13 Ekim 2012 Cumartesi

Charles Bukowski - Kadınlar

Postane sonrası Chinaski dönemini anlatan ve en çok gömüşmenin yaşandığı roman. Chinaski'nin hayatını zaten biliyoruz. Dolayısıyla bilmeyen biri için bol içmeli, affedersiniz, bol potur potur sıçmalı, bol işemeli, bol yarıklı, bol kamışlı, iğrenç bir roman bu. Odun gibi yazılmış, doğru düzgün bir kurgusu yok, karakterlerinin derinliği yok, bu yüzden bok gibi bir roman. Evet, sahiden de götüm gibi bir roman, gerçekten çok özür diliyorum. Ama çok güzel bir göt. Bukowski'yi insanları iğrendirebildiği için seviyorum, basit yazdığı için, kendi deyimiyle "ciddi" olmadığı için.

Kadınlar, postaneden sonraki dönem. 50-56 veya 58 yaş aralığını anlatıyor. Postane'nin yazılışını görmek mümkün ilk sayfalarda; bolca viski, bolca puro, bolca klasik müzik ve bir gecede yazılan sayfaların hesabı. Chinaski kendini yazarlığa vermiş. Şiir yazıyor, roman yazıyor, at yarışlarına devam, kadınlar zaten bir dünya. Bukowski'nin romanlarında bunların hepsine rastlarız ama her bir romanda da ana bir izlek olur. Tayfalı romanda at yarışlarıydı, barlar da vardı. Postalı romanda postane ve saçmalıkları. Factotum'da bir dolu iş ve iğrenç iş hayatı. Burada da kadınlar. Kadınlar üstünden Bukowski'nin yazarlığı, içişleri, sıçışları, seksleri, yolculukları, geçmişi, sevdiği yazarlar, her şey.

Kişi: Lydia Vance. Chinaski'nin aşık olduğu kadın. Lydia da Chinaski'ye aşık. Manyak bir hanım. Heykeltraş. Chinaski'nin büstünü yapıyor. Ayrıldıkları zamanlarda büst kızın evine gidip geliyor. Arıza bir ilişkileri var, hanım tam şirret.

Kişiler: O'Keefe ailesi. Yaşlı bir karı koca. Chinaski'nin ev sahipleri. Pek yer alamasalar da Chinaski'ye oğul muamelesi yapıyorlar. Chinaski 50 yaşında adam, insan garipsiyor. Demek ki yalnız ve sefil bir hayat süren herkese çocuk gözüyle bakılabilir. Bunlara göre.

Chinaski, Lydia'ya kadar dört yıl boyunca kimseyle sevişmemiş. Lydia oluyor ve bir anda patlıyor kadın mevzusu. Lydia aşırı kıskanç, delirdiği zaman ne yapacağı belli olmayan bir kadın. Dans etmeyi çok seviyor, erkeklere yükselmeyi çok seviyor, gömüşmeyi çok seviyor. Chinaski'nin etrafında bir dünya yeni insan olduğu için de ne zaman patlayacağı belli olmayan bir saatli bomba gibi Lydia. Şuna gel: "'Evi tertipli bir erkek tanıdığımda bir sorunu olduğunu bilirim. Çok tertipliyse i.nedir zaten.'" (s. 22)

Şiir dinletileri genişçe yer tutuyor gömülecek hanım bulma konusunda. Chinaski artık yavaştan bilinmeye başlanan bir şair, şiir dinletilerine çağrılıyor yayınevleri ve üniversiteler tarafından. Gidip bol bol içiyor, şiir okuyor, seyirciyle küfürleşiyor ve bulduğu kadınlara yumuluyor. Arada Lydia arıyor tabii, kontrol amaçlı. Bir de mektuplar var, adama çıplak fotoğraflı mektup yolluyor kadınlar. Oradan da hanım buluyor Chinaski. Mektupla kız buluyor adam. Saygı göstermeliyiz.

Bir dinleti ertesinde bir profesörün karısı olan Selma'ya sarıyor: "Saat onda kahvaltı etmek için yukarı çıktım. Pete ve Selma'yı buldum. Selma harika görünüyordu. İnsan nasıl bir Selma edinirdi? Bu dünyanın köpekleri asla bir Selma edinemezler. Köpeklere köpekler düşüyordu. Selma kahvaltıyı hazırladı. Harikuladeydi ve bir erkeğe aitti, bir üniversite profesörüne. Haksızlıktı, bir şekilde. Eğitimli kaypak balonlar. Eğitim yeni Tanrı'ydı, eğitimli erkekler de yeni toprak ağaları." (s. 32)

Eğitime geçirmece bir yana, bir de Chinaski'nin her kadını aynı görmediğinin de kanıtı bu. Bir düdüklenecek kadınlar var, bir de düdüklenemeyeceği için uzaktan bakılan kadınlar.

Kişiler: Bobby ve Valerie. İki blok ötede oturan evli çift. Chinaski'nin arkadaşları. Bobby karısını Chinaski'ye sunuyor, birçok kişiye de sunmuştur zannediyorum. Acayip insanlar, Bobby de bulduğu kadınla sevişiyor. Özellikle Chinaski'nin yazdığı kadınlarla. Chinaski adama değil, kadınlara kızıyor. Kendisi de gençliğinde Bobby'den farksızdı çünkü. Köpekler köpeklere ses çıkarmıyor.

Bir cümlede varoluşla zamanın ilişkisini süper bir şekilde anlatıyor Bukowski: "Varoluş nabız gibi atan dayanılmaz bir şeye dönüştüğünde zaman geçmek bilmez." (s. 42) Lydia'nın kafayı yiyip durmadan Chinaski'yi aradığı, evini basıp içki şişesini kırdığı bir gecede Chinaski içki dükkanının açılmasını beklerken böyle düşünüyor. Alkol, adamın benzini.

Dee Dee giriyor sonra Chinaski'nin hayatına, Lydia'yla yine kavga gürültü ayrıldıkları bir dönem. Dee Dee adamı yazarların takıldığı bir bara götürüyor. Yazarlardan nefret ediyor Chinaski.

"İlk görüşte uyuz oldum hepsine, orada oturmuş zeki ve üstün görünmeye çalışıyorlardı. Sıfırlıyorlardı birbirlerini. Bir yazar için en kötü şey başka bir yazarla görüşmek, ondan da kötüsü, çok sayıda yazar tanımaktır. Aynı bok parçasına konmuş sinekler misali." (s. 55)

Şu paragrafın daha sonra deli bir şekilde açıldığını göreceğiz. Şimdi Lydia dönmeye karar veriyor, Chinaski de Dee Dee'yi çok sevmesine rağmen kadını terk ediyor, çünkü Lydia'ya aşık. Sonrasında Nicole'le tanışıyor mektup yoluyla. Yine bir Chinaski edebisi:

"'The New Yorker okur musun?' diye sordu. Çok iyi öyküler basıyorlar.'
'Katılmıyorum.'
'Neden?'
'Fazla eğitimliler.'" (s. 69)

Lydia Nicole'ün evine bira şişesi fırlatıyor, kafayı yiyor. Aynı felaketler, bunları geçiyorum. Chinaski'nin dağda kaybolduğu bir bölüm var. Lydia ve Lydia'nın kız kardeşiyle pikniğe gidiyorlar, salak Chinaski kayboluyor. Saatlerce yürüyor, kimseyi göremiyor. Umutsuzluğa kapılıyor falan. Sonra Lydia buluyor bunu. Chinaski'nin dediği: "'Hayır, cehaletim ve korkaklığım yüzünden kayboldum. Tam bir insan değilim -gelişmesi önlenmiş bir kent insanıyım. Sunacak hiçbir şeyi olmayan başarısız bir bok yağmurundan başka bir şey değilim.'" (s. 92)

Chinaski'nin bütün hayatı kocaman bir kent eleştirisi. Nefret ettiği insanları kullanıyor, onları düzüyor, onları dövüyor -arada dayak yediği de oluyor tabii- ve evine dönüp horul horul uyuyabiliyor. İnsanın olmadığı yerde küçük bir çocuk kadar çaresiz. Her şeyin farkında. Aslanın güçlü olduğu yeri bilmesi, güçsüz olduğu yerden uzak durması demektir, dolayısıyla ormanda Chinaski'yi bırakırsanız garanti ölür ama şehirdeyken kız arkadaşınızı yanında iki dakika bırakmayın.

Kadınlara da hiç girmeyeceğim artık, o kadar çok var ki. Gömüşmelerden bıktım. Chinaski'nin dediklerinden gidiyorum.

Katherine adlı süper bir hatunla beraber boks maçına giderler.

"Tuhaf bir duyguydu Katherine'le orada olmak. İnsan ilişkileri tuhaftı. Demek istediğim, bir süre biriyle birlikte oluyor, onunla yiyor, yatıyor, sevişiyor, konuşuyor, geziyor, hayatını paylaşıyordun. Sonra bitiyordu. Bir süre kimseyle birlikte olmuyordun, sonra bir başka kadın çıkıyordu karşına, bu sefer onunla yiyor, onunla düzüşüyordun ve her şey çok doğal görünüyordu; siz hep onu, o da hep sizi beklemiş gibi. Hep eksik hissettim kendimi yalnızken; iyi hissettiğim de oldu, ama hep eksik." (s. 106)

Ne eksik ne fazla, kitabın olayı bu. Bir de Bukowski'nin yazarlığa yaklaşımı var aynı sayfalarda:

"İlk dövüş sıkıydı, bol kan ve cesaret. Boks maçlarına ve hipodroma giderek yazmak hakkında bir şeyler öğrenebiliyordun. Mesaj açık değildi ama bana yararı oluyordu. Önemli olan da buydu zaten: Mesajın açık olmayışı. Sözsüzdü, yanan bir ev gibi, deprem gibi, sel gibi, arabadan inerken bacaklarını sergileyen bir kadın gibi. Başka yazarların neye gereksindiklerini bilmiyordum; merak da etmiyordum, okuyamıyordum onları zaten. Kendi alışkanlıklarımın ve önyargılarımın tutsağı olmuştum. Nedeni sadece kendi cehaletinizse hiç de fena değildi aptal olmak. Bir gün Katherine hakkında yazacağımı ve kolay olmayacağını biliyordum. Fahişeler hakkında yazmak kolaydır, ama iyi bir kadın hakkında yazmak zor." (s. 197)

Okuyucusuna biçtiği rol de belli değil Bukowski'nin; bir "siz" diyor, bir "sen". Yine de okuyucuya yakın hissettiği söylenebilir, zaten okurları da ya gömdüğü kızlar, ya da hiç sallamadığı erkekler. Hepsi aynı. Bir yerlere sürüklenen ve buldukları tahta parçalarına sarılan, bazen onları düzen insanlar. Chinaski'nin kaybolma deneyiminden sonra bu duruma dikkat etmeye başlaması son derece doğal, anlatıcının kendini çözmeye başlaması da kayboluştan sonraya rastlıyor: "(...) Beni boks maçlarındaki ve hipodromlardaki insanlarla özdeşleştirdiğini biliyordum; ve doğruydu, onlarla birdim, onlardan biriydim. Sağlıklı insanların olduğu anlamda sağlıklı biri olmadığımın farkındaydı Katherine. Hep yanlış şeylere meyletmiştim: içmeyi seviyordum, tembeldim, tanrım yoktu, siyasetim yoktu, fikirlerim yoktu, ideallerim yoktu. Hiçliğe razıydım; yoktum aslında, ve bunu kabullenmiştim. Bu ilginç kılmıyordu beni tabii ki. İlginç olmak da istemiyordum zaten, fazlasıyla zahmetliydi. Tek isteğim yumuşak ve puslu bir yerde bir başıma, rahatsız edilmeden yaşamaktı. Diğer taraftan içince nara atıyor, sapıtıyor, kontrolden çıkıyordum. Genel halimle sarhoş halim çelişiyordu. Umursamıyordum." (s. 110) Umursamıyordu, umursadığı zaman düşüncelerini aklından şöyle bir geçirip içkiye devam ediyordu, basit ve güzel olan oydu çünkü. Fikirler de güzeldi ama zordu, yaşamaksa kolay. İçkiyle.

William Burroughs içeren bir bölüm var, süper. Kendisi Beat yazarlarının krallarından biri. Neyse, yine bir şiir dinletisi vermeye gidiyor Chinaski, işleri ayarlayan adam da Joe. Burroughs'u görüyorlar odanın penceresinden. Ertesi gece o şiir okuyacakmış. Chinaski, Burroughs'la tanışmak istemediğini söylüyor, Joe tanışmaya gidiyor.

"Joe Washington döndü. 'Burroughs'a yan dairede senin kaldığını söyledim. 'Burroughs,' dedim, 'Henry Chinaski yan dairede.'
'Oo,' dedi, 'Öyle mi?' Seninle tanışmak isteyip istemediğini sordum. 'Hayır,' dedi." (s. 198)

Dsdf, iki yazarın gerçekten de konuşacak neleri olabilir ki?

Alıntı yapmayacağım; Chinaski en sevdiği iki yazar olarak Fante'yi ve Céline'i gösteriyor. Fante: Dugusallıktan korkmayan, cesur bir adam. Céline: Bağırsaklarını deştiler ve güldü, onları da güldürdü. Çok cesur bir adam. Hemingway'i sevmiyor. "Fazla ciddi. İyi bir yazar, cümleleri güzel. Ama onun için hayat kesintisiz bir savaştı. Hiç bırakmadı kendini, hiç dans etmedi." (s. 216)

Bukowski'nin bütün tanıştığı kadınları düzmediğini biliyoruz; bazıları gerçekten çok iyi kadınlar. İnsan olarak. Erkeklere aynı gözle bakmasa da kadınların iyi olanlarını da ayırt edebiliyor kendisi, bir et manyağı değil. Zaten kendisi de belirtiyor, duygusuz, makineleşmiş seksten nefret ediyor. Onun için öpüşmek başta olmak üzere duygu dolu bir seks önemli. Böyle diyor ama köklüyor, makattan düdüklüyor, bütün ayrıntıları da veriyor yani ayıcık. Oh. İnsanlık için hissettikleri belki de en belirgini: "İnsanlık, baştan kokuşmuştun zaten. Budur benim düsturum." (s. 241)

Bir bunun kadar daha yazılacak malzeme vardı ama sıkıldım, bitiriyorum. Bukowski işte.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder