurmacanın yapısal boyutu açısından temeller temeli bir araştırma, ilgililer geciktirmeden okumalı. Keşke Kahramanın Sonsuz Yolculuğu'nu bunu okuduktan sonra okusaydım diyorum şimdi, muhtemelen tekrar okuyacağım Campbell'ı.

28 Ekim 2019 Pazartesi

Harold Bloom - Etkilenme Endişesi

Alt başlık: "Bir Şiir Teorisi". Bloom geçtiğimiz günlerde hayatını kaybetti, ardında bıraktığı otuza yakın metinden ikisi dışında Türkçeye çevrilen metni yok. Kurmacaları da varmış ama esas olarak eleştirileriyle biliniyor, Batı Kanonu huysuz ve bilge bir ihtiyarın edebiyata Batı'dan bakışını içeren ilginç bir metindi örneğin. Belki kendisinin bulduğu bir kavram olan "yanlış okuma" üzerinden gideceğim ama bu "etkilenme endişesi" dediği nanenin yüzyıllara yayılan izini sürdüğünü söyleyebilirim o metinde. Shakespeare'in "insanı icat etmesinden" sonra başka türlü icatlara çatallanan uzun bir yolu aydınlatıyordu Bloom, sanatçıların birbirleri üzerindeki etkilerini ortaya çıkararak bir kanon yaratıyordu. Bu metinde zincirlerin birbirine geçtiği noktalara odaklandığını söyleyebiliriz, "tüm samimiyetiyle nefret ettiği" Heidegger'in bir düşünceyi en ince ayrıntısına kadar düşünmek üzerine fikirlerinden etkilendiğini ve böylece etkilenme üzerinde durabildiğini belirtiyor. Sonu olmayan bir olay; Shakespeare kendi karakterlerinden başka karakterler yaratacak kadar etkileniyordu metinlerinden, yazarın kendi yaratılarından ilham alması etkilenmeye dahil. Yazdığı bir öyküdeki karakterleri başka metinlerinde açan, genişleten ve hatta roman kahramanı haline getiren yazarlar var, bizde İnci Aral örnek gösterilebilir. Bunun yanında gündeliğin olağanüstülüğünden de etkilenebiliyor sanatçılar, Bloom buna örnek olarak Shakespeare'in bir güneş, iki de ay tutulmasını metinlerine taşıdığından bahsediyor ve şu çıkarıma varıyor: "Yıldızlardan kaderlerimize ve kişiliklerimize doğru akış 'etkilenme'nin ilksel anlamıdır — Shakespeare karakterleri arasında kişiselleştirilen bir anlam." (s. 10) Bir "yanlış anlama" örneği de veriyor arada, hukuki bir terimin Shakespeare tarafından kasıtlı veya bilinçsiz olarak başka anlamlar kazanacak biçimde kullanıldığını söylüyor. Çoğu örneğini Shakespeare'in metinlerinden sunuyor Bloom, Batı'nın kanon yaratıcısına saygılarını sunmaktan imtina etmiyor. "Önsöz" bölümünde sıklıkla Shakespeare'den bahsetse de asıl bölümde Shakespeare'in esamesi okunmuyor, metnin ilk yazıldığı 1967'de Shakespeare ve özgünlük üzerine düşünmeye henüz hazır olmadığını söylüyor Bloom, Batı Kanonu'nu yazdıktan çok sonra, 1997'de bu metnin ikinci versiyonu basıldığı zaman Shakespeare'i Marlow'la kıyaslayarak kavramlarını temellendiriyor. Asıl metne ek bir bölüm yazıp oradan buradan Hamlet çıkarmaması şaşırtıcı aslında. Tabii yine Hınç Okulu giydirmeleri var, artık aralarında nasıl bir tartışma geçtiyse Bloom "Yeni Marksistler, Yeni Feministler, Yeni Tarihselciler, Fransızlardan etkilenen teorisyenler" tayfasına "Shakespeare'i bambaşka bir şeye indirgedikleri için" kızgın, Fransızların hiçbir zaman özgünlüğe değer vermediklerini söyleyecek kadar. Şu da var: "Gerek İngiltere'de gerekse de ABD'de devrimci geçinen akademisyenlerin söyledikleri kadar iç bunaltıcı bir çağdaş komedi bilmiyorum. Bunlar Shakespeare'in estetik önceliğini reddederek ya da her türlü estetik önceliğin kapitalist gizemlileştirmeden başka bir şey olmadığını iddia ederek dünyadaki aşağılanmışların ve ezilmişlerin adına konuştuklarını zannediyorlar." (s. 15) Ona göre Shakespeare bütün bunların üstünde ve hiçbir şey onu sınırlayamaz, kendi metinlerinden başka hiçbir şey onu açamaz. Modern yaşamın kitabını yazan Shakespeare çokkültürlü dünyanın temel taşıdır ve direnilemeyen bir endişe olarak etkilemenin merkezindedir, oyunlarına gitmeden ya da metinlerini okumadan ondan etkilenmişizdir. Dolaylı olarak tabii, ondan etkilendiğini bilmeyen veya kabul etmeyen yazarlar tarafından. Kanonlu metinde söylediğini buraya da alıyor Bloom, Freud'un aslında Hamlet kompleksi denmesi gereken buluşundan bahsediyor ve etkinin bilim dallarına kadar yayıldığına işaret ediyor.

İkinci aşamada Marlowe-Shakespeare kıyası var, etkilenme açısından Shakespeare'deki Marlowe izlerini ve hangi noktada Shakespeare'in Marlowe'dan uzaklaştığını, eserlerinin üstünleştiğini görüyoruz. Kısa kısa alayım, Bloom önce ikisinin birbirlerini tanımadıklarını söylüyor, dört yıl boyunca -Marlowe genç yaşta kralın adamları tarafından öldürülene kadar- Londra sahnesine yazmak için rekabet ediyor ama sonraları arkadaş çevrelerinden ötürü tanışmış olabileceklerinden bahsediyor. Birbirlerinden haberdarlar tabii, daha iyisini yazmak için uğraşıyorlar. Bloom'un yorumu şu: "Marlowe asla gelişme kaydetmemiştir ve otuz yaşını görseydi bile asla kaydetmeyecekti. Shakespeare ise haddinden fazla gelişim gösteren biriydi ve sonuna kadar deneyciydi." (s. 19) Shakespeare'in Marlowe'dan etkilendiğini, etkilenme endişesinin ağırlığını taşıyarak etkilendiğini ve yanlış okuma -yaratıcı okuma aynı zamanda- yoluyla çok daha öteye gidebildiğini söylüyor, örnek olarak Shylock'ın Maltalı Yahudi'den doğduğunu ve babasını kat kat aştığını ekliyor. Shakespeare'in enerjisi retorikten, psikolojiden ve kozmolojiden geliyor, bunların muazzam bir karışımından. Karakterler değişime hazır ve açık, Marlowe'un tipe varan karakterlerinden çok daha gerçek. Kaynaklardan yararlanmanın etkisi de var bunda, Bloom'a göre Shakespeare Kutsal Kitap'tan, Ovidius'tan ve Chaucer'dan oldukça etkilenmişti, özellikle Bloom için kurmaca nitelikleri yüzünden en büyük eserler olarak görülen Kutsal Kitaplar her zaman olduğu gibi o zamanlarda da büyük esin kaynağıydı. Shakespeare bu esini Marlowe'un oyunlarından da almıştır ve yüklendiği ağırlığı üzerinden atmak için Marlowe'u kendi oyununda bir karakter haline getirip kaynakla bağlantısını koparmış, kendisi bir kaynağa dönüşmüştür. "Shakespeare'in insanlığı icat etmesinin arkasında Marlowe'un salt bir karikatürist olarak sahip olduğu duygusal güçten daha büyük bir kışkırtma olabilir mi?" (s. 31) "Büyüyen iç benlik" Shakespeare'e ait bir icat, ortaya çıktığı noktadan itibaren gerçekliği ve kurmacayı baştan aşağı değiştirecek kadar güçlü. "Barabas Marlowe'dur, ama Shylock bugün dört yüz yıldır Yahudidir ve hâlâ büyük bir incitme gücüne sahiptir." (s. 39)

Bu mevzu burada kalsın, esas bölüme geçeyim. Bloom öncelikle teorisinin ana hatlarını çiziyor. Daha az yetenekli şairlerin idealize edip tahayyülü güçlü olanların kendilerine mal ettikleri şiirleri ve şairleri borçluluk duygusu doğurmaları açısından ele alıyor. Çok lüzumsuz bir bilgi ama sıkıştırayım şuraya, Vahşi Hafiyeler'de olduğu gibi geçiyordu bu mevzu, damardan gerçekçi tayfanın mottolarından biri. Neyse, şiirin yanlış okunmasından bahsediyor ama bunu şairin sıklıkla kullandığı izleklerden mi, diğer şiirleriyle yapılan kıyastan mı, içerikten mi, nereden çıkaracağımız üzerinde durmuyor, etkilenme teorisinin fikir babalarına atıyor topu. Birtakım örnekler veriyor ve endişe duygusu taşımayan şairin -aktif bilgiçlerin- etkilenmeye kapalı olduğunu belirtiyor, şairin yaşam döngüsü için zincire takılmaya ihtiyaç duyacağı fikrini atıyor ortaya, sonra etkilenmenin altı kategorisini sunuyor. Metnin geri kalanındaki incelemeler bu altı kavramın uygulamalı açıklamalarına ayrılmış durumda, Bloom kendi terminolojisini etkilendiği metinlerin ve insanların içinden çekip alıyor. Clinamen, gerçek anlamıyla şiirin yanlış okunması. Tessera, tamamlama ve antitez. Bir şairin selefini antietik olarak tamamlaması. Genellikle selefin o kadar da müthiş olmadığı fikrinden doğuyor, bir nevi alçaltma. Kenosis, selefle sürekliliği koparmayı amaçlayan bir özgürlük hareketi, Aziz Pavlus'tan. Daimonikleşme, selefin Yüce'sine tepki olarak kişiselleşmiş bir Karşı-Yüce'ye ulaşma yönündeki hareket. Askesis, yalnızlık durumuna ulaşmayı amaçlayan kendini arındırma hareketi. Empedokles kaynaklı. Apophrades, ölülerin dönüşü. Şairin seleften tekrar etkilenmesi ve selefin eserini kendi yazmış gibi düşünmesi. İki tanesine değinip bırakayım, hepsine gücüm yetmeyecek. Şunu söylesem benim için yeterli, Bloom kavramları bir arada kullanarak yanlış okumanın selefi ortadan kaldırmaya yol açabildiğini, kavramların müstakil oldukları gibi iç içe de geçebileceklerini gösteren bir dünya alıntıya yer veriyor.

Clinamen, yanlış okuma. Borges'e göre şairler kendi seleflerini yaratırlar, Cohen'a göre şiirler kendilerine cevap veren başka şiirler yaratırlar, Eliot'a göre seleflerin omuzlarında yükselen halefler yine de kendi şiirlerini yaratırlar, tamamen kendi şiirlerini. Buradan Coltrane'e bağlamak çok mu abes olur, çalmaya başlamadan önce her şeyi unuttuğuna dair bir sözü var. Yaptığı bütün pratikler, dinlediği bütün şarkılar bir parçası olduktan sonra hatırlamaya ihtiyaç yok, bomboş -aslında dünyalarla dolu- bir zihinle çalıyor. Şiirde de benzer bir durum var, Milton örneğinden gidiyor Bloom. Milton'ın Şeytan'ı şair olarak görüp kahraman kılmasını anlatıyor, düşüşü etkilenmeyle bütünlüyor ve Kierkegaard'ın düsturuyla sürüyor mevzu: "Çalışma isteyen kendi babasını doğurur." Sfenks'le Kerubi'yi kıyaslıyor bir yerde, Sfenks'in doğanın ta kendisi olduğunu, Kerubi'ninse Tekvin'de koruyucu rolünde olduğunu ve "ayırıcı" olmadığını söylüyor. Kurbanlaştırma işlemi etkilenmenin temelinde yer aldığı için tedirginliğe yol açmayan hiçbir veri ilerlemeye katkı sağlamıyor. Bloom, Descartes'ın fikirlerinden Platon'un şairler üzerinde kurulması gerektiğini söylediği otoritenin varlığına kadar pek çok noktadan yaklaşıyor konuya, "finali düşerken sapan ve gelişmiş bir Cehennem'de yatan" şairin sözleriyle bitiriyor.

İki dedim ama pilim bitti, bu kadar. Bloom'un onca şiirden çıkardığı onca fikri birbirine bağlayıp kendi kavramlarına ulaşması -tersi de- çok sıkı örülmüş bir teori çıkarıyor ortaya, şiire farklı açılardan yaklaşmak isteyenler için birebir. Gerçi sadece şiir için geçerli değil bu, sanatın herhangi bir dalını düşünerek de okuyabiliriz.

Ferit Burak Aydar çevirisi, şiirlerin çevirisiyse Emine Ayhan'a ait.

Philippe Ariés - Batılının Ölüm Karşısında Tavırları

Ölümün kavranışı odak alınarak antikiteden günümüze kadarki süreçte değişen paradigmaları anlatıyor bu metin, Batı toplumlarının ölüm karşısındaki tutumları, Aydınlanma'nın ve laisizmin anlakta yol açtığı değişim, tüketim toplumunda ölümün metalaştırılması gibi bir dünya meseleye kısaca değiniliyor, uzunca değil. Çevirmen Mehmet Ali Kılıçbay'ın ön ve son sözlerini çıkardığımızda genel bir çerçeveden başka bir şey kalmıyor elimizde, aslında oldukça ilgi çekici ve derin bir konunun bu kadar kısa tutulmasına sinirlendim, ağza bir parmak bal çalıp bitiyor metin. Daha kapsamlı metinlerin çevrilmesi dileğiyle diyeyim, en kısa sürede Kaan H. Ökten'in ölümle ilgili metnini de okumalıyım. Neyse, Kılıçbay takdim yazısında tarihin inşa edilen bir şey olduğunu ve bu süreçte diğer disiplinlerden yararlanılması gerektiğini, tarihin bir kurmaca olarak tek başına yeterli olmayacağını söylüyor, kısacası değişmenin bilimi için diğer bilimlerin desteği şart. "Bu öncü çalışma, aynı zamanda devrimcidir de. Çünkü 'değişmez'i yakalamayı esas görevi olarak kabul eden ve 'değişen'i de sapkınlık olarak gören geleneksel anlayışın dışına çıkmayı bilmiş gerçek bir antropoloji oluşturma yönündeki çabalara katkıda bulunmuştur." (s. 10) Mikro tarihe ulaşacak bir yaklaşım, daha geniş ölçekli bir gerçeklik oluşturmak için şart. Örneğin İngiltere'de nehirlerin ıslah edildiğini kralın emirlerinden, belki iki yüz yıl öncesinden kalan belgelerden biliriz ama ıslahın nedenleri hakkında pek fikrimiz yoktur, Thames'in salgın hastalıklara yol açtığını, onlarca insanın ishale yakalandığını ve Westminster'ın leş gibi foseptik koktuğunu öğrenmek için başka kaynaklara yönelmemiz gerekir. Güncelere bakarız, hastane kayıtlarını inceleriz, meta anlatıdan uzaklaşarak gerçeğin başka boyutlarına odaklanırız. Ariés'in çalışması mezarlık üzerinden sosyolojik, felsefi okumalara kapı araladığı için değerli, insanın ölüm karşısında geçirdiği değişimi görmek daha da değerli. Ölümle ilişkimizi belirleyen normlar çağdan çağa değişiyor, değişim hızlandıkça insan kendini ait hissettiği çağın dışında bulabiliyor, üstesinden gelinmesi gereken bir yalnızlık biçimi yaratıyor bu. Ölümle meselesini bir yere oturtamamış, bir ölçüde çözememiş insandan korkuyorum açıkçası, ya ölümü görmezden gelişini ve ölümden kaçışını kendi yaşamına yansıtıp sosyal tehlike haline geliyor ya da yanılsamaları yaşamda bir şekilde test edildiği zaman gerçekle yüzleşip dumura uğruyor, bu da ayrı bir sosyal tehlike haline dönmesine yol açıyor. Ölümden değilse de ölüm üzerine düşünmekten korkmayalım yani, bir yere varamasak da yaşamımızı biçimlendirme yolunda faydası dokunur. Evet.

"Evcilleştirilmiş Ölüm" ilk bölüm. Propp'un Masalın Biçimbilimi'nde etkilerinden bahsettiği, Saussure'ün bilime armağanı diakroni ve senkroni kavramlarının tarihteki karşılıklarına bakıyor Ariés, dört bölüme ayırdığı metninin ilk bölümünde ölümün senkronik biçimini irdeliyor. İkinci bölüm diakroni, son iki bölüm de çağdaş tavırlar. Bin yıllık bir sürecin incelendiği ilk bölüm en eski romanslarda ölümün karşılanma biçimleriyle başlıyor. Ölecekleri zamanı biliyor insanlar, aslında günümüzde de filmlerin klişelerindendir bu, karakterler son kez sarılırlar, öpüşürler falan, sonra bölüm sonu canavarıyla boğuşmaya giderler ve harala gürelede ölürler falan, bilinen şey. Burada da öleceklerini bilen şövalyeler var, bilmedikleri sürece ölmüyorlar, bildikleri zaman ölümleri kesinleşiyor. Garip. Birçok örnek sıralanıyor sonra, söylencelerdeki pek çok karakter öleceğini söylüyor ve şaşırtmıyor bizi. Ölümün reddine daha çok var, Isolde Tristan'ın ölü olarak bulduğunda o da doğuya doğru dönüp yere uzanıyor ve ölümünü bekliyor, aşıklar da ölecekleri zamanı biliyorlar. Dinler pozisyon bile belirlemiş, kollar yana açık bir biçimde, sırtüstü yatar vaziyette ölünmelidir, "Musevi pozisyonu" duvara dönük olarak ölmek demektir mesela, her şey çok önceden belirlenmiştir, ölüm ilginç bir şekilde yaşamın öngörülemezliğine meydan okur ve uzaklarda bekleyen, giderek yaklaşan kara bir nokta olarak görülür. Ayinsel bir olgudur, ölen kişi kendi ölümünü düzenler, inancına göre ritüellerini yerine getirir. Bir süre sonra ayine eşlik edecekler belirir, rahip ve hekim de ölecek insanın yanında beklemeye başlar. Ölümün kamusallaştığını gösterir bu, insan kendi ölümünü yalnız başına ölemez hale gelecektir, kutsanması ve affedilmesi gerektiği için başkalarına ihtiyaç duymaya başlamıştır. Çocuklar bile yatağın kenarında saatlerce beklerler. Ölüm henüz kaçınılacak, korkulacak bir şey değildir, yaşamın sonundaki bir bölümden ibarettir. Ariés'e göre ölümün "evcilliğini" gösterir bu, her gün karşılaşılan bir olayın günümüzde "vahşileşmesi" insanın tüketme hevesinden kaynaklanıyor. Tüketilecek onca zaman, insan, haz ve eşya varken ölmek büyük bir kayıp gibi görülüyor, bundan daha hastalıklı bir insan ve toplum düşünülemez sanırım.

Ölümün ve yaşamın bir aradalığına baktığımızda mezarlıklara doğru yönleniyoruz. Mezarlıklar her ne kadar kentin dışında yer alsa da -Roma'da Oniki Levha Kanunu, sitenin içine ölü gömülmesini yasaklamış, kent halkının sanctitas'ını korumak için- azizlerin yakınına gömülmek isteyen insanlar bu kanunu delmişler. İlginç bir anekdot var bu konuda: 540'ta ölen Aziz Vaast'ın mezarını kentin dışına taşımak isteyenler ansızın ağırlaşan tabutu kaldıramamışlar, bunu bir işaret olarak görmüşler ve kilisenin bahçesine gömmüşler adamı. Kiliseyle mezarlık arasındaki fark o zaman kaybolmuş ve kiliselerde gömü işlemleri başlamış. Ariés bu dönüşümü tarihi belgelerde belirliyor, etimolojik olarak incelediği bölümlerde kavramları karşılayan sözcüklerin kazandığı yeni anlamlar üzerinden değişimin izini sürüyor, Aydınlanma Çağı'ndan itibaren nihailik kazanan kilisenin bir tasvirini de yapıyor üstüne: Bir kenarda kilise, diğer üç kenarda "ceset evleri", ortada mezarlık. Kemiklerle sanat yapma olayı da bu dönemde ortaya çıkıyor, küçük kemiklerden yapılan şamdanlar, büyüklerle yapılan figürler 18. yüzyılın ortasında yavaş yavaş kaybolmaya başlıyor. Anlamlı bir gösterge bu, insan için ölümün farklı veçhelerinden birinin ortaya çıktığı zamanlarda doğuyor. İnsanın daha fazla zamana ihtiyacı varsa ölümle ilgili her türlü objeyi ortadan kaldırmak isteyecektir, dolayısıyla yoksul ve kimsesiz mezarlığından aşırılan kemiklerle yapılan macabre sanatı da yavaş yavaş ortadan kalkacaktır. Yoksulsan, kimsesizsen her çağda her türlü sömürülüyorsun, bedenin üzerinde bile söz hakkın yok. Biraz varlığı olanlar kendilerine kilisede güzel bir yer ayırıyorlar, hatta ev yaptırıp eşyalarıyla birlikte gömülebiliyorlar. Bunun yanında mezarlıklar korkunç yerler olarak görülmüyor henüz, insanlar buralarda buluşuyorlar, eğleniyorlar, dans ediyorlar, meydan muamelesi yapıyorlar. Ölülerini yeni gömmüş olanlar hüngür hüngür ağlıyor, hemen yanda arzuhalcinin biri dilekçe yazıyor veya insanlar oyun oynuyor, garip. 1657'de bu durum ortadan kaldırılıyor, mezarlıklar mahremiyet kazanıyor. Hızlı bir şekilde toplumsallaşan insan mezarlığı kamusal alan olarak görmüyor artık, ölümün kesin bir son olduğu düşüncesi kök salınca doğanın bir parçası olmaktan çıkıyor, insandan uzaklaşıyor ve kaçınılması gereken bir olay haline geliyor. Mezar taşlarının üzerindeki yazılar giderek kişiselleşiyor, ölenin adı ve soyadı taşlara yazılıyor, Tanrı'nın ölünün yanında yer aldığı düşüncesi giderek siliniyor. Tanrı bir gözlemci, ölü yalnız, üstelik Şeytan'la Tanrı'nın ruhu için çekiştiği sırada insan ayinsel bir anda yolculuğuna çıkıyor. İyi bir ölümün her şeyi temizlediği düşüncesi Reform hareketiyle birlikte ortadan kalktıktan sonra insanın ölümle yüzleşmesi de giderek ağır bir yüke dönüşüyor. Ariés bu dini bakış açılarına ve inanç değişimlerinin ölümün anlamını genişletmesini pek çok örnek yardımıyla ele alıyor, hoş.

Sonraki bölümlerde ölümün cinsellikle yakınlaşmasından endüstri toplumunda hızla metalaşmasına kadar pek çok konu inceleniyor. Kılıçbay'ın son bölümde yer alan iki cümlesiyle bitireyim: "Dünyanın tümünden sorumlu olmak insanın ölüme karşı getirebildiği yegâne alternatiftir ve diğer canlıların aksine, ölüme maruz kalmanın/teslim olmanın aşılabildiği bir noktadır. (...) Çağımızın laik insanı Prometheus olmak zorundadır, ama dünyayı sırtlamış olan Atlas'la karışmış bir şekilde." (s. 112)

26 Ekim 2019 Cumartesi

Roberto Bolaño - Vahşi Hafiyeler

Bu iş çok karışık ama bir deneyeyim.

"Meksika'da Kaybolan Meksikalılar" ilk bölüm, günlük biçiminde. Yıl 1975. Roma'daki CIA destekli isyanları hatırlarsak, biraz araştırma yapıp şehri de bir parça gözümüzde canlandırırsak Bolaño'nun aralara sıkıştırdığı detayları rahatlıkla anlayabilir, metnin anlatım biçimini gerçeğin atmosferine çpos diye oturtabiliriz.

Her şey Juan García Madero'nun damardan gerçekçilere katılmasıyla başlamıyor, çok daha öncesi var ama günlüğe düşülen ilk bilgi bu olduğu için bunun üzerinden gidelim. Günler ilerledikçe detayları öğreniyoruz, Madero on yedi yaşında, hukuk fakültesinin birinci sömestrine kayıtlı, öksüz, amcasının yanında kalan, Julio César Álamo'nun şiir atölyesine kayıtlı bir arkadaşımız. Birkaç defa katıldığı atölyede umduğunu bulamıyor, Álamo'nun havasından boğulmak üzereyken nazım biçimlerine dair derin bilgisiyle adamı birkaç defa morartıyor ama gerek Álamo gerekse çömezleri arıza çıkarıyorlar. Biraz da Ulises Lima'nın etkisinde kalıyor Madero, damardan gerçekçiliğin iki liderinden biri. Aslında liderlik diye bir şey yok, herkes eşit konumda. Herkes Octavio Paz'ı eşit ölçüde öldürmek istiyor ki kaçırma planları bile yapıyorlar, bir de herkes eşit ölçüde Meksikalı, yani Meksika'nın bir yerinde kaybolmaya, daha doğrusu dünyanın bir yerinde kaybolmaya hazır. Yaşam bütün bilinmezliğiyle onları bekliyor, biz de bekliyoruz. Biz okuruz, Bolaño'nun Ulises Lima'yı ve Arturo Belano'yu onca insana -ileride, uzunca bir süre- takip ettirdiğine göre lider olarak bu ikisini görebiliriz. Bu ikisi atölyeye geliyorlar bir gün, Álamo'yu madara etmeye çalışıyorlar, Madero da onlara katılıyor. Meydanlar okunuyor, Lima kendi şiiriyle silahını çekiyor ve Madero'nun o güne kadar duyduğu en güzel şiiri okuyor. Hüküm verilmiştir, Madero artık damardan gerçekçi, gerçekçi damarcı veya gerçekaltıcı olacaktır. Bu damardan gerçekçilerin son dalgasını görüyoruz biz, asıl tayfa 1920'lerde veya 1930'larda yazıp çizmişler, sonra Sonora çöllerinde kaybolmuşlar. Cesárea Tinajero adı öne çıkıyor, Lautréamont'un şiirlerinde izi olan biri, tersi de geçerli olabilir. Lima ileri bakarak geri geri yürüdüklerini söylüyor, "bilinmeze doğru düz bir çizgi üzerinde". Arayışın ilk adımları bunlar, Latin Amerika şiirini değiştireceklerine inanan bir grup insandan ikisinin bir amacı var, Tinajero'nun izini bulabilmek. Bunun yanında şiir yazmak ve yaşamak da bütün ağırlığıyla bekliyor. Onca karakterin olaylı yaşamında şiire mutlaka yer ayrıldığını görmenin şiirle doğrudan bir bağı var, yaşamı hiç bilinmeyen bir noktasından kavramak şiirle mümkün olabildiği gibi coşkun bir bakışla izlenen, takip edilen ve sürüklenilen yaşamın kendisine eklenerek de mümkün. Kaynayan bir coğrafyanın hareketli insanlarının yaşamları da şiir gibi olacak kısaca. Neyse, Madero tayfaya resmi olarak katılıyor ve durmadan şiir yazıp okulu asmaya başlıyor. Günler geçiyor. Madero atölyeye bir daha gitmiyor, damardan Belano ve Lima'yla gittiği bara gidip adamları bulmaya çalışıyor ama kimse yok, garson kızlarla haşır neşir olup cinselliği tatmaya çalışıyor ve şairleri bulmak için kendi çapında soruşturmaya girişiyor. Şiir yazıyor, şiir üzerine düşünmeye başlıyor, yeni şairler keşfediyor, durmadan okuyor. Günler geçiyor. Damardan gerçekçileri tekrar buluyor Madero, hepsinin adresini alıp kendi adresini veriyor onlara, böylece bağlantı bir daha kopmamacasına kurulmuş oluyor, Madero'nun hayatının kayması garantiye alınıyor. Sonradan karşımıza çıkacak şairlerle de yavaş yavaş tanışıyoruz, Ernesto San Epifano'nun yanındaki kitapları, Lima'nın ve Belano'nun yanındaki kitapları, kendi okuduğu kitabı, her şeyi günlüğüne not ediyor Madero, sonradan okunacaklar listesine ekliyor ve çok az zamanının olduğunu biliyor, okunacak çok kitap ve okumak için çok az zaman var, bir de şiirle uğraşınca zaman mefhumunun ortadan yavaş yavaş kalktığını seziyor. Bunu biz -ben- mi seziyoruz -seziyorum- acaba, kendisinin şiirden başka düşündüğü bir şey yok zaten, amcasının bütün tehditlerini kulak ardı etmesi, okulu asması, kadınlarla yaşadıkları, erkeklerle yaşadıkları derken zaten kendisi lirik bir şiirmiş gibi geliyor insana. Günler geçiyor, Lee Harvey Oswald adlı dergi hakkında konuşuluyor. Bolaño hikmeti: Bir dergiden Lima'nın şiir için her şeyi yapabileceğini öğreniyoruz, kendisi ve Belano ot satarak para kazanıyorlar ve Lima bütün parasını sadece iki sayı çıkan bu dergiye yatırabilecek kadar şiire düşkün biri. Annesinden başka kimsesi yok, Şili göçmeni bir adam. Tek bir bahisten onca bilgi, sonra onca bilgiye bağlanan başka onca bilgi, olay, mekan, karakter, müthiş bir genişlik. Bolaño anlatıyı genişlettikçe genişletiyor ama bağlantısız bir nokta bırakmıyor sonunda, süper olay. Metin 785 sayfa, genellikle anlatıdan kopulmuyor ama bazı bölümlerde nadiren de olsa anlatı uç veriyor diyeyim, Bolaño'nun mizahına göz atma şansımız oluyor. Bir araba yolculuğu sırasında Madero kağıtlara birkaç şekil çizip şekillerin ne olduklarını soruyor yanındakilere, komik cevaplar veriliyor, hoş. Günler geçiyor, Font kardeşleri tanıyoruz. Angélica on altı yaşında, ödüllü bir şair. Laura Damián adına verilen ödülü aldıktan sonra ünü artmışsa da işin çok başında, şiir üzerine çalışmalarını sürdürüyor. Ablası María da şiir yazıyor, damardan gerçekçilerin arkadaşı olsa da tayfaya katılmayı tercih etmediği için daha bağımsız, belki de Madero bu durumdan ötürü María'ya vuruluyor biraz. Babaları batık bir mimar, anneleri Lee Harvey Oswald'ın kapaklarını tasarlamış zamanında, o da mimar. Hemen araya bir bilgi: Madero Fontların evinde takılmaya başladıktan sonra anlatı daha da genişliyor, Laura Damián ölmeden önce Ulises Lima'yla yakın arkadaşmış ve o zamanlar adı Alfredo Martínez gibi bir şey olan Lima'ya bildiğimiz adı vermiş. Belki de çıkacağı uzun yolculuğu çok önceden sezdiği veya bildiği içindir, Tinajero'yu aramaya çıkacakları en başından belliyse de uzun yolculuğa biraz daha var. Günler geçiyor, Lupe'yle tanışıyoruz. María'nın arkadaşı, dans okulunda birlikte dans ediyorlar. Lupe fahişelik yapıyor, serseri sevgilisi Alberto'dan pek çekiniyor ve Madero'yu uyarıyor, büyük bıçak bağırsakları yola dökebilir. Ara bilgi: Tayfada gerçekten okuyan Lima ve Belano var, okuduklarını diğerlerine anlatıyorlar ve diğerleri de kendileri okumuş gibi başkalarına anlatıyor. Aslında bir hiyerarşi mevcut, en çok okuyanlar tepede yer alıyorlar. Başka bir ara bilgi: Çıplak bir çiftin sevişirken çektirdikleri fotoğraflara bakıyor Madero, yanında Angélica var, fotoğrafı kimin çektiğini söylemiyorlar Madero'ya. Biz öğreneceğiz, pek çok şeyi öğreneceğiz, bu ilk bölümde anlatılan ve açıklanmayan pek çok gizemi metnin ikinci bölümünde farklı hikâyelerin birleşmesiyle ortaya çıkan resimde görebileceğiz. Oraya doğru geliyorum ve hızlanıyorum: María bizim çocuğun kalbini kırıyor ve çocuk aşk acısından kafayı yiyecek gibi oluyor, neyse ki barda tanıştığı garson kızlardan biriyle eve çıktıktan sonra biraz toparlanıyor ve şiir yazmayı sürdürüyor. Tayfadan bazılarının Troçkist olduğu, bazılarının feminist hareketlere katıldığı, bazılarının daha radikal oluşumlarda yer aldıkları söyleniyor, böylece dönemin sanatçılarının politik duruşları da anlatılıyor. Aslında çok kaotik bir ortamın daha da kaotik sanatçıları bunlar, kolaylıkla dağılabilirler, birlikte dünyayı yakabilirler veya dünyayla birlikte yanabilirler, her şey korkunç derecede belirsiz. Belano birtakım temizlik işlerine girişiyor örneğin, gruptan bazılarını atıyor, bazılarına dokunmuyor hiç. Atılanlardan bazılarının hiçbir şeyden haberi yok, zaten Lima ve Belano sık sık ortadan kayboldukları için diğerlerinin hiçbir şeyden haberleri olmuyor bazen. Zaten görmezden geliniyorlar, sonradan öğrendiğimize göre antolojilere alınmıyorlar, şiirleri hiçbir yerde basılmıyor, hayaletten farksızlar. Ciddiye alınmıyorlar, hiçbir sanat olayına davet edilmiyorlar, sanki oradaymışlar ama orada değilmişler gibi. Günler geçiyor, yeni yıla pek bir şey kalmıyor. Fontların evinde bir parti yapılıyor, Alberto uzunca bir süredir arkadaşlarıyla birlikte evin önünde Lupe'yi bekliyor ama Lupe Alberto'yla birlikte olmak istemiyor artık. Özetleyeyim, María, Belano, Lima, Lupe ve Madero ablukayı yarıyorlar, Baba Quim Font'un arabasına doluşup basıyorlar gaza, doğruca Tinajero'yu aramaya. Böylece Meksika'da kaybolan Meksikalılar haline geliyorlar.

Şimdi en karışık kısma geldik, "Vahşi Hafiyeler". Boğulmaktan korkuyorum, okurken hiçbir not alma gereksinimi hissetmeden her şeyi birbirine bağlayabilmiştim ama aradan bir hafta geçti, bağlantıları bulup çıkarmam gerekiyor, 500 sayfayı karıştıracak gücü bulamıyorum kendimde, o yüzden sadece yüzeye bakıp sona zıplayacağım. 1975'te kayboldular, bu bölümdeki röportaja benzer kısımlar 1976-1996 aralığında yapılan konuşmaları ve gerçekleşen olayları içeriyor. Lima'nın ve Belano'nun yollarının ayrıldığını öğreniyoruz, ikisi de farklı ülkelerde sürdürdükleri yaşamları boyunca bambaşka hayatlar yaşıyorlar, sayısız insanla karşılaşıyorlar ve çok acayip işlere girip çıkıyorlar. Mekan olarak Avrupa'dan Afrika'ya kadar geniş bir alan kullanılıyor, bir ara Conrad ve Celiné tadı alındığı bile oluyor açıkçası. Serüvenli yıllar geçiyor, düellolara giriyorlar, kaçıyorlar, kovalıyorlar, bu sırada tayfadan geriye kalan insanların şahitliklerine de başvuruluyor ve bazılarının öldüğünü, bazılarının şiiri bıraktığını ve sadece yaşamaya odaklandığını görüyoruz, yollar çoktan ayrılmış olsa da zaman zaman birbirlerine rastlıyorlar veya birbirlerini anımsıyorlar. Her şeyi görüyoruz, konuşan onca insan diğerleri ve kendi ülkeleri hakkında durmadan bilgi veriyorlar. Vahşi Hafiyeler hoş bir isim, röportaj yapılanların hemen hemen hiçbirinin normal denebilecek bir hayatları olmamış, Meksika'da, ABD'de, pek çok yerde zorluklar içinde yaşamışlar. Her bir hikâye başlı başına bir öykü olarak ortaya çıkabilir, öylesi bir derinlik var. Anlatıcı değiştikçe anlatının sesinin değişmesi olması gerektiği gibi. Yılları takip etmek önemli, kronolojik bir düzende seyretmeyen röportaj tarihlerine dikkat etmek lazım. Bunun yanında Bolaño'nun yeteneğine hayran kalmamak elde değil, insanlar ve insanların anlattıkları biriktikçe onca detayın kurduğu köprüler, anlatı parçalarının birleşmeleri büyülüyor resmen. Bu bölümü Paz'la Lima'nın birbirlerinin etrafında dönüp selamlaştıkları kısmı anlatarak bitireyim. Paz'ın yardımcısı büyük şairi her gün bir parka götürüyor. Paz bir gün parkta dolanırken bir adama takılıyor gözü, adamın etrafında dönmeye başlıyor, adam da aynı şekilde Paz'ın etrafında dönmeye başlıyor, garip bir dans. Başka bir gün yine aynı şey, daha da başka bir gün konuşuyorlar ve ayrılıyorlar, bir daha karşılaşmıyorlar. Paz yardımcısına adamı tanıdığını, bir zamanlar kendisini kaçırmak isteyen tayfanın başlarından biri olduğunu söylüyor. Damardan gerçeküstücülerin hiçbir metni dergilere girmiyor, hiçbir yerde yoklar, hatırlanmıyorlar ama coğrafyalarının en büyük sanatçılarından biri, üstelik en büyük düşmanları hatırlıyor onları, özellikle Lima'yı ve Belano'yu.

Son bölüm, "Sonora Çölleri". 1976. Şöyle söyleyeyim, yüzlerce sayfalık röportaj-soruşturma bittiği için biraz üzgün olsak da günlüğe kaldığımız yerden devam ettiğimiz için sevinmeliyiz. 1996'ya kadar insanların başına onca iş geldi, onca hüzünlü hikâye okuduk, ölenlere üzüldük, kalanların sefilliklerine üzüldük, üzülecek bir şey bulamasak başka bir soruşturmaya geçtiğimiz için üzüldük, sonra bir anda yirmi yıl geriye gidip çöllerde neler olduğunu, Tinajero'yu bulup bulamadıklarını anlamak amacıyla hızlı hızlı, bir yandan da metnin sonuna geldiğimiz için yavaş yavaş okuduk. Aslında var bile olmadığı söylenen, varlığı tartışmalı olan Tinajero'nun varlığı hakkında gerekli malumatı aldıktan sonra yine oyuncul bir bölümle final yapan metni okuduk, bitti, sonra bir kenara koyduk ve derin bir nefes aldık, çok nitelikli bir eser karşısındaki derin huşuyu hissettik. Artık yaşamımıza devam edebiliriz, Lima'nın ve Belano'nun bir ömürlük serüvenlerini ve yirmi yıllık dense de aslında yüz yıllık bir geçmişin, tarihi çalkantılarla dolu bir ülkenin, bir kıtanın akıbetini şiirin gözünden görerek, aslında roman okumuş olsak da şiirin ışığının düşürdüğü gölgenin roman olduğunu bilerek, iyi bir metnin kıymetini anlayarak.

Hans Höller - Thomas Bernhard

Monografi.

Metnin çevirmeni Bünyamin Kasap'ın takdim yazısında Bernhard'ın kaderi olan coğrafyadan kaçmaya çalıştığı söyleniyor, pek çok ülkede belirli sürelerde yaşasa da Bernhard'ın kaçmaya o kadar da çalışmadığını düşünüyorum, yerleşikliğine bakarak. Maddi durumu mülk satın almaya elverişli hale gelince metinlerinde eleştirdiği yerleşik çürümüşlüğe ucundan katkı sağlayıp kısa aralıklarla üç dağ evi almış, hatta röportajlarından en az birini bu köy evlerinde veriyor. Çok sevdiği Londra'dan almıyor mesela evleri, Londra'ya gitmenin keyfini ve Avusturya'ya dönmenin -keyfini diyeceğim, elim varmıyor- öfkesini yaşayabilmek için mi? Bernhard hakkında şöyle bir şey söylenmiş: "Tüm dünya trajik kibrinin ihtiyaçlarını karşılayan bir zaruret yalnızca." Tüm dünyadan kasıt gördüğümüz kadarıyla geçmişten ve yerleşik yaşamın alanlarından oluşuyor, Bernhard'ın bir müddet kaldığı İngiltere'yi veya Portekiz'i metinlerde göremiyoruz, Avusturya dışındaki ülkeler en fazla güzel anıların mekanları olarak yer alıyor. Avusturya'daysa savaşın travması sürüyor, kültür dünyasından sokağın sesine kadar her yerde faşizmin sesi duyuluyor, Bernhard'ın bu sese bir anlamda ihtiyacı var. Üçüncü sayfa haberlerinin metinlerini beslediğinden bahsediyor bir röportajında, doğup büyüdüğü ve nefret ettiği ülkesi yazarlığının kaynaklarından biri. Kasap 2006'da Viyana Üniversitesi'nde öğrenim görmeye başlamış, Viyana'da geçirdiği yıllara bakarak Bernhard'ın "haklı olduğunu" belirtiyor. Detayları bilmiyoruz, bağlamı da bilmiyoruz ama şehrin, ülkenin etkisine dair çıkarımlarda bulunabiliyoruz. Bernhard'ın ölmeden iki gün önce yazdığı vasiyetinden bir bölümü alıntılayayım: "Avusturya devletiyle herhangi bir bağımın olmasını istemediğimi kati bir biçimde belirtiyorum ve bununla birlikte eserlerime yapılabilecek her türlü müdahaleye ve Avusturya devletinin kişiliğime ve çalışmalarıma herhangi bir şekilde yaklaşımına itiraz ediyorum." (s. 13) "Vefat sonrası edebi göç" nihayetinde gerçekleşiyor, fiili göç gerçekleşmese de geride hiçbir şey bırakılmıyor. Heldenplatz'ın yarattığı infiali düşündüğümüzde, tabii Bernhard'ın başka metinlerinde uzun uzun anlattığı diğer olayları da düşündüğümüzde makul. Yazarın bilinen son eseri Heldenplatz, Viyana'dan göç eden Yahudi bir profesörle ailesini konu alıyor. 1938 ve 1988 yıllarının birbirinin muadili olduğuna dair iddialarla dolu bir oyun bu, çok ses getiriyor ve Bernhard'ın "camia"dan kovulması bile isteniyor en sonunda. Bütün protestolara rağmen oyun sahneleniyor ama bilet satışları sırasında oluşan izdihamdan ötürü planlanandan üç hafta sonra sahnelenebiliyor, 4 Eylül 1988'de. Sonuçta Bernhard ve en büyük destekçilerinden biri, oyunun da yönetmeni olan Claus Peymann yılın sanat olayını gerçekleştiriyorlar. 1955'ten beri ülkenin sanat alanında en muhalif sesi diyebileceğimiz Bernhard'ın son olayı bu, ertesi yıl büyük hayranlık ve saygı duyduğu dedesinin ölüm yıl dönümünde hayata veda ediyor. Kasap'ın çıkarımına göre kalp krizi sonucu ölmüyor, intihar ediyor. 1975'teki ağır hastalığı sırasında uzun süre yaşamayacağını öğrenen yazar, çocukluğundan itibaren canına okuyan sağlık sorunlarını izlek olarak daha belirgin bir biçimde kullanmayı sürdürüyor son on üç yılında, böylece ölümü bekleyen ve genellikle ailelerinden kalan mülklerde inzivaya çekilen karakterlerin sayısı artıyor.

Höller dağınık görünen bir monografi yazmış ama bağlantılar sıkı olduğu için, Bernhard'ın çoğu metnini de okuduysak bütüncül bir yapı oluşturabiliyoruz. Bazı noktalara değineyim, ilki ödüller ve ödül törenlerinde yaşananlar. Bernhard'ın ödülleri para için aldığını biliyoruz, kendisini paraya ihtiyaç duyan bir domuz olarak gördüğünü söylüyor. Ödüllerim bu mevzuyu içeriyor zaten, yine de 1968'de aldığı bir ödülün töreni sırasında yaptığı konuşmadan bahsedeyim. Devlet erkanı protokolde şıkır şıkır oturuyor, Bernhard devleti çatır çatır gömüyor. Avusturya insanını da "can çekişen duygusuz bir yaratık" olarak tasvir ediyor, böylece devlet çapında ilk kez ses getiriyor. Sonrasında Portekiz'de -Portekiz diye hatırlıyorum ama İspanya da olabilir- karşılaştığı bir bakanın hakaretamiz sözler söylemesi, ödül törenlerine davet edilmemesi gibi olaylar Bernhard'ın öfkesini biliyor ve gemi azıya alıyor adeta, yardırmaya başlıyor iyice. Gerçi daha öncesi de var, 1955'te Salzburg Devlet Tiyatrosu için söylediklerini anmak gerek: "Salzburg bir tiyatro bekliyor. (...) Bekliyoruz. Hep bir beklemekteyiz, Salzburg Devlet Tiyatrosu kültür mihraklarında tartışılacak bir oyun sergileyecek diye beklemekteyiz." (s. 19) Brecht'in oyunlarının yasaklanmasından sonra doğan tepkiye de ses oluyor, aslında ilk protest sesini bu olayın sonucunda duyduğumuzu söyleyebiliriz. Daha özel durumlar da var, örneğin 1972'deki Salzburg Festivali'nde oynanacak bir oyunda zifiri karanlık gerekiyor, salonun acil durum ışıklarının sönmesi lazım ama provalar sırasında itfaiye birlikleriyle ciddi problemler yaşanıyor, en sonunda oyun festival programından çıkarılıyor. Bunun gibi çok olay var, ödüllere döneyim, Bernhard kazandığı paralarla evlerini satın alıyor ve ömrünün sonuna kadar bu evlerin tadilatıyla uğraşıyor, bitmek bilmeyen bir tadilat. Karakterlerinden bir farkı kalmıyor Bernhard'ın, yazdıkları eseri bitiremeyen, yakan onca karakterinin arasında kendisini de görebiliriz. Kusursuza ulaşmaya çalışmanın bitmek bilmeyen uğraşı sırasında emlakçısıyla yakın arkadaş oluyor, son yıllarında emlakçının ailesiyle birlikte zaman geçiriyor, hatta orijinal deliliklerinden birini de bu süreçte sergiliyor, kutlama amacıyla satın alınıp emlakçının arabasına konan havai fişekleri ateşliyor. Böyle birkaç olay var metinde, Bernhard hiç bilmediğimiz kadar değişik bir adam.

Çocukluk yıllarına ve ailesine bakalım. Otobiyografik beşlemesinde anlattığı pek çok şeyin çocukluğunda kök saldığını söyleyebiliriz, çocukluğunun bunaltılarını yetişkinliğinde gördüğü çarpıklıklarla denklemiş olduğunu da söyleyebiliriz. Otoriter Avusturya ve Almanya'da geçen çocuklukta nasyonal sosyalist düzenin kampları, yurtları ve okulları var, anne pek ortada yok, baba zaten Bernhard doğmadan önce ortadan kaybolmuş. Sonradan öğrenildiğine göre 1940'ta intihar ediyor baba, anne de yakın bir tarihte yaşama veda ediyor ama varlıklarıyla yoklukları bir olduğu için acıları çekilmiyor açıkçası. Evliliğe yanaşmayan babanın gidişinden sonra annenin akıl sağlığının bozulduğunu söyleyebiliriz aslında, Bernhard'ın sidikli çarşaflarını balkona asıp bütün mahalleye gösterirmiş örneğin, üstelik belediyeden yardım almak için kullandığı çocuğunun başka bir işlevi yokmuş gibi davranırmış. Böyle bir durumda yedi yaşındaki bir çocuğun intihar etmeyi düşünmesine şaşmamak lazım. Yurtlarda başına boklu çarşaflarla vurulmuş, yine sidikli çarşafları afişe edilmiş, korkunç şeyler bunlar. Devletle ve insanlarla ilgili ilk olumsuz düşünceler belirmiş böylece, üstelik yedi yaşındayken soğuk algınlığının akciğer iltihabına dönüşmesiyle birlikte umutsuz hastaların yanına konması ve her gün cansız bedenlerle karşılaşması gibi olaylar olumsuz düşüncelerini iyice perçinlemiş. Ailenin karanlığından hemen her metninde bahseder Bernhard, aileye karşı çıkmanın bir insanın kendisi için yapacağı en önemli şeylerden biri olduğunu söyler, çocukluğun kapkara bir delik olduğunu, babanın hayatı mahveden en tehlikeli insan olduğunu söyler, suçun annelerde olduğunu söyler, yaşamın parıltısını söndüren insanların en yakınımızdakiler olduğunu durmadan söyler, tekrar tekrar. Ailesini geride kalan yıkımın dışında başka bir şeyle bilmemiştir Bernhard, üvey kız kardeşini hiç tanımamıştır, erkek kardeşini doktor olmasa onunla iletişimi de keserdi muhtemelen. Şu da ilginç bir şey: "Babası gibi üvey kardeşinin izleri de Bernhard üzerine araştırmaları olan Fransız Louis Huguet tarafından bulundu. Hilda, 1989'un Şubat'ında bir erkek kardeşinin varlığından haberdar olduğunda Thomas Bernhard on günlük ölü idi." (s. 40) Çocukluğunda tiyatro oyunlarında oynayacaksa hep ölüleri oynarmış Bernhard, tabutta yatarmış veya bembeyaz kıyafetler içinde rolünün hakkını verirmiş. "Bernhard'ın edebi eserlerindeki geleneksel olgular gibi, Avusturya Barok'unun cenaze töreni ya da kara sürrealizminde bir parça kendi hikâyesi gizlidir." (s. 45) 1945'te büyük bir soğukkanlılıkla intihara teşebbüs ettiği ve engellendiği yazıyor, dedesi olmasaydı yaşamak için bir sebebi olmayacakmış ama görüldüğü üzere dedesinin bile yetmediği zamanlar olmuş.

Dede Johannes Freumbichler, Bernhard'ın yaşamındaki en önemli figür. Eşiyle birlikte kıt kanaat yaşarken en büyük eserini yazmaya çalışarak geçirmiş günlerini, bir metni Avusturya'nın en iyi yayınevlerinden birinde yayımlanmış ve kazandığı bir ödülle maddi durumunu biraz olsun düzeltebilmiş ama yaşamı yoksullukla boğuşarak geçmiş. Bernhard'ın sanata düşkünlüğü dedesinin yardımıyla ortaya çıkmış, ödülün parasıyla tiyatrolara gidilmiş, özel dersler alınmış ve kitaplar edinilmiş. Gençliğindeki hastane yıllarında Baudelaire başta olmak üzere pek çok şairi ve romancıyı okuyan Bernhard için yepyeni dünyalara kapı aralamış Freumbichler, 1949'daki ölümünün travmatik bir etkiye yol açtığı söylenebilir. Asıl ölüm gününün dedesininki olduğunu söylemiş Bernhard, kendisine ilk müzik ve resim derslerini aldırıp edebiyatın ufuklarını gösteren adamın anısını karakterlerinde yaşatmış. Durmadan yazmaya çalışan ve dehasıyla kendi kendini yok eden karakterlerde Freumbichler var biraz. Yazma disiplini ve biçimi açısından da örnek olmuş, Bernhard okuduğu her metinden not çıkarma olayını dedesinden görmüş, kendisini en çok etkileyen metin olarak gördüğü Ecinniler'i de muhtemelen dedesinin vasıtasıyla okumuştur.

Metinleriyle bakışımlı olarak ilerliyor geri kalanı. Şiirler, anlatılar, oyunlar, hemen her metinde otobiyografik öğeler olduğu için Bernhard'ın yaşamıyla paralellikler gösteriyor, iyi. Adamın bilmediğimiz pek çok yönünü görüyoruz, bu da iyi. Okunsun, bilinsin.

Şu da bizim son şarkı. Ev ortamında bu kadar oldu. Bernhard'ın yazısında paylaşmak istedim, aile gerçekten korkunç bir şey.

21 Ekim 2019 Pazartesi

Thomas Bernhard - Wittgenstein'ın Yeğeni

Tarih yazımının biyografi yazımı olduğunu söyleyen biri, Bloom aktarıyor. Her metnin otobiyografi olduğunu söyleyen biri, Paz'dı bu. Paz mıydı? Bernhard'ın otobiyografik beşlemesinde yattığı hastane, ciğerlerinin işe yaramaz hale gelmesi, doktorlara duyduğu nefret otobiyografik mi? Bernhard'ın verdiği röportajlar? Bernhard görünürde ne kadar Bernhard, biyografisini okuyana kadar bilmek mümkün değil ama biyografi de bir otobiyografiyse hiç mümkün değil. Biraz umudum var, her şey otobiyografi olamaz, buna inanmak istiyorum. Sonuçta Bernhard'ın izini sürmek gerekiyor, tıpkı Bolaño'nun bir romanında karakterlerine arattığı şair gibi, tıpkı Forrester'ın, Fischer'ın izini sürmek gibi, gerçeği aramak yani, Fischer'ın satranç için söylediği şey. Avusturya'da bir hastanede yıllar boyunca yatan, doktorlara duyduğu nefreti büyüten karakteri gerçeğin bir parçası olarak görerek başlıyorum, bahsi geçen kafe, edebiyatçıların takıldığı kafe gerçekse Am Steinhof  nasıl gerçek olmayabilir ki, aklım bunu bir türlü almıyor ama anlatıcıyı takip etmekten ötesini düşünmemem gerekiyor, anlatıdan başka her şeyi düşündüm, bir noktada durmalıyım, parçaları bir araya getirmeye çalışmaktan manzaraya bakamıyorum, görmem gerekenler önümde uzanıyor oysa: Anlatıcının dostu Paul iki yüz metre ötedeki bir binada yatıyor, Wittgenstein'ın yeğeni, Ludwig Pavyonunda yatıyor, bir mekan olarak amca, bir mekan olarak metin, yoksa adı neden italik yazılsın ki hastanenin? Profesör Salzer, Paul'un amcalarından biri, hastanede herkesin kendini emanet ettiği doktor o, anlatıcının gördüğü kadarıyla ameliyat ettiği hastaların hiçbiri sağ çıkamıyor salondan, başarılı bir cerrahın emin adımlarla başarısızlığa doğru ilerlemesi ikinci bir temel izlek Bernhard için, yazılamayan metinlerin yanında çoktan yazılmış ve bitmesi gereken noktada bitmemiş metinler de var, bir insan olarak. Üstelik profesör, yeğenini görmeye gitmiyor hiç, iki adımlık yol iki bina arası, aşılamayacak kadar uzak, ailevi uzaklık. Bir adım öteye erinmek, atılacak adım için duyulan isteksizlik, ailenin kara çukuru. Pür mutluluğu öldürenleri yıllar sonra yargıladığımız zaman her şey için çok geç olduğunu biliriz ama biriken öfkeyle ne yapacağımızı bilemeyiz, adım atmamak dışında. Gerçi Paul daha çocukluğundan hastaymış, hekimlerin ve tıp biliminin çaresizliğini ortaya koyan bir rahatsızlıkmış bu, doktorları yermek için bir sebep. "Büyün öteki hekimler gibi Paul'u tedavi edenler de Latince dilinin ardından mevzilendiler ve meslektaşlarının yüzyıllardır yaptıkları gibi kendi yetersizliklerini örtbas edip kendi şarlatanlıklarını gölgelemek üzere hastalarıyla, aralarında aşılmaz ve geçilmez bir duvar gibi yükselmesini sağladılar bunun. (s. 15) Proust ve Mürekkep Balığı'nda Maryanne Wolf diyordu, doktorlara iletişim dersi verilmeli. Doktorlara bir hastayla nasıl iletişim kuracakları hastalıklara, doktorlara ve hastalara göre biçimlendiği halleriyle anlatılmalı, doktorlar beceriksizlikle talihsizlik arasındaki farkı hastalara anlatabilmeli, doktorlar anlatabilmeli. Anlatıcının yazdığı, yanı başına bırakılan son kitabının içeriği çok uzak, bulunulan ortama çatlaklardan sızar gibi sızmak zorunda kalıp kuruyacak, hiç açılmaması gerek, doktorların konuşmamaları da buna eklenebilir, çok uzaklar. Paul'un üzerinde uyguladıkları teknikler korkunç, akciğer hastalarının üzerinde uygulananlar da öyle, ucunda mutlak bir ölümün göründüğü zamanın hebası dört duvar arasında gizli, hebanın anlatısında mekandan kurtulanların sıklıkla geri dönüp yok oluşu sürdürdüklerini görebiliyoruz, anlatıcı çıkıp geri dönüyor, Paul geri dönüyor, herkes bir şekilde hastanenin pavyonlarına geri dönüyor, herkes kendi ölümünü ölmek zorunda. Anlatıcının yanında yatan hasta teoloji öğrencisi, ölmek zorunda, Bernhard'ın otobiyografik beşlemesindeki genç bu, Tanrı'yla ilgili meselelerini haftalar boyunca anlatan çocuk kurtuluyor muydu, ölüyor muydu hatırlamıyorum ama huzur bulduğunu hatırlıyorum, ölmekle oradan çıkmak arasında koşutluk kuruluyor böylece, orada kalmakla ölmek arasındaki koşutluğu çiğleyici değil bu, zıtlıkların birlikte oluşu Bernhard'ın sarmal anlatısının çelişkisiz yapısı içinde kusursuz, kesin, anlatıya sımsıkı sarılmış bir halde. Otuz yıllık arkadaşları boyunca anlatıcı ve Paul arasında sarsılmaz bir dostluk gelişmiş, ortak arkadaşlar yavaş yavaş kaybolmuşlar ama onların yakınlığı silinmemiş, anlatıcı düşünmeyi dostundan öğrenmiş, ailenin kara çukurunu da ondan öğrenmiş, "hayatımın insanı" dediği insanı -muhtemelen teyzesi- sevmeyi de, bir parça, Paul'dan öğrenmiş olabilir, Paul açlığını dindirmek için sevmek istemiş ve anlatıcıya da bulaştırmış bunu ama anlatıcı başka tür bir çürümeden mustaripmiş, kurtuluşunu bulamıyormuş. "Paul nasıl kendisini ve dünyayı gözünde büyüttüğü için mahvolup gittiyse, ben de er ya da geç kendimi ve dünyayı hastalıklı biçimde gözümde büyüttüğüm için mahvolacağım." (s. 26) Paul'u deli doktorları, anlatıcıyı akciğer doktorları mahvediyor, mahvoluşun süreğenliği bir bulut gibi gölgeliyor metni, en az bir diğeri kadar deli olan iki dosttan ötesinde kişisel tarihleri uzanıyor, başka hiçbir şey yok, karakterlerin geçmişinden, Avusturya'nın rezilliğinden başka bir şey yok, şimdiye varan çürümenin izlerini geriye doğru takipten başka hiçbir şey yok, üçüncü sayfa haberlerinden, işini bilmeyen, yaşamını da bilmeyen insanlardan, sadece var olan, tekrar tekrar anlatılarak tekrar tekrar var olan mekanlardan başka bir şey yok, deliliğinden beslenen insanlardan, deliliğini yücelten, onan insanlardan, ruh zenginliklerini deliliğe bukağılayanlardan, "Paul temelde tıpkı amcası Ludwig kadar filozoftu, tıpkı filozof Ludwig'in de tıpkı yeğeni Paul kadar deli olduğu gibi." (s. 33), deliliğini bastırdığı için deli olduğu bilinenlerden, operaları, şairleri, sanatçıları yerenlerden, kokuşmuşluğa katlanamayanlardan. Orhan Pamuk'un Bernhard üzerine yazısı gelecek sonra, okunmasa da olur. Çok dışarıdan, biraz da üstten bir bakış. Lüzumlu değilmiş açıkçası ama Bernhard'ı ilk kez okuyacaklar için yol gösterici olabilir. 

19 Ekim 2019 Cumartesi

Robin Denselow - Müzik Bittiği Zaman: Politik Popun Öyküsü

Metnin editörü Pete Townshend, bu bile heyecanlanmak için başlı başına sebep. Townshend, The Who'nun gitaristi, Ace Frehley'den Eddie Vedder'a kadar pek çok müzisyenin taptığı adam. Çocuk pornosu skandalından sosyal sorumluluk projelerine kadar pek çok mevzuya adını karıştırması adamı nereye koyacağımızı muğlaklaştırıyor ama müzikal bir deha olduğu malum. Muhtemelen kendisinin yardımıyla Denselow birçok müzisyenle görüşebilmiş ve ortaya şahane bir inceleme çıkarmış, yoksa müzisyenlerle görüşme ayarlamak gerçekten zor, müzik dışında konuşmayı da pek sevmiyorlar. 

"Giriş" bölümü Bob Marley'nin cenazesiyle açılıyor, Denselow'a göre Jamaika'nın başkenti Kingston'daki törende, Marley'nin ölümünden beş ay önceki John Lennon'ın ölümünden sonra oluşmayan atmosfer oluşmuş ki Lennon öldüğü zaman saygıdan ötürü dükkanlar açılmamış o gün. Marley'nin insanları gurur duyuyorlarmış, büyük sanatçı getto ruhunu hiç kaybetmediği için. Parlamentoda saygıyla anılmış, Kingston çeteleri arasındaki savaşı bitirdiği için. Bu çok ilginç bir olay, Marley'nin hem politik hem de politik olmayan yönünü ortaya koyduğu için. Adam tehdit ediliyor, kolluk kuvvetleri can güvenliğini sağlayamayacağını söylüyor ama Marley yine de sahneye çıkıyor, şarkılarını çalıp söylüyor ve herkes delice dans ederken çete savaşlarının bitmesi yönünde konuşmalar yapıyor, amacına ulaşıp çete liderlerini barıştırıyor. Muazzam bir şey, bizde çok çok başarısız bir örneğini Megri Megri Vakası'nda görmüştük. Neyse, tören sırasında Marley'nin grubu The Wailers ve eşi Rita tabutun yanındaki sahnede dans ederek şarkılar söylemişler. Akın edilmiş resmen, tören çok kalabalıkmış. İyi bir müzisyenin ölümünden çok daha ötesi var, Marley toplumsal sorunlara elinden geldiğince eğilerek dünyayı insanlar için daha iyi bir yer haline getirmeye çalışmış. "Reggae Britanya'da, punk'ın vahşi bir tarz ve odaksız bir isyandan, İngiliz müzisyenlerinin altmışlarda bile sahip olmadıkları bir politik uyanıklığa yönelmelerine öncülük eden bir forma dönüştürülmesine katkıda bulunan Irkçılığa Karşı Rock (Rock Against Racism-RAR) hareketine ilham kaynağı oldu. Bu da, seksenlerin Thatcher karşıtı kampanyalarına ve bir siyasi parti için (Marley'nin de bir kez yaptığı gibi) kampanya düzenleyen politik bir pop grubu olan Red Wedge'e öncülük etti." (s. 7) Marley'nin ve şürekasının Haile Selasse sevgisi, Rastafari'nin ardından yayılan "dünya zenci olsun" ideolojisi eleştirilmeye açık ama Denselow protestlik üzerinden gittiği için pek dokunmuyor bu meseleye. Stevie Wonder'a geçiyoruz sonra, Marley'yle birlikte protest şarkılar söyleyen Wonder Martin Luther King Günü'nün yaygınlaşması için kampanya yürütüyor ve konserler veriyor, 1982'de Gil Scott-Heron ve Diana Ross gibi müzisyenlerle birlikte 50 bin kişilik topluluğa hitap ederek "bitmemiş bir senfoni ile ilgili çalışmak ve dayanışma için prova yapmak" amacıyla bir güne ihtiyaçlarının olduğunu söylüyor. Siyahların kazanımlarının yanına bu kazanımları kutlamak için özel bir gün de ekleniyor böylece. Reagan'ın yaptığı kesintilere güzel bir cevap oluyor bu aynı zamanda. Metinde bu tür eylemler, protestolar var, bir sürü. Sanatçının konumu, politik görüşü gibi pek çok mesele ilginç örneklerle irdeleniyor. Bence en iyi açıklamayı Peter Gabriel yapmış, kısa ve net: "'Müzik duyarlılık yaratabilir ve insanların politik tercihlere sahip olması, değişimi destekleyen okyanusa katılan birkaç damla daha anlamına gelir. Ama müzisyenleri politik görevlerde görmek istemem. İkinci sınıf bir aktörün başkanlığı yeterince berbattı!'" (s. 10) 

"Uğursuz İşaret Altında Doğuş" bölümü. "Rock'n'roll baştan beri politik miydi? Kelimenin en geniş anlamıyla evet; müzisyenlerin asla böyle düşünmemelerine ve ellilerin dinleyici kitlesinin politik ve toplumsal değişim için mücadele etme konusunda, 'sessiz kuşak' diye adlandırılacak denli kayıtsız olmasına karşın. Onların tek istediği eğlenmekti." (s. 13) Kökenler incelenirken Elvis Presley'nin yeniliğinin getirdiği isyan duygusundan, dönemin toplumsal çalkantılarından yola çıkılıyor. Güneyli ırkçılar bu yeni müziği "şeytani zenci müziğinin beyaz gençliğin hayatına sızması" olarak görüp lanetliyor, sevenleri zaten sallanıp yuvarlanıyor ama sanatçılar neye yol açtıklarını, ne yaptıklarını bilmiyorlar gerçekten de, müziğe ideolojik açıdan yaklaşmıyorlar. Elvis'in askere çağrılıp 1958'de postalları giymesine şöyle yaklaşıyor Lennon: "Elvis orduya katıldığı gün ölmüştü." Pek suya sabuna dokunmamış açıkçası, siyahi isyanla kendi isyanını hiçbir zaman birleştirmemiş, Vietnam zamanında rock dünyası kenetlenip protest eylemlere giriştiği zaman bu "Güneyli çocuk" şaşkın şaşkın bakakalmış. "Tüm zamanların bu en büyük beyaz rock'n'roll'cusu asilerle birleşeceğine Başkan Nixon'a saygılarını sunmak üzere tırısa geçti." (s. 15) Bill Haley de benzer bir çizgide ilerleyerek sadece sanata hizmet etmiş, zamanın suskunlarına katılarak örtülü olarak Nixon ve tayfasının yanında yer almış. Chuck Berry bahsi de geçiyor bir yerde, çoğunlukla kızlar, arabalar ve başarıdan söz eden, iyimser şarkılar yazmış ve Denselow'a göre "tam anlamıyla Amerikalılara özgü bir tutum" sergilemiş. Brecht ve Eisler meselesi de bu bağlamda mutlaka okunmalı, bu ikisinin büyüklüğünü ve sanatçılıklarının değerini anlayabilmek için giriştikleri eylemler, çatıştıkları komiteler etraflıca anlatılmış. Adamlar kişiliklerinden, fikirlerinden zerre ödün vermemişler, çok saygı duyulası. Nazilerden kaçan solcu müzisyenlerle baş edemeyen ABD kendi asilerine karşı daha acımasız davranmış, hedefte Pete Seeger, Woody Guthrie, kısmen Bob Dylan ve Billy Bragg gibi ünlü singer-songwriter tayfası var. Bob Dylan hariç geri kalanların 1930'lardan itibaren gördükleri baskılar, maruz kaldıkları komite dehşeti başlı başına bir metin konusu olabilir, anti-komünist dalganın en güçlü olduğu ellili yıllarda on yıllık hapis tehditleriyle uğraştıkları için tamamen politik kanada çekilerek müzik yapmışlar ve mücadelelerini sürdürmüşler. İngiltere'deki muadilleri de daha az coşkulu olmak üzere ellerinden geleni yapmışlar açıkçası o yıllarda, Ewan MacColl gibi sanatçılar seslerini çıkartmışlar ve apartheid karşıtı politikaları desteklemişler, plak şirketleri eserlerini sansürlemiş, bir sürü şey. 

İlerleyen bölümlerde 1950'lerden 90'lara kadar müzikopolitik ortamdan sanatçıların toplumsal eylemlerine kadar pek çok hadiseye yer verilmiş, ben çok önemlilerinden birini, diğerlerine göre biraz daha magazinel olanını alıp bitireyim. Guthrie hastanede yatarken Bob Dylan ziyarete geliyor, bir nevi devir teslim töreni gibi görülebilir bu, tabii kısa bir süre sonra Dylan ciddi protestoların nesnesi haline gelecek, bazıları davayı sattığını haykıracak, bir sürü tantana çıkacak. Dylan kimliklere sığmayan bir adam, ne zaman kendisine bir paye biçildiğini görse topukluyor adam. JFK'nin öldürülmesinden kısa bir süre sonra önemli bir komite tarafından çağrılıyor Dylan, sivil haklar kampanyasına katılımıyla ilgili bir ödül alacak. Adam gidiyor, karşısında bir dünya dinozoru görünce dünyanın yaşlılara ait olmadığını söylüyor. Üstüne JFK'yi öldüren Oswald'da kendinden bir parça gördüğünü söylüyor falan, sahneden iniyor ve salonu terk ediyor. Sonradan bir mektup yolluyor komiteye, ne söylemeye çalıştığını mektupta anlatmaya uğraşıyor ama beceremiyor da. Gerisini alıntılayayım: "Yirmi üç yıl sonra Dylan'ı iyi tanıyan (ismini vermeyeceğime söz verdiğim) çok ünlü bir müzisyen şunu söylemek zorunda kalacaktı: 'Bob Dylan'ı değerlendirmenin en iyi yolu, müziğini değerlendirmektir, çünkü o orada güçlüdür. Birey olarak zayıftır ama kimse bunu bilmez. Ve şarkılarına gelince, en büyük sorunu her zaman 'siz' dediğini - ama asla 'biz' demediğini anlayamamış olmasıdır. Bu en büyük problemidir. Her zaman insanlara vaaz verir ve asla kendisini onların içine katmaz, şarkılarının rahatsız edici olmasının nedeni de budur.'" (s. 65) Bunu diyen kim acaba? Baez?

Live Aid, Sting, Bono, Van Zandt, Paul Simon'ın dingilliği, müzik dünyasının yediği herzeler ve insanlık için yaptıkları, otuz iki kısım tekmili birden burada. Sevdikleri sanatçıların karnesini görmek isteyenler için birebir. 

15 Ekim 2019 Salı

Yüksel Pazarkaya - Güz Öyküleri

Pazarkaya'yı Rilke'nin şiirlerinin çevirmeni olarak bildim ben, sonra nice Alman şiirinin çevirmeni olarak, hasılı ben kendisini çevirmen olarak bildim. Evet. Sonra şiirlerine ulaştım, en sonunda da öykülerine geldi sıra. Kendisinin her mevsim için yazdığı dört metin var, her güne bir öykü/anlatı denk gelecek şekilde oluşturulmuş. Üçü tamam ama birine, sanırım Kış Öyküleri'ne erişemedim, baskısı tükenmiş. Tek mevsimden açık verdik, en sevdiğim üstelik. Kışçıyım ben, üzüldüm ama olsun, eldekiler de iyi. Bu elimdeki 2006'da Haldun Taner Öykü Ödülü'nü almış örneğin, sırf anlatı zenginliğinden bile hak ettiği söylenebilir ki bunun daha ince ince kurulmuş dili var, türler arasındaki belli belirsiz geçişlerindeki üslup ustalığı var, metnin başarılı kılan pek çok öge var kısaca. Bazı ögeleri ve "günleri" anlayabilmek için Pazarkaya'nın biyografisine bakmak lazım, kendisi 1940 doğumlu, İzmirli. 1957'de liseyi bitirir bitirmez Almanya'ya gidiyor, kimya mühendisliği öğrenimi görüyor, ardından 1966 yılında kimya yüksek mühendisi oluyor ve aynı yıl edebiyat-tiyatro bölümünde asistan olarak göreve başlıyor. Türk tiyatrosunun Almanya şubesini açmış denebilir, buranın oyunları Almanya'da ilk olarak Pazarkaya'nın katkılarıyla Stuttgart'ta sahne görüyor. Orhan Veli Kanık'ın, Aziz Nesin'in ve Nazım Hikmet'in eserlerini Almanca'ya çeviriyor Pazarkaya, Almanca şiirleri Türkçeye çeviriyor derken tam bir sanat adamı olup çıkıyor, ne güzel. Böylece eylülün ilk günündeki Alman bahsinden girebilirim mevzuya, metnin yazılış tarihi 1979, Almanların Polonya'yı işgalinin üzerinden kırk yıl geçmiş, Pazarkaya yirmi yıllık Almanya deneyimine dayanarak çıkarımlarda bulunuyor. Bir onbaşının peşinden giden güruhlar, işgaller başlamadan önce Hitler'le anlaşmaya çalışan Batı devletleri odakta. Rusları da düşünüyor Pazarkaya, adamların 1941'i facia yılı olarak belirlemelerinde Hitler'in yaptıkları anlaşmayı bozmasını esas alıyorlar, Avrupa'nın işgali onlar için uzaktan izlenen bir etkinlik olarak gözüküyor. Stalin'in Hitler hakkında söylediği, "Bu çocuk çok manyak çıktı, haydi bakalım seyreyleyelim," tarzı sözlerini de araya iliştirebiliriz. Anlatıcının/Pazarkaya'nın ikinci benliğinin oluşması, ikinci dili anadili gibi benimsemesi bu olayların hemen ardına düşüyor. "Bir ülkeye ve ve bir tarihe yeniden doğum oluyordu da, aradan geçen yıllar içinde, bir dile ikinci bir doğumun birinci doğumla gelinen belli bir yaştan sonra, doğal bir doğum olmadığını da kavramak ve kabullenmek zorunda kalacaktım." (s. 8) Bu ikinci doğanın birden çok annesi ve babası var, anlatıcı bazılarını anıyor ve "tiyatro delisi bir oğlan" olma yolundaki gelişimini anlatıyor. Anne Frank'ın Hatıra Defteri'nin satın aldığı ilk kitap olduğunu söylüyor ve Hitler'e geri dönüyor, kızgınlıkla. Dayanışmaya ve sağduyuya varan inceden bir mesajla bitiriyor ilk günü.

İkinci gün, Gümüş Yıldönümü. Pazarkaya'nın kimya denklemlerine çalıştığı ilk yıllar. Aşık oluyor bir güzel, hemen eve gidip kızın öyküsünü yazıyor ve rastladığı zaman kıza bir öykü yazdığını söylüyor. Edebiyatı en çok o zaman seviyor Pazarkaya, sonrasında buluşmalar artıyor, sevişiyorlar, nişanlanıyorlar ve evleniyorlar. "Benim asıl mutluluğum, ilk gün gibi sürüp gitmesinin ötesinde, her gün, her yıl, bizimle birlikte büyümesi mutluluğumun da. Olgunlaşması. Mutluluk olgunlaşır mı? Yirmi beş yıl önce düşünemezdim, ballı incir gibi olgunlaşırmış meğer." (s. 13) Ayın ikinci günü, yıldönümü. Üçte boşanmayla ilgili bir öykücük geliyor bu sefer, anlatıcının yakın arkadaş olduğu iki tiyatrocu yetenek saçıyor resmen, birlikte oynuyorlar ve deli beğeniliyorlar. Yıllar geçiyor, anlatıcı tekrar oyunlarına gidiyor ama bir problem var, ayrı kulislerde hazırlanıyorlar. Boşanma kararı almışlar, son oyunları. Aynı tutkuyla oynuyorlar, sahnede birbirlerine veda ediyorlar. Anlatıcı kendi aşkının olgunlaşmasının bir benzerini göreceğini ummuş ama "yıllanmış karı koca gibi" yaşadıkları için böyle bir şeyin gerçekleşmediğini görüp üzülüyor. Bu ayrılık sevgi ve dostlukla ayrılmanın en güzel örneklerinden biri. İki tane daha biliyorum, biri Ulay'la Abramović'in Çin Seddi'nin iki ucundan birbirlerine yürümeleri ve orta noktada buluşmalarıyla gerçekleşiyor, diğeri bir Ishiguro öyküsünde. Noktürnler'de ilk öykü. Ünlü bir sanatçı, eşinden ayrılmadan önce son bir dinleti sunuyor kadına, müzikle donanmış bir veda. Üçüncü gün, kardeşler. Bir erkek, bir kız kardeş var, bilinenler. Bilinmeyen: Anlatıcı, babasının dükkanının önünde otururken komşulardan biri geliyor, karşıdaki terzi madamı ve çocuklarını gösteriyor. Birkaç yaş büyük iki erkek çocuk. "Kardeşlerini görüyor musun?" diyor komşu, anlatıcı şaşkınlıktan donup kalıyor. Evde hiç konuşulmuyor bu mevzu, madam dükkanında çalışmaktan başka hiçbir şey yapmıyor, İsrail'e göçene kadar. Yıllar sonra anlatıcı İsrail'e gidip kardeşlerini bulmak istiyor ama çok geç artık, çoğu şey için olduğu gibi çok geç. Aileyle konuşmak için çok geç, madamla konuşmak için, arayışın yükünü sırtlanmak için, buluşun yükünü de sırtlanmak için geç.

Aralarda Almanya'daki emekçi kesimden, gariban Türklerden bahseden öyküler var, birinde kilisenin yoksullar için çıkardığı çorbayı içmek için her gün gelen bir adam anlatılıyor. Adam inşaatlarda işçi olarak çalışmaya başlamış, usta olmuş, sonra ciğerlerinde sıkıntı çıkınca işsiz kalmış, otuz yıllık çalışma hayatının sonunda sokaklarda yaşamaya, sosyal yardımla geçinmeye başlamış. Memleketindeki karısına ve çocuklarına para yollamayı aksatmamış, yılda iki kez ziyaret edermiş onları ama Almanya'ya davet etmezmiş hiç. İşsiz kalınca para yollayamaz olmuş, sokaklarda yaşamaya devam etmiş. Anlatıcı sorduğu zaman emekliliğine bir yıl kaldığını, emekli aylığı almaya başlayacağını, o zaman memleketine döneceğini söylemiş. "Otuz küsur yıl önce yollara düşüp bu ülkeye gelirken, hiç aklının ucundan bile geçer miydi, böyle günler de göreceği, bu durumlara düşeceği? Esen kal, benim köylü emekçi göçmen kardeşim, esen kal, daha uzun yıllar esen kal. Görecek günlerin olsun, daha görecek güzel günlerin olsun, sen bunu çok hak ettin, diye geçiyor içimden. Çok içimden, yakarır gibi, dua gibi..." (s. 28)

Anılar, hatıralar, güncelin meseleleri doksan bir güne sıkıştırılmış durumda. Kısa kısa. Böll'den Hemingway'e pek çok yazar da yer alıyor sayfalarda, günceden hallice parçaların içinde. İyi bir metin bu, biçeminden kurmaca-gerçeklik geçişlerine pek çok açıdan.

13 Ekim 2019 Pazar

Philip K. Dick - Kozmik Kuklalar

Clive Barker'ın Kan Kitapları'nda bir öyküsü vardı, üç kitaptan birinin son öyküsü. Dağdan tepeden gelen uğultuların savaşmak üzere olan iki devin/şehrin homurtusu olduğunu görüyorduk ama devler dev değildi, şehirler de şehir değildi, üst üste yığılmış evlere benzeyen yapıların aslında insanlar tarafından bir arada tutulan ve yönlendirilen rakipler oldukları ortaya çıkıyordu, her bir darbede onca yapı ve insan yere düşüp paramparça oluyordu falan, çok ilginç bir öyküydü o. Bu metinle alakası şu sanırım, iki tane kocaman form durmadan savaşıyor. Ölenlerin yerine yenileri geliyor, savaş durmadan sürüyor, adeta kozmik bir çekişme. PKD bu metni inzivaya çekilmeden önce yazmış, gerçeklikle problemi yeterince ağırlaşmışken. Evrenin anlamını aradığı küçürek metinlerinde kozmik arayışına yeterince değinse de uğraşı yetmemiş olacak ki kurmacaya da -bu ölçüde ilk kez, belki- sokuvermiş meselesini. Bunun yanında yine çatlayan bir evlilik var, kahramanın karısı empati kuramayan problemli bir kadın olarak çıkıyor karşımıza. Adam doğduğu kasabanın değişimini anlamaya çalışırken kadını bir otele yerleştiriyor ve kendisine verilen mühlette gizemi çözmeye çalışıyor, aksi halde kadın bir daha geri gelmemek üzere gidecek. Kahramanın yerine PKD'yi koyuyorum, geçmişini geri getirmeye çalışırken ölümün eşiğinden dönesiye uğraşıyor ve karısı tarafından terk ediliyor, zor bir yaşamın metaforu olarak göresim var bu metni, bir de PKD'yi Bobby Fischer'a benzetmekten alamıyorum kendimi. İkisi de yaptıkları işlerde gerçeği aradığını söylüyor, ikisinin de gerçeklik algıları son derece oynak ve ikisi de üstün zekalı. Fischer hakkında bir iki film izledim, yaşamı hakkında az biraz araştırma yaptım ama PKD hakkında o kadar malumatım yok, biyografisini de yazdığı bütün metinleri okumadan okumak istemedim. Okuyunca ikisini yan yana getiren, goy goysuz bir şey yazmak istiyorum. Bakalım. Şimdi kuklalarla ilgili bu metni anlatayım, öncelikle PKD'nin en iyilerinden biri değil ama yine de adamın dünyasını -kurmaca olanını da- anlamak için rehber metinlerden biri olarak görülebilir. Anlatım tekniği olarak olay örgüsü de tipik PKD örgüsü şeklinde oluşturulmuş, önce ortaya büyük bir gizem, sonra karakter bazında daha küçük gizemler, bu gizemlerin sırayla çözülmesi ve sonrasında büyük gizemin çözülmesiyle birlikte final. Bunun yanında özgün buluşlar var, karakterin bilincini bir golemin içine yerleştirmesi sürprizlere yol açabiliyor örneğin, asıl bedenini onca kımıl zararlısı ve sürüngen yedikten sonra. PKD'nin böylesi bir faciayı ayrıntılarıyla anlattığını hatırlamıyorum, burada farelerin, yılanların ve örümceklerin saldırısına uğrayan küçük bir kız var, ağzından örümcekler giresiye paramparça ediliyor resmen, yazar için bile ekstrem bir öge. Neyse, bu metni okumak tanıdık bir sokakta yeni açılan dükkanları dikizlemeye benziyor diye üfürükten bir benzetme yapmaktan da geri durmayayım.

Bahçede oynayan çocuklarla açılıyor anlatı, Peter Trilling diğer çocukları sessizce izliyor, Mary kahverengi kil toprakları yoğuruyor, diğer tıfıllar da birbirlerini kovalıyorlar. Daha en başta Peter'dan işkilleniyoruz, Mary'yi de yaratıcı uğraşından ötürü ayrı bir yere koyabiliriz. Mary'nin babası Doktor Meade ve Bayan Trilling pansiyonun merdivenlerinden iniyorlar, Doktor kızını da alıp Shady House'a, araştırmalarını yaptığı mekana dönüyor, Mary'nin geride bıraktığı kil parçasıyla Peter oynamaya başlıyor bu kez. Başka bir bölüm, Ted ve Peg'le tanışıyoruz. Arabayla yolculuk ediyorlar, tatilden dönüş. Esas oğlan Ted doğduğu kasaba Millgate'i ziyaret etmek istiyor, karısının yakınmalarını ricalarla geçiştiriyor ve kasabaya giriyorlar. Ted'in benzi soluyor, Peg'e kasabanın tamamen değişmiş olduğunu, Millgate'in bambaşka bir yere dönüştüğünü söylüyor. Sokaklar ve caddeler yerinde dursa da binalar değişmiş, parklar kaybolmuş, kimseyi tanımıyor Ted. Kütüphaneye gidip kasaba hakkındaki haberlere baktığında salgın bir hastalık sonucunda ölmüş olduğunu görüyor, 1935'te, dokuz yaşındayken hayatını kaybetmiş. Aklı almıyor bir türlü. "Sahte anılar. İsmi, kimliği bile sahteydi belki. Zihninin içinde ne varsa hepsi - her şey. Birisi ya da bir şey, her şeyi tahrif etmişti. Direksiyonu sımsıkı kavradı. Ted Barton değilse, kimdi peki?" (s. 22) PKD'nin metinlerinin temelini oluşturan belirsizlik ortaya çıkıyor hemen, karakter kendisinin bir kurgu olup olmadığını merak etmeye başlıyor. Eşini komşu kasabadaki bir otele yerleştirip doğduğu -aslında doğmadığı- yere geri dönüyor. Bu sırada Peter'ın güçlerine tanık oluyoruz, kilden adamlar yaratıp golemleriyle takılıyor. Bu sırada Ted pansiyona geliyor ve annesinin yerine resepsiyonda duran Peter'la karşılaşıyor, oda istiyor. Bu ikisinin ilk karşılaşmaları, ileride bambaşka biçimlerde karşılaşmaya devam edecekler. Birbirlerinden hoşlanmıyorlar pek, sırlarla dolular ve Peter'ın birkaç sorusu Ted'in aklını kurcalıyor. Ted'e kasabaya nasıl girdiğini soruyor Peter, bariyeri hiç kimse geçemezmiş. Zamanı durdurabildiğini söylüyor üstüne, çok uzun bir süreliğine değil ama duruyor sonuçta. Böyle birkaç garip olaydan bahsediyorlar, Peter iki varlığı görüp görmediğini soruyor, Ted blöf yaparak gördüğünü söylüyor, bir süre sonra kandırıldığını anlayan Peter adama tilt oluyor ve Ted kazanabileceği en kötü düşmanı kazanıyor, süper güçleri olan bir çocuk. Konuşma bitince kasabada dolanmaya çıkıyor ve iki arı tarafından sokuluyor Ted, kasabadaki hayvanların davranışlarında da bir gariplik olduğu için bu bilgiyi de bir kenara atıyoruz, sonradan ne işler döndüğünü anlarken hatırlamak için. Neyse, Doktor'la muhabbet ediyor Ted ve Doktor'un ölen Ted'i hatırladığını anlıyor. Adıyla soyadının ölen çocukla aynı olması garip geliyor, buradan kasabanın geri kalanının da anılarının değişmiş olduğunu anlayabiliyoruz.

Gezginler var bir de, duvarların içinden geçip gidiyorlar. Ted iyice çıldıracak gibi oluyor, insanlara normal bir şeymiş gibi geliyor bu. Bariyeri merak ediyor, kasabanın tek yolunu kapatan kamyonun dibinde üst üste dizilmiş tomrukların üzerine çıkıp öteye bakmak istiyor ama ötede tomruk yığınlarından başka bir şey yok, yığınların sonu yokmuş gibi gözüküyor. Bir süre deli gibi koşturup bir çıkış yolu bulmaya çalışıyor ama bulamıyor, üstelik tomrukların arasında sıkışıp ölmekten güçlükle kurtuluyor. Saatler sonra kendine geliyor, zamanın anormal şekilde hızlı geçtiğini düşünürken Peter çıkıyor ortaya, en başından beri kendisini gözlemiş ve zamanın hızla geçmesini sağlamış. Yine iki varlıktan bahsediyor, Ted'in onların izniyle yaşadığını söylüyor. Ted iyice fıttırıyor ve çocuğu orada bırakıp -ikinci hata- kasabaya dönüyor, bardaki bir ayyaşla isteksizce muhabbet ediyor ve görüyor ki yaşlı adam geçmişi, gerçek geçmişi hatırlıyor. Heyecanlanıyor Ted, adamı da alıp sokaklara çıkıyor ve adamın elindeki garip bir teknolojinin ürünü olan aleti kullanarak düşünce gücüyle kasabasını geri getirmeye çalışıyor. İkisi de hatıralarını zorluyorlar ve hatırladıkları biçimde oluşturuyorlar kasabayı, daha doğrusu sahte görüntünün altında boğulmuş kasabayı tekrar görünür kılıyorlar. Ayyaşın anıları alkolün etkisiyle yıllar içinde bozulmuş ama Ted kasabadan çocukluğunda ayrıldığı için hatıraları bozulmamış hiç, böylece kasaba eski haline gelir gibi oluyor ama karşılarında henüz bilmedikleri bir güç var, yaptıklarını engellemeye çalışıyor, bir süre sonra iki adamı ve diğer hatırlayanları öldürmeye de çalışacak.

Düalist bir teolojiyi devreye sokuyor PKD, Ahriman'la Ormazd'ın kozmik çekişmesini Millgate gibi küçük bir kasaba ölçüsüne indirgemiş halde büyük gizem olarak ortaya çıkarıyor. Bu iki tanrı -iki varlıktan kasıt bunlar- birbirlerine üstün gelmeye çalışıyorlar, bu sırada insanların gerçeklikleriyle oynuyorlar ve kimilerinin zihinleri kusursuz bir biçimde değişiyor, kimileri arada derede bir yerde kalıyorlar ve Gezgin oluyorlar, hatırladıkları ölçüsünde aslında orada olmayan binaların içinden yürüyüp gidebiliyorlar. Sonuçta Peter'ın ve Mary'nin aslında kim olduklarını da anlıyoruz, cepheler belirleniyor ve savaş başlıyor. Her şey çözümlendikten sonra otelde bekleyen eşinin çoktan gitmiş olduğunu düşünüyor Ted, yaşamında temiz bir sayfa açacağı için mutlu olarak yoluna devam ediyor. PKD'nin karakterini kötü bir ilişkiden kurtarmadığı bir anlatısı yok galiba, ya ölümle kurtuluş ya da boşanmayla kurtuluş bir şekilde yer alıyor.

Bu metinden çıkarılacak şeyler var, biraz kafa yorayım. Birincisi, hiçbir zaman geri dönemeyiz. Ne, kim, neresi olursa olsun. İkincisi, golem yaratabilen çocuklara kafa tutmayın, çocuk görünümlerinin altında tanrılar olabilir. Üç, içinden çıkılmaz bir durumdan kurtulmak için bara gitmek gerekir. Dört, durmadan sızlanan ve şikayet eden bir sevgiliniz/eşiniz varsa ondan kurtulmaya bakın.

İyi bir PKD metni, diğerlerine göre biraz yavan ama ayıla bayıla okunur.

12 Ekim 2019 Cumartesi

Engin Geçtan - Zamane

Bu işte bir tersliğin olduğu malumdur. Yaşını almış insanlardan duyduklarımızı kendi muhabbetlerimizde çevirmeye başladık, zamanın ne kadar hızlı geçtiğinden şikayetçiyiz falan da yirmiler yeni bitti daha, neler oluyor? Bu bir yana, siz de sığ(ır) insanlardan bıktınız mı? Günaydın diyorsunuz, küfretmişsiniz gibi bakıyorlar. Kibarlık yapayım diyorsunuz, aptal muamelesi yapıyorlar. Hadi bunlar sığır, insanlıktan nasiplerini almamışlar deyip geçiyorsunuz. Saldırı içeriden de geliyor üstüne, yaşamın kendisi yeterince yorucu değilmiş gibi yakınların yakınmaları boşlukları dolduruyor hemen, sıkıntıyı pekliyor. "Neden öyle? Neden şuyun şöyle, buyun böyle?" Sosyallik çemberini iyice daraltınca karşılaşmıyorsunuz böyle şeylerle ama yine de tehlike sürüyor, insanlar değişiyor veya gizlediklerini ortaya dökebiliyor. Kısacası otuz yaşımda dağa taşa tayin istemeyi düşünmemem gerekiyordu, ortalıkta serseri mayın gibi dolaşan insanlardan uzağa gitmenin hayalini kurmamalıydım ama oldu, Mustafakemalpaşa'da kadro olsa da basıp gitsem, annem hazır buradayken onun boş evinde yaşasam diye düşünmeye başladım. İstanbul'a gelişi üç saat. İnsan az. İki adım ötede nehirle orman var. Bilemiyorum, bu çağı hiç sevmedim ben. Korkunç, insan sürüklenmekten yaşadığını nasıl anlayacak ki? Ara sıra kaçıp doğanın içine bombalama atlayarak mı? Bir dünya para harcayacak, izinleri denk getirmeye çalışacak, bir sürü iş. Bu işte bir terslik var, çok uzun süredir böyle.

Çember dar olduğu için pek kimseyle paylaşamıyorum bunu, bibliyoterapi uyguluyorum hemen, toparlıyorum. Bu seferki Engin Geçtan sayesinde oldu, yaşadığımız zaman üzerine düşünüp çıkarımlarda bulunmuş, böylece bizim gibi insanların yalnız hissetmemelerini sağlamış. Tabii bunu Freud, Adler, Jung gibi çok ana kaynaklardan yola çıkarak yapıyor, "sığırlık" bildiğiniz gibi sıklıkla kullanılan bir kavram olsa da bilimsel değildir, bence literatüre girmesi lazım ama henüz böyle bir durum yok. Oysa sosyal, bireysel bağlama cuk oturuyor. "Sığır kişilik bozukluğu" şu meşhur akli denge bozuklukları listesine girebilir, başvurup kovalamak lazım. Evet. Geçtan metnini birkaç bölüme ayırmış, bölümler üzerinden gideyim. "Türkiye Adaletli Bir Yer Değil" bölümünde pek çok çocuğun geleceğin yaşlı gençleri olmaya aday olduğunu söylüyor Geçtan, aileden aldığımız duygusal yük çok ağır olduğu için yetişkin rolü yapan çocuk olmaya adayız. Çocuklukla ilgili eli yüzü düzgün, bilimsel araştırmalar 19. yüzyılın sonunda yapılmaya başlandı, öncesinde yedi yaşına gelen çocuklara yetişkin muamelesi yapılırmış. Akıl alır gibi değil. Direkt fabrikalara veriyorlarmış çocukları, çalışıp para kazanmaları için. İki örnek geliyor aklıma, biri Snowpiercer'da lokomotifi ateşleyen yavrumuz. Kendisi ailesinden koparılıp götürülüyordu, trendeki isyan ateşini yaktığını söyleyebiliriz. İşlevsel. Minicik elleriyle çarkların arasında çok iyi iş görüyor, az yiyor, çok çalışıyor, bir güzel sömürülüyor. İkinci örnek Wells'in Kipps'inden. 18 saat boyunca çalışan çocukların yaşadıkları hayatların sıkılacak suyu kalmıyordu artık, sınıf atlama şansları da pek az olduğu için yürüyen ölüye dönüşüyorlardı. Yaşayan ölüler aslında, Yiğit Özgür'ün bir karikatüründe, "Ölmüş lan bunlar!" deyip insanlığın özetini çıkaran çocuğu hatırlıyorum. Yüz yılda şartlar değişti, çocukluğun ne olduğu az buçuk anlaşıldı ama bu sefer bambaşka problemler çıktı ortaya, Geçtan kendi çocukluğundan bahsederken insanların bulundukları konumu kabul etmiş olduklarını, bunun sağlıklı bir zihnin dengesini koruduğunu söylüyor. Açgözlülük, sınıf atlamak için iş çevirmek vs. sıklıkla rastlanan şeyler değilmiş, aşağı yukarı son elli yılda patlamış bunlar. Yetişkinlerin problemleri gibi gözüküyor ama öyle değil, çocuklara yansıtılanlar sağlıksız bir toplumun temellerini atıyor. Duygusal ağırlıktan bahsedeceğim ben, hepimizin az çok taşıdığından. Darbeler, hayat pahalılığı, teknolojinin dudak uçuklatacak kadar hızlı ilerlemesi derken yetişkinler neyin içine düştüklerini anlayamaz hale geldiler, bildikleri dünya hızla yok oldu ve bambaşka bir yaşama göz açtılar. Yeniden doğmak gibi, bir nevi çocukluğa dönüş. Regresyon diyor Geçtan, geçmişin güvenli dünyasına dönmek için geçmişteki duygularını canlandıran insanlar ebeveynleriyle yaşadıkları sağlıksız ilişkileri de canlandırmış oldular, daha da kötüsü bunu çocuklarına aktardılar. Yetişkinlik diye bir şey kalmadı ortalıkta, altmış yaşındaki adamı çocuk azarlar gibi azarlayan bir adam gördüm metroda. Kapılar kapanırken çocuğuyla birlikte atladı bu abi, kapıyı zorla açıp hareket halindeki vagona atlayıverdi. Olanları şaşkınlıkla izleyen başka bir abi,"Çok tehlikeli bir şey bu yaptığın, çocuğunun hayatını da tehlikeye attın. Yapma bir daha!" diye azarladı, diğeri de, "Tamam," dedi. Bu kadar. Şimdi bu yaşlı abinin çocukluğunda banliyö trenlerinden sarktığını düşünmek ve davranışını elli yıl sonrasında sürdürdüğünü söylemek belki aşırı yorum olacak ama bu küçük örnek bile çok şey söylüyor aslında. Cenin pozisyonunda uyumanın bir savunma mekanizması olarak işe yaradığını söyleyebiliriz, zararsız olduğu da malum ama her "gerileme" bu şekilde gerçekleşmiyor. Geriliyoruz ve eskinin huzurunu arıyoruz, bulamıyoruz, böylece "cemaatlere" yöneliyoruz. Bauman'ın cemaatlerinin bir türüne daha doğrusu, değişen dünyaya karşı insanlığın yerini sabitlemeye çalışan cemaatler. Giderek çoğalıyorlar, muhafazakarlaşıyorlar ve sürü psikolojisinin muazzam örneklerini oluşturuyorlar. Geçmişin huzuru ve geleceğin kaygısı şimdiye dolduruluyor, şimdinin kusursuz şeffaflığı yok oluyor ve görüntü bulanıklaşıyor. Kitleler kolaylıkla güdülüyor, insanlar sahip olduklarını güvenceye almak için çok daha fazlasını yitiriyorlar, insanın şimdisi ortadan kalkıyor. Geçtan'ın nereye gittiğimizi anlamamız için dikkat çektiği bir nokta bu, "şimdi" işgal altındaysa zamanın deneyimlenmesi sekteye uğruyor ve sağlıksız parçalara ayrılıyoruz. Farkındalığımız azalıyor, Heidegger'in "otantik dinleme" dediği nane, empati ortadan kalkıyor ve yanlış çıkarımlara, yanlış denklemlere ve yanlış insanlara ulaşıyoruz. Yanlış insan yükü artıran insandır bence, bizi kendimizden uzağa düşüreninden bir insan. "Varoluş suçluluğu" diyor Geçtan, kendimize karşı işlediğimiz bir suç. Bu tür bir insanın güdümüne girdiğimizde sezgilerimiz bize bir şeylerin ters gittiğini söyler ama inançlarımızı, sevgimizi, karşımızdakine duyduğumuz olumlu duyguları kısamayız, yükün paylaşılabileceğini düşünürüz. Geçtan "yaşam ışığına katılma" eyleminin sıklıkla gerçekleştiğini söyleyerek meseleye bir parça iyimser yaklaşıyor, kendi klinik deneylerinde gözlemlediklerinden yola çıkarak çizdiği tablo olumlu ama yanlış kurulumlarını ve yıkıcılıklarını aşamayan insanların olduğunu da söylüyor. Bazı insanlar kişiliklerini bu yanlış kurulumlar üzerinde temellendirdikleri için çürüyen kısımlarını bilerek koparmıyorlar, başkalarına zarar vermek pahasına. Daha kaliteli yaşayıp daha iyi hissetmeleri kim olduklarını unutturacakmış gibi. Kendilerini kandırma boyutu farklı biçimlere bürünebiliyor, biri "profesyonel hasta" olmalarını sağlıyor. İyileşmek istiyorsunuz ve farklı psikologlara gidiyorsunuz diyelim, bu sürekli tekrarlanıyor ve ilerleme sağlayamıyorsunuz. Siz busunuz, sadece anlatmak için para veriyorsunuz, her şeyi anlatmıyorsunuz ya da sizin bakış açınızı değiştirmeye yol açacak kilit bir niteliğe sahip mevzuyu anlatmıyorsunuz, sadece geziyorsunuz. Müthiş. Geçtan'a göre zamana ve mekana sıkışmış insanlar çoğunluktaymış çağımızda, belki de insanın/partnerin değişimini mekanın ve zamanın değişimi olarak görmek de bir nevi hastalıktır. "Etrafında dolanma sendromu" olsun bu da.

"Özerk İnsan" konusu. İç sesle uyumlu seçimler yapabilmek sağlıklı olmanın başat koşulu tabii, Marar'ın "mutluluk paradoksu" dediği mevzu burada devreye giriyor. Marar'a göre mutluluğun iki ögesi var, toplumla uyum ve özle uyum. Denge sağlandığı ölçüde mutluluk seviyesi artıyor, tamamen toplumun isteklerinin veya kendi isteklerimizin peşinden gidersek mutsuz oluyoruz. Bizimki gibi toplumlarda köşeler çok sivri, belirgin oluyor ve daha çocukluğumuzda bir temiz inşa edildiğimiz için genellikle toplumun güdümünde yaşıyoruz. Geçtan, Frankl'dan alıntı yaparak "varoluş vakumu" denen bir olguyu anıyor, bir türlü giderilemeyen anlamsızlık. Cinsel ilişkilerle, ekstrem sporlarla, dini aktivitelerle vs. biraz dinse de kaynağı çok daha derinlerde bunun, kendimiz olmanın korkusunda, kendimizle doğrudan ve sağlıklı bir ilişki kuramamamızda. "Herhangi bir anda yaşamakta olduğumuz gerçekliğe, ancak bir ilişki içinde kendimizi anlayarak ulaşabiliriz. Ne var ki, ideallerin, inançların, ideolojilerin tutsağı olup kendimizi içtenlikle ortaya koymaktan sürekli kaçınıyoruz." (s. 28) Eksiklik duygusundan tarım devriminin aile yaşantısına ulaşıyor Geçtan, oradan 1968'in ateşli ortamlarına uğruyor, kimlik sorunlarından ensest gibi bozukluklara kadar pek çok meseleye değiniyor. Günümüzün hızlı, fiyakalı ve çürük dünyasını ifşa ediyor, reçete de var üstelik. Bana iyi geldi bunu okumak, ne yaşadığını düşünenlere kafadan iyi gelecektir.

9 Ekim 2019 Çarşamba

Sezer Ateş Ayvaz - Tamiris'in Gecesuçları

2006 Yunus Nadi Öykü Ödülü'nün sahibi Ayvaz 1956 Antakya doğumlu. 1987'de Bütün Oteller İstanbul Palas ile Akademi Kitabevi öykü başarı ödülünü kazanmış, 1988'de bir metni daha yayımlanmış, sonra 2000'e kadar sessizlik. Bu dördüncü öykü kitabı sanırım, olgunluk dönemi öykülerini içeriyor. Tamiris'in Gecesuçları'nı edebiyatımıza yaptığı katkı açısından değerlendiriyorum şu an, çok değerli bir ilk öykü var: Raylarda Makas. Ne katmıştır, gözlemciliğini öykünün tamamında farklı başlıklarla biçimleyen anlatıcı tipi örneğin. Uzaklardan gelen trenlerin izini sürerken bir anda ikinci tekil şahsa sesleniyor, karakteri kendi sözcükleriyle biçimliyor ve anlatıcılıktan yaratıcılığa geçiş yapıyor. "Görüyorum seni!" (s. 10) Anlatıcı görür görmez trenlerin "bir suçu öteye taşımaları" bahsinden görülenin inşasına yöneliyor. Bu iki öge birbirinin içine geçerek anlatıyı oluşturan iki ana parça haline geliyor. İstenmeyen bir yolculuk gerçekleşmiş, bir ihanetin gölgesi düşmüş, İstanbul'dan uzaklara giden "sen"in aşkı ayrılığa, sürgüne dönüşmüş. Anlatıcı kendi konumunu da belirtiyor arada bir yerde: "Yitirdiğin sevinçlerin bıraktığı boşluktayım..." (s. 12) Karakterin kendi boşluğunda doğurduğu bir anlatıcıyı dinliyoruz, karakter kendisini bir öteki vasıtasıyla anlatılabilir hale getiriyor, bir nevi hikâyeleşiyor. On numara teknik. Mevsimler gelip geçiyor, gidiş gelişler arasındaki duygusal boşluklar büyüyor. Yaz yaklaşınca geri dönüş zamanı küçücük bir umuda yol açıyor, kitaplar ve giysiler toplanıyor, trenle İstanbul'a dönülecek. Bu duyguyu Zonguldak'ta çalıştığım zamandan biliyorum, seminer dönemi biter bitmez otobüse atlayıp Çaycuma'ya, Devrek'e, Mengen'e, Yeniçağ'a, oradan otobana çıkıp Bolu derken İstanbul. Umutla dönersiniz İstanbul'a ama yolculuk biter bitmez dönüş için geri sayımın başladığı duygusu, bu duygunun yarattığı sıkıntı, paha biçilemez. Karakterin sevgilisi ayrılmak istediği için bu sefer uğul uğul bir dönüş var, dönülecek bir şey kalmadığı için. Makasların yolu dağıtma biçimleri kalp için de isteniyor en sonunda, başka bir zamana ve yere, belki başka bir insana çıkan yol bulunabilir. İlk öyküden tutuluyoruz, Ayvaz'ın sesi özgün, güzel, iyi.

Çıngıraklı Kapı adlı ikinci öyküde Işıl Özgentürk'ün ödünç alabileceği -tersi de geçerli- bir anlatım biçimi var. Baudrillard'a ait, maskeler ve gerçek kişilerle ilgili epigraf biraz lüzumsuz gibi görünüyor ama Ayvaz bu bölümden esinlenip de yazmışsa öyküyü... Bir kadınla bir adam uzun zamandan sonra birlikte oturuyorlar, masanın iki tarafından doğan iki farklı hikâye birbiriyle bütünleşecek ama zaman zaman sadece birine odaklanacağız. Çaylar, pastalar, kekler yeniyor, bir şey yapmak ve zaman zaman doğan suskunluğu unutmak için. Karakterlerin belli belirsiz hareketlerini de göreceğiz, birbirlerini inceleyecekler. "Hâlâ güzel... Ama yüzünde eskiden hüzün diye gördüğü şey yorgunluk şimdi." (s. 19) "Gözlerini garson kızda unutan" adam, rüzgarda bin bir renkle uçuşan oyuncaklar, ite kaka sürdürülmeye çalışılan diyalogdan uzaklaşmak için araç olarak kullanılıyor bazen, kadın oyuncakların güzelliğinden bahsediyor ansızın, adamın beklediği cevabı öteliyor. Birbirlerini gitmekle suçluyorlar ama kimin gittiğini ikisi de unutmuş, ilişkilerini darmadağın eden anlaşmazlığı sürdürmeye çalışarak bir alışkanlığı yaşatıyorlar. Erkek biraz pişman, kadınsa içine düştüğü bunaltıdan kurtulmak için gitmek istiyor ama erkeğe duyduğu özlem kalkmasını engelliyor. Erkeğin kadının istencinden ötürü zincire vurulduğunu söylemesi kadını tuzağa düşmüş gibi hissettiriyor, belki istediği şeylerin ilişkilerini baltaladığını görmediği için erkeğin incinmişliğini anlayamıyor ve tuzağa bu yüzden düşüyor, kendi kör noktasını göremediği için. Hangisinin haklı olduğuna dair bir ağırlık konmuyor masanın uçlarından birine, sadece takip ediyoruz, bir durumun üzerine çöken dünyanın izlerini görüyoruz sadece. Serin hava, kafeye gelen mutlu çiftler, her şeyi ele geçirme çabasının eleştirisi, erkeğin uzaktaki genç bir kızı görüp hesabı istemesi ve son. Erkek zaten orada değil, kadın da öyle. Biz bir sıkıntının, kadınla erkeğin ortalarına koyup etrafında dönüp dolaşarak içine tam olarak girmedikleri "dikey ve yatay" sıkıntının durmadan genişleyen yüzeyini görüyoruz sadece.

Su İle Her Şeye Hayat. Sıraselviler'de anneyle kızın buluşması. Kopuk bir ilişkinin kırk yıllık geçmişine üstünkörü değiniliyor, Parisli anne kızları büyüyünce İstanbul'dan memleketine dönmek istediğini söylüyor, arkada bıraktıklarını yılda iki kez görüyor sadece. Kışın İstanbul, yazın Paris. Madam Suzan, annesi Madam Anie'nin hikâyesini öğrenmek istiyor, çok fazla zamanları kalmamış. Yıllar geçmiş ve söylenemeyenler derinlere gömülmüş ama çıkarılmaları için çok geç değil. Patlama olmasaydı. Muhtemelen Onat Kutlar'ı ve pek çok insanı aramızdan alan patlama bu, ya da HSBC'nin önündeki patlama, bilemiyoruz ama anlıyoruz ki Madam Anie artık sadece oturacak, kahvesini içecek. Sepya bir fotoğrafta. Açık Pembe Üçgen'e bakalım, başka bir tür kırıklık var burada. Nisan'ın sağ ayağıyla başlayıp sol ayağıyla bitirdiği bir gecenin kalıntıları. Ölmüş olsa da varlığı süren, alkol ve sigara kokan baba ve babanın kişiliğini ortadan kaldırdığı bir annenin arasında Nisan'ın yaptığı tek şey, çoraplarını ve kıyafetlerini giyip sokağa çıkmak, tekinsiz sokaklarda dolanmak ve durup beklediği bir noktada hayat kadınlarının, torbacıların ve pezevenklerin arasında oturmak. Kendisini arabasına alan kibar adamla yaşadıklarıyla da bitiriyoruz, ince tedirginlikler ve geçmişten kurtulma çabası kara bir geleceği yaratıyor burada da.

Aldatılanların hikâyeleri, babanın gölgesi altında büyümeye çalışan kızlar, babanın ortada olmadığı anne-kız öykülerinin ışıltıları gibi pek çok konuya değiniyor Ayvaz, öykülerini kurduğu dil, kullandığı imgeler özgün. İyi yani, Türk öykücülüğüne sıkı bir katkı.