14 Eylül 2019 Cumartesi

Henry David Thoreau - Walden

Filyos'ta biraz yukarılara çıkınca binaların kökü kuruyor, ağaçların altına çöküyorum, denize bakıyorum. Işıl ışıl, masmavi bir kumaş. Mandaların boyunlarındaki çanların sesi. Rüzgar esince hışırtılar. 11 Nisan 2015, İstanbul'a dönmeyi düşünüyorum, tayin isteyeceğim. Niye isteyeceğim, orada öylece durmak varken ben yola düşmek istiyorum, dönmek istiyorum. Dönerek iyi bok yiyorum ama zaten en fazla bir yıl daha kalabilirdim, neyse, dört gün boyunca ormanda bu metni okuyorum, bitince ara sıra ağaçların altına gitmeye devam ediyorum ama zamanım doluyor, İstanbul'a dönüyorum. Yıllar geçiyor, ben aynı ağaçların altına her yıl gidiyorum ama aklımda başka şeyler var artık, duymam gerekenleri duyamıyorum. Sonra bir gün bir düzeltme işi için yollanan metne bakıyorum: Walden. "Ah," diyorum, yazın ortası, benim için mutluluk veren bir anımsayış. Ormanda bir evde bir Thoreau/anlatıcı, hemen yanında şehir, bir geyik geliyor ama yanlış metinde olduğunu fark edip Erlend Loe'nunkine gidiyor, Thoreau yalnız. Walden Gölü'nün kıyısında, Massachusetts'in Concord kazasında, Dünya'da bir yerde. Nasıl bir imge uyanıyor, diyelim ki Thoreau gezegenin herhangi bir yerinde o iki yıl boyunca, bir başına yaşasa da yürüyüşçülerle, kendisi gibi yabanlarla, yetiştirdiği ürünleri satın alanlarla irtibat kuruyor ama sıkı bir ilişki yok aralarında, kendisiyle kurduğu ilişkiden başkasına pek rastlamayacağız. "Kendim kadar iyi tanıdığım başka biri olsaydı kendim hakkında bu kadar çok konuşmazdım." (s. 12) Kendiyle alakalı konuşurken Bahtin'in "kendinde-olan-ben" olarak tanımladığı anlatıcıyı kullanacak, gerekirse estetiği baltalayıp kendine bakışını olabildiğince berraklaştıracak. Gerçi metnin anlatıcının kendisinden yola çıkarak bir haz sağlamasına lüzum yok pek, doğa bu işi yeterince üstleniyor. Doğayla birebir ilişki kuran benliğin sırf kendine dönük olabileceğini düşünemiyorum, düşününce bu durumun patolojik bir vakaya varacağını seziyorum. Thoreau bu noktadan çok çok uzakta, bizimkinden bambaşka bir galakside. Walden'ın kenarında bir yerde, yanlış hatırlamıyorsam iki yıl boyunca kaldığı kulübe günümüzde müze benzeri bir yere dönüştürülmüş, ziyaretçilere açıkmış. Ne hoş. İki yüzyıl önce adamın biri vergi borcu yüzünden hapse giriyor, hapisten çıkınca çeşitli mekanizmalarla denetlenen medeniyetin denetiminin dışına atıyor kendini, üstelik balık tuttuğu, toprağı işlediği ve yürüyüşlere çıktığı yerler görülebiliyor bugün. Ucuza temin edilen tahta parçaları, hizmet sektöründe saatlerini harcayıp aslında çok da gerekmeyen eşyalar için harcadığı parayı yetiremeyen insanlar, yalvaçlıkta Thoreau'nun altında kalmayan gezgin, bunlar döngüye karışıp yok oldu ama ruh yürümeye devam ediyor.

Transandantal işlerde daha üst bir gerçekçilikle karşılaşırız, insanın özünden başka bir şeyi düşünememesini sağlayacak ortamlar gerekir bunun için. Yollar dönüp dolaşıp insana çıkmalı yine, üretimden tüketime, yaşamdan ölüme pek çok yol. Düşünce ve sanat da oralarda bir yerlerde. Hint felsefesinden Ovidius'un dizelerine kadar pek çok kaynaktan alıntı yapan Thoreau, anlatısına zihnini beslediği kaynakları da katıyor. Kendi durumuna yonttuğu sözler var, o anla doğrudan bağlantılı sözler var, karışık. Sonuçta insanın arayışıyla ilgili hepsi. Thoreau metnini iki yılın ardından kaleme alıyor, istediğini bulduğunu ve başka bir yaşamda başka bir şeyi aramaya başladığını söyleyebiliriz, nokta konmuştur: "Başlarının üzerinden arkalarına taşlar atıp bunların nereye düştüğünü görmeyen sakar kâhinler için bu kadar kör itaat yeter." (s. 15) Kölelikten insanın içindeki gizli mutsuzluğa kadar döneminin pek çok çarpıklığını ele alıyor Thoreau, İç Savaş'ın öncesinde kölelikle ilgili düşünsel temellerden birini attığı söylenebilir. Köleliğin farklı türlerini eleştiriyor aslında, düşüncelerini tüketim bağımlısı insanların köleliğinden bahsederken garip argümanlar üzerinden açıyor. Hayvansal gıdalar gerektiğini söyleyen bir adamı bilimsel verilerle haksız çıkartıyor örneğin, böyle pek çok örnek mevcut. Bir işçi ailesiyle yaptığı konuşmalar da ilginç bu açıdan, ailenin babasının aklını bir an çalacakmış gibi oluyor, ormanda yaşamın kentteki kölelikten daha iyi olduğunu anlatınca baba ciddi ciddi düşünmeye başlıyor ama anne karşı çıkıyor, Thoreau gibi yarı meczup bir adamı dinlediği için eşini paylayacak duruma geliyor. Üzücü, adam lüzumundan fazlası ve azı konusunda mantıklı şeyler söylüyor oysa, Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisi henüz ortada yokken güvenlik, barınma, beslenme gibi gereksinimleri bir sıraya koyarak şehir yaşamının sunduğu olanakların yanında insanı köleleştirdiğini savunuyor. İnsanın sınırlanmış edimlerinden çok daha fazlası olduğunu düşünerek aşkıncı bir yaşamı destekliyor, Antik Yunan filozoflarına varan bir düşünce akışında yalnızca teorik değil, pratik bilgeliğin de gerektiğini belirtiyor. Pratize edilmiş bilgiye kavuşmak için ormanda yaşamaya başlaması coşumu artırıyor, derinde bir yere gizlenen anlamı bulduruyor. Augustinusçu zaman anlayışına sahip olduğunu söyleyebiliriz, kaynakları farklı olsa da iki sonsuzluğun arasındaki şimdiki zamanı ikisinin de duyumsadığı bariz, Thoreau sonsuzluğu yakaladığını ve dilediğince yaşayacağını anlatıyor. Hızlı geçişlerle bağlantılı konular üzerinde duruyor, örneğin bu bahisten zaman birimleriyle bölünmüş gündelik yaşama geçerek çalışmak için gereken nesnelere odaklanıyor. Uzun vadede birçok eşya satın alıyoruz: kıyafetler, aksesuarlar, ayrıca bunların yanında endüstriyel eşyalar, bir sürü şey. Oysa hiçbirine gerek yok, Thoreau kendi besinini nasıl ürettiğini anlatırken balık tutmaktan toplayıcılığa kadar pek çok yöntemden bahsediyor. Walden'da tutulan balıkların türleri, ağırlıkları, lezzetleri gibi özellikleri detaylarıyla anlatırken patates üretiminin inceliklerinden bahsedebiliyor, dört mevsim için farklı teknikler. Şu hoşuma gitti, alayım: "Az sayıda insan tanırken birçok ceket ve pantolon tanırız." (s. 34) Şapkalar, kraliçelerin giyimleri, toplumun peşinde sürüklendiği modalar, giyimle ilgili eleştirilebilecek hemen her şeyi eleştiriyor Thoreau, ardından barınaklara geçiyor ve insanların israf ettikleri kaynaklara üzülüyor. Muazzam evlerin muazzamlığını sorguluyor, elde edebileceğimiz her şeyi elde etmenin yol açacağı çarpıklıkları anlatıyor. Baltasını alıyor, malzemelerini toparlıyor ve yaşayacağı evi inşa ediyor, ne hoş. Üçün beşin hesabını yaparak bir evin inşası için ne kadar zaman ve para harcadığını görmek için liste yapıyor, ev satın almaktan çok daha pahasız olduğunu söylemeye lüzum yok. Bir yandan kereste imalatı, bir yandan İlyada'nın sayfalarında kaybolmak, şahane bir yaşam.

İnsanın kendi kendine yetebileceği fikrinin unutulması yüzünden şiirden kopulduğu fikri üzerinde durmaya değer, inançlar da aynı şekilde sekteye uğradığı için insanın manevi dünyasından parçalar kopuyor yavaş yavaş. Materyalizm hedefte: Eşyalar insanların değerini bildirir hale getirilmiş, klişe tabirle sahip olduklarımız bize sahip olmaya başlamış, aslında zamanımızı satarak elde ettiklerimiz kadar varmışız. Var mıymışız, var bile değiliz bu açıdan. Herhangi bir nesne benim varlığımın kanıtıysa o zaman bu biçim bir var oluşun yaratacağı doyumsuzluktan neye sığınırım bilemiyorum. Thoreau gibi doğaya mı varacağız, varamayız. En fazla sahile ineriz işte, denizi izleriz ve bir şekilde var olmadığımızın söylendiği zamanları hatırlayıp gülümseriz. Thoreau okurken de gülümseriz, bize beyhude ömürlerin inşa edildiği malzemeyi sunar, edimleri üzerinden geçirdiği değişimi anlatarak evine bizim için bir oda daha yapmış kadar olur. Thoreau insanları davet eder, coşkusunu somut örneklerle verdiği kent kapanından kurtulma yollarını aktarır. Revize etmek gereklidir belki, belki bir ölçüde Into the Wild'da yenilenmiştir ama herhangi bir örneğe ihtiyacımız yok, kendimizce bir ev inşa edebiliriz ve durmadan tüketmenin uzağına düşebiliriz. İstersek.

"There's those thinking more or less less is more
But if less is more how you're keeping score?"

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder