Epigraf Maharaj'dan, hayata bağlanmanın kedere bağlanmak olduğunu ve bize acı vereni sevdiğimizi söylüyor. Üç acıyla karşılaşıyoruz, hatta acıyı güzelleyen bir dilin doğurduğuyla birlikte dört. Selçuk hoş bir anlatım tekniği kullanmış, metni Hilal, Yarımay ve Dolunay olmak üzere üç parçaya ayırıp üç neslin aşk acısını anlatmış, Werther'in acılarının zemininde. Hilal bölümü 21 Temmuz 1999'da, Yarımay 20 Temmuz 1969'da, Dolunay 19 Temmuz 1949'da başlıyor, üç farklı zaman diliminin güncel meselelerini de görüyoruz böylece; Dolunay'da II. Dünya Savaşı'nın siyasi çalkantılarını ve devamındaki siyasi çekişmelerin toplumsal yansımalarını görebiliyoruz, Bekir'in -Bekir'di sanırım- babası belediyenin eski başkanı ve Demokrat Parti ortaya çıkınca sahneden çekilmiş, unutulmuş bir adam. Bekir başkanın oğlu olduğu için kasabada tanınmış bir isim ama daha çok serseriliğiyle tanınıyor. Adam dövüyor, haplanıyor, Josephine'e duyduğu aşktan ötürü dengeden yoksun. Karısının yüzünü görmeye dayanamıyor, soluğu Josephine'de alıyor ama kadın bir süre sonra Bekir'e duyduğu sevgiyi yitirince, sevilmek değil de gönlünce sevmek istediği için kasabadaki erkeklere aşkı öğretip mutsuzlar ordusu yaratınca Bekir'in şirazesi hepten kayıyor. Üç bölümün ilk örneklerinin başında Werther'in acılarının yansımaları var, alıntılardan Dolunay'a düşeninde Josephine'in kutsallığına denk bir durumun eşleniği var. Otuz altı yaşında bir adam, evli, aşk acısı yüzünden birilerini dövmek istiyor ve herkesin içinde kuyumcunun oğlunu ağlatana kadar tokatlıyor. Ermeni kuyumcuyla arası bozulmuyor, adam her gördüğünde selam vermeye devam ediyor Bekir'e, kasaba havasıyla ve esnaflıkla ilgili bir şey. İtle dalaşmaktansa çalıyı dolaşmanın iyiliği çıkıyor ortaya, Bekir'se acısını Josephine'in kendisini görmek istemediği ilk günlerin dolunayıyla bir tutuyor. Tepede, bütün parlaklığıyla duruyor, yıllar geçse bile her döngüde acısını hatırlayacak, eğer yıllar kendisi için geçerse. Josephine'in evini bastığında, sevdiğinin yanında kuyumcunun oğlunu görünce cıngar çıkıyor tabii, bazılarını acı bir son bekliyor. Bekir'in hikâyesi kabaca bu. Geçmişi düşündüğü zaman babasının bazı sözlerini hatırlıyor, örneğin kasabanın Kurtuluş Savaşı'na katılmamasından ötürü duyduğu pişmanlık incelenmeye değer. Varsayımsal konuşacağım ama kanıt güçlü. Yunan ordusu ve çeteleri mekanı basınca Kirmastılılar -Mustafakemalpaşa'nın eski adı Kirmastı, Tatar Ramazan'ın yanında gördüğümüz Kirmastılı nam adam geliyor akla- sinmişler, çetelere yardım etmişler falan. Savaşmayı geçtim, can ve mal korkusundan yapmadıkları iş kalmamış. Sonrasında Mustafa Kemal bölgeye gelmiş ama Kirmastı'ya uğramamış, olanlardan haberdar olduğu söyleniyor. Kasabalılar ilçenin adını Mustafakemalpaşa olarak değiştirmişler sonra, olaya bak. Kısacası, anlatının mekanı Mustafakemalpaşa diyorum ve Bekir'in kuyumcunun oğlunu eski belediye binasının önünde dövdüğünü hayal ediyorum, meskenin en civcivli yerinde.
Ayın varlığı acının büyüklüğünü gösteriyor Bekir için, Hilal bölümünde başka bir durum var. Var olan bir sevilenin acısı dolunay olarak beliriyor, Hilal'deki genç çocuğun "Sevdiğim" dediği kadın ortalıkta olmadığı için acı benzer şiddette ama ay küçük, daha az aydınlık saçıyor. Bölümün epigrafına bakınca aşksız dünyanın hiçbir anlamı olmadığına dair bir alıntı var yine Werther'den, sevilenin hayali olup olmadığını düşünüyoruz ister istemez. Bakalım. Eleman mimarlık okumuş, üzerine edebiyat fakültesine girmiş. Çokça okuyup ettiğini biliyoruz, intihar edemediğini biliyoruz, babasıyla annesinin kaygılarını dindirememesinin oburluğundan kaynaklı olduğunu da biliyoruz ama oburluğa yol açan dürtünün ne olduğunu anlatının ortalarına kadar bilemiyoruz. Basit, sevgiyi yiyeceğe eşleyen ve çok konuşan, bol konuşan, oral takıntı geliştiren mesele aşkı koruma ve kollama yollarını ararken bedenin çarpık savunma mekanizmalarını üretmesi. Adam yiyor ve mide fesadı geçiriyor bir yerde, hastanelik oluyor ama midesindekileri çıkarmak istemiyor, ölüm pahasına. Bunun yanında doksanların dünyasına kapı aralıyor, toplumun hızlı değişiminden kaynaklanan birtakım çarpıklıklar, sıkıntı veren meseleler bu bölümde irdeleniyor.
Yarımay'a bakıyorum, 1960'lı yılların sonunda özgürlük, isyan ve umut bizim topraklara pek uğramasa da Amsterdam'dan öğretmenin yaşadığı köye staj yapmaya gelen Türk kızı Avrupa'da esen rüzgarı peşinde getiriyor. Herkesle konuşan, kısa sürede köylünün sevdiği biri haline gelen kız öğretmenlik yapacak, Amsterdam'a dönmeden önce kendi toprağını tanımak, insanlarıyla vakit geçirmek istiyor ve öğretmenin kalbini yakıyor. Öğretmen evli, çocuğu olacak, karısını sevmiyor ama sever gibi gözüküyor, kıza abayı yaktığı için ne yapacağını bilemiyor ve kızın etrafında pervane oluyor. Ay var bir de, Ay'a gidilecek o sıralarda. Kız bu olaya kafayı takmış durumda, Amsterdam'a döner dönmez teleskobuyla Ay'ı gözleyecek, öğretmen köyünde kalacak. Böyle oluyor, öğretmen uzaklara giden aşkının ardından yürekte bukağısıyla kalıyor. "Yarımay", kız yanındayken Ay'ın parıltısı seçilemiyor, gittiği zaman orada, bu açıdan güzel bir sembol. Sosyal meselelerde elimizde kurnaz bir hoca var, insanlara dünyanın iki boynuz arasında durduğunu söylüyor, okulların çocukları gavur yaptığından bahsediyor, böyle bir tip. Öğretmenle hoca arasındaki çatışma gizliden gizliye sürüyor. Günümüzde de sürüyor. Sanırım hep sürecek.
Coşkulu bir dil, Werther'in hoşuna gidecek kadar romantizm esintili. Güzel bağlantılar, üç anlatının kesişme noktaları ilgi çekici, iyi bir teknik var. Kemal Selçuk'u takip edeceğim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder