Keegan metni yazmaya başladığı 1989'dan önsözün yazıldığı 1993'e kadar araştırmalarının niteliği açısından çok fazla değişikliğin meydana geldiğinden bahsediyor. Körfez Savaşı'nın sonlanması, Yugoslavya'daki iç savaş, Soğuk Savaş'ın sona ermesi, pek çok mesele savaşın kültürel bir olgu olduğu yönünde çok fazla veri sağladığı için çalışmalarını gözden geçirip savaş antropolojisi alanına daha dikkatli bir biçimde eğilmiş. Giriş bölümünde askerlik tarihi üzerine eğitim aldığını, ailesinin savaşçı geçmişinden yola çıkarak savaşla ilgili meselelere merak duyduğunu anlatıyor. İnsanoğlunun ilk topluluklarıyla ordu arasındaki benzerliğin etkisinden de bahsediyor, alaya karşı işlenen bir suçun asla unutulmayacağını söylerken bunun kabile yaşamının tabularını anımsattığından bahsediyor. Bu tabu kavramı aslında metnin temelini oluşturuyor, savaşın kendi tabuları var ve bu tabular kültürden kültüre farklılık gösteriyor. Keegan farklı kültürlerdeki savaş algılarını incelerken kıyaslamalara girişiyor ama öncelikle Aristoteles ve Clausewitz üzerinden savaşın neliğine dair, Aydınlanma ruhuyla "politik hayvanın ruhu" arasında eleştirel bir karşılaştırmaya girişiyor, metnin ilk bölümünde bu karşılaştırma genişçe bir yer kaplıyor. Özetle Clausewitz'in teorisyenliğine şahitliğini katmadığını düşünüyor Keegan, şehirlerin yakılıp yıkıldığını gören Clausewitz savaşın yol açtığı aşırılıkları, "yasa dışılıkları" savaşın doğası gereği gerçekleştiğini söylüyor, askerlerin ölüm makinesi olmaları da bu açıdan normal ama bazı olaylar işlerin böyle olmadığını söylüyor; I. Dünya Savaşı'nda askerlerin %80'i -diyeyim, şimdi yüzdeyi tam hatırlamıyorum ama oldukça yüksekti- tek bir kez olsun ateş etmemiş. "Savaşın doğası" diye bir şey olmadığını söylüyor Keegan, savaşın doğurduğu pek çok çarpıklık var, hepsi bu. Clausewitz hakkında şöyle diyor Keegan: "Gerçi son derece iyi bir beyne sahipti ama eğer fazladan bir entelektüel boyuta sahip olabilseydi, savaşın politikadan çok daha fazlasını kapsadığını görebilirdi. Savaşın aslında kültürün bir göstergesi olduğunu, çoğu zaman kültürel biçimleri saptadığını ve bazı toplumlarda kültürün ta kendisi olduğunu algılayabilirdi." (s. 32) Sonrasında Clausewitz'in hayatına eğiliyor, feodalitenin ve modernizmin savaşlar üzerindeki etkilerini Clausewitz'in görüşleri üzerinden temellendiriyor, Adam Smith'in eserleri ve Marksist bakış açısıyla etkileşimli olarak. I. Dünya Savaşı'nın fikir babası olarak Clausewitz'i görebileceğimiz söyleniyor, "doğru savaş" ideolojisinin kendisinden miras kaldığını düşünüyor Keegan, böylece dosdoğru bir savaş çıkıyor, "son savaş" olarak. Bir yerlerde fena yanıldığını söylemek lazım.
Savaş kültürlerini incelemeye Polinezya üzerinden başlıyor Keegan, Afrika'nın güneyine kadar uzanan bir bölgedeki savaşların izlerini sürüyor. Avrupa'dakinden çok farklı işler dönüyor orada tabii. Deniz kırlangıcının yumurtasını bulan ilk adamın kral olduğu bir coğrafyadan bahsediyoruz, bitmek bilmez denizleri ve sayısız adasıyla Polinezya antropolojiden arkeolojiye pek çok bilim dalının ilgisini çeken bambaşka bir zenginlik. Clausewitz'in görüşleriyle uzaktan yakından alakası yok Polinezyalıların ve dağıldıkları bölgelerdeki halkların, Zulular üzerinden bu çıkarımı yapabiliriz. Keegan adalıları halklara göre ayırmış, Zulularla başlıyor. Ubuntu diye bir anlayış var adamlarda, insanlığa değer veriyorlar. Çeşitli ritüeller, törenler yapılıyor savaştan önce, Turan taktiğine benzer taktikler uyguluyorlar, Shaka gibi hükümdarların dışında kadınları ve çocukları öldürmek isteyen yok, savaş alanındaki erkeklerin öldürülmesi yeterli. Shaka nam eleman tam Clausewitz'in sevdiği komutanlardan biri, savaşı yaşam tarzı haline getirmiş ve önüne kim çıktıysa silip süpürmüş. Keegan'a göre çoğu hükümdarın yaptığı hatayı yapıp ganimetleri ekonomiyi güçlendirmede kullanmadığı için fosilleşmiş, kültürü yayılmadan önce yok edilmiş. Sonra Memluklar geliyor, Moğollarla ve Türklerle birlikte inceleniyor. Halife el-Muntasır'ın Türkler için "dünya üzerinde kimsenin onlardan daha sadık, daha kalabalık ve daha cesur olmadığı" görüşünde bulunduğu iddia ediliyor. Bunun yanında günümüze doğru geldikçe ilginç detaylar ortaya çıkıyor. Helmuth von Moltke, Clausewitz'in öğrencisi, Türk ordusunun modernleştirilmesi için 1835'te Prusya'dan topraklarımıza geliyor ve daha ilk zamanlarında cesareti kırılıyor. Şöyle bir sözü var: "Bir Hristiyan'ın uzattığı en ufak bir hediye bile şüpheyle karşılanıyor... Bir Türk, bilim, yetenek, zenginlik, cesaret ve güç konularında Avrupalıların kendi ulusundan daha üstün olduğunu duraksamadan kabul eder ama bir yabancının kendini bir Müslüman'la bir tutabileceği kesinlikle aklına gelmez." (s. 66) Sonrasında Kavalalı Osmanlı ordusunu silip süpürdüğünde iyice umutsuzluğa düşüyor ve Mısırlılar tarafından memleketine gönderiliyor. Kültürel farklara dikkat çekiyor Keegan, Osmanlı ordusunun "gerçek" Türklerle sınırlanmasının bir süreliğine güç kazandırdığını ama sonrasında çöküşü hızlandırdığını söylüyor.
Samuraylara bakıyoruz, adamlar 1260'ta Arapları ve 1274'te Moğolları tokatlamışlar, 1281'de Moğolları bir daha tokatlamışlar. Samuray disiplini, tekniği ve ekipmanları efsane olmuş durumda. Zen Budizmi adamların manevi altyapısını oluşturuyor, savaş hakkında muazzam fikirleri var, Hagakure'yi okursanız -İş Bankası falan filan Yayınları bastı- işin derinliğini anlarsınız. Neyse, Feodal Japonya, Meiji Restorasyonu derken kısa bir tarihçeyle samuraylar hakkında yeterince bilgi sahibi oluyoruz. Sonrasında nükleer enerjinin kullanımına atlıyor Keegan, gözdağı savaşı diye salladığım bir durumu açıklıyor ve "uzatılmış savaş" dediği naneye değiniyor, gerilla savaşı aslında, yorana ve bıktırana kadar savaş, her yerde ve her an. Bu tür bir savaşın Avrupa'da örneğinin pek görülmediği söyleniyor, Avrupa bu tür bir işgal altında kalmadığı için elbet. Avrupa'da cephede savaşın durdurularak düşmanların birlikte yeni yılı kutlamalarından cepheden cepheye sigara, yiyecek vs. atılmasını hatırlayalım. Aslında Avrupa'ya yakın olduğumuzun bundan daha sağlam bir kanıtı var mıdır bilmiyorum; karşılıklı sigara atmışız biz. Valla önemsiz bir şey gibi duruyor ama savaş sırasındaki tutum çok önemli. İnsani bağlamda. Yoksa biliyoruz ki sigaramızı içen adamın beynini beş dakika sonra dağıtabiliriz ama tetiği çektiren nedir, sigarayı attıran nedir, bunları düşünmemiz lazım. Bir de savaş alanlarının belirli olduğu söyleniyor, dünya çapında böyleymiş bu. Verimsiz topraklarda değil, ulaşım ve ikmal açısından elverişli bölgelerde savaşılmış şimdiye kadar. Belçika örneğin. Tabii kültürel paradigma değiştikçe farklı savaş taktikleri çıkmış ortaya, bazıları onursuzca bulunmuş ve yine de kullanılmış.
Taş Devri'ne geri dönüyor Keegan, insanların savaşmak için geliştirdikleri düşüncelerden ve insanın şiddete meylinden bahsediyor, Freud üzerinden işin psikolojik kökenlerini inceliyor, ilk savaş arabalarından atom bombalarına kadar geniş bir aralıktaki silahları gözden geçiriyor, Hunlardan, Yunanlardan, Romalılardan örneklerle savaşların kültürel değişimleri konusunda birtakım çıkarımlarda bulunuyor. On numara iş, süper bir araştırma. İki gecelik nöbeti bir güzel yemiştim bunu okurken. İlgi çekici detaylar falan, savaşlar mavaşlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder